Cüneyt Ülsever

Ahmedinecad’ın temsil ettiği akıl!

30 Haziran 2005
<B>İRAN’</B>ın yeni Cumhurbaşkanı<B> Mahmud Ahmedinecad</B>’ın temsil ettiği <B>paradigma </B>(dünyayı/yaşananı algılama modeli) <B>din </B>ve <B>dünyanın</B> aynı/tek model ile kavranması gerektiğini söylüyor. Ahmedinecad, Şii yaklaşımıyla bazı temel farklar taşısa da, İslam’daki temel tartışmalardan ‘din, devlet yönetimine karışır mı?’ sorusuna kesin ve net ‘evet’ cevabı veren kanattan.

Teokratik eğilimi gereği dini ile ladini (laik) dünya arasında ayrım yapmak ne kelime, militan bir birleştirme misyonu taşıyan düşüncesi, ‘Müslüman olmayan’a ladini dünyada dahi özgür bir alan bırakmıyor.

Ahmedinecad’ın algıladığı Batı laik maddeciliğe, modernitenin bilimsel aklına ve ahlak felsefesinin eksikliğine dayanıyor.

Bu koordinatlar Hıristiyan ve Yahudi Batı’yı, inanç ve sabra sarılmış, (yüce gerçeğe doğru) yürüyüş sırasında (iki dünya arasında) denge kurmayı hedefleyen İslam’dan kesin çizgilerle ayırıyor.

Bu algılamada bilimsel aklın ulaştığı; hukukun üstünlüğü, bireysel özgürlükler ve özü itibarıyla demokrasi gibi kavramlar tıpkı laiklik gibi dini ve ladini ayrımı yaptığı ve (haddini aşan) insan tarafından ‘uydurulduğu’ için İslam’a inanan gerçek insana uzak kavramlardır!

* * *

Kimse aldanmasın; Ahmedinecad ve hatta Hatemi’nin kullandığı ‘bizde İslami demokrasi var’ söylemi, elitin üstünlüğüne (ulema-molla) dayanan, millete sadece elit arasından seçme özgürlüğü tanıyan bir anlayıştır.

Çoğunluğun istediğinin seçilmesi, demokrasinin eksik ve hatta tek başına tehlikeli bir boyutudur.

Demokrasinin mihenk taşı, seçimlerin iktidarı değiştirebilmesidir.

İktidarın teklifini çoğunluk oyuyla kabul etmek, demokrasi değildir.

* * *

İslami demokrasi de iktidarı değiştirmeye katiyen müsaade etmeyen bir rejim olduğu için ‘tek partili seçimlere’ dayanan komünist-faşist rejimlerden katiyen farklı değildir.

İslam, her dinde olduğu gibi, hem demokratik hem de antidemokratik öğeler taşır. Önemli olan; dini ve ladini olanı ayırt edecek Müslüman’ın demokrasiyi İslam’a değil, İslam’ı demokrasiye uyarlamasıdır!

* * *

Bunları neden yazdım? Ahmedinecad’a övgü düzen Türk şeriatçılar beni ilgilendirmiyor; ama Ahmedinecad’ın antiemperyalist söyleminden etkilenen Türk solculara çok şaşıyorum da ondan!

* * *

İran’da Mahmud Ahmedinecad’ın seçilmesi Türkiye için çok önemli.

Türkiye bu dönemde ABD ile İran arasında daha beter kalacak.

Şu öngörülerimi, ileride sınamak üzere isteyenler not alsınlar:

1) Ahmedincad’ın dini ve ladinî ayrımı yapan Türkiye’ye olumlu bakması mümkün değildir.

2) Bugüne dek ekonomik alanda başarılı olan hiçbir İslamcı ülke olmadığı gibi, kapalı toplumun yarattığı ve sadece elitlere (molla) refahı gasp etme (yolsuzluk) şansı tanıyan bir rejimi, onun bağrından çıkan Ahmedinecad değiştiremez.

3) Ahmedinecad içeride başarısız oldukça dikkatleri dışarıya çekmeye çalışacaktır.

4) İran’ın nükleer araştırmalarını milli gurur meselesi yapmak çok işine gelecektir.
Yazının Devamını Oku

İran’da en çok ABD sevindi!

29 Haziran 2005
<B>İRAN’</B>da seçimleri sürpriz bir şekilde <B>Mahmud Ahmedinecad</B>’ın kazanması muhakkak ki ona oy veren İranlıları çok sevindirdi. Ancak, eminim seçim sonuçlarına bıyık altından gülerek çok sevinen başka bir unsur da <B>ABD</B>’yi yöneten <B>yeni-muhafazakárlardır</B>. Neden? Şimdi ABD’nin İran politikalarına uluslararası meşruiyeti sağlayacak en önemli gelişim İran’ın başına koyu muhafazakár / şeriatçı Mahmud Ahmedinecad’ın seçilmesidir!

Nispeten ılımlı bir liderin (Rafsancani) seçilmesi ABD’nin İran politikalarını daha zor hazmedilir hale getirirdi. Hele hele Rafsancani’nin reform söylemleri İran’ın elini önemle Avrupa’da rahatlatırdı.

Ahmedinecad, özellikle nükleer araştırma çalışmalarında Avrupa’dan şimdiye dek zımni olarak da olsa aldığı desteği alamayacak.

* * *

Tahminlerime göre Ahmedinecad ABD ile ilişkileri beter zora sokacak. Neden?

İvedilikle ideolojik görüşleri nedeniyle değil!

Ahmedinecad, büyük ihtimalle, kendi kazdığı kuyuya düşmeye aday!

Ahmedinecad, seçim stratejisini ülkede hüküm süren fukaralık, gelir dağılımındaki zorluklar ve yolsuzluklara bağladı.

Katiyen görüşleriyle değil; ancak kronolojik olarak Mahmud Ahmedinecad ile Recep Tayyip Erdoğan’ın yükselişlerinde büyük benzerlikler var.

Her ikisi de büyük şehirlerde fukaraya dönük başarılı politikaları ile sivrildiler. İkisi de yolsuzluk söylemi üzerine oturdular. İkisi de ekonomik itilmiş ile sosyolojik kakılmışın aynı kişiler olduğunu çözdüler.

Büyük ihtimalle ikisinin de ortak engelleri dış politikaları ve gelir dağılımına yönelik çaresiz politikaları olacak!

* * *

Ahmedinecad’ı var eden koşullar esasında iki boyutlu:

1) Mahmud Ahmedinecad (dünyevi) ekonomik dağılımdaki başarısızlığa ve buna bağlı yolsuzluklara panzehir olma iddiasını vurguladı.

2) Aynı zamanda mollalardan büyük maddi-manevi destek aldı.

* * *

İşte iddiam odur ki; seçimlerde lehine hareket eden bu ikilem ileride başının belası olacaktır!

Zira, halkın şikáyet ettiği yolsuzluk ve sefil ekonomik düzen İran’ı gerçekte yöneten, Ahmedinecad’a da can simidi olan molla düzenidir!

İran’da ‘bal tutan parmak yalar’ hesabıyla yolsuzlukların ana kaynağının mollalar olduğunu, demokratik denetimden zerre kadar nasibini alamayan ülkede Rafsancani’nin de iktisaden kokuşmuş molla düzenini temsil ettiği için insanların büyük bir kısmının sandık başına gitmediğini, Ahmedinecad’a oy verenlerin de tıpkı 3 Kasım Türkiye seçimlerinde olduğu gibi yolsuzluklara karşı ‘negatif’ oy kullandıklarını şimdi hepimiz biliyoruz.

* * *

Ahmedinecad kendi bindiği dalı mı kesecek?

Kendini var eden ve kendisinden çok daha güçlü mollaları mı alt edecek?

Bu dönemde ABD’nin Ahmedinecad’ın karın boşluğuna çalışacağını, ülkedeki ekonomik sorunları kaşıyacağını (örn: genel grev) beklemek gerek!

ABD şimdi Ahmedinecad ile mollaları birbirine düşürmeye çalışacak!

(Yarın devam)
Yazının Devamını Oku

Dibimizdeki nükleer tehlike: Mahmud Ahmedinecad

27 Haziran 2005
<B>BİR </B>yanda dünya lideri ABD... Öte yanda, şimdi daha da koyu bir şeriatı savunan İran.<br><br>Arada Türkiye. ABD, kendi egemenliğine en sert darbeyi vuran İslamcı terörün çıban başı olarak İran’ı görüyor. İran ve Kuzey Kore’nin geliştirdiği nükleer silahların, bir gün muhakkak terörist grupların ellerine geçeceğine veya verileceğine inanıyor.

Gazetelere göre; 2003’te Tahran Belediye Başkanı seçilinceye kadar pek fazla tanınmayan, orta sınıf bir ailenin 7 çocuğundan biri olarak Tahran’da doğan, dini lider Ali Hamaney’e bağlı yeni nesil muhafazakár siyasetçilerin başında gelen eski Devrim Muhafızları Ordusu üyesi 48 yaşındaki Mahmud Ahmedinecad ise Washington’un aksine iddialarına rağmen, nükleer silah geliştirmeyeceğine dair söz vermekle birlikte; İran’ı şu veya bu şekilde nükleer güce sahip bir ülke yapacağını gizlemek ihtiyacı duymuyor. Seçimlerde bu tercihin açık savunuculuğunu yaptı:

‘Nükleer enerji, İran halkının bilimsel gelişmesinin sonucudur ve hiç kimse bir milletin bilimsel gelişmesinin önüne geçemez. İran halkının hakkı çok yakında bu hakkı inkár edenler tarafından da teslim edilecektir.’ (The New York Times-26.06.05)

1979 İran İslam Devrimi ilkelerini katı biçimde izleyen Besiç adlı dini milis grubunun yetkililerinden biri olan Ahmedinecad, nükleer teknoloji geliştirme konusunda uluslararası baskılara boyun eğmemek gerektiğini de belirtiyor. ABD karşıtlığının yanı sıra İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak AB ile yapılan görüşmelere de pek sıcak bakmıyor.

* * *

Ahmedinecad’ın seçiminden önce; ılımlıların bir nebze olsun İran’da söz sahibi olduğu dönemde dahi, ‘her ne şekilde olursa olsun İran’daki rejimi devireceğini’ söyleyen ve bu uğurda askeri güç kullanıp kullanmayacakları sorulduğunda:

- Kara kuvvetlerini kullanmayı düşünmüyoruz, diyerek cevaplayan ABD, şimdi ılımlıların son izlerinin dahi silindiği bir İran ile karşı karşıya!

* * *

İran seçimlerinden sonra iki arada bir derede sıkışan Türkiye, ABD’nin tavrını bir kenara koyun; kendi bölgesinde, hatta bizzat sınırında dünyaya bakış açısı kendisiyle tamamen zıt, bölgede üstünlük iddiası taşıyan, köklü ve güçlü devlet geleneğine sahip, istihbarat, karşı-espiyonaj ve dezenformasyon konularında mahir, nükleer güç sahibi olmayı hedefleyen ve bu uğurda kat ettiği mesafeyi şimdi daha da ileri götüreceğini açıkça söyleyen bir komşuyla karşı karşıya.

Bölgesinde emperyal politikalar güden ve ideolojik keskinliği ön plana alan bir rejimin, nükleer silah üretmeyeceğine dair sözlerini Türkiye bir ‘garanti’ olarak göremez.

Nükleer gücün varlığı, tehdidin bizzat kendisidir!

Terörle açıkça işbirliği yapan bir ülkenin, nükleer gücü gizli ortaklarına kaptırmayacağına veya sıkışınca teslim etmeyeceğine kimse garanti veremez!

* * *

Seçimleri dünyevi vaatlerle kazanan ve fukaralığa merhem olma iddiasıyla ortaya çıkan Ahmedinecad’ın, refaha dair sözlerini (büyük ihtimalle) tutamama durumunda dikkatleri uluslararası çelişkilere çekmeyeceğini kimse Türkiye’ye garanti edemez.

Ahmedinecad döneminde Allah Türkiye’nin yanında olsun!
Yazının Devamını Oku

İlaç sektöründe araştırma-jenerik dengesi şarttır

25 Haziran 2005
<B>ARAŞTIRMACI </B>ilaç firmaları, dünyada ilaç sektörünün ana motoru. Yeni ilaç keşfi için dünyada her yıl 50 milyar dolar harcanıyor. Bunun 38.8 milyar dolarını ABD harcıyor.

Sadece Pfizer’in bir laboratuvarında 7000 araştırmacı, 800 mucit çalışıyor.

ABD’nin, federal hükümete bağlı, yeni tedaviler geliştirmekle görevli tıbbi araştırma merkezi Ulusal Sağlık Enstitüsü (NIH) federal bütçeden beher yıl 27.6 milyar dolar kullanıyor.

NIH’in ana merkezinde, aralarında 60 Türk’ün bulunduğu 6000 araştırmacı çalışıyor. NIH her yıl dünyada 3000 araştırma kurumuna, 200 bin bilim adamına yeni buluşlar için mali yardım yapıyor.

* * *

Bu çalışmaların katkısıyla insan yaşamının hem süresi, hem kalitesi artıyor.

Daha iyi hijyen şartları, daha iyi beslenme koşullarıyla birlikte yeni keşfedilen ilaçlar sayesinde bu yüzyıl başında 48.8 olan ortalama insan ömrü artık 80’ler mertebesine ulaşmış vaziyette.

Nitekim, sadece 1960 ile 2002 yılları mukayese edildiğinde; doğumda yaşam beklentisi ABD’de 69.9’dan 77.1’e, İngiltere’de 70.8’den 78.1’e, Kanada’da 71.4’ten 79.7’ye, Polonya’da 67.8’den 74.6’ya, Portekiz’de 64.0’dan 77.2’ye, Türkiye’de de 48.3’ten 68.6’ya yükselmiş durumda.

* * *

İnsanlığın ilaç sektöründen iki talebi var:

Ucuz ve sürekli geliştirilen etkin ilaç!

Bu noktada, ilaç sektörüne ve bu sektörde faaliyet gösteren şirketlerin yapılarına biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bilindiği gibi, ilaç sektöründe esas olarak iki tip şirket var: Araştırma-geliştirme odaklı şirketler ve jenerik ilaç şirketleri.

Araştırma odaklı ilaç şirketleri, yeni tedavilere yönelik yeni moleküller keşfediyor ve bunların patentini almak için başvuruyor. 20 yıllık patent hakkının alınmasıyla birlikte, molekülün ilaca dönüşmesi için yeni bir araştırma süreci başlıyor. Her bir molekül için ortalama 12-15 yıl süren ve molekül başına ortalama 880 milyon dolar yatırım gerektiren bu süreç sonunda; molekül ilaç halini almış olarak tıbbın hizmetine sunulabiliyor.

İlacın tıbbın hizmetine sunulmasından sonra, geriye kalan patent ve/veya veri koruması süresi ise araştırmacı firmanın, yaptığı yatırımın karşılığını almasını sağladığı gibi, yeni ilaç araştırmaları için de kaynak yaratıyor. Orijinal ilacın patent ve/veya veri koruma süresinin dolmasıyla birlikte ise devreye jenerik ilaç üreticisi şirketler giriyor. Bu şirketler tarafından üretilen ve orijinal ilaçlarla aynı etkiye sahip jenerik ilaçlar, araştırma ve geliştirme yatırımı içermediğinden dolayı, daha ucuz ve daha yaygın olarak toplumun hizmetine sunuluyorlar.

* * *

Hem yeni ilaçlara kavuşabilmek, hem de bunlara mümkün olduğunca ucuza ulaşabilmek için ilaç sektöründe araştırmacı şirketler ile jenerik ilaç üreticilerinin bir arada yaşaması şart. Ne araştırmacı şirketler kendilerini tembelleştirecek şekilde ömür boyu keşfettikleri ilaç üzerinde tekel sahibi kalabilmeli, ne de jenerik ilaç şirketleri araştırmacı şirketlerin araştırma yapma hevesini ellerinden alabilmeli!

Bu denge de ancak patent ve fikri mülkiyet haklarının birlikte mevcudiyeti ve korunmasıyla kurulabilir.
Yazının Devamını Oku

Müjde... Müjde... Kansere çare bulunuyor!

23 Haziran 2005
<B>13-19 Haziran 2005 </B>tarihleri arasında Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği’nin <B>(AİFD)</B> davetlisi olarak birkaç gazeteci arkadaşla birlikte <B>ABD</B>’de <B>‘ilaç ve sağlık sektörü’</B> üzerine bazı ziyaretler yaptık, bazı konferanslar dinledik. Bu gezi ‘bilim’in olağanüstü büyüsüne kapılmış bir kişi olarak, benim için adeta bir hayal álemine daldığım bir gezi oldu.

Bilimin ne olduğunu; nasıl bir zahmet, emek, akıl, sabır ve maddi kaynak istediğini bu gezi sayesinde bir kez daha anladım.

* * *

Ailesi içinde önemli sayıda üyesini kanser hastalığı nedeniyle kaybetmiş birinin yaşadığı vesveseler ile baş etmeye çalışan bir insan olarak aşağıdaki cümleleri bizzat uzmanlardan duymak, çok ama çok moral verici. Ben anladıklarımı mealen naklediyorum. Basit ifadelerim için ilgili bilim adamlarından özür dilerim:

1) Kansere neden olan faktörleri çözmekte fazla adım atamadık. Ancak, kanserin yayılmasına neden olan faktörlere karşı önleyici tedbirler geliştirmekte çok büyük adımlar attık.

2) Kanserin kalıtımsal ilişkileri çok zayıf. Meme kanserinde etki takriben yüzde 7-8 iken, akciğer kanserinde hiçbir kalıtımsal bağlantı kuramıyoruz.

3) Akciğer kanserinin en önemli nedeni yüzde 80-85 oranında sigara tiryakiliği olduğu gibi tüm kanserlerde sigara tiryakiliğinin yüzde 25 civarında bir etkisi olduğunu düşünüyoruz.

Dünyanın en büyük ilaç firması Pfizer’in sahip olduğu dünyanın en büyük ilaç araştırma merkezi Groton Laboratuvarları’nda dünyanın en ileri kanser çalışmaları yapılıyor.

İcatlar bölümü başkan yardımcısı ve 27 yıllık kanser araştırmacısı Dr. Mike Morin, ‘kanserin önümüzdeki 5 yıl içinde tıpkı şeker hastalığı gibi tedavi edilemeyen ama belirli ilaçlarla bir ömür boyu beraber yaşanan ölümcül olmayan hastalıklar kategorisine düşeceğini’ büyük bir inançla söylüyor. O, hayatını adadığı kanser çalışmalarının sonucunu ölmeden önce alacağına inanıyor.

Aynı laboratuvarda görev yapan başka bir mucit-bilim adamı, Kanser Biyolojisi Direktörü Dr. Bruce D.Cohen de aynı bilgileri teyit ediyor.

* * *

Söylenmesi bu kadar basit ama ulaşılması neredeyse çok yakın tarihte imkánsız görülen bu sonuçların arkasında ne yatıyor?

Bilim ve ona karşı gösterilen saygı; hak ettiği emek, zaman ve para!

Dünyada her yıl bilimsel araştırmaya tam tamına 550 milyar dolar yatırılıyor. Türkiye’nin tüm toplam araştırma bütçelerinde payı sadece 650 milyon dolar (yüzde 1!).

Yeni ilaç keşfi için yapılan araştırmalara beher yıl harcanan para ise 50 milyar dolar! Bu paranın 38.8 milyar dolarını ABD (yüzde 78), geri kalanını ise (yüzde 22) diğer ülkeler harcıyor.

ABD’de harcanan 38.8 milyar dolara karşılık geçen yıl ilaçlara ruhsat veren ABD kurumu FDA, sadece 38 ilaca ruhsat vermiş.

2004 yılında piyasaya çıkmadan önce beher ilaç ABD’ye ortalama 1 milyar dolar yük getirmiş!

İlaca neden çok para veriyoruz? Araştırmacı ilaç firmaları neden bu kadar önemli?

Eğer kendi hayatıyla ilgileniyorsa; toplumun bu sorulara makul cevaplar vermesi şart!

(Cumartesi devam edeceğim)
Yazının Devamını Oku

Türban meselesiyle ilgili somut bir öneri

22 Haziran 2005
<B>SON </B>günlerde yaptığı gibi Türkiye; <B>‘Kuran emri olan başını örtme’ </B>ile bunun sadece bir <B>şekli</B> olan, ancak <B>diğerleri </B>tarafından <B>AİHM</B>’nin de kabul ettiği şekilde <B>özgürlüklerine</B> <B>tehdit</B> olarak algılanan <B>türban</B> arasında bir ayırım yapabilirse; sanırım en önemli sorunlarımızdan olan <B>uzlaşmama geleneğini </B>kıracağız. * * *

Ülkeyi karpuz gibi ortadan bölen bu konuda iki tarafa da sorumluluk düşüyor.

Bir yıldır ısrarla savunduğum gibi:

i) Kastetmeseler dahi, türban takanlar karşı taraf içinde önemli bir oranın türbanı bir simge ve dolayısıyla tehdit olarak algıladığını,

ii) diğerlerinin de Kuran emri olarak önemli oranda Müslüman kadınların dünyanın her yöresinde ve dahi Türkiye’de başlarını örttüklerini (başörtüsü kullandıklarını), başörtüsünün herhangi bir tehdit unsuru taşımadığını,

iii) her iki tarafın da kamusal görev yapan görevlilerin ayrımcılık duygusu yaratmamak için dini (örn: türban), kültürel (örn: poşu) simgeler kullanmamasını kabul etmeleri gerekiyor.

* * *

Bu konuda herhangi bir hukuki düzenleme yapmadan önce Türkiye’nin eferversan aspirinin suda yavaş yavaş ama tüm kimyevi süreci yaşayarak erimesi gibi bir genel mutabakat (konsensüs) süresi yaşaması gerekiyor.

Hukuki düzenleme arkadan gelecektir.

Ancak, meselenin çözülmesi için ne referanduma, ne de Anayasa değişikliğine ihtiyaç var!

Türban yasağı; üniversitelilerin kılık ve kıyafetlerini tarif eden yönetmelikte yer alan ‘çağdaş giyim’ ibaresinin Anayasa Mahkemesi tarafından yorumlanıp, ‘türbanın çağdaş giyim sayılmaması’ pratiğine dayanıyor.

* * *

Şimdi düşünelim:

i) Referandum neyi oylayacak? Sadece kanaat ölçecek! Mutlaka başörtüsü lehine çıkacak kanaat belirlemesi ise neyi çözecek? AİHM kararına göre, nüfusun sadece %5’i bile türbanı tehdit olarak görmeye devam ederse, türban lehine her türlü düzenleme AİHM’de reddedilecek.

ii) Anayasa’nın hangi maddesi değişecek? Konu Anayasa’da yok ki! ‘Anayasa değişimi ile YÖK kalksın!’, deniyor. Bu niyet türban meselesinin çok üzerinde, çok daha geniş bir alanı kapsıyor. Üstelik, YÖK kalksa dahi üniversiteler yönetmenliksiz mi kalacak? Yönetmelikler ya aynen devam edecek, ya da yeniden yazılacak.

* * *

O halde yapılması gereken; eninde sonunda ilgili yönetmeliğin yeniden düzenlenmesidir. İlla ki bir mutabakat sağlandıktan sonra:

Kılık kıyafet yönetmeliğinin ‘çağdaş giyim’ ibaresine şu ibarelerin ilave edilmesi çözüm yaratabilir. (Mealen):

dini/kültürel sembol olarak diğerleri tarafından özgürlüklerine tehdit olarak algılanan (örneğin: türban) giysiler hariç olmak kaydı ile dini/kültürel kaynaklı örf ve adetlerimize uygun giyim tarzı çağdaş giyim dışında kabul görecek giyim tarzlarıdır.

Örf ve adetler çerçevesinde kullanılan giysiler arasında ve türban dışında hangilerinin özgürlüklerin tehdidi kapsamına gireceğine üniversitelerin yetkili organları teker teker karar vereceklerdir.
Yazının Devamını Oku

Nihayet başörtüsü ile türbanı ayırt ediyoruz

20 Haziran 2005
<B>ALLAH Erzurum Üniversitesi</B>’nde anneyi okula almayan <B>işgüzar idareciden</B> razı olsun. Önce haklı olarak hükümeti isyan ettirdi, zırva tavra karşı muhalefet gereken tepkiyi verdi, asker de benzer minvalde görüş bildirdi. Hemen herkesin birleştiği ortak nokta kimsenin başörtüsüne itirazı olmadığı yönünde. İtirazın; sadece ülkede çok önemli bir nüfus tarafından siyasi bir simge olduğu genel kabul gören türbana karşı olduğu belirginleşti.

29.06.2004
tarihinde AİHM; türbanı yüzünden okuldan atılan bir hanımefendinin itirazını reddedince bu köşede 03.07.2004, 05.07.2004, 08.07.2004 ve 10.07.2004 tarihlerinde bir dizi yazı yazdım. Benzer görüşlerimi her ortamda bildirdim.

AİHM kararlarının Türkiye’ye yol gösterici olduğunu ifade edip, ortak bir çözüm aranması gerektiğini ifade ettim.

Yazılarıma iki taraftan da kızgın yanıtlar gelmişti, o an itibarıyla toplum uzlaşmak istemiyordu.

Bir yıl sonra görüyorum ki, Erzurum Üniversitesi’nde haddini aşan bir görevlinin yarattığı mihnet belki de bir nimete dönebilir!

* * *

Hatırlatmakta fayda var; AİHM ısrarla diyor ki:

‘Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.

O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (türban-C.Ü.) tavırlara kısıtlama getirebilir.’

AİHM, kararının hemen her gerekçesinde ‘başkalarının tehdit algılaması’ kavramına başvuruyor ama ben özellikle şu gerekçeleri vurgulamak istiyorum:

‘Çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı demokratik toplumlarda; bir kişinin din veya inancını belli etmesi/göstermesi, diğer grupların çıkarlarının uyum içinde ifade edilebilmesi açısından ve herkesin inancına saygı duyulmasını garanti etmek amacı ile kısıtlanabilir...

...(diğer dinlerle ilgili eski AİHM kararlarına atıfta bulunularak)...dava kararlarında da görüldüğü gibi; demokratik toplumlarda, eğer bu durum diğerlerinin hak ve özgürlüklerine, kamu düzenine ve toplum güvenliğine ters düşüyorsa devletin İslami başörtüsü (türban) takılmasına kısıtlama getirmesini konvansiyon kurumları doğru bulmaktadır...’

* * *

Öte yanda Allah’ın Müslümanlara emri de diyor ki:

Nur süresi Ayet 31:

‘Mümin kadınlara da söyle:

Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar. Süslerini/ziynetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar... Ey müminler, Allah’a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz!’ (Diyanet meali)

* * *

Ayrıca yine devletin Diyanet İşleri’ne bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda her seferinde ‘başı örtmenin Kuran emri’ olduğunu teyit etmiştir.

Dilerim; ortak bir noktada buluşmak gerektiğini nihayet kavrarız!
Yazının Devamını Oku

Camp David ruhuna göre (III): AKP’nin stratejik derinlik yaklaşımı ne işe yarıyor?

18 Haziran 2005
<B>ENGİN </B>Güner’in 1991-Camp David toplantısı özel notlarına bakarak aktardığı bilgilere göre: 1) Stratejik ortaklık iki devlet arasında siyasi, ticari, ekonomik ve güvenlik ile dış politikayı kavrayan çok boyutlu bir ilişkidir.

2) Stratejik ortaklığın olmazsa olmaz şartı, tarafların ilişkiyi etkileyen herhangi bir eyleme geçmeden önce birbirleriyle istişare yapması gerekliliğidir. İstişare yapmadan eyleme geçilmeyecek ve mümkünse mutabakat aranacak.

3) (Ancak) taraflar, yine de kendi eylemelerinde serbestler. Egemenlik esastır! Eylem öncesi istişare şart ama mutabakat olmayabilir. İki taraf, 3. ülke(lerle) birbirinin ana politikalarını incitecek eyleme girmemeye dikkat edecekler.

4) İki devlet, dünya üzerindeki her konuyu gizlilik içinde birbirleriyle paylaşacaklar. Taraflar en azından entelektüel seviyede birbirlerini eşit görecekler, görüş alışverişinde bulunacaklar.

* * *

Türkiye Cumhuriyeti ise dış politikasında hem Recep Tayyip Erdoğan, hem de Abdullah Gül’e aynı anda servis veren Ahmet Davutoğlu’nun geliştirdiği ve adına ‘stratejik derinlik’ denen yaklaşımı uyguluyor. Ahmet Davutoğlu, her iki lidere de Dışişleri Bakanlığı’ndan bağımsız ve ayrı servis veriyor.

Stratejik derinlik yaklaşımı, her bir ülkeyle teke tek ve derinliğine uzanan bir ilişkiyi içeriyor. Uygulamada Ortadoğu ülkeleri ön planda.

İddiası, Türkiye’yi ABD’nin dümen suyundan kurtarmak ve ülkeye çok boyutlu ve şahsiyetli bir uluslararası kimlik kazandırmak!

Haliyle; Türkiye ‘derinlik’ anlayışına göre teke tek geliştirdiği ilişkiler öncesi ABD’yle istişare yapmak durumunda değil!

* * *

Bu anlayışa göre; ABD ile Türkiye arasındaki ikili ilişkiyi yakından etkileyeceği ayan beyan belli olan Türkiye-Suriye yaklaşımında Türkiye, ABD’yle istişare yapmak zorunda değildir.

Olsa olsa; Türkiye ABD’nin hassasiyetlerini göz önüne alabilir.

Nitekim, Türkiye böyle yaptığını; Suriye’yle görüşmelerinde Esad’a ‘yapma etme!’ dediğini beyan ediyor.

Suriye’yle eylemini önden ABD’yle enine boyuna tartışıp (istişare edip), belki de mutabakat elde edemeyince (madde 3 ve 4) ‘ben yine de şöyle davranacağım’ demeyi tercih etmiyor.

Böylece de yukarıda madde 3’ün son paragrafında ifade edildiği üzere;

‘İki taraf 3. ülke(lerle) birbirinin ana politikalarını incitecek eyleme girmemeye dikkat edecekler’ şiarını yok sayıyor.

(Madde: 4) Bilgi paylaşımı ve entelektüel tartışma ilişkide zaten ruhen yok!

* * *

Benim bu köşede son üç yazıda söylemeye çalıştığım şu:

Bir hükümet istediği politikayı, ücretini ödemek şartıyla vazedebilir. Garip olan kendi politikasını, olmadığı şekilde, ‘stratejik ortaklık’ olarak yutturmaya çalışmasıdır. Madem, Ahmet Davutoğlu adını öyle koymuş; hükümetin politikasına olsa olsa ‘stratejik derinlik’ doktrini denebilir.

Ancak, stratejik derinlik doktrinine göre, ABD de tıpkı Kuzey Irak’ta yaptığı gibi bizimle ‘Suriye ve İran eylemlerinde’ de: i) istişare etmek, ii) bilgi paylaşmak, iii) çıkarlarımıza dikkat etmek zorunda değildir!
Yazının Devamını Oku