Cüneyt Ülsever

Hadi kabul edelim: Zihniyet haritamız AB’den çok farklı!

3 Haziran 2009
DÜN, Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in öncülüğünde yapılan saha araştırması "Radikalizm ve Aşırıcılık Araştırması"ndan bahsederek, kendi çıkardığım sonucu açıkladım. Araştırmanın bulgularına göre Türk halkı "Tanrı’ya inanmayan" (%75), "İçki içen" (%72), "Nikáhsız yaşayan" (%67), "Yahudi" (%64), "Hıristiyan" (yüzde 52), "Amerikalı bir aile" (%43) ile komşuluk yapmak istemiyor.

%86 ABD’nin, %76 AB’nin bizi bölmek istediğine inanıyor.

Bu araştırmayı yorumlayan köşe yazarları Türk halkının hoşgörüsünün eksik olduğuna ve başkalarına güvenmediklerine parmak basıyorlar.

Ben ise dün Yılmaz Esmer Hoca’nın araştırmasına şöyle bir yorum getirmiştim:

Kendinden farklı olana tahammül edemeyen, başkalarının kendisine zarar vereceğini düşünen insanlar başkalarına güvenmezler, onların ülkeyi bölmek istediklerine de inanırlar, zira bu insanlar esasında özgüveni (kendine güveni) olmayan, açıkçası kişilik gelişme sürecini tamamlamamış insanlardır.

Özgüveni eksik kişilerin de "Aşağıdakilerin hangisi sizin için birinci sıradadır?" sorusuna yanıtlarında "Din"e (İslam-CÜ) %62 ile ilk sırayı vermesi doğaldır. Sadece %16’nın "Laikliği", sadece %13’ün "Demokrasi"yi birinci sırada önemsemesi de normaldir.

* * *

Başkalarına tahammül edemeyen, onlardan korkan insan topluluğuna da ister cemaat, ister ümmet, ister güruh, hatta isterseniz millet diyebilirsiniz ama böyle bir topluluğun insanlarına asla birey, hatta eski ama güçlü deyimle şahsiyet diyemezsiniz.

İşte AB’den esas kopuş da burada başlıyor!

AB insanının da içinde başkalarına uzak duran, tahammül edemeyen, onlardan korkan, husumet duyan insanlar vardır ama eminim benzer bir saha araştırması bizdeki yüksek oranları asla vermeyecektir.

Zira AB topluluğunu oluşturan insanların çoğunluğu özgüveni bize göre çok daha yüksek, dolayısıyla kişilik gelişmesi farklı, kendi kişisel tercihlerini yapmayı öğrenmiş bireylerden oluşur.

Sakın bu bireylerin dinlerine bizden daha az düşkün olduğunu düşünmeyin. Sadece onlar dünyevi işlerin kavranmasında dinlerine bizden daha az pay verirler.

Araştırma, sorgulama, otoriteye biat etmeme konularında bizim insanımızdan daha fazla hassastırlar.

Bireysel haklara, dolayısıyla demokrasiye, laikliğe karşı daha duyarlıdırlar.

Hatta kişisel çıkarları konusunda, birinci sırada önem verdiği olgular arasına "yeterli bir gelir"i sadece %4 oranında koyan Türk halkından çok daha şahindirler.

* * *

Yılmaz Hoca’nın çalışması beni düşündürdü. Türkiye, AB ile jeopolitik açıdan, dolayısıyla politika alanında, hatta ekonomik faaliyetlerde entegre olabilir ama zihniyet haritası bu kadar farklı olan Türkler ve AB vatandaşları nasıl birlik olacaklar, nasıl aynı potada eriyecekler, buna aklım ermedi.

* * *

İnsanımızın %76’sının bizi böleceğine inandığı AB’ye üye olacağımıza, insanımızın %86’sının yine bizi böleceğine inandığı ABD ile müttefik olduğumuza benim inanmam çok zor.

Yılmaz Esmer’in araştırmasına göre hükümetin AB üyeliği mücadelesinde çok özel hassasiyet göstermesi, AB ile ilişkiler konusunda en ufak popülizme bile kaymaması gerektiği aşikár! O zaman da soru şu:

AKP kendi tabanına rağmen politika yapar mı?
Yazının Devamını Oku

Nasıl bir toplumuz?

2 Haziran 2009
MASA başında sosyolojik ahkám kesmeyi çok seven bir toplumda yaşamak çok sıkıcı. Ancak, Allah’tan son zamanlarda saha çalışmalarına önem veren ciddi insanlarımız da zuhur etmeye başladı. Taha Erdem, Binnaz Toprak, Ersin Kalaycıoğlu, Ali Çarkoğlu, Yılmaz Esmer vb. gibi araştırmacılar, yaptıkları çeşitli saha çalışmalarıyla bana toplumumuz hakkında çok şey öğretiyorlar.

Bu arada bu araştırmacıların ulaştığı sonuçlar işine gelmeyince açıkça mızıklanan, mızıklandıkça da kara cehaleti ortalık yerlere dökülen köşe yazarları da eğlenmemize vasıta oluyorlar.

* * *

Saha araştırmaları
halkasına en son eklenen çalışma Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in öncülüğünde gerçekleşen ve Bahçeşehir Üniversitesi ve İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın katkılarıyla 34 ilde 1715 denekle yapılan "Radikalizm ve Aşırıcılık Araştırması".

Ben mazeretim nedeniyle çalışmanın tanıtım toplantısına katılamadım ama araştırma sonuçlarını gazetelerden takip ettim.

* * *

Araştırmaların sonuçları bilimsel metotlarla elde edilen objektif ölçümlerdir. Objektiflik her araştırmanın aynı sonuçlara ulaşmasını gerektirmez, ancak kullanılan metodolojide teklik ve genel kabul görürlük aranır.

Araştırmayı yorumlamak ise tamamen sübjektif bir olgudur ve zırvalamamak, "Bana ne, bana ne!" diye tepinmemek kaydıyla isteyen, herhangi bir saha araştırması sonucunu istediği gibi yorumlayabilir.

* * *

Bu araştırmanın sonuçları da, takip edebildiğim kadarıyla, hoşgörüsü eksik bir toplum olduğumuzu göstermesi, başkalarına güven duymadığımızı vurgulaması yönleriyle yorumlandı.

Zira, hoşgörüyü ölçmek amacıyla sorulan soruda denekler "İstemem" dedikleri komşuları şöyle sıralamıştı:

"Tanrı’ya inanmayan" (% 75), "İçki içen" (% 72), "Nikáhsız yaşayan" (% 67), "Hiçbir dine inanmayan" (% 66), "Yahudi" (% 64), "Hıristiyan" (% 52), "Aşırı sağcı/solcu" (% 48), "Amerikalı bir aile" (% 43), "Kızları şort giyen aile" (% 36), "Başka bir ırk veya renkten" (% 26).

Başkalarına güvenmeme olgusu da her araştırmada olduğu gibi "bölünme fobisi" ile ölçülüyordu.

ABD’nin "Türkiye’yi bölme" hedefine, deneklerin % 39’u "kesinlikle hedefliyor", % 47’si "hedefliyor" yanıtını veriyor.

AB’nin "Türkiye’yi bölme" hedefine, deneklerin % 28’i "kesinlikle hedefliyor", % 48’i "hedefliyor" yanıtını veriyor. (Milliyet-31.05.2009)

* * *

Bu bulguların ardından deneklerin, "Aşağıdakilerin hangisi sizin için birinci sıradadır?" sorusuna "Din" (İslam-CÜ) cevabını % 62 ile ilk sırada vermesine hiç şaşmamak gerekir!

Öğretiyi tebliğ-tebellüğ metodu ile gerçekleştiren tüm dinlerde başkalarına karşı hoşgörü eksikliği doğaldır. Ayrıca, sorgulama ve araştırma da reddedilmesi gereken kavramlardır.

Zira, dinlere göre gerçek tektir ve sadece otorite bu gerçeği bilir.

Ayrıca İslami kimlik Yahudi’yi, Hıristiyan’ı, Tanrı tanımayanı, içki içeni, şort-mayo giyeni dışlar; zira inanca göre, bizi bölen (Yahudi, Hıristiyan vb.) ve yozlaştıran (Tanrı’ya inanmayan, içki içen, açık saçık giyinen vb.) bunlardır. Benim bu araştırmaya getirdiğim genel yorum ise içe dönük:

Başkalarından korkan (bölme), başkalarının onu olumsuz etkileyebileceğine (yozlaşma) inanan insanlar özgüveni olmayan, kendi kişilik gelişimini tamamlamamış insanlardır.

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Bir hadise var Beyaz ile Sarman arasında

31 Mayıs 2009
GEÇEN hafta kedileri insanlara çok benzettiğim için gözlemlemeyi çok sevdiğimi yazmış ve yurtdışındaki evimizde kendisini bahçemize kaydettiren Yedi Bela Hüsnü’den bahsetmiştim. Nasıl ki insanlar başka başka lisanlar konuşsalar, değişik ten rengine, inanca sahip olsalar dahi fıtrat olarak dünyanın değişik yerlerinde birbirlerine benziyorlar, kediler de aynı dilden anlamasalar da huy ve su olarak birbirlerinin aynı.

Yedi Bela Hüsnü de "pisi pisi" diye çağrıldığında "Bu herif ne diyor!" diye mel mel suratınıza bakıyor ama huyu ve suyu Türkiye’deki kedilerin tıpatıp aynı.

Dünyada insanların çoğunluğu gibi kedilerin de çoğunluğu, bana kalsa hepsi, kıskanç yaratıklar. Ellerin kedisi Yedi Bela Hüsnü’yü yazdığımı duyunca İstanbul’daki kıdemli ev kedimiz Beyaz çok bozulmuş ve illa ki bu hafta kendisini yazmamı istemiş. Hay hay! Bu hafta onu yazıyorum. Ama vezir mi edeceğim rezil mi, yazının sonunda anlaşılacak.

* * *

Beyaz, adı üzerinde, bembeyaz ve renkli gözlü bir Ankara kedisi. Bizim eve geldiğinde Van kedisi olduğu iddia ediliyordu, doğru çıkmadı. Van kedisi olmadığı anlaşılınca "olsa olsa metodu" ile Ankara kedisi olduğuna karar verdik. Geldiğinde bebek olduğu da iddia edilmişti. Bu da yanlış çıktı. Gençti ama bebeklikle alakası yoktu. Yine, "olsa olsa metodu" ile bize 2 yaşında geldiğine karar verdik. Eve yerleşeli 8 sene olduğuna göre şimdi 10 yaşında.

10 yaşında bir kedi olarak yavaş yavaş bunama emareleri gösteriyor ama bunca sene bahçedeki köpeklerimizin saldırısına uğramadan yaşamayı bildi.

Eve gelen herkes Beyaz’ı çok sever, zira her gelene "Acaba benim bundan ne gibi menfaatim olabilir!" diye olanca sevimliliğiyle yanaşır, daha açık söyleyeyim, sırnaşır.

Kısa sürede herhangi bir menfaat elde edemeyeceğini çözerse "Bu da boş çıktı!" diyerek misafire kıçını döner. O andan itibaren misafir ilgisini çekmek için ne kadar şaklabanlık yaparsa yapsın nafiledir, zira Beyaz bedava kesik ele bile işemez.

Her kedi gibi muazzam bir egoist olan Beyaz, yukarıda yazdığım gibi, yine her kedi gibi muazzam kıskançtır. Geçen 10 sene içinde eve getirmeye kalktığımız her kediyi yaka paça dışarı atmıştır. Gelen her kedi daha ilk günde neye uğradığını anlamaz, yediği birkaç dayaktan sonra, "Vereceğiniz mamayı alın başınıza çalın!" der ve evi terk eder. Bunlardan bir tanesi, Tekir, Beyaz’ın hışmı yüzünden tarafımdan Saros’un Yayla Köyü’nün sahiline götürülmüştür ve kaç senedir orada yaşar, ancak yazdan yaza Beyaz’dan gizli görüşürüz.

Beyaz, üzerine kuma kabul etmeyen nazeninler gibi eve başka kedi kabul etmemenin dışında bahçemize koyduğumuz mamalar nedeniyle eve dadanan sokak kedilerine de dayanamaz, onları her fırsatta pataklar. Onun bulunduğu muhitte insanoğlunun başka bir kediye mama vermesi kabul edilir bir durum değildir. Daha doğrusu, yakın zamana dek değildi.

* * *

Bahçemize bu kış genç bir kedi yerleşti. Sarman! Çok güzel bir suratı olduğu için ev ahalisi onu hemen benimsedi. Çok sevimli ve belki de bir evden kovulduğu için insanlara çok alışık olduğundan bizlerle çok çabuk kaynaştı.

Ancak, hepimizin büyük takdirini kazanan bir iş daha yaptı. Beyaz’dan yılmadı. Onu görünce önceleri sıvışıyordu ama yarım saat sonra geri dönüyordu. Beyaz onu kovalasa kaçıyordu ama kaçarken Beyaz’a birkaç pati vurmayı da ihmal etmiyordu.

Cuma akşamı karımla İstanbul’a geldik ve oğlumdan anında yeni bir haber öğrendim. Sarman allem etmiş kallem etmiş, eve yerleşmiş. Evde muazzam kedi kavgaları oluyormuş, sonunda biri bir kata öbürü diğer kata yerleşiyorlarmış. Sarman iyice ihtiyarlayan Beyaz’a, "El mi yaman, bey mi yaman" direnci gösteriyormuş.

Anlaşılan bu yaz Beyaz ile Sarman arasında çıkacak hadiselere şahit olacağım.
Yazının Devamını Oku

Hikmeti kendinden menkuller

28 Mayıs 2009
ÖNEMLİ insanların sözlerinden devamlı hikmet çıkarmaya kalkmak Şark zihniyetinin özelliklerinden birisidir. Hatta, önemli insanlar da Şark zihniyeti ile yoğrulmuş oldukları için, onlar da önem atfettikleri diğer insanların sözlerinden hikmet çıkarırlar. Önemli insanların, önem atfettiği insanların sözlerinden çıkardıkları hikmete hemen taze bir örnek vereyim.

Murat Karayılan, PKK’nın senelerdir ifade ettiği federasyon -en son adı "yerel parlamento" oldu- talebini Hasan Cemal’e bilmem kaçıncı kez ifade edince; röportaj ABD’nin Irak’tan çekilmek üzere hazırlıklara giriştiği bir döneme rast geldiği için, "Muhakkak Karayılan’ı ABD konuşturuyor" varsayımıyla, Cumhurbaşkanı ve o da yetmemiş gibi İçişleri Bakanı, Karayılan’ın sözlerini hikmetli sözler sınıfına soktular. Buna dayanarak Cumhurbaşkanı "tarihi fırsat" adı altında başka bir hikmet yarattı. Bu sefer de günlerce "Bu sözde ne gibi bir hikmet var!" diye biz meraktan çatladık.

Sonunda Karayılan, İngilizlere "İskoç modeli"nden bahsederek sözlerinde herhangi bir hikmet olmadığını teyit etti.

Ancak, Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı tarafından muhatap alındığı için meramına ermişti.

Bu konuda şimdilik elde bir tek "tarihi fırsat" hikmeti kaldı!

* * *

Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi meselesi büyük tartışma yaratınca bu sefer Başbakan başka bir hikmet üretti.

"...’Siz burayı İsrail’e peşkeş çekeceksiniz!’ On yıllardır ne söylendiyse bu zihniyet hálá aynı yerde... Bu ülkenin vatan toprakları üzerinde yatırım yapan küresel sermaye ’şu dinden, bu dinden geldi’ diye ’eyvah Türkiye elden gidiyor’ demek bu kadar kolay mı?.. Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Acaba kazandık mı? Düşünmek lazım. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi... Paranın dini, ırkı olmaz... Adam burada yatırım yapacak..."

Ayrıca, orada çalışacak olanların "İzak" olmayacağını da aynı Başbakan ifade etti.

Bu sefer de entellerimiz "faşizm" kelimesinin ardındaki hikmeti aramaya başladılar. Kimileri Başbakan’ı tarihle yüzleşiyor diye muştuladılar, kimileri Başbakan’a Türkiye’ye hakaret ediyor diye kızdılar, kimileri Başbakan’ı Yahudilere aşırı önem vermekle, "paranın dini, ırkı olmaz" sözü ile de küresel sermayeyi şartsız şurtsuz övmekle suçladılar.

* * *

Bana göre ise konu çok basit. Ortada yine bir hikmet falan yok. Başbakan ne Yahudileri övüyor, ne küresel sermayeye sahip çıkıyor, ne tarihsel özeleştiri, ne felsefe yapıyor, ne de dünya ekonomisiyle ilgili bir analiz lütfetmiş durumda.

Başbakan sadece Davos’ta İsrailliler için sarf ettiği, "Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz" cümlesi ve ardından hanımefendisinin İsrail Cumhurbaşkanı için kameralar önünde söylediği "yalancı" sözlerinin bacını ödemeye çalışıyor.

Bu köşeyi okuyanlar hatırlar; Başbakan’a bu sözleri için alkış tutanlar çoğunlukta iken ben Türkiye’nin bu sözlerin bedelini bir gün ödeyeceğini yazmıştım.

* * *

Başbakan mayınlarla ilgili yasa tasarısına sahip çıkıyor ve bu ihaleyi 44 sene kullanım hakkı karşılığı bir İsrail firmasına vermek için büyük çaba gösteriyor, zira bunu beceremezse biliyor ki daha büyük bir ücret ödeyecek.

İsrail için Suriye’yi kuzeyden kuşatmak, Ortadoğu’da etki alanını genişletmek büyük nimettir ve Davos’ta sarf edilen ağır sözlerin bacını ödetmek için vakt-i kerahet gelmiştir!

Belki de "oynak merkezli dış politika" budur.

Önce söv, sonra öde!
Yazının Devamını Oku

Meğer Karayılan ne demiş!

27 Mayıs 2009
BAZEN bu ülkenin "entellerini" hiç anlamıyorum. Aydın kişinin işi, hele hele bir köşe yazarının işi önce okuduğunu anlamak, sonra analiz yapmak, en son da başkasının görmediğini görmeye çalışmaktır. Yazar okuru mümkün olduğunca az gaza getirir!

Ancak bizde okuru gaza getirmek, esasında kendileri gaza gelmiş yazarlarca mubah sayılıyor. Kimse soğukkanlı yorum/analiz yapmayı sevmiyor.

* * *

Nisan ayında Obama Türkiye’ye geldiğinde methiyeciler övgü düzme yarışına girmişlerdi.

"Amerikan toplumunun en iyi niteliklerini temsil eden olağanüstü bir lider."

"Obama
’dan önceki Türkiye’yi unutunuz, Obama’dan sonra yeni bir Türkiye var."

"Obama için şu ’3 D’yi söylerdim: Dürüst, duyarlı, dost..."

Bu cümleleri Türkiye’nin önemli yazarları kurmuşlardı. Aradan 1 ay geçti, şimdi yazarlar Obama’nın seçilmeden önce insan haklarını önemsediğini göstermek için verdiği sözlerin hangilerinden "ABD’nin ali çıkarları uğruna" caydığını sıralıyorlar.

* * *

Hasan Cemal Murat Karayılan’la bir söyleşi yaptı. Yine anında bazı köşe yazarları PKK’nın bölünme, hatta federasyon talebinden vazgeçtiğini muştuladılar!

Sanki PKK yeni bir açılım yapıyormuş gibi millete gaz verildi.

Cumhurbaşkanı bile "tarihi fırsat"tan bahsetti. Ancak TSK ile hükümetin Kürt meselesinde birbirine köstek olmaktan nihayet vazgeçtiğini öğrenmek dışında tarihi fırsatın ne olduğunu çözemedik..

Ben de 13, 14 ve 19 Mayıs’ta yazdığım yazılarla Karayılan’ın söylediği yeni hiçbir şey olmadığını, onun Hasan Cemal’e kullandığı "Demokratik Özerk Kürdistan" ile Apo’nun 2005’te kullandığı ve Başbakan tarafından kopya edilen "Demokratik Cumhuriyet" sözlerinin tek bir anlama geldiğini iddia ettim: Federasyon!

PKK bağımsız devlet talebinden 1999’da Apo yakalandığında vazgeçmişti, ama "federasyon" talebi o tarihten beri aynen duruyordu.

Ben hükümet ve TSK’nın ima ettiği bireysel bazda kültürel hakların genişletilmesi teklifi ile PKK’nın "cumhuriyeti iki ayrı unsurun (milletin) kurduğu, dolayısıyla iki ayrı demokratik hakkın" var olduğu saptamasına dayanan siyasi talebin nasıl bir araya gelerek "tarihi fırsat" yaratacağını günlerdir merakla takip ediyorum.

* * *

Murat Karayılan Hasan Cemal’e verdiği röportajın meramını anlatamadığını veya Türk entellerince tahrif edildiğini düşünmüş olmalı ki başka bir demeç daha vermiş.

"PKK terör örgütü elebaşılarından Murat Karayılan, sonunda ’çözümden ne anladığını’ açıkça söyledi. Karayılan, İngiliz The Times gazetesinden Anthony Loyd’a Kandil Dağı’nda verdiği mülakatta, ’Türkiye, kendi yerel parlamentomuzu kurmamıza izin versin’ dedi." (Hurriyet-web-26.05.2009)

İlave de etmiş:

"Bir savaş var. Hem Türk hem de Kürt halkları bundan zarar gördü. İki tarafın da birbirini affetmesi gerekiyor. Buna herkes, Öcalan da dahil olmalı. Affedebilmek barış için gerekli. Kürtler ve Türkler yeni beyaz bir sayfa açmalı."

Herhalde herkes "yerel parlamento"nun "federasyon" anlamına geldiğini artık anlamıştır.

Daha önce de yazdığım gibi "çözüm önerisi" muhakkak Apo’yu da kapsayan bir af talebini de içermektedir.

* * *

Karayılan ne demek istediğine açıklık getirdi.

Cumhurbaşkanı da artık "tarihi fırsat" sözü ile ne demek istediğine açıklık getirsin!
Yazının Devamını Oku

Kuzey Kore Obama ve mutfak

26 Mayıs 2009
OBAMA ABD Başkanı olduğunda onunla birlikte tarihin yeniden başladığını, artık dünyanın eski dünya olmadığını, bundan böyle barış ve huzur içinde yaşayacağımızı yazan yazarlarımız olmuştu. Ben ise ABD’de sadece seçilmiş garsonun değiştiğini, atanmış mutfağın ise aynı kaldığını, Obama’nın da her ABD Başkanı gibi, doğal olarak, ABD çıkarlarını korumakla görevli olduğunu iddia etmiştim. Nitekim, Obama Beyaz Saray’da daha 100. gününü doldurmadan mutfak harekete geçti. Seçimden önce Guantanamo’yu kapatacağı sözünü vermişti ama bunun için istediği 80 milyon dolar ödeneği bazı Demokratların da ret oyu kullanması ile Senato’dan geçiremedi. Yine söz vermesine rağmen CIA’nın bazı "yasa dışı" hareketlerinin belgelerini ortaya çıkaramadı, işkencecilerden hesap soramadı.

Neden? Bunlar ABD’nin "áli çıkarlarına aykırı" da ondan! Mutfak istemiyor da ondan!

* * *

Bu hafta başında ise Kuzey Kore yeraltında başarılı bir nükleer deneme yaptığını açıkladı. Denemenin 10 ila 20 kilotonluk bir güçte olduğu ifade edildi.

ABD, "Dünyada kimin nükleer silaha sahip olacağına ben karar veririm" diyor.

Belli ki, Kuzey Kore de ABD’nin bu kararını iplemiyor. Zikzaklar çizse de nükleer silah üretme konusunda inatçı.

Şimdi dünya, Kuzey Kore’nin bu denemesi için kıyamet koparacaktır ama Kuzey Kore her geçen gün nükleer silah sahibi olmaya bir adım daha yaklaşıyor.

* * *

Kuzey Kore
’nin bu yeni girişimi, nükleer silah sahibi olma konusunda inatçı bir diğer ülkeyi, İran’ı da teşvik edecektir. İranlı yetkililer, haklı olarak, "Kuzey Kore’nin yapmaya cüret ettiğini ben neden etmeyeyim?" diye düşüneceklerdir.

* * *

Geçen hafta Obama, Netanyahu ile görüştü. Obama, Netanyahu’ya, hiçbir şarta bağlamadan, bir an önce Filistin devletinin kurulması gerektiğini söyledi.

Netanyahu da, bence haklı olarak, İran nükleer inadından vazgeçirilmedikçe hemen dibinde İran’a bel bağlamış Hamas’ın kuracağı Filistin devletine sıcak bakmadığını belirtti.

Netanyahu, İran’ın nükleer silah ürettiği anda Suriye, Hamas, Hizbullah ve Irak’da hükmettiği Şii güçler üzerinden Ortadoğu’yu tamamen ele geçireceğini düşünüyor. Suudi Arabistan ve Mısır da İsrail’in kaygısına katılıyor.

Obama ise İran ile müzakerelere girerek yıl sonuna kadar bu ülkeyi nükleer konusunda ikna etmek istiyor.

Ancak, İsrail İran’ın müzakerelere giriyormuş gibi yaparak zaman çaldığını iddia ediyor.

Bu iddianın Kuzey Kore için geçerli olduğu ortaya çıktı. Meğer, Kuzey Kore yedi düveli oyalıyormuş. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor.

* * *

Bir an için hayal edin. Kuzey Kore, Doğu Asya’da atom bombası üretiyor. Nükleer güce sahip Pakistan, Orta Asya’da Taliban’a teslim olmuş. Asya’nın batısında (Ortadoğu’da) ise İran atom bombasına ulaşmış!

Böyle bir dünya nasıl bir dünya olur?

Ortadoğu’da Türkiye nasıl bir duruma düşer?

Bu 2 soruya cevap verdikten sonra zihninizde şu soruya da cevap arayın:

Kuzey Kore’nin konuşarak ikna olmadığı bir dünyada İran sözle ikna edilebilir mi?

Eğer, 12 Haziran’da İran’da yapılacak başkanlık seçimlerini beklendiği üzere Ahmedinejad kazanırsa İran’ın müzakereler yoluyla nükleer silah üretmekten vazgeçmek için ikna olma ihtimali nedir?

ABD’de eninde sonunda mutfakgarsona boyun eğecek, garson mu mutfağa?
Yazının Devamını Oku

Yedi Bela Hüsnü

24 Mayıs 2009
EVDE baktıklarımız hariç, yaşadığımız her bahçeli evde sokak kedilerini de besleriz. Sokak kedileri de bizi benimser, günün belirli saatlerinde muhakkak ziyaret ederler. Sokak kedileriyle irtibat kurmak çok kolaydır. Bahçeye bir akşam yemekten sonra yemek artığı bırakın, ertesi gün en az 3-5 kedi sizin eve yazılacaklardır. Günün belirli saatlerinde muhakkak ziyaret edecek, evde o gün ne piştiğini denetleyeceklerdir. Sokak kedileri bütün gün, uyumadıkları saatlerde, bulundukları semte göre, bahçe bahçe veya dükkán dükkán dolaşırlar. Hangi evde ne pişiyor, mahallede en iyi onlar bilirler. Balık, et ve tavuk pişen evler tercihleridir. Sebzeye mutfaklarında ağırlık veren evleri pek sevmezler.

Akşam yemeğine tavuk, et veya balık pişiriyorsanız, mahallenin bütün kedileri akşam nerede buluşacaklarını çok iyi bilirler.

* * *

Yurtdışında yaşadığımız eve ilk geldiğimizde merak ettiğim konulardan biri, dağ başında kırsal bölgedeki bu evin etrafında sokak kedilerinin var olup olmadığı oldu. Nedense yabancı ülkelerin sokak kedisi pek olmuyor. Parklarda kuş veya sincap, hatta bazı sokaklarda kedi büyüklüğünde fareler oluyor ama sokak kedisi olmuyor.

Gece bahçeye yemek artıklarını bir gazete káğıdı üzerinde bıraktım. Sabah da ilk işim gazete káğıdını denetlemek oldu. Gazetenin üzerinde zerre kadar tavuk parçası kalmamıştı. Üstelik, tavuk parçalarının, yenmeden önce bahçeye dağıldığı da ipuçlarından belli oluyordu. Demek ki, bulunduğumuz az evli kırsal bölgede sokak kedileri, hatta kendilerine "kır kedileri" de denebilir, yaşıyorlardı.

Hemen o gün süpermarketten kocaman bir paket kuru kedi maması aldım. Evde her zaman kedilerin hoşuna gidecek yemek pişirmek mümkün değildir.

O günden beri bahçemizi devamlı ziyaret eden ve sayıları 2’den aşağı pek düşmeyen, zaman zaman 5’i bulan kedi taifesi ile yaşıyoruz.

Kimi okşamanıza izin verir, kimi 3 metre yaklaştığınızda veryansın kaçar, sizin onu sevdiğinizi bilir ama uzak ilişkiyi tercih eder.

Kedileri seyretmeye bayılıyorum. Hal ve tavırları muazzam ilgimi çekiyor. Onları seyretmeyi seviyorum, zira onları insanlara benzetiyorum. En azından insanların bir kısmına çok benziyorlar. Sanki, kediler insan denen yaratığın başka bir fiziki şekle girmiş hali.

Hepsi "ben" merkezli, hepsi çıkarlarını en ince ayrıntısına kadar korumakta mahir, hepsi mavi boncuk dağıtma ustası, hepsi al gülüm ver gülüm hesabını iyi biliyor.

* * *

Ben sokak kedilerimiz arasında en çok Yedi Bela Hüsnü’yü seviyorum. Hüsnü çirkin kedilerin şahı. Tam bir kopuk. Kocaman bir kafaya ve kocaman bir gövdeye sahip. Beyaz ve sarman kırması. Bir gözü, hangi kavgada yara almışsa, yarı kapalı. Yürüyüşü, duruşu yumurta topuk ayakkabının arkasına basan Yeşilçam serserisi edasında.

Yedi Bela Hüsnü’nün bulunduğu her ortamda diğer kediler ondan iki adım arkada durmak zorunda. O bakışları ve zaman zaman çıkardığı tıslama sesleri ile "kır kedileri" arasında disiplin sorumlusu, koğuş ağası. Yemeği bahçeye koyduktan sonra gözlemliyorum. Diğer kedilerle saatlerdir yemek beklemekte olan Hüsnü, sanki lütfen yemek yiyecekmiş gibi, salına salına yemeğin başına geliyor ve yemeğe yavaş yavaş yumuluyor. Bu sırada diğer kediler, ne kadar yutkunsalar, ağızlarının suyu ne kadar aksa da, etrafında bekliyorlar Hüsnü’nün yemek zevkini bozmamak için ses bile çıkarmıyorlar. Yemeğin hasını Hüsnü mideye indirdikten sonra nasıl bir komut alıyorlarsa diğerleri de yemeğe yumuluyorlar. Hüsnü de yemeğe devam ediyor ama artık diğer kediler üzerindeki ambargo kalkmış vaziyette.

* * *

Hüsnü’yi illa ki birine benzetiyorum ama henüz çıkaramadım.
Yazının Devamını Oku

Türkan Saylan’ın cenazesinin düşündürdükleri

21 Mayıs 2009
MANGAL yürekli kadının on binlerce insan tarafından muhteşem bir coşkuyla kaldırılan cenazesi bana insan fıtratı hakkında bir özelliği tekrar gösterdi. Bazı insanlar farklıdırlar, onların bazı nitelikleri diğer insanlara göre üstündür ve bu üstünlük onları doğal lider yapar. Demokrasi/cumhuriyet ikileminde bazı duruşlarına katılmasam da Türkan Saylan’a sağlığında duyduğum saygı ve hayranlık cenaze töreninde mislisiyle arttı. Hayata karşı duruşundaki şaşmaz ilkelilik; efsanelerin, tek tük de olsa, hálá var olduğunu gösteriyordu.

* * *

Cenaze törenine katılanlar ve dahi katılmayanlar hakkındaki gözlemlerim ise bana Tarhan Erdem ve arkadaşlarının Hürriyet Gazetesi adına yaptıkları ve bugüne dek yapılmış en büyük saha araştırması sayılan "Biz Kimiz? Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Hayat Tarzı Araştırması" başlıklı çalışmanın bulgularının ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gösterdi. Bana göre araştırma "Biz Kimiz?" sualine cevaben 3 önemli bulgu sunuyordu.

1) Nüfusun % 85-90’ı bir kümede, % 10-15’i ise ayrı ayrı bir kümede toplanıyor.

Toplumu 2 kümeli bir toplum olarak görmek mümkün.

2) Toplumun % 85-90’ı kendini "muhafazakár hayat tarzına" daha yakın görüyor. Sadece % 10-15’i kendisini "modern hayat tarzına" yakın konumluyor.

3) Çatışma, "laiklik-şeriatçılık ekseni"nde değil. Her ne kadar modern hayat tarzını (% 10-15) benimseyenler "Türkiye’ye şeriat gelmesinden" korkan en büyük grup olsalar da toplumun geniş katmanında böyle bir korku yok. (Cüneyt Ülsever, "Biz Kimiz?", Hürriyet Gazetesi, 24, 25, 26 Şubat 2009)

Araştırma özetle toplumda güçlü bir çatışmanın var olduğunu, ancak bu çatışmanın "laiklik-şeriatçılık" ekseninde değil, Cumhuriyet’in yarattığı "modern hayat tarzı" ile bu hayat tarzını dayatmacı bulan ve buna direnen "muhafazakár hayat tarzı" arasında cereyan ettiğini söylüyordu. Rahmetli Türkan Saylan ve arkadaşları Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile, Tarhan Erdem’in deyimiyle "modern hayat tarzını" benimseyenlerin haklarına ve hukuklarına, eğitim ihtiyaçlarına sahip çıkıyorlar. Bu uğraş özünde doğru bir mücadeledir, zira "modern hayat tarzını" benimseyenler kadar "muhafazakár hayat tarzını" benimseyenler de aynı oranda dayatmacılar. Ellerindeki siyasi güç büyüdükçe dayatmaları da büyüyecektir.

Türkiye gibi demokrasiden nasibini yeteri kadar almamış ülkelerde kim siyasi gücü eline geçirirse diğerine alabildiğine kendi değerlerini dayatır.

* * *

Türkan Saylan’ın cenazesi "modern hayat tarzı-muhafazakár hayat tarzı eksenindeki çatışmanın" ne kadar derin olduğunu bir kez daha görmeme vesile oldu.

Cenazeye katılanlar ve katılmayanlar, cenazeyi büyük puntolarla görenler ve neredeyse görmemeye çalışanlar, rahmetli hakkında ifade edilen ve edilmeyen görüşler bana toplumda çok derin bir ayrışım olduğunu bir kez daha gösterdi.

Hayat tarzı o kadar güçlü bir kavramdır ki, cenazeye katılanların büyük çoğunluğu, adeta sözleşmişler gibi, benzer giysiler giymişler, benzer saç kesimleri yaptırmışlar, sakallılar benzer türde sakal bırakmışlar, hemen hepsi benzer kelimeleri benimsemişlerdi. Cenazeye katılmayan veya Türkan Saylan’a sağlığında olumlu duygularla bakmayanların giyim tercihlerini, saç kesimlerini -tabii ki türbanlarını-, bıyık şekillerini, kullandıkları kelimeleri hepimiz çok kolay tahmin edebiliriz ve büyük oranda da yanılmayız.

* * *

Cenazeye karşı aldığı soğuk ve uzak tutumla hükümet de çağdaş yaşamı destekleyenleri kendi vatandaşı saymadığını ayan beyan belli etti. Ayrışmakta direnen bir toplumda yaşamak beni huzursuz kılıyor.
Yazının Devamını Oku