6 Mayıs 2009
BENİM dış politika bilgime göre siyaset oluştururken iki ayaktan biri seçilir: 1) Ya ülkenin menfaatleri ve dış dünyanın gerçekleri ön plana alınır ve değiştiremeyeceğiniz dünya gerçekleri karşısında ülkenin menfaatlerini optimize edecek, diğer bir deyişle menfaatlere en uygun olanı yakalayacak politikalar izlenir: Reel politika!
2) Ya da, ülke kendine dünyada belirli idealler edinir ve bu idealleri hayata geçirmek için mücadele eder: İdealist politika!
* * *
Yeni Dışişleri Bakanımız’ın politikalarını hangi açılardan takip edeceğimi dün yazdım.
Bugün Ahmet Davutoğlu’nun yarattığı kavramların pratikte oluşmuş veya oluşacak bazı olası çıkmazlarını vurgulamaya çalışacağım.
Ahmet Davutoğlu: i) oynak merkezli, ii) tüm ülkeler ile teke tek ve doğrudan karşılıklı menfaatleri hedeflemiş ilişkilere dayanan, iii)komşularla sıfır sorun yaşamak isteyen, iv) ülkeyi Ortadoğu’da merkez ülke haline getiren, v) ABD’nin dümen suyunu bire bir takip etmeyen bir dış politika yürütme iddiasında. Benim ise bu 5 kavramı bir araya koyunca kafam karışıyor.
* * *
ABD seçimleri ardından ülkemizde, özellikle yandaş yazarlarca, "Obama methiyeleri" düzülmeye başlandı. Obama’yı olağanüstü insan olarak görenler oldu. Davutoğlu bakan olunca, ona da methiyeler düzenler hemen belirli gazetelerde türediler.
Ahmet Davutoğlu ABD’ye bir seyahat yaptı ve yandaş basın bu seyahati olağanüstü başarılı buldu. Ahmet Davutoğlu da bu seyehatten o kadar etkilenmiş idi ki şöyle dedi:
"Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir."
Hadi bu cümleyi "Türkiye ABD’nin dümen suyunda hareket edecektir" diye okumayalım, iki ülkenin ölçüp biçtikten sonra böyle bir sonuca vardıklarını düşünelim.
İşte benim burada aklım karışıyor.
Bizim 2 önemli komşumuz var: Rusya ve İran!
Bu 2 ülkenin dış politika "tercihleri" ve "öncelikleri", benim anladığım dilde "menfaatleri" ABD ile büyük çapta çelişiyor.
Menfaatlerin keskin bir bıçak gücü ile böldüğü bir dünyada (örn: enerji) Türkiye hem ABD, hem Rusya, hem İran ile dış politika tercih ve önceliklerini aynı anda nasıl örtüştürecek?
Eğer tercih ve öncelikler ABD ile tamamen uyumlu ise Türkiye komşuları ile nasıl teke teke ve karşılıklı menfaatlere dayanan ilişkiler kuracak, nasıl sıfır sorunlu yaşayacak?
En önemlisi dış politika ABD, Rusya, İran ile oynanacak oyunlarda nasıl "oynak merkezli" olacak?
Eğer "oynak merkezli oyun" oynanacaksa, Türkiye’nin herkese mavi boncuk dağıtan "oynak ülke" konumuna düşme ihtimali yok mu?
* * *
İsrail, İran’ın Suriye, Hamas ve Hizbullah üzerindeki etkisi nedeniyle nükleer silah yapmaktan vazgeçmediği sürece Filistin’in bağımsız bir devlet olmasına müsaade edilemeyeceğini iddia ediyor.
İşin ilginç yönü Mısır ve Suudi Arabistan da İsrail ile aynı fikirde.
Ortadoğu’nun başat ülkeleri İran’ın bölgedeki hegemonik oyunlarından çok şikayetçi. Ben de İran’ın çok başarılı politikalarla bölgede emperyal bir konumu hedeflediği düşüncesindeyim.
Ancak o zaman da aklım Türkiye’nin hem komşuları ile (İran) "sıfır sorun" yaşayıp, hem de Davutoğlu’nun deyimi ile bölgede nasıl "merkez ülke" olacağını kavrayamıyor.
(Yarın AB ilişkileri)
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2009
BAŞBAKAN, 29 Mart Hükümeti’ni nihayet ilan etti. Hükümette büyük revizyon yaptı. Ancak, ben bugünkü yazımda Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu üzerinde duracağım. Zira, hem dış politika özel ilgi alanım, hem de Davutoğlu değişik kişiliğiyle ilgimi çekiyor. Ahmet Davutoğlu’nun entelektüel bir yapıya sahip olduğu, bir akademisyen olarak dış politika çalışmalarına kavramsal zenginlikler kattığı, son yıllarda etkin ve yetkin bir danışman olarak Türkiye’nin dış politikasına büyük katkılarda bulunduğu bir gerçek.
Zaman zaman katıldığım sohbetlerinden büyük tat alıyorum. Kendisine ters gelen sorulara bile muazzam bir itidal ile yaklaşabiliyor.
* * *
Davutoğlu’nun kavramlarıyla ifade edecek olursak Türkiye’nin son yıllarda sergilediği dış politika; "oynak merkezli" ve bütün ülkelerle teke tek ve doğrudan ilişkiye giren, bölgede ülkeyi "merkez ülke" olarak konumlandıran bir politika.
Bu politikanın Türkiye’yi ABD’nin dümen suyundan kurtardığı da sık sık dile getirilir.
Ben yeni dönemde Davutoğlu’nu algılamakta güçlük çektiğim bazı noktaları takip ederek izleyeceğim.
* * *
Benim beynim "netice merkezli" çalışır. Takip edeceğim noktalara bu gözle bakarım.
1) Bence "oynak merkezli" politika giderek çıpasız politika olmaya başladı. Dış politika Türkiye’yi nereye taşımaya çalışıyor, anlamakta güçlük çekiyorum. Türkiye komşularıyla tabii ki dostane ilişkiler kursun ama çıpa hálá "AB üyeliği" olmalı. Davutoğlu nasıl bir AB politikası izleyecek? Örneğin, limanların Güney Kıbrıs’a açılmasını teşvik edecek mi?
2) Sık sık Suriye-İsrail arasında arabuluculuk rolünden bahsediliyor ama ortada netice yok. Bu konuda yeni dönemde hangi somut neticeler alınacak?
3) Hizbullah’ı ve Hamas’ı değiştirerek uluslararası sisteme katmak amaçlanıyor. Bunun için bu iki örgütün silahları bırakıp terörden vazgeçmesi gerekiyor. Şu ana dek her iki örgütle ilişkiler Batı açısından "ateşten kestane almak" için desteklendi. Ortada somut bir getiri yok. Yeni dönemde Hamas ve Hizbullah, El Fetih türü bir değişim yaşayacak mı?
4) İran ve Suriye, ABD ile doğrudan ilişki istiyor. Mısır ve Suudi Arabistan zaten hem ABD, hem AB ile doğrudan ilişkide. Bu durumda Ortadoğu’da "merkez devlet" olmak, Hamas ve Hizbullah ile Batı arasında arabuluculuk yapmak dışında ne anlama geliyor?
5) Ermenistan ile dostane ilişkiler kurmak, Azerbaycan’ın kaybı pahasına olmamalı. Türkiye yeni dönemde dengeyi nasıl tutturacak?
6) Kafkaslar’da tabii olarak hem Rusya’nın, hem ABD’nin ayrı politikaları var. Türkiye, Kafkaslar’da kime yakın duracak?
7) Davutoğlu, ABD’nin Irak’tan asker çekmesine yardımcı olmak amacıyla TSK’yı devreye sokacak mı? TSK, Kuzey Irak’ta hamilik yapacak mı? Böyle bir hamilik yapabilmek için AKP’nin kaybettiği "bizim Kürtleri" nasıl kazanacağız? Örneğin, PKK’ya silah bıraktırmak için "kısmi af" çıkacak mı?
8) Değil Afganistan, Pakistan da elden gidiyor. Türkiye "Afpak" bölgesinde ABD’ye ne seviyede destek olacak?
9) Madem ABD’den bağımsız politika izlenecek, Davutoğlu’nun ABD seyahati neden bu kadar çok övülüyor?
(Yarın devam edeceğim.)
Not: TÜİK’in (negatif) büyüme rakamını, 29 Mart seçimlerinden 2 gün sonra açıklamasını eleştirmiştim. Gönderdikleri açıklamaya göre eleştirim haksız. Zira TÜİK bir önceki yılın 4. dönemi ve yıllık büyüme rakamını hep 31 Mart’ta açıklarmış. Örneğin, 5 yıl önce gerçekleşen 28 Mart 2004 yerel seçimler sonrasına denk gelen 31.03.2004 günü açıklanan büyüme rakamı +% 7.2 imiş.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2009
ORADAYDIM. 1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’ndaydım. 26 yaşındaydım. Koyu bir Marksist idim. İşçi sınıfı devrim yapar ve yönetimi ele geçirirse her türlü meselenin çözüleceğine adeta iman ediyordum. Üretim araçlarından özel mülkiyetin kalkmasıyla her türlü üretimin tek kaynağı olan emeğin (esasında sadece kol emeğini kastediyorduk) önündeki tüm engeller kalkmış olacak ve insan nihayet özgürleşecekti. Benim dahil olduğum kortej Beşiktaş’ta toplandı, Beşiktaş’tan Taksim’e kol kola, coşku içinde sloganlar atarak, marşlar söyleyerek yürüdük.
26 yaşında bir gencin o yürüyüş sırasında vücudunun nasıl adrenalin ürettiğini 57 yaşında doğru anlatamam. İçimdeki bir başka ben beni almış, yelkovan kuşları gibi peşi sıra sürüklüyordu.
İman etmiştim ki, istersek tüm engelleri aşarız, "sosyalizm"in sihirli iksirini bir kere içtik mi, dağları taşları aşarız!
Bugün düşünüyorum, "Başa gelseniz, ne yapardınız?" diye sorsalar, kalıp bir cevabımız vardı: "Burjuvaziyi yıkarız! Üretim araçlarına el koyarız." "Sonra?" Sonrası yoktu. Sonrasına sadece iman edilirdi. "Devrim olacak, Marx’ın görünmeyen eli her şeyi düzeltecek!"
* * *
Bizim korteji Taksim Meydanı’nda Gezi Parkı’na yakın bir yere aldılar. Tam durup dinlenmeye başlamıştık ki, kızılca kıyamet koptu. Beyoğlu’nun girişinde su depolarının olduğu yer olarak bilinen duvarların üzerinden siyah giyimli bir-iki kişinin insanların üzerine ateş açtığını, o korku ve heyecan içinde, hayal meyal hatırlıyorum.
Bizim taraftakiler gerisin geri Gümüşsuyu’na doğru koşmaya başladık. Alman Konsolosluğu’nun orada polis araçlarının yolu kapatmış olduğunu da hayal meyal hatırlıyorum. Sonradan provokatör olduğunu çözdüğüm bir kişi "Gün bugündür, geri dönün, çatışmaya katılın" diye bağırıyordu.
Gümüşsuyu’nun dar sokaklarına gelişigüzel dağıldık.
* * *
Nasıl ve hangi hızla aşağıya Kabataş’a indiğimizi hatırlamıyorum. Ne kadar hızla Beşiktaş’a ulaştığımızı da hatırlamıyorum. Ancak, bir şeyden eminim; değil bu yaşta, o günkü gibi 26 yaşında dahi, o kadar kısa sürede Taksim’den Beşiktaş’a ulaşabileceğimi sanmıyorum.
* * *
O gün çok net görmüştüm ki, Marx’ın görünmeyen eli değil ama devletin görünmeyen eli, kendi vatandaşlarını katletmekten zerre kadar utanmıyordu.
Birileri bu vatana diğerlerinden daha fazla sahiptiler. Onlar için o dönemin "solcuları" hain idiler ve kafa kaldırdıkları anda kafalarının ezilmesi caizdi.
O birileri için "hukuk" sadece bir engeldi, o halde "yakalanmadan" diğerlerini yok etmek gerekiyordu.
Devlet koyduğu kuralı yok sayma hakkına sahipti.
Hem Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamalarına izin veriyor, hem de kutlamaya gelenleri öldürüyordu. Aramızda kötü niyetliler var mıydı, bilmiyorum. Ama, gösteri yapanlardan üzerimize yürüyen polise veya su deposunun üstünden bizlere ateş açanlara silahla cevap vereni hatırlamıyorum.
* * *
Artık Marksist değilim, komünizmin bir rüya olmaktan öte bir işe yaradığını düşünmüyorum. Hatta, başkaları için neyin doğru olduğunu bilme iddiasındaki her türlü ideoloji gibi Marksist ideolojinin de totaliter yönetimlere çok açık olduğunu düşünüyorum.
Ama cuma akşamı, 1977’de de meydanda olduğunu söylerken, 1 Mayıs 2009 günü Taksim’de hüngür hüngür ağlayan yaşdaşımı televizyonda gördüğümde benim de gözlerimden yaşlar boşandı.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2009
DÜN dış politikayı yazdım. "Oynak merkezli dış politika"nın sonuçta kimseye yaranamadığını izah etmeye çalıştım. Başbakan’ın Davos çıkışından beri devamlı yalpalayan, bir türlü belli bir noktaya çıpalayamayan, daha beteri Batı’dan bakıldığında Ortadoğu’ya çıpalamaya çalışıyormuş gibi görüntü veren, ülkenin lideri sert çıkışları ile ünlenen ama bu çıkışların getirisinin hiç alınamadığı bir dönem yaşıyoruz.
Yurtdışında konuştuklarınız size, sanki aralarında anlaşmışlar gibi, Erdoğan’ı devamlı Chavez ve Ahmedinecad ile kıyaslayan sorular sorsalar, ne hissedersiniz?
* * *
Türkiye dış politikada tökezliyor da, iç politikada ne yapıyor?
Ekonomiyi ele alalım.
Dünya krizin tam ortasına dalarken, 2009 için %4 büyümeyi öngören bir bütçe yaptık, bu büyümeye orantılı gelir tahmininde bulunduk, seçim öncesi paraları bu gelir tahminine göre harcadık!
Dünyada ne kadar ekonomist varsa (bizim AKP yalakası liberal ekonomistler dışında) bu bütçeye güldüler zira herkes bütçenin 29 Mart seçimi için hazırlandığını anında çözmüştü.
Şimdi alıştıra alıştıra Başbakan’ı 2009’da %3.3 küçülmeye razı ediyorlarmış. Biz de aklın ortak birimi "rakamlar" karşısında rıza gösteren veya "saymıyorum!" diye tepki veren bir başbakanı ömrü hayatımızda ilk kez görmüş oluyoruz. Hatırlayın, TÜİK bile geçen yılın son çeyreğinde Türkiye ekonomisinin % 6.2 küçüldüğünü seçimden 2 gün sonra açıklayabildi.
Büyüğümüz daha da fazla rıza gösterirse 2009’da -%4 büyümeye, basit dille %4 küçülmeyi hazmedecekmişiz!
Düşünün eve dokor geliyor, çocuğun ateşini ölçüyor, sonra ceberut babasına "Rıza gösterirseniz oğlunuzun ateşini kayıtlara 41 derece olarak geçeceğim" diyor. Baba, "Olmaz razı değilim" dese doktor kayıtlara ateşin seviyesini "36.5" olarak yazacak!
* * *
Başbakan’a göre bizi teğet geçmekte olan, hatta artık dibini gördüğümüz krizin halka en büyük maliyeti olan işsizlik oranlarına bakalım:
"İşsizlik verilerini en yakından izleyen Betam’ın (Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi) bulguları da, Türkiye’deki işsizliğin, "çığ gibi büyümekte olduğunu" ortaya koyuyor. Betam’a göre halen % 15.5 olan genel işsizlik oranı 2012’de % 18.6’ya, halen % 19.0 olan tarım dışı işsizlik oranı da 2012’de % 22.6’ya yükselecek." (Osman Ulagay, Milliyet, 21.04.09)
Şimdiden %15.5 oranında bir işsizliğe, Başbakanımızın yüksek müsaadeleri ile rıza gösterdik!
* * *
Krize karşı dünyada en az tedbir alan ülkeyiz. Ama 6 aydır IMF ile anlaşmak üzereyiz!
Seçimi atlattıktan hemen sonra IMF ile anlaşmayı umuyorduk ama Erdal Şafak’ın duyumlarına göre (Hürriyet-28.04.09) stand-by anlaşması bittikten sonra Türkiye’de mali disiplinin ortadan kalktığına inanan IMF yönetimi bu kez çok zor şartlar ileri sürecekmiş.
Türkçesi, IMF Türkiye’ye gelmeye gelecekmiş ama Başbakan’ın ümüğümüzü sıktırmaya rıza göstermesi gerekiyormuş!
* * *
Şahsen son dönemde ne dış politikada ne de ekonomi alanında iç tutarlılığı olan, taraflarca kabul gören bir yönetim göremiyorum.
Seçim dönemine girdiğimiz 2008’in Ekim ayından beri yönetime liderlik edecek irade ortadan kayboldu.
Hatırlatmak istiyorum, seçim dönemi bitti. Akıllar başa alına!
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2009
SON dönemde Türk dış politikası bazı varsayımlar üzerine oturtuldu: 1) Türkiye çevresindeki komşularıyla teke tek ilişkileri ne kadar ileri götürürse dünyada mukayeseli avantajını o kadar artırır.
2) Türkiye’nin jeo-stratejik konumu onu vazgeçilmez bir ülke yapmaktadır.
3) Türkiye ne kadar çok Ortadoğu’ya sahip çıkarsa dünyaya o kadar güçlü bir görüntü verir.
4) Obama ile yeni bir dünya kurulacak, Türkiye de yeni dünyada yerini alacaktır.
* * *
Türkiye, komşularıyla teke tek ilişkilerde (1. varsayım) başarılı adımlar attı, bazı ülkeler ve örgütler ile Batı dünyası arasında belirli seviyede bilgi taşıyıcısı (messenger) görevi yaptı. Ancak, sanırım bu görevin göreceli ağırlığını hem abarttı hem de diğer varsayımlarında bazı değerlendirme hataları içine düştü.
Türkiye, dünya coğrafyası açısından dünya enerji havzalarının % 64’ünün oturduğu Ortadoğu ile bu enerji havzalarının en büyük talibi Batı’nın arasında müstesna bir yerde.
Medeniyetler tarihi ve kültürel altyapı açısından da her iki tarafın özelliklerinden, tamamen olmasa da bir nebze almış. Türkiye iki tarafa da aşina.
Ancak, Batı kendi müttefiki olarak görebilmek için Türkiye’nin, bir elini Ortadoğu’ya uzatsa da yüzünü Batı’ya doğru tutmasını, dış politikasını ne kadar renklendirse de Batı’ya çıpalamasını istiyor.
Ancak, son zamanlarda Türkiye’nin nereye çıpalandığı konusunda Batı’da derin tereddütler oluşmaya başladı.
Davos ile başlayan ve Rasmussen meselesi ile şahikasına çıkan süreçte, önemle Başbakan ülkemize Ortadoğu’ya Avrupa’da sahip çıkan ülke görüntüsü vermeye başladı. Hamas’ı BM’de temsil etme gayretlerine soyundu. Sanki çıpa artık Ortadoğu’ya atılmıştı.
Üzülerek görüyorum ki, Türkiye bu süreçte hem hiçbir şey elde edemedi (bkz. Rasmussen pazarlığı) hem de Batı’da kendisi hakkında duyulan endişeleri mislisiyle artırdı.
* * *
Öte yanda, ülkemizde her ne hikmetse, ruhen Müslüman olduğunu kendisinden daha iyi bildiğimiz bir Obama imajı yaratıldı. Obama ile yeni bir dünya ve o dünyada yeni bir Türkiye algılaması doğacağını koskoca köşe yazarları rüyalarında gördüler, rüyalarını hayra yorduklarını da yedi düvele ilan ettiler.
Ancak, herkes Obama’nın "Ermeni meselesi"nde verilmiş sözleri olduğunu biliyor, Obama’yı bu konuda yumuşatmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
Ermenistan ile yeni açılımın Türkiye ile ABD’yi yeniden kucaklaştırması bekleniyordu.
Ancak, yağmadı yağmur, esmedi rüzgár!
Obama gerçi "soykırım" demedi ama ABD tarihinde 24 Nisan’da hakkımızda en ağır terimleri kullanan Başkan oldu.
Şimdi bir bakıyoruz, Ermenistan’da hükümet, aşırı milliyetçi Ermeni Taşnak Partisi’nin, "Türkiye ile ilişkilerin normalleşme çabalarını protesto" etmesi nedeniyle dağılıyor, Azerbaycan doğalgaza zam istiyor, bize sırtını dönüyor.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak bu olsa gerek!
* * *
Sanırım, dış politikada hüner, eline yeni çay bardakları alırken eldeki bardakları kırmamaya dayanır.
Duruma bakın; AB ülkeleri bize her zamankinden soğuk, İran arabulucu rolümüzü katiyen istemiyor. Suriye, Hamas, Hizbullah "Türkiye konusunda" istihareye yattılar, en yakın müttefiklerimizden Azerbaycan bizden uzaklaştı, ne Ermenistan’a ne de ABD’ye yaranabildik!
Rüyadan uyanma vakti geldi!
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2009
ŞEHRE bahar bu sene bir türlü gelmedi. Güneş yüzünü bir gün gösterse, üç gün, beş gün esirgedi. Karakışın ardından hasretle baharı bekleyen insanlar sonunda bizar oldular ve "Bu sene bahar hiç gelmeyecek" diyerek hüküm kesmeye başladılar. * * *
Ancak, bu sabah uyandığımda birden farkına vardım ki, güneş kalın perdeleri aşmaya, kenardan köşeden yatak odama girmeye çalışıyor. Hemen perdeleri ardına dek açtım. Oda anında sanki nura gark oldu. Odam son zamanlarda hiç bu kadar aydınlık olmamıştı. Gayri ihtiyari, hayatın çok güzel olduğu fikri içimde patladı, suratım son zamanlarda hiç olmadığı kadar huzurlu bir edaya büründü. İçime birden bir heves düştü.
Kendimi ne kadar çabuk dışarı attığımı bilemedim. Ağzıma da Názım Hikmet pelesenk olmuştu: "Bugün pazar, bugün beni güneşe çıkardılar."
* * *
Şehrin parkına adeta koştum. Sanki yer kapmam gerekiyordu. İyi de yapmışım, ben geldikten kısa bir süre sonra hıncahınç doldu. Park kanepelerinde, hatta çayırlarda, çimenlerde oturacak yer kalmadı. Çocuklar hedefsizce oradan oraya koşmaya başladılar. Aileleri sırtlarını güneşe verdiler. Anneler babalara, babalar annelere ortada koşturan velet ile ilgilenmesi için yalvar yakar oldular. Herkesin meramı sabah yatakta yarım yamalak bıraktığı uykuya, bir süre olsun, güneşin koynunda devam etmekti. Ben de bir kanepeyi bir genç adam ile paylaşırken ağırlaşan göz kapaklarımın kapanmasına bir süre engel olmaya çalıştım, sonra bu mücadelemde mağlubiyetten büyük zevk aldığımı fark ederek şekerlemeye daldım.
* * *
Uyandığımda, herkes uykusunu almıştı ki etrafta bağıran çağıran insanlar gördüm. Yanımdaki genç kalkmıştı. Herkes neşe içinde birine bağırıp çağırıyordu. Sanki herkeste bu sabah aniden bir enerji birikimi oluşmuş, insanlar bu enerjiyi boşaltmak için gayrete girmişlerdi.
Yemyeşil çimenler, yol kenarlarında dimdik açmış değişik renkte lalelerin boyuna özeniyorlar, sarı yeleli mimozalar ayaklarının dibine serilmiş narin papatyalara nispet yapıyorlar, manolyalar kısa ömürlerine rağmen her bahar olduğu gibi çıplak dalları şehvet sersemine çeviriyorlardı.
Gürültüyü sonunda hayra yoran park sakinleri de yuvalarından çıktılar, güvercinler güvercinleri, serçeler serçeleri amaçsızca kovalamaya başladılar. Kimin elindeki ekmekten bir kırıntı yere düşse o kırıntıdan nasiplenebilmek için güvercinler, serçeler parkın yer taşlarına pike yapmaya çalıştılar.
* * *
Karşımdaki kanepeye zar zor yürüyen bir ihtiyar adam yerleşti. Bir süre soluklandı, hálá üzerinden atamadığı paltosuna kıştan kalan üşütme korkusu ile önce iyice bir sarıldı. Sonra palto fazla gelmiş olmalı ki, çıkardı kenara koydu. Ama yine de kalın hırkasının bütün düğmelerini iliklemeyi ihmal etmedi.
Bir süre sonra yanına kısacık etekli, güneşe güvendiği için sadece bir kısa kollu bluzla dışarı fırlamış, her bir parmağı yüzüklü, kulakları sayısız küpeli bir kız yaklaştı. Kızın saçları belli ki boyaydı, zira bunca yaş yaşadım, bu tonda parlak kırmızı saç görmedim.
Kız ihtiyara, herhalde, yanının boş olup olmadığını sordu, ihtiyar büyük bir sevinçle boş olduğunu başı ile onayladı. Paltosunu kanepeden almaya kalktı. Genç kız hemen atıldı, paltoyu nazikçe katlayarak aralarına koydu. Oturdu. İhtiyara bir daha gülümsedi. İhtiyar da ağzını mümkün olduğu kadar açarak kahkaha atmak ile gülümsemek arasında bir tepki verdi.
* * *
Kız, ihtiyar adama bıcır bıcır bir şeyler anlatmaya girişti. Ne anlattığını duyamıyordum ama ihtiyarın duyduklarından büyük keyif aldığı suratındaki ifadeden ayan beyan belli idi. Kız konuşurken birden ihtiyarın ellerini tutmaya ve çok daha heyecanlı bir şeyler anlatmaya başladı. Adım gibi eminim, ihtiyar şimdi genç kızı gönül teliyle dinliyordu. Sonra, ne anlattı ise, kız aniden durdu, başını adamın omzuna koydu. Adam başı şefkatle okşadı.
Uzaktan baksanız, iki áşık sanırdınız!
Ben de güneşe döndüm ve "Sen nelere kadirsin!" diyerek selam verdim.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2009
DÜN Obama’nın Türkiye’ye Müslüman ve laik-demokrat ülke olarak özetlenebilecek bakış açısının Ilımlı İslam bakış açısından çok da farklı olmadığını ama Güneydoğu seçimlerinin bazı denklemleri altüst ettiğini yazdım. Obama yönetimi için Ortadoğu’da ABD çıkarlarını savunma konusunda en güvenilir ülke: i) Müslüman yapısı, ii) çok güçlü ordusu, iii) laik-demokrat ağırlıklı rejimi ve vi) Batı’ya en yakın duran ülke olma sıfatı ile Türkiye’dir.
Ancak, 29 Mart seçimi Müslüman yapıyı (ümmetçilik) kutsayan cemaatlerin bölgede o kadar etkin olmadığını, Ulusalcıların ise zaten bölgede hiç olmadığını, PKK’ya yakın duran bir DTP’nin etkinlik açısından en güçlü unsur olduğunu ortaya koymuştur.
Ancak, ABD Türkiye’ye Kuzey Irak’ta bütünüyle ihtiyaç duymaktadır. PKK, genel dengeler ele alındığında, denklem bozucudur.
* * *
İşte ortada böyle bir kaos var iken, hemen 29 Mart’ın ardından Genelkurmay siyaseten çok önemli bir çıkış yaptı ve bence içeriden çok ABD’ye mesaj verdi. Bazı aklı evveller "Türkiye halkı" sözünü "Türkiyelilik" diye okuma zırzopluğuna sapsalar da Başbuğ’un konuşması Güneydoğu’ya çok yumuşak bakan, zımmi de olsa "genel ve sınırlı af"fa hayır demeyen, bölgede eğitime kapıları açan, mütedeyyin Müslümanları içleyen ama illa ki "cemaatleri" (Fethullahçıları) dışlayan bir konuşma idi.
Bence Başbuğ ABD’ye "Kuzey Irak’ta seninleyim ama bölgede cemaate eskisi gibi bel bağlanmaması şart!" ile demeye getiriyordu.
* * *
Aynı dönemde "cemaat" de aktif propaganda yapma ihtiyacı duymaya başladı. Yıllardır takip ettiğim Fethullah Hoca, çok saygı duyduğum siyaset üstü kimliğinden sıyrıldı ve önce "gatakulli" söylemini çıkardı, hadi o özel bir sohbetti, tüm bilimsel veriler tersini söylemesine rağmen, Yazıcıoğlu’nun trajik ölümünün suikast olduğunu, ülkede yeniden kaos çıkacağını iddia etmeye çalıştı.
Adeta, yeni bir komploya dikkat çekmek için uğraştı.
Birileri hızlarını alamadılar, 28 Şubat döneminde Hoca’cılara kök söktüren Türkan Saylan ve ekibini hedef aldılar ve zannımca en büyük taktik hatalarını yaptılar.
* * *
Tam TSK Güneydoğu’ya "barış eli" uzatırken TRT-Şeş’ten Rojin’i kopardılar, belli ki kanalı bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışacaklar, Savcılar ile Emniyetçiler birleştiler, Güneydoğu’da Kürdistan Demokratik Topluluğu’na (KCK) yönelik operasyonlara soyundular.
TSK yeni bir konum almaya çalışırken birileri de Güneydoğu’da devlet katında hiçbir şeyin değişmediğini göstermeye çalışıyor.
* * *
Maalesef, cemaatlerin de, TSK’nın da siyasetin içinde yüzdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Hükümet ayrı telden çalıyor, ona bağlı Emniyet, Adalet başka telden çalıyor.
Kimin ne kadar aklı başında olduğunu, kimin stratejisi olduğunu çözmek çok zor.
Belli ki, Obama ile başlayan yeni dönemde Bush döneminde, yanlış doğru, yerine oturmuş taşlar yeniden düzülecek, herkes yeni durumdan yeni vazife çıkarmaya çalışacak.
Biz yeni durumda yeni görev alma gayretlerinin sadece bazılarını görebiliyoruz.
Yukarıda özetlediğim iki gayret bana çok açık görüntü veriyor:
Fethullahçı cemaat/hareket yeni dönemde Bush döneminde kazandığı mukayeseli avantajı kaybetmek istemiyor.
TSK Bush döneminde kaybettiği mukayeseli avantajı yeniden kazanmak istiyor.
İkisi de kozlarını öne sürmeye devam edecekler!
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2009
OBAMA’nın Türkiye ziyareti, Genelkurmay brifingi, Ergenekon’da 12. dalga, Fethullah Hoca’nın çeşitli "siyasi demeçleri", Güneydoğu’da Cumhuriyet Savcılığı ile Emniyet Müdürlüğü’nün yürüttüğü Kürdistan Demokratik Topluluğu’na (KCK) yönelik operasyon, TRT-Şeş’deki baskı iddiaları! Bunlar yakın zamanın birbirinden kopuk, daha doğrusu kopuk gibi gözüken başat olayları. Olguları teker teker okursanız bağımsız anlamlar çıkabilir, birarada okumaya kalkarsanız tek bir anlam çıkabilir. Ben bugün ve yarın olguları birarada okumaya çalışacağım. Obama’nın ziyaretinden başlayalım.
Hemen herkes Obama’nın Türkiye’ye gelişini Türkiye’nin nakıs talihini değiştirecek olağanüstü bir olgu olarak takdim ederken ben sadece garsonun değiştiğini, mutfağın aynı olduğunu vurgulayan yazılar yazdım. Bunun içindir ki "Ilımlı İslam" söylemi ile "model ortaklık" terimlerinin çok da farklı olmadığını söyledim. Obama yönetimine yakınlığı ile dikkati çeken Ömer Taşpınar da Sabah Gazetesi’nde benzer yargılarda bulundu.
"Sonuçta Obama için Türkiye’yi en azından jeostratejik önemi kadar önemli kılan unsur Türkiye’nin Müslüman kimliğiyle, demokratik-laik kimliğinin bir arada var olabilmesi."
Ancak, aramızda bir nüans var. O jeostratejik önem ile Müslüman kimliği eşit tutuyor. Ben ise esas olanın jeostratejik önem olduğunu, bu yolda Müslüman kimliğin yardımcı unsur (ikincil) olarak vurgulandığını söylemeye çalışıyorum.
Taşpınar önemsenen "Müslüman kimlik" nedeni ile Ulusalcıların ön plana çıkacaklarını ummamalarını da salık veriyor. Ben bu saptamaya da katılıyorum ama yeni dönemde "cemaatlerin" de meydanı boş bulacaklarını düşünmüyorum.
* * *
29 Mart seçimleri öncesi ABD’nin Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerinde mihenk taşı olarak gördüğü Güneydoğu’da Fethullahçılar, (yeni) Hizbullah ve Altan Tan gibi İslamcı aydınlar AKP için büyük gayret gösterdiler.
Tez şu idi. Devlet sizi red ettiğiniz "millet" bazında birleştirmeye zorluyor, biz sizi ortak payda "ümmet" bazında birleştirmek istiyoruz. Ümmet kardeşliği ile iktidar nimetleri birleştiğinde Güneydoğu’nun Kürtleri için selamet yolu açılacaktır.
ABD bu tezi yakından takip etmiş olmalıdır: "Kendi Kürdünü bu tezle kazanacak bir iktidar koalisyonuna Kuzey Irak teslim edebiliriz!"
Ama AKP + cemaatler + İslamcı aydınlar koalisyonu fos çıktı! Maddi rüşvetler de işe yaramadı. Kürtler illa ki "etnik kimlik" dediler.
ABD açıkça gördü ki, Ortadoğu için Türkiye’de cemaatleri ön plana almayı öneren "münevverler" meseleyi doğru dürüst kavramış değiller!
Cemaatler, AKP yalakaları ne derlerse desinler, siyasetin bal gibi içinde oldukları için "çağdaş cemaatler" değiller. Ama siyasi bir aktör olarak Güneydoğu’da da sanıldığı veya vaat ettikleri kadar etkin değiller.
Ancak, bu sonuç "Ulusalcıları" da ön plan çıkarmıyor. Zira, ABD’yi ilgilendiren Güneydoğu seçimlerinde onlar zaten hiç yoktular.
Ortaya bir gerçek çıkmıştır. Kuzey Irak’a giden yol illa ki DTP üzerinden PKK’ya uğramaktadır! Ancak, Güneydoğu denklemi Kuzey Irak için tek denklem değildir. Ülkenin bütünü düşünüldüğünde PKK faktörü bu sefer dizginlenmek zorunda olunan bir faktördür.
* * *
Bana öyle geliyor ki; bu kaos çeşitli örgütler tarafından birlikte algılandı ve Genelkurmay’ın Güneydoğu’ya dönük ılımlı mesajı, Fethullah Gülen’in kendi önemini hissettirme ihtiyacı ile ilgili demeçleri, paniğe kapılan unsurların Ergenekon’da estirdikleri 12. dalga fırtınası, Güneydoğu’da eski sert politikaların sivil taraflarca (Savcılık + Emniyet) sürdürüleceği mesajı (KCK operasyonu) birbirine karıştı. (yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku