15 Temmuz 2004
<B>‘TBMM, </B>Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakanın <B>Yüce Divan</B>’da yargılanması kararı verdi. AKP ve CHP milletvekilleri ortak oy kullanarak, eski başbakanlardan Mesut Yılmaz ile eski Devlet Bakanı Güneş Taner’i, Türkbank ihalesine fesat karıştırdıkları gerekçesiyle Yüce Divan’a sevk ettiler.’
‘Yılmaz ve Taner, devletin kurumlarının tüm uyarılarına rağmen Türkbank’ın kime verileceğini belirledikleri, yeni bir medya gücü oluşturmak için Korkmaz Yiğit’i kolladıkları’ gerekçesi ile Yüce Divan’a gönderildiler.
* * *
Karar hem hüzün, hem de ders dolu!
Mesut Yılmaz’ı başbakan yapan irade onu mahkemeye de verdi!
Mesut Yılmaz artık bir ilkin sahibi:
Yüce Divan’a giden ilk başbakan!
Kararın anlam boyutu ise çok yüksek:
Yapanın yanına, başbakan da olsa kalmıyor!
Kimse hesap vermekten kaçamıyor.
* * *
‘Karar siyasidir’ diyenler, ortak kullanılan 429 oya dikkat etsinler.
Ayrıca bilsinler ki, kararı yadırgayan ANAP’lı sayısı bile çok düşük.
Zaten oturumu izlemeye sadece bir tek ANAP’lı gelmiş.
Bunca yıldır Mesut Yılmaz’la siyaset yapan eski bakanlar, eski milletvekilleri, ANAP’lı delegeler, partililer, seçmenler arasında, ilaç niyetine bile olsa, Mesut Yılmaz’a destek verenlerin sayısı yok denecek kadar az.
Böyle önemli bir olayda başından beri yalnız kalan Mesut Yılmaz’ın, insanlara kibirli davrandığı için insanların ondan uzak durduğunu söylemek yetersiz bir savdır.
ANAP’lılar da Türkbank olayından çok rahatsızlar.
* * *
TBMM gibi Yüce Divan da Ertuğrul Yalçınbayır’ın görüşlerine kulak asmamak durumundadır.
Saptaması doğrudur, TBMM konuyu daha evvel tartışmış ve Mesut Yılmaz’ı aklamıştır. Ancak oylamanın TBMM’de karşılıklı aklama rezaleti olduğunu bilmeyen yoktur.
Ayrıca, eğer TBMM sonradan benim elime de geçen suç belgelerini bildiği halde aklama yapmış ise ağır kusurludur.
Yeni delil de vardır. Genç TV’nin ödemeleri için kullanıldığı söylenen kredideki imzanın sahte olduğu ortaya yeni çıkmıştır.
Artık bellidir ki, Genç TV bedava devredilmiştir.
* * *
Mesut Yılmaz’ın sonradan Türkbank ihalesini iptal etmek zorunda kaldığında kullandığı gerekçenin, daha önce ‘görmediğini’ söylediği emniyet mektubu olduğu belgelidir.
Mesut Yılmaz bu imzayı attıktan sonra TBMM’de konu hakkında bilgi verirken hálá ‘Mektuptan haberim yoktu’ diyebilmiştir.
Cumhuriyet tarihinde Başbakanlık’ta ilk defa kozmik bir ‘mektubu kaybeden kişi’, bu kusuru ortaya çıktıktan sonra Mesut Yılmaz tarafından çok önemli bir görev olan Özel Kalem Müdürlüğü’ne terfi ettirilmiştir.
Ertuğrul Yalçınbayır’a soruyorum:
Eski TBMM, bütün bunları bildiği halde mi Mesut Yılmaz’ı akladı?
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2004
<B>BU </B>yazıyı yazacağım ve sonra bir cenaze törenine katılacağım. Eski bir dostumla vedalaşacağım. Bugün gözüme her şey saçma, önemsiz ve gereksiz gözüküyor.
Bugün asl’olan ölümdür!
Biliyorum, yarın tam böyle olmayacak, öbür gün ise yine kızacağım, taraf olacağım, yeniden hayatın asl’olan olduğunu düşünmeye başlayacağım.
Yaşamaya bıraktığım yerden devam edeceğim.
Sıra bana gelene dek!
Sonra birileri de benimle vedalaşacak!
* * *
Selçuk Öğrendil’in ölüm haberi bir sabah erken saatte, Moskova’dan geldi. Başka bir arkadaşım verdi haberi.
- Selçuk’u kaybettik!
- Ne diyorsun sen!
- Selçuk Öğrendil’i kaybettik, kalp krizi!
Selçuk’un hiçbir şeyi yoktu, sapsağlamdı. Tamam, hayat onu da önüne katmış, rüzgar ile dans eden yaprak misali oradan oraya savurmuştu.
Ancak, bilinen hiçbir rahatsızlığı yoktu.
Kalbinin onu son yolculuğa hazırladığına dair hiçbir uyarı almamıştı.
Telefon konuşması iki üç dakika sürdü, sonra Moskova’dan gelen telefon kapandı.
* * *
Hiç beklenmeyen bir ölüm haberi almak karın boşluğuna yenen yumruğa benziyor. Beyin ne olduğunu hemen çözemiyor. Bir süre hiçbir şey ama hiç bir şey hissetmiyorsun.
Beyin ölüm ile hayatı yan yana koyamıyor!
Birleştiremiyor!
İdrak oldukça geç oluşuyor!
İşte o zaman mideye yenen yumruk çok acıtıyor!
* * *
‘Aman Allah’ım o ölmüş!’
Peki ölmüş de ne olmuş?
Başka bir yere mi gitmiş?
O şimdi öldüğünü biliyor mu?
Ölümü nasıl karşıladı?
Arkadaşının yanında, otel odasında emaneti teslim ederken ne düşündü?
Öldüğünü fark etti mi?
Ölümü görünce çok mu üzüldü, yoksa sevinmiş olabilir mi?
Hatta ‘Ben bir ömrü vesvese içinde geçirdim, hiç değmezmiş!’ diyor da olabilir mi?
Yoksa o artık tamamen ‘yok’ olabilir mi?
İnsan aklı ‘yokluğu’ veya ‘zamansızlığı’ kavrayabilir mi?
* * *
Selçuk Öğrendil benim iş hayatına başladığım yıllarda ilk iş arkadaşımdı. Bir banka adına beraber Anadolu’yu aylarca kolaçan ettik. Dost olduk.
Hep korkuları anlatırdı, yarını kurtarmaktan bahsederdi.
İkimiz de memurluk yaptığımız bankada ezik memur çocuğu psikozunu bir türlü aşamazdık.
Bugün hiç yoktu, hep yarın vardı.
* * *
İki gündür aklım karışık!
Ona mı üzülüyorum, kendime mi?
Moskova’dan telefonla gelen mesaj ölümün artık dolaştığım bahçelerde kol gezmeye başladığına dair bir uyarı olabilir mi?
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2004
<B>MİLLİ </B>Eğitim Bakanı <B>Hüseyin Çelik</B>;<B> </B>eğer bana sadece bir alanda çalışma ve mücadele etme zorunluluğu getirilse idi, seçeceğim konuya atıfta bulunuyor. Müfredatın; kişiliği yok edilmiş güruh yaratmaktan vazgeçip, şahsiyet (birey) yaratmak üzere yeniden düzenlenmesi!
* * *
İlköğretimden ortaöğretime, ‘öğretim sistemi’nin silbaştan değişeceğini belirten Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, tüm derslerin müfredat programlarının yeniden yazıldığını açıkladı. Aynen diyor ki:
‘Temel hedef itaatkár kullar yetiştirmek değil. Mesele şudur: Septik (şüpheci) bir düşünce yapısı. Siz insanlara dogmalar yüklerseniz onlar peşin kabullerle yola çıkarlar ve sorgulayıcı olmadıkları zaman da bilimsel gelişme dediğimiz şey olmaz...’
* * *
Bakan devam ediyor:
‘Siz insanlara çok sabit doğrular verip onların dışında bir doğru olmadığını ve onlara kafa yormanın da çok anlamsız olduğu gibi bir telkinle öğrenciye yaklaşırsanız bu şuna benzer: İnsanları yemeğe davet ediyorsunuz ve ‘sınırsız iştahınız olabilir ama mönümüz fikstir’ diyorsunuz. Mönünün fiks olduğu bir yerde hür iştahın anlamı olmaz...’
Bakan ayrıca vurgulamış:
‘Cumhuriyetimizin temel nitelikleri bizim ortak paydamız ve bu müfredatta bununla ilgili en ufak bir sapma söz konusu değildir.’
* * *
Bakan sözü müfredattan sildiğimiz felsefeye de getirmiş.
‘Okullarımızda felsefe kademeli bir şekilde kaldırıldı. Şimdi felsefeye önem vereceğiz. Bizim eğitimimizin bir de ahlaki boyutu eksik. Öğrettiğimiz bilgiler, kişide davranış moduna, yaşama biçimine dönüşmüyor. Onun için etiği eksik olmayan bir eğitim olması lazım...’
* * *
Bakan din eğitimi konusuna da eğiliyor:
‘Bu dersin yeni müfredatına göre (özü), ‘learning about religion’ (din hakkında öğrenim) olacak, doğrusu da budur. Çünkü ‘learning religion’ (din öğrenimi) başkadır ve Anayasa’ya göre mecburi olduğuna göre, Museviye de, Ermeniye de, ateiste de bu ders verilir... Amaç, mukayeseli olarak dinleri öğretelim, insan Budizm nedir bilsin. Aleviliği onun için ilave ediyoruz, bunu öğrensin. ‘Doğru-yanlış’ sorgulaması da yapmadan mukayeseli öğretelim, hangisi doğru seçimi öğrenciye bırakalım... Artık öğrencilere sureler de ezberletilmeyecek.’
* * *
Bakan öğretilen bilgilerde ayıklama yapılacağını da vurguluyor:
‘Lüzumsuz ve gereksiz bilgilerden kurtulacağız. Çarpım tablosu gibi ezberi zorunlu unsurlar kalacak.’
* * *
Ben Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in açıklamalarını büyük bir heyecanla karşılıyorum.
Kendisine bu konuda sonuna dek destek vereceğimi açıkça ilan ediyorum. Ancak diliyorum ki, giriştiği reformun statükodan nasıl bir tepki alacağını bu kez doğru hesap etsin!
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2004
<B>E</B>ğer, AİHM kararı ardından <B>toplumsal uyum </B>arayacak isek; başını örtmeyen <B>‘diğerlerine’ </B>de önemli görevler düşmektedir. AİHM kararı; onların türbanı tehdit algılaması olarak görmesine saygı duyuyor ve müeyyide getiriyor ama diğerleri de İslami hassasiyelerini belli eden/gösteren insanlarımızı dışladıklarını kabul etmek durumundalar.
* * *
Bir kere şu konuda anlaşmak zorundayız.
Örtünmeyi Kuran emri olrak görenler haklıdırlar.
* * *
Nur süresi Ayet 31:
‘Mümin kadınlara da söyle:
Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar. Süslerini/ziy-netlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar... Ey müminler, Allah’a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz!’ (Diyanet meali)
* * *
Ayrıca yine devletin Diyanet İşleri’ne bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda her seferinde ‘başı örtmenin Kuran emri’ olduğunu teyit etmiştir.
* * *
O halde; ‘diğerleri’ başlarını Allah emri olarak görüp örtenlerden başlarını açmalarını isteyemezler.
Ancak sadece; perşembe günü ifade ettiğim üzere, tüm dünyada siyasi bir sembol olarak algılanan türban modasına uyarak başını örtenlerden başka bir örtünme yolu seçmelerini isteyebilirler.
Türban modası dışında başlarını örtenlerin; değil üniversitede, her türlü ortamda hüsnü kabul görmelerini temin etmek de ‘diğerlerinin’ görevidir.
* * *
‘Diğerleri’; çeşitli ortamlarda başını örten insanları dışladıklarını da kabul etmek zorundalar.
Dışlama eylemi sadece ortak alanları bu insanlardan esirgemek değildir.
Birbirlerini benimsemeyen insanların bazen bir bakışı bile dışlama eylemi için yeteri kadar ipucu verebilir.
* * *
Bu yazıda; kullanılan teknik gereği ‘diğerleri’ olarak nitelenen insanlarımız ‘ne yapalım; onlar da bizi dışlıyor!’ demek hakkına ise hiç sahip değildirler.
Zira, ülkenin genel dengesi gözetildiğinde güçlü olanlar onlardır.
‘Diğerlerinin’, ‘İslami hassasiyeti yüksek’ insanlarımızı dışlaması çapraz dışlamadan çok daha güçlüdür ve daha vahim sonuçlar yaratmaktadır.
O halde dışlama eylemine son vermek için ilk gayret onlardan gelmek zorundadır.
* * *
Şahsi kanıma göre AİHM kararı bize son bir şans vermiştir:
Bir tarafta ‘tehdit algılaması’ duygusu, diğer tarafta ‘dışlanma’ duygusu içindeki insanlarımızın birbirlerinin negatif duygularını ortadan kaldırmak ve medeni hayatın temel öğesi olan huzur içinde bir arada yaşamak ve toplumların nihai hedefi olan toplumsal uyuma ulaşmak için gayret göstermelerinin şimdi tam zamanıdır.
Dayatarak bir yere varamayacağımızı artık kavrayalım!
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2004
<B>ŞAŞIRARAK </B>görüyorum ki; <B>AİHM</B> kararına <B>liberal </B>yazar ve akademisyenler de <B>‘Avrupa İslam’a uzak duruyor!’</B> sığlığında tepki veriyorlar. Hemen hemen kimse kararın özünü oluşturan ‘tehdit algılaması’ kavramına yüz vermiyor.
Galiba bu kavrama uzak duranlar, kavram özellikle 28 Şubat döneminde devlet tarafından ortaya atıldığı için, içgüdüsel bir tepki gösteriyorlar.
Halbuki AİHM kararı, özgürlükleri başkalarının özgürlüğü ile sınırlıyor ve dini gösteren tavırların (türban) başka insanlar tarafından tehdit olarak algılanmasına atıfta bulunuyor.
* * *
AİHM kararını; ortak (kamusal) alan tartışmalarını iyice çıkmaza soktuğu için dün eleştirdim.
Ama ben kendimin de zaman zaman atladığı/görmezden geldiği tehdit algılaması yaklaşımına paye veriyorum.
Karara tepki veren İslami hassasiyeti yüksek kesimler ve dahi liberaller devletin ‘tehdit algılaması’ kavramını baskı, hatta darbe bahanesi olarak kullanmasına tepki veriyorlar ama şu ana dek kimse bizzat vatandaşların önemli bir kesiminde böyle bir tehdit algılaması olup olmadığını sorgulamadı.
Nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar; ister bağnaz Kemalist, ister laikperest, ister ulusalcı, ister dinden çıkmış, ister devlet ideolojisine boyun eğmiş; vatandaşların önemli bir kesiminde türbana karşı tehdit algılaması var.
Hatta; bu kategorilerin hiçbirine girmeyen sade vatandaşlar içinde de önemli bir kesim -ki aralarında samimiyetlerinden zerre kadar şüphe etmediğim can dostlarım da var- ‘türban takan hanımların ima ettikleri rejim ile kendilerini tehdit ettiklerine inanıyorlar.’
Bu duygu 11 Eylül’den sonra misli ile arttı.
* * *
Ben bu kesimin korkusuna katiyen katılmıyorum, onları ayrımcılıkla, insanları dışlamakla suçluyorum.
Ancak...
Liberal demokrasinin görevi toplumda ortak anlaşma ve nihai olarak da toplumsal huzuru aramaktır.
O halde bir liberal demokrat, onlar dindarları dışlıyor olsalar dahi, bu kesimler için de çözüm aramak zorundadır.
* * *
Peki ne yapmalı?
İnancı gereği başlarını örten hanımefendiler Kuran’ın emrinden çıkıp sadece liberal demokrat emri mi dinlesinler?
Haşa!
Ne yapsınlar?
1970’lerde sol entelektüellere tepki olarak İslamcıların yüzlerini döndükleri ve özü devletçiliğe ve tek ideoloji egemenliğine dayanan Arap entelektüellerinin etkisinden kurtulsunlar.
Bugün sembol haline gelen türban özü itibarıyla Ortadoğu (İran/Arap) modasıdır ve 1970 öncesi Türkiye’de örtünenler türbanı pek bilmezlerdi.
Türban; dünyada İslamcılığın yükselmesi ile yayıldı ve ülkemizde de ideolojik bir sembol haline geldi.
Maalesef bugün tüm türbanlılar böyle algılanıyorlar.
Türk Müslümanları, ivedelikle kendi örtünme şekillerini (modalarını) geliştirmelidirler!
Cumartesi günü de ‘Diğerleri ne yapmalı?’ sorusuna cevap arayacağım.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2004
<B>BANA liberal demokrasi </B>açısından <B>AİHM</B>’nin aldığı karar çok anlamlı geldi. Karar mealen:<br><br><B>‘Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir. O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (tesettür) tavırlara kısıtlama getirebilir’ diyor.
Dilerim; ‘Artık Müslümanlar AİHM’ye müracaat etmesin’ veya ‘AİHM zaten gavur kurumudur’ seviyesinde tepki veren yazarlar dışında kararı ciddiye alıp, ‘Bu konuda ne yapmak gerekir?’ diye kafa yoracak İslami hassasiyeti yüksek gerçek düşünürler de çıkar ortaya.
* * *
Ancak, AİHM kararının çözmek bir yana daha beter hale getirdiği yaralar da yeniden ve beter deşildi.
Eğer, türban takan kadınlar üniversitede diğerleri için özgürlükleri açısından tehdit algılaması yaratıyorsa, diğerlerinin var olduğu tüm kamusal alanlarda da yaratacaklardır!
Not: Kamusal alan terimi devletin egemen olduğu alanlar olarak algılandığı için sınırlı kalıyor ve kafa karıştırıyor. Bana göre doğru terim ortak alan olmalı.
* * *
AİHM’nin kararı; başvuru gereği üniversiteler için alındı ama ister istemez cevabı zor iki soruya da yol açacak.
Buna göre şimdi ortaya çıkan iki soru:
1) Ortak alanlarda türbanın yeri nedir?
2) Diğerlerinin tehdit algılaması hangi seviyede ciddiye alınacaktır? olacaktır.
Bana göre, bu hali ile, AİHM’nin kararı bu iki yaraya değil merhem olmak, yarayı daha beter deşmiştir.
* * *
Sorulara kökten laikçilerin verecekleri cevapları hayal eder gibi oluyorum:
1) Parklardan tutun, belediye otobüsleri, sokak aralarına kadar tüm ortak alanlarda türban yasaklanmalıdır.
2) Bir kişi bile tehdit algılamasından bahsetse, orada dinini belli eden tavırlar/giysiler/gelenekler yasaklanmalıdır.
Tamam, biliyorum abarttım ama AİHM’nin kararı, bu haliyle, böyle zırvalara bile cevaz verebilir.
* * *
Bence bu iki soru ülkede hálá aklı selimini koruyan ancak her türlü görüşten gelen insanlarca tartışılmalıdır.
Uyarıyorum, bu haliyle AİHM kararı yakında önemli çekişmelere vesile olacaktır.
Ben bu safhada sadece kendi iki önerimin altını çizip, konunun geniş seviyede tartışılmasını bekleyeceğim.
* * *
1) Ortak alanlarda sadece kamusal hizmet verenlerin, başkalarının tehdit algılaması ihtimaline karşı, dinini belli eden/gösteren (açıkçası türban) tavırları kısıtlanabilir.
Bu duruma tek istisna seçilme yolu ile kamusal hizmet verenlerdir.
Aksi halde bu konuda kanun çıkarılmalıdır.
2) Tehdit algılaması devlet tarafından değil makul sayıda (çoğunluk şart değil) vatandaş tarafından dile getirilmelidir.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2004
<B>CUMARTESİ </B>günü değindiğim üzere AİHM kararını bu hafta tartışacağım. Önce kararın ne olduğunu tekrar irdeleyelim. Karar öz cümle diyor ki:
‘Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.
O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (tesettür) tavırlara kısıtlama getirebilir.’
* * *
Türkiye’de esasında ekonomik katmanda -yeniden paylaşım- oluşan çelişki türban etrafında odaklanıyor.
Bugün itibarıyla topluma baktığımızda:
1) AİHM’nin hak verdiği şekilde, toplumun bir kısmı türbanı kendi din anlayışı ve özgürlüğüne tehdit olarak algılıyor.
2) Toplumun bir kısmı da; İslam’ın kadınlar için temel emri olan örtünmeden vazgeçmeden İnsan Hakları Beyannamesi’nin temel insanlık hakkı saydığı eğitim hakkından yararlanmak istiyor.
* * *
Şu an itibarıyla bir arada var olan bu iki gerçek topluma çözümsüzlük olarak yansımaktadır.
AİHM kararı ya yarayı deşecektir, ya da nihayet çözüme katkıda bulunacaktır.
Her durumda da derinine tartışılmaya layıktır.
* * *
Şimdi tartışmaya geçelim.
Önce bir prensibi tekrar etmek zorundayız:
Eğer ortak arzumuz hukukun üstünlüğü ise kararı, işimize gelmese dahi, hazmetmek zorundayız.
Üzülerek görüyorum ki bazı yazarlar mızıkçılık yapıyorlar.
AİHM’ye türbanlılar özgür iradeleri ile başvurduğuna göre, karar aleyhlerine çıkınca AİHM’yi sorgulamak basit ama tehlikeli bir tutum haline geliyor.
‘AİHM kararları işime gelen ve gelmeyen kararlar olarak ikiye ayrılır!’
Aramızdaki çelişkileri ortak bir hakeme çözdürmeyecek isek nasıl anlaşacağız?
* * *
Kararı doğru anlamak da önemli. Karar doğrudan türbanı yasaklamıyor. Bazılarının tehdit olarak algılaması durumunda devlete kısıtlama yetkisi veriyor.
Buna göre Başbakan’ın ‘Şimdi türbanla okula gidilen AB ülkelerinde ne olacak?’ sorusu hedeflediği gibi kararın çelişkisini yakalayamıyor.
Cevap basit. İnsanlar türbanı kendi din ve özgürlük anlayışlarına tehdit olarak görmedikleri sürece bu ülkelerde türbanla okula gitmekte mahzur yoktur.
Bir yazarın vurguladığı üzere George W.Bush’un ‘demokrasi dindarların katılımından korkmamalıdır’ sözü de kararla çelişmez.
Karar inancı yasaklamadığı gibi, Bush’un muhatabı ile bu kararın muhatapları farklıdır.
Bush bizdeki ‘laikçiler’ türü dini kamusal alandan tamamen dışlayanlara hitap ederken, AİHM dindarları ‘diğerleri tarafından tehdit’ olarak algılanan ‘dini gösteren/belli eden tavırlara girmemeleri’ için uyarmaktadır.
* * *
Çarşamba günü AİHM kararının çözemediği, hatta zorlaştırdığı bir alana değineceğim.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2004
<B>AİHM; </B>29.06.2004 tarihinde Türkiye için çok ama çok önemli bir karar verdi. Baştan belirteyim; AİHM’nin sonuç itibarıyla tesettürün üniversiteye girmesini yasaklayan kararı onaması, benim bu konudaki temel görüşlerime taban tabana zıttır. Ben:
i) Eğitimin BM-İnsan Hakları Beyannamesi’ne 1995’te ilave edildiği üzere, vazgeçilemez bir insan hakkı olduğunu,
ii) Tesettürle üniversitede okumanın,
a) hem kişisel özgürlük
b) hem de din özgürlüğü açısından ayrıca temel bir hak olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım!
AİHM bu hakların hiçbirisini inkár etmiyor, ama aynen Refah Partisi kararında olduğu gibi başka bir bakış açısı getiriyor.
* * *
Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.
O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (tesettür) tavırlara kısıtlama getirebilir.
* * *
AİHM, kararının hemen her gerekçesinde ‘başkalarının tehdit algılaması’ kavramına başvuruyor ama ben özellikle şu gerekçeleri vurgulamak istiyorum:
‘97) Çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı demokratik toplumlarda; bir kişinin din veya inancını belli etmesi/göstermesi, diğer grupların çıkarlarının uyum içinde ifade edilebilmesi açısından ve herkesin inancına saygı duyulmasını garanti etmek amacı ile kısıtlanabilir.’
‘98) (eski AİHM kararlarına atıfta bulunularak) ...dava kararlarında da görüldüğü gibi; demokratik toplumlarda, eğer bu durum diğerlerinin hak ve özgürlüklerine, kamu düzenine ve toplum güvenliğine ters düşüyorsa devletin İslami başörtüsü (tesettür) takılmasına kısıtlama getirmesini Konvansiyon kurumları doğru bulmaktadır.’
‘105) (TC) Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarihli kararında, diğer koruma getiren unsurlar arasında, Türkiye’de laikliğin: i) demokratik değerlerin, ii) kişisel vicdana dayanan din özgürlüğüne engel olunamayacağına dair prensibin ve iii) kanunlar önünde eşitliğin garantörü olduğuna karar vermiştir... Mahkeme; ...yukarıda zikir edilen değer ve prensiplerin korunması amacı ile inancını belli etme/gösterme özgürlüğüne kısıtlama getirilebileceğine karar vermiştir.’
* * *
AİHM bu açıdan bakarak Türk laiklik anlayışını da doğru buluyor.
‘106) (yukarıda tarif edilen) Türkiye’deki laiklik anlayışı Konvansiyon’un değerleri ile uyum içindedir ve bu anlayış Türkiye’de demokratik sistemin korunması açısından gerekli görülebilir.’
AİHM’nin diğer ilgili kararları ile uyumlu bu kararı, eğer hukukun üstünlüğüne inanıyorsak taraftar mantığıyla, sevinç nidaları veya telin edilerek karşılanmamalı; derin bir analize tabi tutulmalıdır.
Haftaya bu konu üzerinde birkaç yazı yazacağım.
Yazının Devamını Oku