1 Temmuz 2004
<B>ABD </B>Başkanı George W. Bush’un <B>Galatasaray Üniversitesi</B>’nde yaptığı konuşma <B>ABD</B>’nin dünyaya açıkladığı bir deklarasyondur. Konuşmanın Türkiye ayağı önemlidir ama dünyaya verdiği mesaj çok daha önemlidir.
* * *
ABD Başkanı terör ile mücadelesinde Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlük getirmeyi en ön sıraya koyduğunu ilan etmiştir.
Bu amaçla ABD’nin elinden geleni yapacağını yedi düvele ilan etmiştir.
* * *
Ortadoğu’nun esas derdinin bölgeyi yöneten diktatörler olduğunu ve Batı’nın en büyük günahının bugüne dek, işine öyle geldiği için, bu diktatörleri kollamak olduğunu yazan bir kişi olarak bu deklarasyondan büyük heyecan duydum.
Batı’nın günahını Başkan’ın bizzat kabul etmesi de anlamlı bir özeleştiri oldu.
Şimdi bizlere düşen; bu uğurda ABD’ye yardımcı olmak ve sözünü tutup tutmayacağını takip etmektir.
Başkan Bush’un çok dikkatli hazırlanmış; adeta tarihçi, sosyolog, psikolog ve bölge uzmanlarının bir ekip olarak satır satır hazırladığı bir metni, özgüveni yüksek, söylediklerine inanan ve hákim bir insan edasında okuması metnin anlamını daha da perçinledi.
Gazetelerin belirttiği gibi seçilen mekan da söylenenlere daha derin bir anlam kazandırdı.
Ancak, asıl olan söylenenlerdir ve heyecan veren yapılan tahlil, özeleştiri ve verilen teminattır.
* * *
Başkan Bush’un yaptığı konuşma BOP’a -artık adı ‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) oldu!- da nihayet bir yönerge ve anlam veren bir konuşmadır.
Bush’a göre, dünyaya barış gelebilmesi için:
1) Ortadoğu’daki diktatörler yıkılmalı,
2) Filistin halkı mutlaka bağımsız bir devlete kavuşmalı,
3) İnançlıların demokrasinin ayrılmaz ve gerekli bir parçası olduğu genel kabul görmeli,
4) Din ayrımı ile çizilmiş sahte çizgilerin yarattığı bölünmüş dünyadan bu çizgiler sökülüp atılmalıdır.
* * *
Israrla ‘21. yüzyılın en şanslı ülkelerinden birisi Türkiye’dir’ diyorum, yeter ki Türkiye gereken aklı göstersin!
Bu hedeflerin hepsi Türkiye’nin coğrafyasından geçiyor!
Başkan Bush da konuşmasında, yaptığı analiz içinde Türkiye gerçeğini tarih arşivine çiviledi.
* * *
Kimileri Bush’un şahsi analizini yapıp bazı haklı gerekçelerle Bush’u seçimlere giden bir dönemde Irak bumerangı karşısında samimi bulmayabilirler.
Ben her bir önerinin akla vurulması gerektiğini ve akılsal analizden geçirilmesi gerektiğini düşünürüm.
Başkan Bush’un verdiği ana hedef -Demokrat ve özgür Ortadoğu- sadece bölge ve dünya için değil ABD menfaatleri için de doğru ve gerekli hedeftir.
Hedefi veren insan da dünyanın en büyük devletinin başkanıdır.
Hedeflerin takipçisi olalım!
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2004
<B>NATO Zirvesi </B>sonuçlarıyla ilgili görüşlerimi yarın yazacağım. Bugün Cumhurbaşkanımızın zirve sırasında aldığı tavırlara değinmek istiyorum. Aldığı tavırlar derken; esasında almadığı tavırların kastedildiği, yazı okundukça ortaya çıkacaktır.
* * *
Cumhurbaşkanı, devlet ve ona can veren millet adına yabancı konuklara verdiği yemeğe milletin seçtiği Başbakan’ın eşini çağırmadı.
Cumhurbaşkanı teamüllerin tam aksine, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ı Bush’u karşılama törenine ancak son anda çağırdı.
Türkiye’nin ikinci adamı da yemeğe katılmadı.
Cumhurbaşkanı, Başbakan’ın verdiği yemeğe de kendisi katılmadı.
Herhalde, madem tesettürlü hanımları ben davet etmiyorum, onların davetine de katılmam deyip, NATO Zirvesi’nde şekil şart görevini yerine getirdikten sonra evine Ankara’ya döndü.
* * *
Cumhurbaşkanı, devletin zirvesinde çekişme olduğunu bütün dünyanın gözleri bizim üzerimizde iken bizzat yedi düvele ilan etti.
Halbuki, Anayasa’nın 104. maddesinde deniyor ki:
‘Cumhurbaşkanı, devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin bütünlüğünü temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir...’
Cumhurbaşkanı ne yaptı?
Devletin zirvesinin; milletin bütünlüğü ile çeliştiğini dünyanın her bir köşesinden yurdumuza gelen 3500 gazeteciye ilan etti.
Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmadığını gösterdi.
* * *
Hatırlarım; Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi’nin (KEİK) kuruluşu sırasında yapılan İstanbul toplantısında Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Süleyman Demirel arasında ‘kim ev sahibi olacak’ diye çekişme çıkmıştı, garabet de Batı basınına düşmüştü.
KEİK de adeta ölü doğmuştu.
* * *
Ayrıca, NATO vesilesi ile dünyanın en önemli başkanları İstanbul’a ayağımızın dibine geldiler.
Böyle bir olanak Turgut Özal veya Süleyman Demirel’in eline geçmiş olsa idi, neler yapacaklarını hayal etmek hiç de zor değil.
Harıl harıl devlet başkanları ile ikili toplantılar yaparlar, küsleri barıştırmaya çalışırlar, dünya medyasına bir sürü malzeme verirler, her şeyin üzerinde de ülke adına çeşitli konularda çatır çatır pazarlık yaparlardı.
Bizzat ayaklarına gelen fırsatı tepe tepe kullanırlardı.
* * *
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ne yaptı?
Allah razı olsun, Ankara’da Başkan Bush ile görüştü.
Peki İstanbul’da NATO Zirvesi’nde ne yaptı?
Zirvede el sıktı, açılış konuşmasında misafirlere ‘Hoş geldiniz’ dedi, sonra... Sonra Ankara’ya döndü!
Bizzat ülkenin ayağına gelen fırsatı kendi elleriyle tepti.
Ben merak etmeye başladım.
Cumhurbaşkanı ne iş yapar?
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2004
<B>TÜRKİYE Cumhuriyeti </B>21. yüzyılda <B>dünya konjoktürü</B> gereği çok önemli bir konuma kavuşuyor. Türkiye’nin yakaladığı bu mukayeseli avantajı gereği gibi kullanıp kullanamayacağını zaman gösterecek ama Türk kamuoyuna yön veren aydınların önemli bir bölümünün konjoktürü ideolojik körlükten kurtulup doğru okuyabildiklerini hiç zannetmiyorum.
* * *
İdeolojik körlük sayesinde bir haber nasıl berhava edilir, bugün onun denemesini yapacağım.
Kullanacağım metot komplo teorisi!
Metodun özü popülist sorular sorup, kendi cevap verip riske girmeden, muhataba ima yolu ile cevap verdirmektir.
* * *
Örneğin:
Milliyet Gazetesi yazarı Yasemin Çongar’ın haberi diyor ki:
‘ABD Başkanı George W. Bush... AB liderlerine Türkiye’nin üyeliği için açıkça lobi yaptı. Bush...ortak basın toplantısında verdiği ilk siyasi mesajı Türkiye’ye ayırdı. Bush, ‘Türkiye, demokrasi ve Müslüman kimliği başarıyla kaynaştıran gururlu bir ülke... AB, Türkiye’nin tam üyeliğini sağlayacak müzakereleri başlatmalıdır’ dedi.’
* * *
İdeolojik körlük bu haberi yanlışlamak için didik didik edecek, öte yanda Washington’da yapılmayan toplantıları yapılmış gibi göstermeye inatla devam edecektir.
* * *
Berheva hareketine önce Yasemin Çongar ile başlamak lazım. Bilinen gerçek Milliyet’in Washington muhabiri arkadaşımızın Türk medyasındaki en parlak gazetecilerden birisi olduğudur. Kimse mesleki namusu hakkında da söz söyleyemez.
O halde ne yapmak lazım?
Kışkırtıcı sorular sormak, akılları karıştırmak; sorulan sorulara, sorunun içinde ima edilen cevabı okurun kendisinin bulmasını temin etmek lazım:
- Bunca yıldır Washington’da oturan Yasemin Çongar’ın bizim bilmediğimiz ilişkileri ve çıkarları olmadığını kim garanti eder ki?
* * *
Sonra George W. Bush’a vurmak lazım. Sanki Bush koskoca bir devletin başkanı değilmiş ve sadece şahsı adına hareket ediyormuş gibi davranabiliriz.
- Zaten Irak Savaşı’nı yüzüne gözüne bulaştıran, verdiği sözleri zaman zaman tutmayan bir adamın bu kez de yalan söylemediği ne malum?
Hemen bu noktada komplo teorisi bağımlısı okurun şablonunu okşamak gerekir.
- Bilindiği gibi ABD emperyalist bir ülkedir ve tek amacı bizi sömürmektir. Şimdi bu sözleri söylüyorsa muhakkak içinde bir çapanoğlu vardır.
* * *
Gelelim en can alıcı noktaya. Komplo teoristleri yıllardır ‘Bu ülkeye demokrasi gerekirse onu da biz getiririz!’ derken ve dahi ‘İslam ile demokrasi öldüm Allah bir araya gelemez’ diye tuttururken ülkeyi AB’ye kendilerinin değil, hasımlarının taşıması onları iyice zıvanadan çıkarıyor.
O halde hüküm cümlesi şöyle olmalıdır:
- Olamaz mirim, olamaz! Demokrasi ile İslam bir araya gelemez. Demek ki Bush Türkiye’ye şeriat getirecektir!
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2004
<B>ABD </B>Başkanı <B>George W. Bush’</B>u ülkemizde misafir etmeye hazırlanırken çeşitli duygular içindeyiz. Kimimiz Bush’a kızıyor, hatta ondan nefret ediyoruz. Akıl yerine kullandığımız şablonda genel doğrular var ve Bush’un ABD adına izlediği genel politika o şablona ters düşüyor.
Şablona göre üretilecek tek öneri ‘Bush go home!’.
Bu öneri hiçbir işe yaramasa da, şablona göre alınacak tek tedbir Bush’u ülkeden kovmaktır!
Bu insanların yarattığı ortamdan sadece terör beslense, halk otobüsünde bizzat halk ölse, Kapalıçarşı esnafı onları kapı dışarı kovsa dahi, onların tek tepkisi var:
‘Bana ne, bana ne!’
* * *
Diğerleri ise ‘kork ve korkut cumhuriyetinin’ birer neferi olarak habire ABD’nin Bush ziyareti sırasında bizden neler isteyeceğini yazıyorlar. Hatta ABD’nin, ‘Böyle bir toplantı olmadı, adı geçen kişiler o tarihte ABD’de bile değildiler’ açıklamalarına rağmen isim vererek Washington’da yapılan toplantıda Kürt Federasyonu konusunda kimlerin ne konuştuğunu satır satır yazıyorlar. Ancak, nedense ABD’nin açıklamasına bir satırlık olsun yer vermiyorlar, ‘ABD açıklama yaptı ama yalan, biz haklıyız!’ dahi demiyorlar.
Onların da akıl şablonlarında ‘ABD emperyalist devlet, o hep aktif davranır, biz ise hep pasif kalırız’ diyen bir açılım var.
* * *
Dilerim ve umarım ki; başta Dışişleri olmak üzere devlet yetkilileri dünyada en zayıf dönemini yaşayan ama hálá en büyük olan ABD’den neler isteyebileceğimizin aktif hesabını yapıyorlardır.
Bu kez masaya bizim avantajlı oturacağımızın farkındadırlar!
Türkiye, ABD açısından nelerin vazgeçilmez olduğunu iyi hesap ederse, bu çerçevede onun zaaflarını ortaya koyup bu zaafların çözümünde nasıl yardımcı olabileceğini, bunun karşılığında neler isteyeceğini masaya yatırabilir.
* * *
ABD açısından temel vazgeçilmez/vazgeçilemez faktör, 21. yüzyılda da en büyük olarak kalabilmek için petrol havzalarına egemen olmak, bu uğurda dünyayı yeniden düzenlemektir.
Ayrıca ABD kendisine en büyük tehdidi oluşturan İslamcı terörü bizzat elleriyle yaratmış olsa dahi şimdi yok etmek için mücadele etmeye mecburdur.
Taktik alanda vazgeçilemezi ise, 1 Mart sonrası bizim yardımı reddetmemiz üzerine, Irak’ta en büyük yardımı aldığı Kürtlerin Kuzey Irak’ta federasyon kurmalarıdır.
Ancak, ABD bu dönemde şu zaafını da görmüştür.
Dünyaya yeniden düzen kurmaya tek başına gücü yetmemektedir.
O halde petrol kullanımını yine kendi denetimi altında tutmalı, ama paylaşmalıdır.
* * *
Ben Türkiye’nin Bush’la; Irak’ta kendisine yardımcı olabileceğini belirtip -bu kez BM şemsiyesi altında- karşılığında ise neler isteyebileceğinin pazarlığını en rahat yapabileceği bir dönemde olduğu düşüncesindeyim.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2004
<B>KASIM Cindemir</B>’in Washington’dan bildirdiğine göre, eski ABD Başkanı <B>Bill Clinton</B> kitapçı raflarına yeni çıkan <B>‘My Life’</B> (Hayatım) adlı kitabında diyormuş ki: ‘Türkiye, 21. yüzyıl dünyasında büyük etkisi olacak bir avuç ülkeden biriydi. Kıbrıs sorununu çözebilseler, bazen rahatsız bazen baskı altındaki Kürt azınlık ile uzlaşmaya varabilseler ve laik Müslüman demokrasi kimliğini koruyabilseler, Türkiye, Batı’nın Ortadoğu’ya açılan kapısı olabilirdi. Ortadoğu, yükselen radikal İslam dalgasına kurban düşerse, istikrar içindeki demokratik Türkiye, bu dalganın Batı’ya yayılmasını önlerdi.’
* * *
Clinton’ın ifadesi hem Türkiye için bazı öngörüler taşıyor, hem de ‘ele geçen fırsat kullanılmadı’ mealli bir olumsuzluk taşıyor.
Clinton’ın sözleri 2000’lere giden yıllar için geçerlidir. Ancak, Clinton’ın başkanlık döneminin bittiği yıllarda ve önemle 3 Kasım sonrası, Türkiye Clinton’ın ortaya koyduğu şartları birer birer yerine getirmeye başlamıştır.
Kimse inkár edemez ki, daha önce el yakan, kimsenin dokunmaya dahi cesaret edemediği Kıbrıs barışı ve Kürt realitesi konularındaki tabuları bu hükümet yıkmış, demokratikleşme konusunda dev adımlar atmıştır.
Nitekim; kendi ifadeleri ile ‘baş döndürücü hızla gerçekleştirilen reformlar’ çerçevesinde Avrupa Konseyi 1996’dan beri Türkiye’ye uygulanan ‘denetim süreci’ni büyük bir çoğunluk oyu ile nihayet kaldırmıştır.
Geriye ne kalıyor?
Bence geriye kalan en önemli mesele, Clinton’ın zamanlama nedeniyle doğrudan göremediği, ABD’nin Irak işgali ile ortaya çıkan Kuzey Irak meselesidir.
Türkiye; de facto haline gelen Kuzey Irak’ta bir Kürt federe devleti kurulmasını destekleyecek mi, yoksa hálá kırmızı çizgilerden mi dem vuracaktır?
* * *
Fikret Bila’nın zamanında detaylarını açıkladığı gibi; 1 Mart tezkeresini TBMM’den geçiremeyen Türkiye, bölgede tarihi bir fırsatı elleriyle yıkmıştır.
Şimdi Kürtler bölgede ABD için daha fazla güvenilir bir unsurdur.
İsrail’in bölgedeki faaliyetlerini ise bize bulaşır mı zehabı ile kuşkuyla karşılayabiliriz, ama İsrail’in İran ve Suriye politikaları nedeniyle, bizim kendi ellerimizle ittiğimiz bölgede faaliyet göstermesini reel politika açısından yadırgayamayız.
* * *
Veri koşullar altında Türkiye; güvenilir-güvenilmez diye papatya falı açmak yerine Kürtler için Şii ve Sünni Arap hasımlarla çevrelenmiş bir coğrafyada en önemli müttefikin Türkiye olacağını, Kürtlerin Batı’ya açılacak en önemli ayağının da yine ülkemiz olacağını görerek hareket etmelidir.
Son günlerde Abdullah Gül’ün Kuzey Irak’taki Kürt Federasyonu kurulmasına yeşil ışık yakan sözleri, Türkiye koşulları içinde hem çok cesur hem de çok doğru sözlerdir.
Türkiye bu kaçınılmaz gelişmenin mızıkçı bir seyircisi değil, aktif aktörü olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2004
<B>YENER Süsoy </B>gazetemizde pazartesi ve salı günleri yayınlanan keyifli röportajlarına bir yenisini ekledi ve bu hafta lezzetli bir sohbet çerçevesinde 28 Şubat’a ışık tuttu. Süsoy 28 Şubat’ın önemli isimlerinden emekli korgeneral İzzettin İyigün ile konuştu. Süsoy’a göre:
‘...Emekli korgeneral İzzettin İyigün’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki takma adı ‘çift beyinli’, kimileri ise ‘filozof’ diyor. Derin gören, derin düşünen, derin konuşan, derin yazan, derin heyecanlı bir asker.’
* * *
Sohbette İzzettin Paşa diyor ki:
‘28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüten, balans ayarını yapan benim. Öncesinden ne Karadayı’nın haberi vardı, ne de Çevik Bir’in. Sadece 3 kişi biliyorduk: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu Aktulga, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve ben.’
* * *
‘28 Şubat’ta tanklar neden Sincan’a gitti de kanlı Hizbullah’ın üzerine gitmedi?’ diye sorduğum için TCK’nın 159. maddesi çerçevesinde ‘6 yıl hapis’ istemi ile yargılanan ben, sorumun cevabını 6-7 yıl gecikme ile nihayet alıyorum. Meğer İzzettin Paşa ve arkadaşları öyle münasip görmüşler!
TSK hemen her fırsatta her türlü kararı emir komuta zinciri içinde aldığını açıklar. Ancak öğreniyoruz ki; 28 Şubat döneminde ‘emir komuta zinciri içinde karar almak’ sadece sözde varmış!
* * *
Çevik Bir Paşa emekli olduktan sonra onu hicivli bir dille siyasete davet ettiğimde TSK bundan alınmış ve ‘TSK emir erinden emekli komutanına kadar bir bütündür’ mealli yazılı bir açıklama yapmıştı.
Meğerse, ‘bütünlük’ de 28 Şubat döneminde geçerli değilmiş.
‘...O günlerde Hikmet Paşa GATA’da katarakt ameliyatı olmuştu, evinden Doğu Paşa’ya ‘İzzet Paşa yarın 80 tankla Sincan’dan geçsin’ diye emir vermiş. Doğu Paşa beni aradı; ‘Komutana bu hareketin suç olacağını, sorumluluğunun büyük olduğunu anlattım ama, ikna edemedim. İzzet Paşa son kararı sen vereceksin’ dedi... Genelkurmay’ın yürüyüşten haberi ancak 4 saat sonra oldu...’
Evde hasta yatağında verilen emirle, Genelkurmay’dan habersiz yapılan darbeli tank yürüyüşü!
* * *
Ben dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı Paşa darbe yapacak diye çok korkmuştum.
Aşağıdaki bölümü okuyunca ise çok güldüm:
‘...Çevik Bir ise sabah 08.00’de öğrendi. Doğu Paşa kendisini aramış, durumu Karadayı Paşa’ya iletmesini de söylemiş. Çevik de engeller endişesiyle yürüyüşü Karadayı’ya duyurmamış. Karadayı Paşa olayı ilk duyduğunda darbe zannedip korkmuş...’
Meğer o da birileri darbe yapacak diye korkar dururmuş!
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2004
<B>YÖK </B>yasası tartışılırken:1) İmam hatiplerin imam ve hatip yetiştiren <B>meslek okulları</B> olmadığını, her inançta olduğu gibi ve Anayasamızın da kabul ettiği (madde:24) şekilde <B>‘din ağırlıklı eğitim talebi’</B> olan insanlara hizmet veren kurumlar olduğunu; 2) İmam hatipler uğruna yok edilen ve ülkenin omurgasını besleyen Meslek Liseleri’nin 8 yıllık mecburi eğitim nedeni ile artık meslek erbabı yetiştiremediğini;
3) Bir standart test olan ve zaten normal liselerin müfredatına göre hazırlanan ÖSS’de bu okullar için katsayı uygulamasının akıl dışı olduğunu -TÖSEV araştırması da imam hatiplilerin ÖSS’de kendi branşları dışında pek okul kazanamadığını gösteriyor- savundum.
Hükümet sonradan çark etse de bu görüşlerimde hálá ısrarlıyım. Zaten, bugüne dek ileri sürdüğüm gerekçelere itiraz eden de olmadı. Ancak...
*
Benimle bu konuda tartışan insanların ideolojik olarak zihniyet haritasına nakşedilmiş temel korkularını yenemedim.
- Necmettin Erbakan imam hatipliler için ‘onlar bizim arka bahçemiz!’ dememiş miydi?
*
İmam hatip mezunlarının hepsinin Erbakancı olmadığını, hatta giderek Erbakan’dan büyük kopmalar olduğunu, rakamların dahi; her ne demekse, ‘imam-avukat’, ‘imam-bürokrat’ vb. sayısının çok düşük olduğunu gösterdiğini hemen herkes kabul ediyor ama Erbakan’ın zihinlere nakşettiği ‘potansiyel korkudan’ da kurtulamıyor.
‘Onlar bizim arka bahçemiz’ sözü Türkiye’nin her köşesinde, eski RP’liler dışında her türlü görüş, inanç ve cinsten insan tarafından ortak korku korosu olarak seslendiriliyor.
*
Karşısında çaresiz kaldığım bu söz bana AİHM’nin RP hakkındaki kararını hatırlattı.
Ben o dönemde RP’nin şeriat düzenini savunan bir programı ve uygulaması olmadığı savı ile AİHM’nin RP’nin kapatılma kararını bozacağını zannediyordum.
Ancak, AİHM tersine karar verdi!
Karar da benim demokrasi anlayışı dağarcığıma yeni bir katkıda bulundu.
Karar mealen diyordu ki: Bazı RP’lilerin sarf ettiği sözler toplumda korku yaratmıştır ve Anayasa Mahkemesi RP’yi ikaz edene dek parti bu korkuyu bertaraf etmek amacı ile hiçbir şey yapmadığı için kapatılmayı hak etmiştir. (RP nahoş sözleri sarf eden üyelerini ancak Mahkeme’nin ikazından sonra ihraç etmişti!)
Korkuyu yaratan ve insanların korkmasına neden olan; korkuyu istemeden yaratsa, hatta korku tamamen yersiz olsa dahi onu bertaraf etmekten bizzat kendisi sorumludur!
*
Basit bir anlatımla; karar diyor ki, eğer birileri uysal köpeğinizden korktuğunu beyan ediyorsa, köpeği denetim altına almak sizin görevinizdir, o kişi korkusunu kendi kendisine yenmek zorunda değildir.
*
Necmettin Erbakan şahsını tehdit altında görene dek, başkalarının tehdit algılamasına itibar etmemiştir!
İmam hatipli gençlere en fazla zarar veren insan maalesef Necmettin Erbakan’dır!
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2004
<B>TATARİSTAN </B>Cumhuriyeti Ticaret ve Dış Ekonomik İlişkiler Bakanı <B>Hafız M. Salihov </B>ve Türkiye Yetkili Temsilcisi <B>Ramil Mavlyutov </B>ile bir görüşme yaptım. Yetkililer; görüşmede Türkiye’de yanlış veya eksik anlaşılan bilgileri düzeltmek istediklerini beyan ettiler.
Bir türlü becerilemeyen özelleştirme işlemlerinin Türkiye’de hukuki boyutundan çok ideolojik boyutunun öne çıktığına inanan bir kişi olarak verdikleri bilgileri aynen naklediyorum.
* * *
1) İhaleye Zorlu Holding ile oluşturduğu konsorsiyumla katılan ve Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı Tataristan Başbakanı’nın yaptığı Taftnet Petrol Şirketi, Rusya’nın en eski ve 6. büyük petrol şirketi imiş. Tataristan merkezli şirket bugüne dek 3 milyar ton ham petrol üretimi yapmış. 1 milyar ton rezervi ve 24 milyon ton yıllık imalatı varmış.
2) Taftnet’in yüzde 31’i Tataristan Hükümeti’ne, yüzde 8’i çalışanlara, yüzde 18’i yabancılara (New York ve Frankfurt borsalarında işlem görüyor) ve yüzde 43’ü Rus halkına ait.
3) Taftnet, Rus şirketi olduğu için yapacağı yurtdışı ödemelerde Rus Merkez Bankası’ndan izin almak zorunda olacağından; ihale sırasında zorunlu ödemeleri anında yapabilmek (örneğin 30 milyon dolarlık teminat mektubunu anında vermek) amacı ile gerekli izinler alınarak ihaleye Taftnet’e bağlı Efromov Kautchuk Gmbh şirketi katılmış.
4) Kimilerinin posta kutusu, hatta kara para aklama şirketi olduğunu iddia ettiği Taftnet’in dış pazarlama şirketi olarak görev yapan Efromov, Alman yasalarına göre kurulmuş, Almanya merkezli, 12 yıllık bir şirket. 2003 cirosu 1.5 milyar dolar. Şayet TÜPRAŞ’ı devralırsa; Türk, Rus ve Alman hükümetlerinden alınan izinler çerçevesinde şirketi Taftnet’e devredecek.
5) TÜPRAŞ ihalesi için 10 adet uluslararası ve yerli petrol şirketleri ve yerli holding şartname almışlar, ihaleye ise sadece iki şirket (Taftnet ve Çukurova) katılmış.
6) 24 Ekim 2003’teki ilk basamakta Taftnet 600 milyon dolar önermiş. İhaleden evvelki son gün olan 12 Ocak 2004’te teklifini 1 milyar 10 milyon dolara çıkarmış. 13 Ocak’taki ihale gününde ise 1 milyar 300 milyon dolarlık teklif vermiş.
7) Taftnet’in hukukçuları, ihalede hiçbir hukuki hata olmadığı konusunda ısrarlı imişler.
* * *
8) TÜPRAŞ’ta 5 bin kişi çalışıyormuş. Giydirilmiş maliyeti işçi başına yıllık 40 bin dolar imiş! Bu rakam Türk sanayi sektörünün işçi maliyetlerinin çok üzerinde. Türkiye’de yabancı sanayi şirketlerinin dahi ortalama giydirilmiş yıllık ücretleri 5 bin-6 bin dolar civarında.
Özelleştirme karşıtı tavırda kilit nokta burası!
9) Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde altın hisse süresiz kalacağı için ihaleden sonra devlet istediği anda yönetime el koyabilir.
* * *
Yeni Petrol Kanunu’na göre 1 Ocak 2005’ten itibaren dağıtım şirketlerinin sattıkları petrolün yüzde 60’ını TÜPRAŞ’tan alma mecburiyetleri ortadan kalkıyor. Açıkçası yılbaşından itibaren TÜPRAŞ’ın imtiyazlı tekeli yok oluyor.
Bu tarihten itibaren bir kamu şirketi olarak TÜPRAŞ’ın satış değerinin hangi seviyelere düşeceğini merak ediyorum.
* * *
Kendi kişisel çıkarlarını korumak amacı ile ihalelere engel olan ve bu şirketlerin milyarlarca dolar değer kaybına neden olan insanlardan ne zaman hesap sorulmaya başlanacak?
Yazının Devamını Oku