Cüneyt Ülsever

AKP yol ayrımında

2 Temmuz 2009
ÖNCE bir not: Son zamanlarda duyduğum en anlamsız söz “Polis rejimin teminatıdır. (Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Altan, Cengiz Çandar).

Polis sadece faşist veya otokrat yönetimlerde rejimin teminatıdır. Demokratik rejimlerde polis iç güvenliğin temini açısından kanunların uygulanmasını temin eden bir kurumdur. Bu ulvi bir görevdir ama demokrasi çok dişli bir çark olduğu için, tek başına hiçbir dişli çarkı çalıştıramayacağı gibi, hiç kimse veya hiçbir kurum demokratik rejimin tek başına teminatı olamaz.

Bu notu neden yazdım. Bu tartışma kiminle kimin çatıştığını açığa çıkarıyor da ondan!

“Polis rejimin teminatı” diyen köşe yazarları aynı anda illa ki “Asker rejimin teminatı değildir” demek ihtiyacını hissediyorlar!

Bir hadise var TSK ile Emniyet/Adalet arasında!

Ne olur, kimse bunu bana demokrasi mücadelesi diye yutturmasın!

* * *

İki gündür yazıyorum, ABD, Türkiye’de müttefik değiştiriyor, kıyamet de bundan kopuyor.

Emniyet ve Adalet teşkilatlarında etkin olduğu genel kabul gören

Yazının Devamını Oku

Obama farkı!

1 Temmuz 2009
TÜRKİYE’de özellikle hükümet yanlısı veya İslamcı gazetelerde yazan köşe yazarları Obamania hastalığına tutulduğunda ben “Garson değişti ama mutfak aynı” diye yazıyordum.

Ancak, “Garsonun hizmet şeklinde farklılıklar olabilir” diye de ilave ediyordum.

İşte size mutfağı zere kadar değiştirmeden fark yaratan garsonun farkı! 

* * * 
Obama;  ABD’nin zorlu ve abuk bir savaşla ulaştığı “Irak petrolü ve doğalgazının denetimi üzerindeki hakimiyeti”ne zerre kadar helal vermeden,  Irak’ı “emin ellere” teslim ederek bu bölgeden asker çekmek istiyor.

Bu meyanda “darbe” ihtimalinin tarihte belki de hiç bu kadar sıfıra yaklaşmamış olduğu bir dönemde Türkiye’de “darbemania” yaşanıyor!

Darbe ihtimali o kadar uzak ki, 27 Nisan ardından CNN-Türk’te ben “Bu bir muhtıradır!” dediğimde önce büyük iştiyakla bu terimi reddeden, baktı olmadı “Büyükanıt’ın bundan haberi yoktur!” diyerek ne olur olmaz saiki ile kıvırtan köşe yazarı şimdiki Genelkurmay Başkanı’na dayılanıyor! O bile korkmadığına göre, demek ki ortada darbe ihtimali hiç yok!

* * *

Peki ne oluyor?

Yazının Devamını Oku

ABD’nin Türkiye’deki müttefikleri değişiyor (mu?)

30 Haziran 2009
ÖYLE bir zihin yapım var ki; Türkiye’de bir çalkantı/değişim olduğunda veya ortaya ülkeyi karıştıracak bilgi/belge konduğunda aklıma hemen dışarıda yaşanan yeni bir gelişme gelir.

Elimde değil, Türkiye’de cereyen eden başat olaylara dışarıdan bakmaya çalışıyorum.

Örneğin, kimse benim paranoyak zihnimi Ergenekon Dosyası’nın sadece iç dinamikler tarafından hazırlandığına ikna edemez.

Pazar günü “malum belge” ile ilgili bazı notlar yayınladım ve dikkatimi esasen tarihsiz olan belgeye Nisan 2009’un münasip görülmesinin çektiğini beyan ettim.
Belgeye neden “Nisan 2009” tarihi münasip görülmüştü?

* * *

Yazının Devamını Oku

‘Kâğıt parçası’ ve bir komplo teorisi için bazı notlar

28 Haziran 2009
ALDIĞIM terbiye gereği aksi ispat edilene/belgelenene dek İlker Başbuğ’un açıklamalarını esas almam gerekir. Şimdi merakla Sivil Savcılığın soruşturma sonuçlarını bekleyeceğim.

Ancak, bugün Başbuğ’un açıklamasındaki bir noktayı irdelemek istiyorum. Meğer ünlü belge/kâğıt parçasının üzerinde tarih yokmuş!

Halbuki biz o “belge”yi Nisan 2009 tarihli biliyorduk. Zira “belge”yi ortaya çıkaran Mehmet Baransu Türkiye’yi birbirine sokan ünlü haberinde aynen şöyle yazıyordu.  

“Nisan 2009’da Deniz Piyade Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlanan planda, Ergenekon soruşturmasından duyulan rahatsızlık açık bir şekilde dile getiriliyor.” (Taraf-12.06.09).

Baransu haberinde “tarih konusu”nda açıklamaya gerek duyurmayan çok net bir ifade kullanıyordu.

Halbuki Başbuğ “belge”de tarih olmadığını söyledi. Ben çok şaşırdım. Bir sürü arkadaşıma sordum. Onlar da, benim gibi, topyekûn, belgede tarih bulunduğunu, hatta tarihin 29 Nisan 2009 olduğunu zannediyorlardı.

 Mehmet Baransu, Başbuğ’un açıklamasından sonra ifadesini farklılaştırıyor ve şöyle söylüyor:  “Biz bunu... teyit edip yayımladık. İçeriden aldığımız bilgi çerçevesinde, Nisan 2009 kararını verdik. Yani askeriyeden aldığımız bilgi bu... Biz, Genelkurmay ile konuştuk, netleştirdik bunu... Belgenin üzerinde tarih olmadığını biliyoruz. Bu yüzden öyle netleştirdik, ondan sonra yazdık.” (Naklen-Milliyet-27.06.09)

Baransu neden bu açıklamayı 12 Nisan’da yapmadı ve verdiği tarih sarihmiş gibi haber yazdı da şimdi “açıklamalı” konuşuyor, ben çok merak ettim.

Baransu’

Yazının Devamını Oku

Özel okullar teşvik edilmelidir

25 Haziran 2009
BUGÜN eğitimin finansmanı üzerine 3. yazımı yazıyorum. Meramım basit: Devlet “ödeme gücü olan”lara sözüm ona “bedava eğitim” vermesin. Ödediğimiz vergilerle eğitimi finanse eden devlet sadece “ödeme gücü olmayanlar”ın çocuklarının eğitim masraflarını finanse etsin. Böylece hem kaynak kullanımı daha rasyonel hale gelecektir, hem de devlet “garip-gurebaya” daha fazla destek sağlayabilecektir.

* * *

Devletin sırtındaki yükü azaltmak için özel okullar da teşvik edilmelidir. Bugün bu görüşü irdeleyeceğim. Önce bir hatırlatma:Türkiye’de ilköğretim seviyesinde özelleştirme sadece ve sadece % 2.2 oranında. Halbuki aynı oran ABD’de % 10, Suudi Arabistan ve Yunanistan’da % 8, İran’da bile % 6!

İşin daha garibi, ülkemizde MEB’e bağlı 344.000 öğrenci özel okula giderken, 1.000.000 öğrenci özel dershanelere gidiyor. (Kaynak-MEB: 2007-08) Bu durum şu anlama gelmektedir: Takriben, 650.000 öğrenci devletten bedava eğitim alıyor, ama özel dershanelere her yıl milyarlarca para akıtıyor!

TÖDER Başkanı Enver Yücel’in verdiği bilgiye göre Turgut Özal dönemine dek ilköğretim seviyesinde özel okulların oranı %0.5 imiş, onun döneminde okul yatırımlarının %50’sini devletin karşılaması ile oran %400 artarak %2.2’ye ulaşmış.

Basit bir hesap yapalım: İlköğretim seviyesinde teşvikle özel okul oranı % 10’a çıksa, özel okullarda okuyan öğrenci sayısı 344.000’den takriben 1.500.000’e çıkar. “Bu öğrenciler özel okul ücretlerini nasıl öder?” diye sual ederseniz, zaten şu anda devletten bedava eğitim alıp özel dershanelere milyonlar akıtan en az 650.000 öğrenci olduğunu tekrar vurgulayalım.

Devlet özel okullara ne gibi teşvik sistemi uygulayabilir? Aklıma gelen bazılarını sıralayayım:

1) Özel okul yapanlara bedava arazi tahsis edilebilir.

2) Yatırımların belirli kısmı devlet tarafından karşılanabilir.

Yazının Devamını Oku

Bedava eğitim yoktur!

24 Haziran 2009
DÜN yazdığım “Eğitimin Finansmanı” başlıklı yazıda Türkiye’de eğitimin finansman modelinin rasyonel olmadığını, ödediğimiz vergilerle finanse edilen eğitimin adil bir vergi toplama sistemi olmayan ülkemizde fukaranın, zenginin eğitimini finanse ettiği bir sisteme dönüştüğünü yazdım. Ayrıca ödeme gücü olanların devlet tarafından finanse edilmesi ödeme gücü olmayanlara ayrılacak maddi payın miktarını düşürmektedir.

Bana göre:
Türkiye’de eğitimin finansmanı alanında 2 önemli karar alınmak zorundadır:
1) Devletin eğitimde görevi sadece ve sadece ödeme gücü olmayan velilerin çocuklarının eğitimini finanse etmektir.
2) Devlet, özel okulları belirli alanlarda teşvik ederek üzerindeki ağır eğitim talebini mümkün olduğu ölçüde azaltmalıdır.

Bugün paralı eğitim, yarın özel okulların teşviki üzerine yazacağım.
Önerilerim:
1) İster devlet, ister özel okul olsun, ilköğretim paralı-ücretli olmalıdır. Devlet sadece ve sadece ödeme gücü olmayanların çocuklarının eğitimini finanse etmelidir.
2) MEB, bütçesine göre her yıl “öğrenci başına maliyet”i “taban ücret” olarak ilan etmelidir. Öte yanda Bakanlar Kurulu her yıl çocuklarının okul ücretleri devlet tarafından karşılanacak velilerin yıllık “tavan geliri”ni tespit etmelidir. İlan edilen “tavan gelir”in üzerinde kazancı olanlar ister devlet, ister özel okul olsun, okulların tespit edeceği ücreti ödemekle yükümlü olacaktır.
3) Devlet okulları bütçelerini kendileri yaparlar, kendi ücretlerini kendileri tespit ederler. Ancak ödeme gücü olmayanların ücretlerini MEB’in tanımladığı “taban ücret” üzerinden MEB’den almak zorundadırlar. Ayrıca devlet okulları kendi bölgelerinde bulunan ödeme gücü olmayan, yıllık gelirleri “tavan gelir”in altında kalan velilerin öğrencilerini okula kabul etmek zorundadır.
4) Devlet okullarında ailelerin ödeme gücü olup olmadığı resmi belgeler dışında yönetim-öğretmenler-veliler tarafından oluşturulacak ortak bir komisyon tarafından takip edilir.
5) Bu modelde daha yüksek okul ücreti talep edebilmek için, devlet okulları eğitimin kalitesini arttırmak amacıyla özel gayret göstermek zorunda kalacaklardır.
6) Köy okulları her halükârda herkes için bedavadır. Finansman doğrudan MEB tarafından karşılanır.
7) Bakanlar Kurulu her yıl ilan edeceği “tavan gelir” için sivil-asker memurların yıllık gelirini ve toplusözleşme şartlarını yol gösterici kabul edecektir.

8) Çocuklarını özel okullara gönderecek ancak yıllık geliri “tavan gelir”in altında kalan veliler adına MEB her yıl özel okullara ilan ettiği “taban ücret” seviyesinde öğrenci başına ödeme yapar. Velilerin aradaki farkı finanse edebilmeleri için MEB, bankalar üzerinden, çeşitli eğitim kredisi fonları geliştirir, bu fonları ödenebilir hale getirmek için teşvik tedbirleri alır.

Bu model ödeme gücü olanların eğitim maliyetini devlete yük olmaktan çıkaracağı için bütçede ödeme gücü olmayanlara daha büyük bir maddi pay ayrılabilecektir.
Modelin bir hedefi de özel okullarda okuyan öğrenci sayısını arttırmaktır.
Bu amaçla devletin özel okullara sağlayabileceği teşvikleri yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Eğitimin finansmanı

23 Haziran 2009
ÖYLE bir ülkede yaşıyoruz ki, vahim olan mühim olanın, neredeyse her daim önüne geçiyor, hatta önemli olanı, öncelik kazanması gerekeni gündemden tamamen çıkarıyor. Geçen hafta hem Tüm Özel Öğretim Kurumları Derneği-TÖDER, hem de Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel ile uzun ve keyifli bir sohbet yaptık. Bu sohbet bana bu yazı serisini yazma ilhamını verdi, ama geçen haftaya damgasını vuran ve bu haftaya da muhtemelen damga vuracak olan "İrtica raporu" geçtiğimiz günlerde bu yazıları yazmama engel oldu. Bu hafta, her koşulda, kimse beni tutamaz.

* * *

Önce 3 saptama:

1) İnsan sermayesine (eğitim) yatırım yapmaya öncelik tanıyan ve fiziki sermayeye oranla insana daha fazla yatırım kaynağı ayıran ülkeler daha çok kalkınıyorlar. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu tüm ülkelerde yapılan ölçüm çalışmaları insan sermayesine yapılan yatırımın fiziki sermayeye oranla getirisinin uzun vadede daha yüksek olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle insana yapılan yatırım fiziki sermayeye (fabrika, makine, teçhizat vb.) yapılan yatırımdan daha fazla katma değer yaratıyor.

İnsana yatırıma öncelik tanıyarak kalkınma sadece ABD, AB için değil, Güney Kore, Hindistan, Singapur vb. için de geçerli.

* * *

2) Türkiye bu durumun farkında değilmiş gibi davranmakta ısrar ediyor. Devletin yatırım kapasitesi her ülkede olduğu gibi kısıtlı. Ancak her yıl eğitim bütçesi büyüse de, Türkiye’de devlet, sosyal devlet kavramı etrafında, devlet okullarında herkese "bedava eğitim" vermekte ısrarlı. Halbuki:

i) Bedava eğitim diye bir kavram yok. Devlet okullarının finansmanı devletin vatandaşlarından topladığı vergilerle sağlanıyor. Açıkçası, eğitim esasen paralı. Ücreti vergi veren herkes ödüyor.

ii) Devlet bedava eğitimi herkes için anayasal görev haline getirince, devlet okuluna giden her türlü gelir sınıfından vatandaşın çocuğu bedava eğitimden faydalanıyor.

Örneğin sabit ücretli memur, işçinin ödediği (anında tevfikat) vergiler ile zengin çocukları da devlet tarafından bedava okutuluyor!

Ülkemizde çocuklarını paralı okullarda okutma gücü olmayan velilerin ödediği vergiler ile çocuklarını paralı okullarda okutma gücü olan velilerin çocuklarının eğitimi finanse ediliyor!

* * *

3) Kimse bana, "Ödeme gücü olanlar zaten çocuklarını paralı-özel okullarda okutuyor" demesin. Ülkemizde ilköğretim seviyesinde özel okullarda okuyan öğrenciler tüm ilköğretim okullarında okuyan öğrencilerin sadece yüzde 2.2’si!

Türkiye’de ilköğretim seviyesinde özelleştirme sadece ve sadece yüzde 2.2 oranında. Halbuki aynı oran ABD’de yüzde 10, Suudi Arabistan ve Yunanistan’da yüzde 8, İran’da bile yüzde 6!

İşin daha garibi, ülkemizde MEB’e bağlı 344.000 öğrenci özel okula giderken, 1.000.000 öğrenci özel dershanelere gidiyor. (Kaynak-MEB: 2007-08)

Özel okula giden tüm öğrencilerin aynı zamanda özel dershaneye gittiği gibi gerçeği oldukça zorlayan bir varsayım kullansak dahi, ülkemizde takriben 650.000 öğrenci devletten bedava eğitim alıyor, ama özel dershanelere her yıl milyarlarca para akıtıyor!

* * *

Türkiye’de eğitimin finansmanı alanında 2 önemli karar alınmak zorundadır:

1) Devletin eğitimde görevi sadece ve sadece ödeme gücü olmayan velilerin çocuklarının eğitimini finanse etmektir.

2) Devlet, özel okulları belirli alanlarda teşvik ederek üzerindeki finansman yükünü mümkün olduğu ölçüde azaltmalıdır. (Yarın bu 2 önerimi irdeleyeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Baba olmak ne demek?

21 Haziran 2009
BİR baba olarak Babalar Günü’nde babaların duygularını irdelemeye çalışacağım. Rahmetli annem babaların yeni bir can oluşmasına katkısının sadece "sperm" olduğunu, üstelik "sperm üretimi"nin baba olmak için değil, bir anlık zevk için oluştuğunu söylerdi.

Annnem tamamen haklı mı idi?

Hayır, sözleri erkek egemen bir toplumda erkekleri aşağılayarak gıyaplarında intikam alma duygusunu yansıtıyordu.

Ancak annem tamamen haksız da değildi.

Cinsel ilişki zevkli bir eylem olmasaydı, erkekler sırf çocuk sahibi olmak için eşlerine sperm verme zahmetine girerler miydi, emin değilim.

* * *

Ben bir oğlumun doğumunu bizzat izledim. O gün, o an annelere saygım mislisiyle arttı. Bir erkeğin böyle bir zahmete gireceğini, o acılara dayanabileceğini, doğumun bu kadar zahmetli bir iş olacağını bile bile hamile kalmaya razı olacağını hiç zannetmiyorum.

En azından kendi adıma konuşayım, bu zahmete girer miydim, emin değilim.

Testesteron üreten bir vücudun, testesteronun emrinde çalışan bir beynin doğum eylemine kendi serbest iradesiyle rıza göstereceğini zannetmiyorum.

Anne olmayı istemek için öncelikle ostrojen üreten bir vücuda sahip olmak gerekir.

* * *

Peki, öyleyse babalar çocuklarını sevmez, onlarla ilgilenmezler mi?

Babalar hiçbir zaman anneler kadar çocuklarına yakın olamasalar da, bir kere baba olduktan sonra bir erkeğin hayatını "çocuk" düzenlemeye başlar.

İlk safhada babalar bebeklerine her an bir şey olmasından çok korkarlar.

Bazen bu duygu paranoya seviyesine çıkar.

Bende öyle olmuştu.

Çocuk büyümeye başladıktan sonra ise baba; erkek çocuk sahibi ise kendisinin beceremediklerini onun becermesi için, kız çocuk sahibi ise de esas sevgilisinin o olduğunu sanmaya başladığı için büyük fedakárlıklar yapmaya razı olur.

12-14 yaşına dek çocuklar babalarını çok kolay kandırabilirler, hatta kız çocukları bir ömür boyu babalarını parmaklarının ucunda oynatabilirler.

Babalar 16-24 yaş grubundaki erkek çocuklarıyla adeta rekabete girerek bu kez de çekişmeye başlarlar. Tersine, kız çocukların ise giderek daha beter kulu kölesi olmaya başlarlar.

Ancak, onları nasıl bir geleceğin beklediği endişesi bir babanın zihninden asla çıkmaz.

* * *

Bana Allah 2 evlat nasip etti. İkisi de erkek. Erkek çocuklar hakkında yukarıda özetlediğim bütün safhaları onlarla yaşadım. Babaların kız çocuklarıyla ilişkilerini ise sadece etraftan gözledim. Baba-kız çocuğu ilişkisini yorumlama konusunda yanılma ihtimalim tabii ki vardır.

Onlara bir şey olacak diye korkmaktan tutun, onlarla çekişmeye, itişmeye, onları kıskanmaya, geleceklerinden hep endişe etmeye kadar geniş bir yelpazede erkek çocuklarıma karşı değişik duygular tattım. Onlar nihayet 30 yaşını aştılar. Şimdi yepyeni bir safhadayız.

Artık oğullarımla arkadaşız.

Beraber dertleşiyoruz, beraber tartışıyoruz, beraber analizler yapıyoruz.

Bazı konularda onlar bana akıl veriyorlar. Bundan genellikle gocunmuyorum.

Giderek çok daha az çelişiyoruz.

İstanbul’daki oğlum artık "evin erkeği" rolünü tamamen devraldı, yurtdışındaki oğlum ise baş başa yediğimiz yemeklerde felsefi konuşmalar yapmaya, zaman zaman beni uyarmaya bayılır oldu.

Baba olduğum için artık babalanamıyorum ama çok mutluyum.

Sadece eşek sıpalarının bana hálá bir torun vermemelerine gıcık oluyorum!
Yazının Devamını Oku