Cüneyt Ülsever

Türkiye’nin ortak sıkıntısı: Diğerlerinden hep şüphe etmek

29 Temmuz 2004
<B>DÜN ‘Bir Kazanın Anatomisi’ </B>başlığı ile yazdığım yazıda <B>AKP</B> tarafından atanan <B>bürokratların </B>bazı eksikliklerini vurgulamıştım. Yazının bir bölümünde aynen diyordum ki:

‘...Eskiden gelen, hatta hálá kısmen geçerli bir dışlanma psikozu içinde sadece ‘kendilerinden olanlara’ inanıyorlar. Kendilerini ‘diğerleri’ olarak görenleri, onlar da ‘diğerleri’ olarak görüyorlar... Onlara göre aldıkları uyarı/eleştiri/görüşün kalitesinden çok kaynağın kim olduğu daha önemli. Tipik bir aşiretçilik anlayışı ile hasım aşiretin hep kazık atmaya çalıştığını düşünüyorlar. Dış bilgiyi küçümsüyorlar.’

Ancak, dünkü yazımdan ‘diğerleri’ sendromunun sadece AKP’liler için geçerli olduğu sonucu çıkmamalı.

Tersi de fersah fersah geçerli!

* * *

Birtakım insanlar da AKP Hükümeti’nin her icraatının altında bir çapanoğlu arıyorlar.

‘Her yol Roma’ya çıkar!’ mantığı ile onlar da ‘Her AKP icraatı şeriata çıkar!’ mantığı ile hareket ediyorlar.

Son örnek:

Ben Türkiye’nin en önemli meselesinin insan yetiştirme konusunda 21. yüzyılı yakalayamamaktır, diye düşündüğüm için Mili Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in ‘eğitimde reform’ çalışmasını alkışla karşılıyorum.

Çalışmanın ana hatlarını gördüm ve gerçekten doğru ve radikal bulduğum bu reformu kutlayan bir yazı yazdım.

Yazının sonunda da; bakalım bu çabaya nasıl bir kulp takılacak mealli bir soru sormadan edemedim.

* * *

Gazetemiz Başyazarı Oktay Ekşi Ağabey dün kulbu bulmuş. Diyor ki:

‘...Böylece ‘mesleki-teknik’ koridoruna girenlerden ‘imam hatip liselerine yönelmek isteyenlere 6-7 ve 8’inci sınıflarda seçmeli olarak (bakın ne kadar da özgürlükçüler...) Kuran-ı Kerim dersi’ verilecekmiş.

Gördüğünüz gibi Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Türkiye’de zorunlu temel eğitimin kesintisiz olarak 8 yıl süreyle verileceğini emreden ve Ağustos 1997’den beri yürürlükte bulunan yasayı geçersiz kılmaya çalışıyor.’

* * *

Halbuki reform, zorunlu din dersini ‘tüm dinlerin okutulacağı’ bir ders haline getiriyor, reformun ruhu itibarıyla gençlere kendi alanlarını seçmeleri için sayısı artırılan seçmeli dersler arasına da sadece isteyen öğrencilerin alacağı ve İslam dininin icaplarının öğretileceği adı geçen ilave din derslerini koyuyor.

Vatandaşlara dinini öğrenme hakkı ise bizzat Anayasa’nın 24. maddesince tanınmış.

* * *

Zaman zaman aramızda çok dikkatli olanlar dahi diğerleri kavramını sanki onlarla hiç ortak paydası yokmuş gibi ve onlardan gelecek her teklifin ardında muhakkak bir çapanoğlu olmalıymış gibi kavrıyor.

Türkiye’de her kesimde epey güçlü olan tavır; ortaya atılan uyarı/eleştiri/görüşün ne olduğundan çok kimden geldiği ile ilgilenmek.

Genellikle, fikrin değil fikir sahibinin bizzat kendimizin ona atfettiği yapısı ile ilgileniyoruz.
Yazının Devamını Oku

Bir kazanın anatomisi

28 Temmuz 2004
<B>BUGÜN </B>elimden geldiğince bir analiz yapmaya çalışacağım. Dilerim, yetkililer bu analizin samimi bir uyarı olduğunu anlamakta zorluk çekmezler. * * *

28 Mart seçimlerine giden dönemde 24 ve 25 Mart günleri aynen şöyle yazmıştım:

‘...(AKP’nin açık fark kazanması durumunda)...28 Mart sonrası ortaya sistematik ve irade ile önlenemez bir zaaf çıkacak. Demokrasinin en önemli görevi büyük çapta ortadan kalkacak...

Demokrasinin denetleme ve dengeleme (check and balances) işlevi sistematik olarak aşınacak...’

Ayrıca şunları yazmıştim:

‘...AKP takip ettiği tavan siyasetinde büyük oranda liberal-demokrat bir çizgi izlerken, belli ki seçtiği taban politikasında milli görüşçüleri benimsiyor.

Benim anladığım kadarı ile; örgütü ‘yabancılara’ kaptırmaktan korkuyorlar ve yerel yönetimleri milli görüşten gelen adaylara teslim etmeyi tercih ediyorlar.’

* * *

Bugün dönüp aynı yazıya baktığımda; maalesef birinci saptamamın büyük çapta doğru çıktığını (‘haddini bil!’), ikinci saptamamın ise eksik kaldığını görüyorum.

Dar kadroculuk sadece yerel yönetimler için geçerli değil, aynı zamanda bürokrasiye de bulaşmış vaziyette.

Ayrıca dar kadroculuk salt milli görüş ile de sınırlı değil, ahbap-çavuş ilişkisini ve özellikle İstanbul Belediyesi çalışanlarını da kapsıyor.

* * *

1) Her iktidar dar kadroculuk yapar, ancak öncekiler kısmen de olsa bürokrasi/devlet tecrübesi sahibi yandaşlara sahip iken bu iktidarın elemanlarının tecrübesi İstanbul Belediyesi ile sınırlı. Devleti tanımıyorlar, ayrıca bazılarının çapları çok düşük.

2) Eskiden gelen, hatta hálá kısmen geçerli bir dışlanma psikozu içinde sadece ‘kendilerinden olanlara’ inanıyorlar. Kendilerini ‘diğerleri’ olarak görenleri onlar da ‘diğerleri’ olarak görüyorlar. Bu patolojik durum muhalefette iken bir nebze anlaşılabilir ama devletin herkesi kucaklaması gerektiği iddiası ile iktidara gelenlerin ‘cemaatçilik psikolojisini’ kabul etmek mümkün değil.

3) Onlara göre aldıkları uyarı/eleştiri/görüşün kalitesinden çok kaynağın kim olduğu daha önemli. Tipik bir aşiretçilik anlayışı ile hasım aşiretin hep kazık atmaya çalıştığını düşünüyorlar. Dış bilgiyi küçümsüyorlar.

4) Aralarında bazıları inanç ekseni etrafında akıl üretmekten kurtulamadıkları için otorite kabul edilenin verdiği tekil bilgiyi sualsiz kabul etme geleneğinden kurtulamıyorlar. Bilimin temel taşı olan ‘şüphe’ otorite karşısında ‘dinden çıkma’ olarak kabul görüyor.

‘Bizimkiler hep doğru, diğerleri hep yanlış!’

5) Kendilerini diğerlerine ispat amacı ile çoğu kez acele ediyorlar. Örneğin, çıkardıkları kanunların teknik eksikleri neredeyse hep bulunduğu gibi, Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan konusundaki teknik reddi AKP için tam bir fiyasko. Sadece hormonlu tren değil, duble yol da aynı sıkıntılar ile dolu. THY’nin çelişkili kararları, TRT’nin son hamleleri hep yangından mal kaçırma güdüsü taşıyor.

* * *

Bu zaaflarla siyaset yapılabilir ama teknik devlet yönetilemez!
Yazının Devamını Oku

Haddimi bilmiyorum!

26 Temmuz 2004
<B>SAYIN </B>Başbakan; ben <B>haddimi</B> açık uyarınıza rağmen <B>aşıyorum</B>, üstelik sizden <B>zılgıt </B>yiyen muhabir arkadaş gibi ‘Ulaştırma Bakanı hakkında tasarrufta bulunacak mısınız?’ diye ucu açık soru sormuyorum. Benim sorum: <B>‘Ulaştırma Bakanı’nı ne zaman görevden alacaksınız?’ </B> Zira buna mecbursunuz, bundan kaçış yok!

* * *

İstifa eylemi hayata geçmediği sürece; göz göre göre sebep olunan toplu cinayetin töhmeti her geçen gün büyüyor ve hükümetinizi her alanda kapsamaya başlıyor.

Belki sizden çekinip suratınıza söyleyemiyorlar ama hem AKP, hem de hükümet içinde durumdan çok rahatsız olan ve Bakan Bey ile TCDD yönetiminin hemen istifa etmesi gerektiğini düşünenler var.

Her şeyi bir kenara bırakın; iki gündür birbiri ile çelişen o kadar çok haber yayınlandı ki; TCDD yöneticilerinin sorumluktan kaçmak için bahane arama çaplarının dahi çok düşük olduğu çıktı ortaya.

Bizi bu insanların yönetmesine sizin vicdanınız el veriyor mu?

Vicdana ait tüm kalp kapılarını kitleyip suçu makinistlere yıkmaya kalkan zihniyet iki gündür ortaokullarda okutulan matematik ve fizik bilgilerini dahi tahrip etmeye başladı.

Önce ‘Makinistlerin o bölgede 80 km. hızla gitmeleri gerekirdi’ dediler. Sonra makinistlere verilen ve hangi km’de kaç km hızla gitmeleri gerektiğini gösteren ORER’de (hız talimatı) kaza bölgesi için 130 km hız verildiği bizzat belgelenince, fizik bilmez yetkililer bu sefer ‘Ama kazanın olduğu yer 280 metre ileride, orada 80 km’ye düşmeleri gerekirdi’ deyiverdiler.

Bu adamlar bir trenin taşıdığı kitlenin 280 metrede 50 km. hız düşebileceğini düşünüyorlarsa, onlara saatte 50 km. ile giden benzer bir trenin 280 metre önünde, rayların üzerinde durmalarını teklif ediyorum.

Makinistlerin var gücü ile frene basmalarını, gerekirse frenlere ben de asılarak temin edeceğim!

50 km. hızdan 0 km hıza düşmenin, 130 km’den 80 km’ye düşmeye göre daha kolay olma avantajını da yöneticilere veriyorum!

* * *

Başbakan gelecek raporlara göre tasarruf belirleyecekmiş, galiba hálá anlamadığı bir durum var.

Bakan Bey ve TCDD yöneticileri makamlarında oturdukları sürece yapılacak tahkikat ve incelemelere toplumun inanma ihtimali hiç kalmamıştır.

TCDD yöneticileri iki gündür yaptıkları saçma sapan açıklamalarla insanların sinirlerini sadece daha beter geriyorlar.

Toplumun değil güvenini yitirmek, neredeyse nefretini çeken bu kişiler önce kenara çekilsinler, sonra bağımsız hazırlanacak rapor sonucuna göre hesap versinler.

* * *

Sayın Başbakan; istifa konusunda toplumla inatlaşma devam ederse hükümetin başarısız yönlerinden çok daha fazla olan başarıları da insafsızlar, muhalifler, unutkanlar, art niyetliler vb. tarafından göz ardı edilecek.

Zaten böyle bir genelleme için gayretler şimdiden arttı.

AB yolunda çok iyi mesafe alan hükümete, sırf ülkeyi AB ile kucaklaştırmamak için çelme atmaya çalışanların sürüyle olduğunu hepimiz biliyoruz.

Sayın Başbakan bu insanlara fırsat vermeyiniz!

Gereğini ivedilikle yaptırınız!
Yazının Devamını Oku

Ulaştırma Bakanı hesap vermelidir

24 Temmuz 2004
<B>BEN Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım</B>’ı iyi niyetli ve çalışkan bir insan olarak görüyordum. Ancak, şimdi ona çok açık sesleniyorum:

Derhal istifa ediniz!

Şu satırların yazıldığı saatlerde Bakan Bey’in istifa etmemiş olmasını çok ama çok yadırgıyorum.

Görevde durmakta direndiği her saat skandalın çapını genişletiyor ve tüm hükümete bulaştırıyor.

Zaten bu konuda; tüm uyarılara Bakan Bey gibi kulak asmayan Başbakan da kusurlu.

Gerek hukuk, gerek onu o göreve getiren demokrasi gereği, hatta her şeyin üzerinde vicdan gereği Bakan Bey ve TCDD yönetiminin kazadan en geç yarım saat sonra istifası gerekiyordu.

Aksi durum, kusura bakılmasın ama yüzsüzlüğe girmektedir.

* * *

AKP
hükümetinin en büyük zaaflarından biri, ‘bizden olsun da isterse zırcahil olsun’ düsturuna sığınmasıdır.

Hemen her konuda; dinin de emri olan ‘işin ehlini aramak’ yerine, ‘şimdi sıra bize geldi’ mantığı ile ‘cemaat ehlini’ aramalarının bedelini artık insanlar hayatları ile ödüyorlar.

Hükümet tarafından bir göreve atanabilmek için ya Milli Görüş, ya bakan ailesi, ya da İstanbul Belediyesi’nden olmak gerekiyor.

Belli ki TCDD’yi konu ile alakası olmayan insanlar yönetmektedir.

Makinistleri harcayıp, göreve daha fazla nasıl çörekleniriz sevdası bu insanların nefsini hálá tıkamaktadır.

Aynı vahim tablo THY için de geçerlidir; orada da teknik uzmanlar görevlerinden alınıp yerine ‘yandaşlar’ getirilmiştir.

* * *

Bakan Bey ve TCDD yöneticileri görevlerinde oturdukları sürece yapılacak hiçbir tahkikata inanmayacağım.

Zira onlar bilime karşı saygısızlığı, insan hayatına sebebiyet verecek seviyeye düşürmekten imtina etmemişleridir.

* * *

Bilim adamlarının,
TCDD’deki teknik uzmanların uyarılarına kulak asmayanlar, bilgiyi hiçe sayıp işleri punduna getirenler, göz boyacılar, şimdi bir de boyunlarına ‘göz göre göre insanların ölümüne sebebiyet verenler’ yaftasını takmışlardır.

Binali Yıldırım Bey!

Derhal bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ediniz ve kendiniz hakkında savcılığa suç duyurusunda bulununuz.

Bırakınız hakkınızdaki kararı hukuk versin.

Aksi halde; bu dünyada hesap vermekten kurtulsanız dahi, siz benden iyi bilirsiniz, öbür dünyada katiyen kurtulamazsınız.

* * *

Göz göre göre bu katliama önayak olanlar, toplu halde hukuk önünde hesap vermek zorundalar.

İnandırcı tahkikat bile onlar görevden çekilmeden yapılamaz.
Yazının Devamını Oku

Mesut Yılmaz’dan mektup var!

22 Temmuz 2004
<B>15.07.2004 </B>tarihinde yazmış olduğum <B>‘Mesut Yılmaz: Hüzünlü Bir Demokrasi Dersi’ </B>başlıklı yazıya <B>Mesut Yılmaz</B>,<B> </B>avukatı vasıtası ile ve <B>Ertuğrul Özkök</B>’ü muhatap kabul eden bir cevap gönderdi. Savunma hakkına saygı gereği aynen yayınlıyorum:

* * *

‘Sayın Ertuğrul Özkök;

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni/İstanbul.

Değerli gazetenizin 15.07.2004 tarihli nüshasında Cüneyt Ülsever (koyulaştırma bana ait-C.Ü.) imzası ile yayınlanan yazıda gerçeğe aykırı bazı hususlara yer verilmiştir.

Bilindiği gibi kamuoyunda Türkbank ihalesi olarak bilinen olay yargıya intikal etmiş bulunmaktadır. Anayasamız yargıda görülen bir davada hiçbir makam veya kişinin yargı organlarına talimat veya tavsiyede bulunamayacağına amirdir.

Söz konusu yazıda: ‘TBMM gibi Yüce Divan da Ertuğrul Yalçınbayır’ın görüşlerine kulak asmamak durumundadır’ denilmek suretiyle yüksek mahkemeye açıkça tavsiyede bulunulmaktadır. Kaldı ki, bu tavsiyede bulunurken Meclis Araştırma ve Soruşturma Komisyonları gibi yazar da vahim bir hatadan hareket etmektedir. Yazarın deyimiyle karşılıklı aklama denilen olay, 20. yasama döneminde olmuştur. Oysa Türkbank ihalesiyle ilgili Soruşturma Komisyonu, 21. yasama döneminde teşkil edilmiş ve komisyon raporu aynı dönemde münferit olarak oylanmıştır.

Kamuoyunu doğru aydınlatmak durumunda olan bir yazarın, yargıya intikal etmiş bir konuda kişisel kin ve garezle gerçekleri çarpıtmaya çalışmasını, basın ahlak ilkeleri ile bağdaştırmak mümkün değildir. Ayrıca; konunun yüce yargıya intikalinin, müvekkilimin de arzusu doğrultusunda gerçekleştiğini hatırlatmak isterim.

Saygılarımla. A. Mesut Yılmaz Vekili

16.07.2004 Avukat R. Erden Arısoy.’

* * *

Klasik ithamların yer aldığı bu mektup benim yazımda Ertuğrul Yalçınbayır’a yönelttiğim soru ve eleştirilerden sadece bir tanesine cevap veriyor.

Cevaba göre; 20. dönemde karşılıklı aklama olmuş, 21. dönemde olmamış. Demek ki; bugün Yüce Divan konusu olan bir sürü iddianın o dönem koalisyon ortakları arasında görmezden gelinmesi aklama sayılmıyor!

* * *

Basit bir teşbih olan ‘Yalçınbayır’ı dinlememe tavsiyesinin’ anayasal suç olduğunun ise yeni farkına vardım! Tavsiyemi derhal geri çekiyorum.

Avukata göre ‘gerçeğe aykırı bazı hususlara yer verilmiştir’ ifadesi sadece yukarıdaki iddiaları kapsıyor.

Ancak; benim yazımda öze ait bazı sorular da var:

* * *

Yeni delil de vardır... kredideki imzanın sahte olduğu ortaya yeni çıkmıştır... Genç TV bedava devredilmiştir!..

...Mesut Yılmaz’ın sonradan Türkbank ihalesini iptal etmek zorunda kaldığında kullandığı gerekçenin daha önce ‘görmediğini’ söylediği Emniyet mektubu olduğu belgelidir...

...Başbakanlıkta ilk defa kozmik bir ‘mektubu kaybeden kişi’, bu kusuru ortaya çıktıktan sonra Mesut Yılmaz tarafından çok önemli bir görev olan Özel Kalem Müdürlüğü’ne terfi ettirilmiştir...’

Mesut Yılmaz’ın avukatı mektubunda bu iddialara hiç değinmediğine göre bunlar ‘gerçeğe aykırı bazı hususlara’ dahil değil!
Yazının Devamını Oku

İlaçta fikri mülkiyeti koruyacak mıyız? (II)

21 Temmuz 2004
<b>ARAŞTIRMACI ilaç şirketleri </B>dünyada maliyeti beher yıl takriben 5 milyar dolara ulaşan ve <B>ilaç keşfi </B>için araştırma yapan ilaç sektörünün <B>dinamo</B> şirketleridir. Jenerik ilaç şirketleri ilaçların patent süresi dolduktan sonra üretimini yapan şirketlerdir.

Türkiye’de hiç yerli araştırmacı ilaç şirketi yoktur.

Kopya üretici şirketler
ise ya patent süresi dolmadan, ya da bizdeki gibi veri koruması/münhasıriyeti olmadığı için yasal boşluktan faydalanarak araştırmacı şirketlerin ilaçlarını kopya eden şirketlerdir.

Aşağıdaki rakamların da göstereceği gibi tüm jenerik şirketler kopyacı şirketler değildir.

* * *

İki gündür karşı çıktığım durum; bugün insan sağlığında vardığımız devasa aşamanın kaynağını teşkil eden araştırmacı şirketlerin fikri mülkiyet hakkının bazı ülkeler ile birlikte ülkemizde de korunmadığıdır.

Türkiye’de de ilaçta 20 yıllık patent hakkı var. Ancak, ilacın patenti alındıktan sonra yapılan klinik araştırmalar ortalama 12-13 yıl alıyor. Geriye sadece 7-8 yıl kalıyor. Araştırma yatırımının getirisini tam korumak için dünyada ayrıca veri koruması / münhasıriyeti denen bir kavram geliştirilmiş. İşte bizde, pazartesi günü vurguladığım gibi, tüm uluslararası taahhütlerimize rağmen bu koruma yok.

* * *

Türkiye’nin muasır medeniyete katılma projesinin ancak tüm alanlarda genel kabul görmüş standartlara uyum sağlamakla mümkün olduğuna inanan bir insan olarak bu duruma karşı çıkıyorum.

* * *

Deniyor ki; eğer Türkiye veri koruma hakkı sağlarsa; ilaç fiyatları artacak ve ilaç harcamalarının %75.6’sını karşılayan kamuya ilave yük binecektir.

Doğrudur ama rakam çok ama çok abartılıdır.

2001 yılı itibarıyla Türkiye’de ilaç sektörünün mali bütçesi 4.088 milyar dolardır.

Bu rakam içinde benim eleştirdiğim kopya üreticilerin payı ise sadece 135 milyon dolardır.(%3.3!)

Eğer, veri koruması/münhasiriyeti kanunu çıkarsa şu anda beher yıl ilaca 5.4 milyar dolar harcayan kamunun ilave yükü ise sadece 20 milyon dolar olacaktır.

Araştırmacı şirketlerin ilave geliri de, Türkiye’de 2 milyar dolarlık piyasa payları ele alındığında, sadece %6 artacaktır.

Şu anda 115 milyon dolar toplayan kopyacı şirketler için bu beleş ve tatlı bir kárdır, bundan vazgeçmek istemiyorlar; ancak bu rakamın araştırmacı şirketlere katkısı ise çok düşük.

Üstelik, eğer süreli (AB’ye göre 10 yıl) veri hakkı verilir ama süre sonunda fiyatlar tamamen serbest piyasaya bırakılırsa, bugün araştırmacı şirketlerin biraz altında fiyat oluşturan (takriben %20 altında) kopyacı şirketler serbest rekabet nedeni ile fiyatlarını çok daha fazla (takriben %70) düşürmek zorunda kalacaklardır.

Nitekim, yeni uygulama ile ilaç fiyatları düşmüş ama bunca gürültü koparan ilaç şirketi içinde henüz piyasadan çekilen olmamıştır.

* * *

Ben diyorum ki, veri koruma/münhasıriyeti hakkı şartlı çıksın, araştırmacı şirketler kamunun 20 milyon dolar kaybını ilave yatırım yaparak ödesinler.

Türkiye bir alanda daha muasır medeniyete ulaşsın!
Yazının Devamını Oku

İlaçta fikri mülkiyeti koruyacak mıyız?

19 Temmuz 2004
<B>MAALESEF </B>ülkemizde <B>araştırma yapan </B>ilaç şirketlerini <B>tekelci </B>gördükleri için; hiçbir araştırma yapmadan sadece <B>patentleri bedava</B> kullanarak üretim yapan ve adına <B>‘kopya üreticiler’ </B>(cenerik üreticiler) denen ilaç firmalarının daha ucuza ilaç satmasını ister istemez destekleyen, aralarında çok saygı duyduğum yazarların (bkz: Meral Tamer: Milliyet, 16-17 Temmmuz) da bulunduğu, insanlar var. Bu duygusal yaklaşım dünyanın en büyük sahte ilaç üreticilerinden olan Çin’in Viagra’nın patent hakkını iptal etmesini alkışlama sonucunu bile veriyor.

Herhalde, farkında değiller ki; ülkemizde kaçak satılan ve faydasından çok zararı olan Viagra’ların çoğu Çin kökenli.

* * *

İlaç sektörünün en büyük dinamosu olan ve bugün insan sağlığında vardığımız devasa aşamanın kaynağını teşkil eden araştırmacı insan ve şirketlerin fikri mülkiyet hakkı bazı ülkelerle birlikte ülkemizde de korunmuyor.

Maazallah, bütün dünya böyle davransa; örneğin bugün kanser hastalığına karşı verilen başarılı mücadelenin hiçbir ekonomik cazibesi kalmayacak. Dünyada, her yıl yeni ilaç keşfedilmesi için takriben 5 milyar dolar para araştırmaya yatırılıyor. Bu yatırımın getirisini garanti eden fikri mülkiyet korunmaz ise bu yatırımın hiçbir gerekçesi kalmaz.

Biz ‘fikri mülkiyetten bize ne!’ diyoruz, zira ülkemizde ilaç niyetine dahi araştırmacı ilaç fabrikası yok, yukarıda belirttim, bizdekiler kopyacı grubuna giriyor!

* * *

Denecektir ki; Türkiye’de de ilaçta 20 yıllık patent hakkı var. Ancak, ilacın patenti alındıktan sonra yapılan klinik araştırmalar ortalama 12-13 yıl alıyor.

Geriye sadece 7-8 yıl kalıyor.

Bazı ilaçlarda klinik araştırmalar 17-18 yıl dahi sürüyor.

İşte bu tıkanıklığı önlemek ve araştırmaların ekonomik cazibesini korumak üzere adına veri koruması/münhasıriyeti denen bir kavram geliştirilmiş.

Bu kavramın yarattığı ilave hak; şirket klinik araştırmasını tamamladıktan sonra, 20 yıllık patent hakkının kaçıncı yılında olursa olsun, araştırmacı şirkete piyasada ticari üretim yaparken belirli süre kopya edilmekten korunma hakkı veriyor.

Bu hak ABD’de 5, AB’de 6 yıl, ancak 10 yıla çıkacak.

Veri koruması hakkı; altında bizim de imzamız olan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) TRIPS Anlaşması’nın 39/3 maddesi ve AB-Gümrük Birliği (2001/83 sayılı Avrupa Topluluğu Direktifi) gereği bizim de kağıt üzerinde kabul ettiğimiz bir hak.

WTO-TRIPS’e göre Ocak 2000’den, AB Gümrük Anlaşması’na göre Ocak 2001’den itibaren biz de veri koruma hakkını tanıyacak idik.

* * *

Ancak, bugüne dek ‘Eğer veri koruma hakkını verirsek, kopyacı üreticiler daha ucuza ilaç üretemez, ilaç fiyatları artar ve özellikle kamuya ilave yük biner’ diye ifade edilebilecek bir mantıkla veri koruma hakkını tanımadık.

Diğer bir ifade ile, üyesi olmaya çalıştığımız medeni dünyada korsan üretim olarak tanınan yöntem bizde ekonomik mülahazlar ile bizzat devlet tarafından korunuyor.

* * *

İlaçta keşifleri teşvik etmek dışında, ekonomik mülahazanın da ancak veri koruması ile sağlanabileceğini çarşamba günü tartışacağım.
Yazının Devamını Oku

ARI hareketi ve gençler

17 Temmuz 2004
<B>EVVELSİ </B>gece 10. yılını kutlayan <B>ARI Hareketi</B>’nin tertip ettiği kutlama gecesinde <B>gençlerle</B> doyasıya sohbet etme, tartışma, deyim yerindeyse ‘itişme’ olanağı buldum. Her ortamda bunu yaşıyorum.

Gençlerle tartışmak büyük tat veriyor!

İnsan; gençlerin karşısında hocalar heyeti önünde imtihan oluyormuş gibi hissediyor.

Bol bol adrenalin üretiyor ve tüketiyorsunuz!

Üniversitede ders verirken de sanki ben hoca değil de öğrenci imişim gibi hissediyorum.

Gençlerin karşısında mahcup duruma düşmemek için hep hazırlıklı olmak gerekiyor.

* * *

Gençlerle konuşurken, onların benim ağzıma bakıp ‘Hakkınız var!’ demelerinden çok kendi deyimleriyle benimle ‘itişmelerinden’ hoşlanıyorum.

Gençlerle tartışmak çok heyecanlı, zira gençler: i) kendi görüşlerinde saf derecede samimiler, ii) çok dinamik tartışmacılar, iii) sözlerini esirgemiyorlar, iv) bilgi sahibiler v) en önemlisi de, bazı sözüm ona solcu gençler hariç, şablonsuzlar.

Kimseyi kategorize etme gayretleri yok.

Yetişkenler genellikle bilgi sahibi olmadan ilgi sahibi, hatta taraf oldukları için onlarla tartışmak genellikle hiçbir yere gitmiyor.

Taraflar sadece inatlaşıyorlar.

Sonunda da ya bir dedikoduya, ya da yetişkinin kafasındaki bir şablona mahkum oluyorsun.

* * *

Ben kuruluşundan beri ARI Hareketi’ne ilgi duyuyorum. Zira ARI Hareketi daha en başından beri bana göre ortaya çok doğru söylemler koydu.

* * *

Özal’ın ANAP’ı ile başlayan, Boyner’in YDH’si ile ileri taşınan, Tibuk’un LDP’si ile ilk defa siyaset tarihinde özü açıkça ifade bulan ve bugün AKP Hükümeti’nin AB serüveni çerçevesinde bazı umdeleri hayata geçen liberal demokrat ilkeleri, diğerleri zaman zaman sekteye uğrasa da, başından sonuna tavizsiz savunan ve statükoya karşı tavrına rağmen hálá ayakta durabilen tek hareket ARI Hareketi.

Bu özelliği ile ARI Hareketi ülkede halihazırda tek kurumdur.

Başarısının bir sırrı da; içinde tüm partilerden insanlar olmasına rağmen, hareketin işin başında yaptığı bir yanlışı sonradan düzelterek tüm siyasi partilere aynı mesafede durmasıdır.

* * *

Ancak bana göre ARI Hareketi’nin en büyük başarısı gençlere yaptığı yatırımların artık meyvelerini vermeye başlamasıdır.

Daha birkaç yıl önce ilk gençliklerini yaşayan dostlarımın o gece artık hem ARI Hareketi’nde, hem de iş hayatında etkin olmaya başladıklarını gururla gözledim.

Artık onlar dünyayı kavrayan, ihtisas sahibi ve bulundukları yerlerde katma değer üreten hanımefendiler ve beyefendiler!

* * *

Sadece siyasi partilerimize değil iş hayatına da; nitelikli insan ihtiyaçlarını karşılamak istediklerinde ARI Hareketi’ne başvurmalarını hararetle öneririm.
Yazının Devamını Oku