18 Haziran 2009
TÜRKİYE’de aydınların olgular/belgeler karşısında alacakları tavrı bir soru belirliyor:<br><br>"Bu olgu/belge işime geliyor mu, gelmiyor mu?" İstisnalardan özür dilerim ama düşünce sistematiği bağımsız bir akıl üzerine kurulu olması gereken aydınların önemli bir bölümü bir yere bağımlılar ve olgulara/belgelere objektiflik koşulu ile değil, bağımlı olduğu görüş/siyaset açısından "işine gelirlik" ilkesi ile bakıyorlar.
Binnaz Toprak’ın, Tarhan Erdem’in, Yılmaz Esmer’in vb.’nin saha araştırmaları hep "işine gelirlik" ilkesi ile irdelendi, araştırmanın sonuçları "işine gelmeyenler" tarafından neredeyse küfürle karşılandı.
* * *
Şimdi elimizde Türkiye’yi her durumda rezil eden bir belge var ama henüz gerçek mi, sahte mi olduğunu bilmiyoruz. Sonucu kriminal inceleme belirleyecek. Ortaya belgenin orijinali konamazsa bu da yapılamayacak. Hal böyle iken "entellerimiz" şimdiden tavır belirlediler.
Belgenin gerçek olması "işine gelenler" şu basit mantıkla hareket ediyorlar:
TSK darbe üzerine darbe yapmış, çeşitli andıçlar yayınlamış, insanlar hakkında zaman zaman yalan suçlamalarda bulunmuş bir kurum olduğuna göre bu belge de muhakkak gerçektir!
Salih Memecan’ın karikatüründe birinin elinde malum belge bulunan 2 kişi konuşuyor. Biri soruyor: "27 Mayıs?" Öbürü cevaplıyor: "Gerçek!" İlki sırayla soruyor: "12 Mart" -"Gerçek", "12 Eylül" -"Gerçek", "28 Şubat" -"Gerçek", "27 Nisan" -"Gerçek".
Soruları soran ikinciye sonunda belgeyi gösteriyor ve soruyor: "Bu belge?" Bu sefer cevaplayan "Valla sahte olabilir" diyor! (Sabah, 17.06.09)
Salih Memecan’a göre bunca gerçek darbeye rağmen kriminal sonucu bekleyenler şapşal-aptal insanlar!
Bunca darbeye rağmen bu belgenin kriminal sonucunu bekleyen bir şapşal-aptal olarak Memecan bana şu sözleri hatırlattı.
"Adı çıkmış 9’a, inmez 8’e!"
"Adı çıkacağına canı çıksın!"
Bense hálá, 28 Şubat’ta 7 davadan yargılanmış, 27 Nisan’a hemen o sabah NTV’de "Bu bir muhtıradır!" demiş kişi olarak bu belgenin laboratuvar neticesini beklemeyi yeğliyorum.
Bazı arkadaşlar ise "İntikam! İntikam!" naraları atmayı çok seviyorlar.
* * *
Bir başka örnek ise entelektüel kapasitesinden zerre kadar şüphe etmediğim Ali Bayramoğlu! Bayramoğlu ilk gün şöyle yazdı:
"Şunu kabul edelim, bunca gelişmeye, uzlaşma adımına, sivilleşme çabasına rağmen, asker(in) ya kurum olarak ya bir grup olarak meşru hükümeti imhaya, bir toplumsal kesimi hedefe koymaya soyunuyor." (Yeni Şafak, 16.06.09)
Bayramoğlu’nun ilk günkü kanaati kesin!
Aynı Bayramoğlu ertesi gün ise şöyle yazıyor:
"Biz soru sormaya ve şüphe duymaya devam edeceğiz. Bu belge ya da bir diğeri sahte olabilir. Ama onlarca gerçeği var." (Yeni Şafak, 17.06.09)
Bayramoğlu da, ilk günkü kesin kanaatinden vazgeçse de, TSK için inatla "Adı çıkacağına..." yaklaşımı içinde!
* * *
Türkiye’nin düşünce iklimi "işine gelmeyeni" yerden yere vuran, "işine geleni" baş tacı eden bir iklim!
Oysa ortada Türkiye’yi dünyaya her durumda rezil eden bir belge var ama sahte mi, gerçek mi henüz bilmiyoruz!
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2009
MUHAKKAK ki bir darbe girişimi var.Şimdilik belli olmayan darbe girişiminin askeri mi, yoksa sivil kanattan geldiğidir. Üç ihtimal var:
1) Genelkurmay direktifi ile bir "irtica planı" hazırlanmıştır.
2) Genelkurmay’ın direktifleri dışında ama TSK’nın içinde birileri "durumdan vazife çıkararak" bu planı hazırlamıştır.
3) Belge sahtedir ve TSK’yı yıpratmak amacı ile sivil birileri, muhtemelen emniyet güçleri tarafından hazırlanmıştır.
Ancak, her üç ihtimal de eşit derecede vahimdir, her üç ihtimal her bir vatandaşı "Ben ne biçim bir ülkede yaşıyorum?" sorusu üzerine derin derin düşündürecektir.
* * *
Ayrıca, beni belge etrafında iki olgu da eşit derecede ilgilendirmektedir.
1) TSK ile ilgili flaş haberler hemen her keresinde Taraf Gazetesi’nde yayınlanıyor ve genellikle Mehmet Baransu tarafından hazırlanıyor. Baransu’nun TSK’ya bu kadar rahat sızması bir gazetecilik başarısı ama aynı zamanda benim için Baransu’nun bunu nasıl başardığı çok büyük bir merak konusu.
2) Belgenin bilgisayarında ele geçirildiği iddia edilen Serdar Öztürk’ün avukatı Hasan Gürbüz şu iddiayı ortaya atmış:
"Öztürk’ün bilgisayarında söz konusu belgenin çıkmadığına ilişkin ispat hakkını ortadan kaldırmak amacıyla, Öztürk’e ait bilgisayarın kopyalamasına avukatlarının nezaret etmesi imkánı, Ankara Cumhuriyet Savcısı’nın talimatına rağmen polis tarafından engellenmiştir. Öztürk’ün, bilgisayarının yedeklemesi avukatlarının nezareti olmaksızın polis tarafından kendi kendine yapılmıştır." (Milliyet, 16.06.09)
Halbuki, CMK’nin 134. maddesi 3. ve 4. maddeleri şöyle diyor:
"Bilgisayar veya bilgisayar kütüklerine el koyma işlemi sırasında, sistemdeki bütün verilerin yedeklemesi yapılır. İstemesi halinde bu yedekten bir kopya çıkarılarak şüpheliye veya vekiline verilir."
Ancak Ergenekon Davası’nda yedekleme hatasının emniyet güçleri tarafından sık sık yapıldığını görüyoruz. Bildiğim kadarı ile yedeklemesi sanık veya avukatına teslim edilmeyen "belgeler" delil sayılmıyor.
* * *
Belge sahte de çıksa, gerçek de olsa durum vahimdir.
Açıkçası, birileri Türkiye’nin kalbine hançer saplamaktadır.
Toplumda; TSK ile Emniyet Güçleri, TSK ile Adalet mekanizması arasında uyumsuzluk, hatta çekişme olduğu inancı gittikçe güçlenmektedir.
* * *
Görünen odur ki, bu belge ya TSK’nın, ya da Emniyet Genel Müdürlüğü’nün başını çok ama çok ağrıtacak.
Kriminal ortamda belgenin sahte mi, yoksa gerçek mi olduğu çıktığında benim gözümde asli sorumlu ya Genelkurmay Başkanı ya da İçişleri Bakanı olacak ve millete hesap vermek zorunda kalacaktır.
Belge Genelkurmay’ın bilgisi dışında ama TSK içinde hazırlanmışsa, Genelkurmay Başkanı yine sorumludur. Karargáhına hákim olamayan bir Başkan kendisi demokrat olsa ne yazar, olmasa ne yazar?
Not: Başbakan-Genelkurmay görüşmesinin ardından Başbakan’ın yaptığı açıklama görüşlerimi değiştirmemiştir.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2009
İRAN’da seçimi yeniden Ahmedinejad kazandı. Hem de %80 gibi rekor bir katılımda oyların %60’ından fazlasını alarak ilk turda kazandı. Bu sonucu sadece "hile" kelimesi ile yorumlamak abestir. Seçim sonuçları ile Batı’daki "İran uzmanları"nın: i) Ahmedinejad’ın İran’da ekonomik durumu berbat ettiği için tepki alacağı, ii) İran halkının reform ve iii) Batı ile entegre olmak istediğine dair savları çöktü.
Refomcu kanatta yer alan ve Batı’nın gönlünde yatan Mir Hüseyin Musevi ise seçimi büyük bir farkla kaybetti.
İran’da da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi modern hayat tarzını benimseyenlerin muhafazakár hayat tarzını benimseyenler karşısında azınlık olduğu bir kere daha teyit edildi.
Ekonomik açıdan her geçen gün İran geri giderken çoğunluğu oluşturan fukaralar yine de Ahmedinejad’a güvendiler. Ötesi, ideolojik tercihi ekonomik ihtiyacın önüne koydular.
* * *
Beni İran seçimleri Ortadoğu’daki dengeler açısından ilgilendiriyor. Bu açıdan bakıldığında yeni dönemde Ahmedinejad’ın nasıl bir dış politika izleyeceği merak konusu oluyor.
Kimileri Ahmedinejad’ın yeni dönemde, hele hele Obama ile birlikte daha yumuşak politikalar izleyeceğini iddia ediyorlar. Ben bu yazıda bu görüşe hiç katılmadığımı ilan etmek istiyorum.
Bana öyle geliyor ki bazıları ideolojinin, hele hele İran’da ne anlama geldiğini anlamak istemiyorlar. Hatta İslamcı siyasi ideoloji ele alındığında bu ideolojinin sadece eğitim seviyesi düşük insanları kavradığını varsayıyorlar. Eğitim ile ideolojik bağlılık arasında ters bir bağ kurmaya çalışıyorlar.
* * *
Halbuki El Kaide, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler gibi İslamcı siyaset yapan örgütlerde yöneticilerin eğitim seviyesi oldukça yüksek. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, El Kaide’nin merkezi ekibi doktoralı, yüksek lisanslı ve en düşük seviyede üniversite mezunu insanlardan oluşuyor. İşin ilginç tarafı çoğunluk fizik, tıp, kimya, mühendislik gibi müspet bilimler üzerine eğitim almış.
Fizik doktorları bütün dünyayı Müslüman yapmak için gayret sarf etmeyi, dünyayı Hıristiyan ve Yahudi emperyalistlerden koparmayı kendilerine şiar ediniyorlar ve bu uğurda Allah ve İslam uğruna şehit olmayı kazanacakları en büyük nişan olarak görüyorlar.
Ahmedinejad da 1997’de İran Bilim ve teknoloji Üniversitesi’nde ulaşım mühendisliği alanında doktora derecesi almış.
* * *
Ahmedinejad Ortadoğu’da İsrail’in yok edilmesi, bunun için Suriye, Lübnan (Hizbullah) ve Filistin (Hamas) ile işbirliği yapılması, ayrıca Suudi Arabistan ve Mısır’ın ABD işbirlikçisi yönetimlerinin yıkılması gerektiğine iman etmiş bir insan!
İran’ın ABD ve İsrail, hatta AB önünde tutunabilmesi için nükleer silah üretmeye mecbur olduğu fikrini kimse ondan söküp atamaz. Bu uğurda zaman kazanmak için Batı önünde her türlü satrancı oynamaya da dünden hazır.
* * *
İslam’ı dünyada bir adım dahi ileri götürmenin kendisini bir adım daha Allah’a yaklaştıracağı inancı ile hareket eden, bu idealle hayatına anlam veren Ahmedinejad şimdi bu mücadelesinin doğru olduğuna dair İran halkının büyük çoğunluğundan onay aldı. Hatta çoğunluk kendisine ekonomik hayatı berbat etmesinin bile önemli olmadığını söyledi.
Ortadoğu’yu daha da zor günler bekliyor!
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2009
KARŞIMDAKİ adam 60’lı yaşların ortasında. Her tavrı ile ruhen bir centilmen olduğu belli. Hálá oldukça yakışıklı. Giyiminden oldukça titiz ve görgü sahibi olduğunu da anlıyorsunuz.
Kelimeleri dikkatle seçiyor. Devamlı gülümsüyor. Daha doğrusu gülümsemeye çalışıyor.
Ama birden bazı kelimelerin, bazı sözlerin gözlerini buğulandırdığını, yaşların gözlerinde biriktiğini fark ediyorsunuz. Ancak aldığı terbiye gereği bir lokantada, insanların gözü önünde duygusal hallerini, bu haller derin, çok derin bir üzüntünün tezahürü de olsa göstermemesi gerektiğini düşünüyor. Öyle öğretmişler.
Yaş gözlerine üşüşünce hemen toparlanıyor!
* * *
Liseyi bitirir bitirmez hayat arkadaşı ile evlenmiş. İTÜ’de okurken, aynı zamanda evi geçindirmek için çeşitli işlerde çalışmış. Hayata öyle güçlü asılmış ki sonunda üreten bir işadamı olmuş. Eşi ile kocaman bir ömrü birlikte yaşamışlar, sıkıntıları beraber paylaşmışlar, hayat merdivenini el ele tutuşarak beraber çıkmışlar.
Ancak yakın zamanda eşi onu bırakıp, sonsuzluğa gitmiş!
Kızları, torunları var ama artık "Akşama ekmek getirmeyi unutma!" diyecek kişi yok. Tıpkı kucağında gözlerini kapayan kedisi gibi, tıpkı yüreğinin parçası anacığı gibi; eşi de onu terk etmiş.
Karşımdaki adam sevdikleri tarafından birer birer terk edildiği duygusu içinde.
Sadece bir tek şeyi sorguluyor.
Acaba eşi yok olmadı, başka bir evrene mi gitti?
Bu sorunun cevabının "evet" olduğuna inanmak istiyor.
Eğer böyle ise ona bir gün tekrar kavuşacak!
* * *
Daha evvel de yazmıştım.
Aşkı tarif edemem ama görünce tanırım.
Karşımdaki insan karısına hálá áşık!
Maşukun kendisini bırakıp gitmesini bir türlü sindirememiş.
Çocukları, torunları ile etrafında bir sevgi çemberi var ama o torunlarının anneannesini, kızlarının anasını özlüyor, onsuz kendisini yalnız hissediyor.
Kalabalıklar arasında yalnız bir adam!
* * *
Ona, belki o an ona saçma gözüktü ama, ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalıştım.
Yarım yüzyıl aynı insanla sevgi selinde ıslanmış. Onunla ağlamış, onunla gülmüş, onunla ekmeği paylaşmış, onunla hayata asılmış, onunla aynı mahallede oyun oynamış, onu lisede uzaktan süzmüş, onunla üniversiteyi okumuş, onunla hayatın basamaklarını tırmanmış.
Eşi ona iki kız çocuğu, kız çocukları da iki torun vermiş.
Hayatı maşukun koynunda yarım yüzyıl yaşayan insan şanslı bir insandır.
Hem de çok şanslı!
Büyük emir gereği onu terk eden bir insanın ardından onu hálá bir delikanlının mahallenin en güzel kızına göz koyduktan sonra kız başka mahalleye taşınınca kıyasıya özlemesi gibi özlüyorsa, o insan şanslıdır.
Onun ardından gözyaşı döküyorsa, o gözyaşlarını delikanlılığın raconu gereği el álemden gizliyorsa, karşımdaki 60 küsur yaşındaki insan hálá bir delikanlıdır.
Ona bu yaşında delikanlılık duygusu veren hanımefendi de muhteşem bir kadındır.
* * *
Bu yazıyı bu dönemde "aşk" kelimesini ayağa düşüren, "aşkım, aşkım!" diye peşinden koştukları maşuklarından üç beş ayda bıkan sersemler için yazdım.
Ben inanıyorum, 60’lık áşık ile maşukası tekrar kavuşacaklar!
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2009
AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn bazı arkadaşlarla yaptığı sohbette Türkiye’ye şu mesajları göndermiş: "Türkiye açısından önemli olan, reform sürecini yeniden başlatması. Özgürlüklerin önünü açacak düzenlemeleri yapması: Özellikle din, ifade, basın özgürlüklerinde. Basın özgürlüğü konusunda kaygılarımız var... Bir başka konu, hem Anayasa’da hem de Siyasi Partiler Kanunu’nda yapılacak düzenlemeler. Tabii bir de Sendikalar Kanunu var..."
Ayrıca ilave etmiş:
"(2009’un sonuna dek) Dini özgürlükler derken, öncelikle Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını ve Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos’un ekümenik sıfatının tanınmasını kastediyoruz..." Uyarmış da:
"Biliyorsunuz, 8 başlığın askıya alınması kararı bu aralıktaki AB zirvesinde gözden geçirilecek. O zamana kadar Kıbrıs’ta çözüm olmazsa ve Türkiye limanlarını Rumlara açmazsa, ama atacağı bazı adımlarla AB Komisyonu’nun elini güçlendirirse, bu sorunun aşılmasında ciddi etki yapabilir." (Erdal Şafak, Sabah, 10.06.09)
* * *
Özetle Olli Rehn; a) din, b) ifade ve c) basın alanında özgürlüklerin önünün açılmasını, d) Anayasa’da, e) Siyasi Partiler ve f) Sendikalar Kanunları’nda gerekli düzenlemeler yapılmasını, g) Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını, h) Rum Ortodoks Patriği’nin ekümenik sıfatının tanınmasını, j) Kıbrıs Rum Kesimi’ne liman ve havaalanlarının açılmasını istemiş.
Rum Kesimi’ne limanları açmazsanız bari Ruhban Okulu’nu açın mealli teklifi ile bir de pazarlık kapısı açmış.
Verdiği süre reformlar için sonbahar, Kıbrıs, Ruhban Okulu ve ekümeniklik için yıl sonu!
* * *
Eser Karakaş, Mehmet Altan, Şahin Alpay, Ali Bayramoğlu, Kürşat Bumin vb. gibi liberal çizgide olduklarını beyan eden dostlar bugüne dek AB’yi ve umdelerini kucaklayan tek parti olduğu iddiası ile AKP’ye destek verdiler. Hatta bazıları bu uğurda ağır sıfatlarla anılır oldular.
Bu arkadaşlar 2005’ten beri AKP’nin AB reformlarını salladığını kabul ediyorlar ama bir kısmı topu askere, darbecilere (Ergenekon), Sarkozy’ye, Merkel’e, hatta Kıbrıs Rumlarına atıyor ve "Bunlar yüzünden AKP çok arzuladığı reformları yapamadı" diyor.
Bir kısmı ise yavaş yavaş AKP’ye kızmaya başladılar.
Ben ise AKP’nin 2004’te AB’den icazet aldıktan sonra iç müşteriye döndüğünü, artık reformları yapacak cesaret ve iradesi kalmadığını, en son "kapatma davasında" AB’yi tepe tepe kullandıktan sonra AKP’nin AB’ye iyice sırtını döndüğünü düşünüyorum.
* * *
AKP’yi destekleyen ve aynı zamanda liberal ve AB heveslisi olduklarını yıllardır beyan eden arkadaşlara bir çağrım var.
Áşık bile maşuka süre verir!
Kimse kimseye sonsuza dek kredi açmaz!
Onlar da Olli Rehn gibi yapsınlar. Soyut bir "AKP AB’yi seviyo!" söylemini terk etsinler.
Somut beklentilerden oluşan bir reform listesi ilan etsinler ve 2009 sonunu da "son tarih" olarak ilan etsinler.
Eğer 2005, 2006, 2007 ve 2008’de yaptığı gibi 2009’da da AKP taahhütlerini yerine getirmezse artık AKP’yi desteklemekten vazgeçsinler!
Kendi adıma söyleyeyim: AKP Olli Rehn’in listelediği maddelerin sadece yarısını yerine getirsin, 2010’da tüm gücümle AKP’ye destek vereceğim!
Yetti artık! Dananın kuyruğu 2009 sonunda kopsun!
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2009
GEÇEN hafta Obama, Kahire’de yaptığı konuşmayla Müslüman dünyanın gönlünde taht kurdu. Müslümanlar, Obama’nın konuşmasını Bush döneminin küstah edasından sonra oldukça dostane buldular. Obama, Kahire konuşmasında Türkiye’ye de yer verince, hele hele ardından Sarkozy ile Türkiye’nin AB üyeliği konusunda ağız dalaşı yapınca, Barack Obama kendi kullanmadığı göbek adıyla iyice anılır oldu, "Sevgili Hüseyin"in giderek İslam inancını benimseyeceğine neredeyse iman eder olduk.
Ancak ben ilk günden beri söylüyorum. Muhakkak ki bir Demokrat olarak Obama, ABD dış politikasına yeni bir üslup getirme çabasındadır. Tek merkezli bir dünya anlayışı yerine çok merkezli bir dünya anlayışı benimsemek istemektedir. Ancak, Obama da her ABD Başkanı gibi, kendi ülkesinin çıkarlarını korumak üzere yemin etmiştir.
Bush ile temel farkı, bu çıkarları koruma uğruna, "önce vur, sonra (gerekirse) danış" anlayışı yerine "önce danış, sonra (gerekirse) vur" anlayışını benimseyeceğini önden ilan etmesidir.
* * *
Obama’nın Irak’tan asker çekmesi ile Irak’ın kendi kaderinin kendisinin tayin etmesi aynı şey değildir.
Daha açık yazarsak, Irak yönetiminin Iraklı yöneticilere teslim edilmesi, Irak’ın petrolünü istediğine istediği gibi satması demek değildir.
ABD’nin İran ile diyalog araması da İran’ın, İsrail örneğinde olduğu gibi, nükleer silah üretme hakkını İran’ın iç meselesi olarak görmek değildir.
Hele hele İran’ın Suriye, Lübnan, Hizbullah, Hamas ilişkileri bugünkü gibi devam ederse, bu durum bağımsız bir ülkenin kendi bağımsız dış politika tercihi asla olmayacaktır.
"Önce danış, sonra vur" politikasına en iyi örnek Afganistan ve Pakistan’dır. Afpak’ta Taliban ile önce diyalog yolları aranmış, ama Pakistan’ın Svat Bölgesi Taliban’ın eline geçince, "Ne yapalım, bu Pakistan’ın iç meselesidir!" denmemiştir.
Bütün bunları ABD’nin dış politikasını eleştirmek için yazmıyorum veya amacım Obama’yı ikiyüzlülükle suçlamak asla değil.
Dünyanın en büyük emperyal devletinin dünyada statükoyu devam ettirmek istemesi, sadece eşyanın kendi tabiatıdır ve Obama’nın asli görevi dünyada statükonun ABD lehine çalıştığı sürece ve yerlerde korunmasıdır.
Bir an düşünün; Kanuni Sultan Süleyman "Ben yedi cihan padişahıyım, diğer devletlerle diyalog içinde yaşamak için artık Osmanlı’yı küçültmeye hükmeyledim!" deseydi, hali nice olurdu?
* * *
"Al gülüm, ver gülüm" üzerine kurulu bir uluslararası düzende Obama’nın Türkiye aşkı da áşığın maşuğa teslimiyeti üzerine değil, áşığın maşuktan beklentileri üzerine inşa edilmektedir.
Her şeyden önce, Avrupa’nın nüfusu en kalabalık ülkelerinden birisi olarak ABD müttefiki Türkiye’nin AB üyeliği, ABD-Almanya-Fransa satrancında ABD’nin elinde güçlü bir taş olacaktır.
Öte yanda ABD, Irak’tan çıkarken Kuzey Irak’ı teslim edebileceği en yakın dost Türkiye’dir. Türkiye, PKK meselesini aşabilirse ABD’nin Kuzey Irak’ta aklının arkada kalmamasının en güçlü garantörü olur. Zaten, bu konuda pazarlıklar devam etmektedir.
* * *
Obama muhteşem bir hatip, ekibi muhteşem bir hakla ilişkiler stratejisi uyguluyor.
Ancak ben, büyüklerim beni öptüklerinde, "Bakalım arkadan ne gelecek!" diye düşünmeden edemem.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2009
HER yıl yaz başında Konrad Adenauer Vakfı ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, "Türk-Alman Gazetecilik Semineri" adı altında Türk ve Alman gazetecileri bir araya getiriyor. 4-5 Haziran’da 23’üncüsü yapılan seminerin bu yılki konusu "Tarihi Miras ve Güncel Beklentiler Arasındaki Türkiye" idi. Benim bu yıl 3. defa katıldığım seminer, her yıl olduğu gibi, Türk dış politikası ve Türkiye’nin olası AB üyeliği etrafında odaklandı.
* * *
Bu yıl seminerde edindiğim intibaları 4 kategoride ifade edebilirim. Bu intibalar tarafıma aittir ve seminere katılan diğer kişileri bağlamaz:
1) Türkiye’nin olası AB üyesi olacağına dair inanç her iki tarafta da (Türk ve Alman gazeteciler) her yıl azalıyor. Bu yıl umutsuzluk dibe vurdu.
2) Ahmet Davutoğlu’nun AB üyeliği için özel gayret sarf edeceğine dair yine büyük çoğunluk ümitsizlik ifade etti. Bir kişinin açık heyecanı dışında hemen herkes onun Dışişleri Bakanı olması karşısında özel bir heyecan duymuyor. Gazeteciler, Davutoğlu’nun ideolojik ve Ortadoğu merkezli dış politika izleyeceğini düşünüyor.
3) AKP’nin, AB üyeliği isteyen Türkiye’nin tek partisi olduğuna dair geçen yıllarda yabancı gazeteciler tarafından ifade edilen saptama büyük çapta yitirilmiş.
AKP artık ağırlıklı olarak din (İslam) referanslı bir parti olarak görülüyor.
4) Recep Tayyip Erdoğan büyük çapta irtifa kaybetmiş. Bir ara Batı’da dünyaya büyük katkı yapacağına dair beklentiler yaratan Erdoğan artık i) güvenilmez, ii) özdenetimi zayıf, iii) sinirleri çabuk yıpranan, iv)kendisini Ortadoğu’nun (özellikle HAMAS) Avrupa’da temsilcisi olarak gören, v) bir yanıp bir sönen bir insan olarak görülüyor. Geçen yıllar ortalıkta gezen Erdoğansever gazeteciler artık yok olmuşlar.
Ben diğer üç saptamamın ana motoru olarak gördüğüm "Erdoğan’ın irtifa kaybediş" serüveni üzerinde duracağım.
Erdoğan’ın geçen kış Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı’nı azarlaması, özellikle İsrail halkı için "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" sözlerini sarf etmesi Batı’da çok yadırganmış ve ayıplanmış.
Sonradan çark ederek "Ben esasında bu sözleri moderatöre söyledim" demesi ise gülümsemeyle karşılanıyor.
Erdoğan esasen imajını "Rasmussen çıkışı" ile yitirmiş. Bu çıkışı netice alması imkánsız, dolayısıyla hesapsız ama en önemlisi "Erdoğan’ın esas yüzünü gösteren" bir tavır olarak görüyorlar.
Genel kanı, bu çıkış Erdoğan’ın esasen Ortadoğu merkezli düşündüğünü ortaya koymuş.
Sözüm ona kopardığı tavizler ise gerçekleşmesi hemen hemen imkánsız talepler olarak adlandırılıyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Medeniyetler İttifakı’nın eşbaşkanı olması ise olsa olsa diğer eşbaşkanın memleketi İspanya’ya heyecan verir, diyorlar.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan, 2004’ten beri taşımaya çalıştığı "değişim" rüzgárını artık yitirmiş.
AB’yi samimi olarak istediğine dair inandırıcılığı oldukça yıpranmış.
Daha beteri, kişilik olarak büyük güven erozyonu yaşıyor.
Hele hele sert çıkışlarından sonra hemen ardından taviz vermesi, kişiliği hakkında da tartışmalar yaratıyor.
* * *
Anlaşılan, AB’de artık büyük heyecan veren bir Erdoğan yok.
Ahmet Davutoğlu’nu Batı’da çok zorlu bir görev bekliyor.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2009
BELLİ ki Başbakan, "mayın yasası"nı ne pahasına olursa olsun TBMM’den geçirecek. Salı günü grubunda yaptığı konuşmayı TV’de izlerken karşımda inanılmaz gergin, alabildiğine kızgın, insanlara hakaret etmeye varan sözleri beyan etmekten zerre kadar çekinmeyen, zaman zaman iç denetimini tamamen yitiren bir insan gördüm.
Sanki, bahsi geçen mayınların bizzat üzerinde yürüyen bir insanın endişelerini taşıyor ve yansıtıyordu.
Ben, siyasi mülahazalar dışında bir insan nasıl böyle bir ruh haline girer, diye düşünmeye başladım ve bazı görüşler geliştirdim.
Bu yazı siyasi bir yazı değil, bir insan neden bu kadar kızar, onu anlamaya çalışan bir yazıdır.
* * *
Bir insan, istediği bir şeye karşı çıkanlar olduğunda neden bu kadar kızar, etrafına hakaret edecek kadar kendinden geçer?
Tıp bilimine göre şeker hastaları sık sık böyle emareler gösterir.
Benim şeker hastası bir arkadaşım vardı, görüşlerine karşı çıkmaktan ödüm kopardı.
Ancak, benim Başbakan’ı bu açıdan değerlendirmek için bilgim de yetkim de yok.
* * *
Bazı insanlar yapısal olarak inatçıdırlar. Bir görüş ortaya attıklarında tepki alırlarsa meselenin beter üzerine giderler.
Onlar hiçbir sınır tanımazlar, karşılarına çıkan her türlü engeli her ne pahasına olursa olsun aşmaya çalışırlar.
Ancak, böyle insanlar başarılı yönetici, başarılı siyasetçi olamazlar.
Sonları ise tecrit ve yalnızlık olur.
Başbakan bu ülkede yetişmiş önemli liderlerden birisi olduğuna göre onun da zaman zaman görüşlerinden vazgeçiyor, isteklerini erteliyor, taviz veriyor, orta yolu arıyor olması lazım.
338 milletvekilini yönetmek, onlardan istediği yönde oy alabilmek, eğilmeden bükülmeden yapılacak iş değil. Bugüne dek AKP milletvekilleri Başbakan’ın sözü dışına çıkmadılar. Demek ki taviz vermeyi de, gönül almayı da biliyor.
Başbakan’ın çıktığı yoldan gereğinde saptığını kaç kez gördük. Aklıma ilk ağızda "zina yasası" geliyor. Davos dönüşü, "Ben İsrail Cumhurbaşkanı’na değil, moderatöre çıkıştım" sözleri de tipik bir "U" dönüşüdür ve zaman zaman gereklidir. Turgut Özal da, Süleyman Demirel de bazen "U" dönüşleri yaparlardı. Liderliğin raconu bu!
Recep Tayyip Erdoğan’ın salı günkü mayın hiddetini, inatçılığına bağlamak kanımca doğru değil, yoksa bu çapta bir lider olamazdı.
* * *
İnsan bir de bir yere, hele hele "önemli bir yer"e bir konuda söz verip de o sözünü tutamaz duruma düşerse kendinden geçer, hiddetlenir.
Ayrıca, kişinin verdiği sözü tutmasına başkaları engel oluyorsa onlara apansızca kızması, ağzına geleni söylemesi, hatta hakaret etmesi, doğal insanlık halidir.
"Önemli bir yer"e verilen sözün tutulamaması, "önemli bir yer" indinde otorite aşımına neden olacağı gibi, tutulmayan sözün bedelinin ağır olacağını bilmek de insanı çileden çıkarır, öz denetimini tamamen yitirmesine neden olur.
Başbakan salı günkü konuşmasında hiçbir yere söz vermediğini yana yakıla anlatmaya çalıştı, ama ben tam tersine bu konuda "önemli bir yer"e söz verdiğine daha çok inandım. Ben, söz vermesinin ihanet falan olduğunu katiyen düşünmeyen birisiyim. İnsan zaman zaman hiç sevmediğine bile, eli mecbur, söz vermek durumunda kalabilir. Ayrıca insan, başkalarının aleyhine ettiği kelamın da bacını ödemek zorundadır.
Ben salı günü Başbakan’ı böyle bir mecburiyet altında kalmış bir insan olarak gördüm.
Yazının Devamını Oku