1 Haziran 2005
<B>TAMAM;</B> Fransa’daki Anayasa referandumu sonucu, hatta Hollanda’da bugünkü referandumdan çıkacak benzer bir <B>‘hayırlı’</B> sonuç ve dahi Almanya’da seçimlerin Türkiye karşıtı <B>Angela Merkel</B>’i iktidara taşıması; <B>3 Ekim</B>’de Türkiye ile AB arasında <B>‘müzakerelerin’</B> başlamasına engel olamaz ama yaratacağı <B>domino taşı</B> etkisi ile müzakereleri çıkmaza sürükleyebilir. Türkiye bu süreçte ölümü görüp sıtmaya razı olan hastaya dönüşebilir!
* * *
Domino taşı etkisi nasıl işler?
1) Bugüne dek Türkiye; AB sürecinde verdiği mücadele açısından zaman zaman aksaklıklar yaşasa da, ‘anlayış gören’ bir tavırla izleniyordu. Eksik kalan yönleri hoş görülüyordu. Ancak şimdi ‘Türkiye karşıtı’ görüşlerin yavaş yavaş iktidara taşınması AB’deki tüm etkin güçleri ‘Türkiye’ye karşı tavizsiz tutum’ alma noktasına itebilir. ‘Türkiye’nin yaptığı reformlar önemli değil, zihinsel anlayışındaki değişimi takip etmek lazım’ diyenler daha etkin hale gelir. Müzakereler çok sertleşir.
2) Türkiye içindeki AB karşıtı güçler, AB’nin tavizsiz tavrını, ‘Bunların bizi istemediği iyice belli olmuştur’ türü bir söylemle Türkçe’ye çevirince, kamuoyu AB meselesinde her geçen gün daha karamsar hale gelir. AB vatandaşlarının ‘anti-Türkiye’ tutumu, pekálá Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını da giderek ‘anti-AB’ tutumlara daha fazla cevaz vermeye iter.
AB’den koparılamayan tavizler ‘etki-tepki’ mekanizmasını daha beter kışkırtır!
* * *
3) 17 Aralık’ta AB’den ‘meşruiyet sertifikası’ aldığına inanan T.C. Hükümeti, belki son gelişmeler karşısında uyanmaya başlamıştır ama 17 Aralık sonrası gelişen milli görüşçü tabanı memnun etmeye yönelik popülist politikalar şimdi hükümeti çok sıkıştıracaktır. Hükümet iki arada bir derede kalacaktır. Bir yanda ABD ve AB’yi, öbür yanda kendi tabanını memnun etmek için beyhude gayrete giren hükümet, kamuoyunda AB karşıtı görüşler yerleştikçe, AB ile taban arasında kalacaktır.
Bu durum hükümeti de ‘AB karşıtı’ politikalardan ziyadesiyle etkilenebilir hale getirebilir.
* * *
4) (Bazı yazarlar) ABD’nin bize AB önünde vereceği desteği işaret ederek, müzakerlerde hálá elimizin güçlü olabileceğini söylüyorlar.
ABD, AB önünde bize destek verebilir ama hangi şartlarla?
‘Al gülüm ver gülüm’ siyaseti Türkiye’nin önüne hangi faturaları koyar, koymaktadır?
Türkiye, ABD’ye ‘Suriye ve İran meselelerinin hallinde’ ne kadar yardımcı olabilir?
Eğer, Türkiye hálá Ortadoğu ve Kafkaslar’da ABD’nin müttefiki ise, ABD Ortadoğu ve Kafkaslar’daki olası gelişmelere karşı neden Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’dan üsler istemektedir?
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti önüne konacak faturanın ücretini ödeyebilir mi?
* * *
Hükümetin ateşle oyunu esas şimdi başlıyor. Fransa’daki referandum hükümeti tam anlamıyla ‘yukarısı bıyık, aşağısı sakal’ dönemine sokuyor.
Hükümetin; 1 Mart sonrası ABD’de olduğu gibi, Atlantik’in öte yakasında da yeni bir model olarak ‘anlayışla karşılanma’ dönemi artık sona erdi!
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2005
<B>GALİBA;</B> Türkiye’yi yönetmeye talip olmak isteyenlerin rüştlerini ispat etmek için ‘<B>bilim’ </B>kelimesine karşı ne kadar saygısız olduklarını göstermeleri gerekiyor. Fark etmiyor; ister Adalet Bakanı, ister muhalefet milletvekili, isterse YÖK üyesi olmak için ‘bilimsel yaklaşımı’n ne olduğunu anlamamakta ısrarlı olmak gerekiyor.
* * *
‘Ermeni meselesini’ resmi görüşün dışında tartışmak isteyenler bir araya gelmeye çalıştı, ancak resmi görüşü savunanların öyle bir hışmına uğradılar ki, korkup tartışmaktan vazgeçtiler.
Bu kavga sırasında hep beraber gördük ki; bizi yönetenler; bizi taşıdıklarını iddia ettikleri Batı medeniyet çığırının 20. yüzyılda kucaklamaya çalıştığı bilimsel metodolojinin ne anlama geldiğini zerre kadar anlamamışlar.
Hatta, üniversiteleri yönetme iddiasında olanlar da, bilimsel metodolojinin ne olduğunu hiç ama hiç kavrayamamışlar.
YÖK’çüler ‘devlet memuru’ psikozundan kurtulamamışlar.
* * *
Resmi tezi savunanların resmi tezi savunmayanlardan hiç korkmaması gerekirdi!
Zira:
1) Bilimde ‘tek gerçeklik’ yoktur! Bırakın sosyal meseleleri, fizik türü ‘müspet bilimlerde’ dahi tek sonuç yoktur.
Bunun içindir ki; fizik sınavında ‘Hocam sorular geçen yılın aynı!’ diyen öğrenciye Albert Einstein ‘Ama bu yıl cevaplar farklı!’ diye cevap verir.
Bilimde ‘tekillik’ kavramı sadece kullanılan ‘bilimsel metodolojide’ tekillik-aynılık için geçerlidir, varılan sonuçların aynı olması katiyen gerekmez.
Doğruluğu ‘bilimsel metodoloji’ ile ‘ispat edilen’ ve hipotez seviyesinden teori seviyesine (‘bilimsel gerçek’!) yükselen tezler dahi bilim dünyasında sadece ‘aksi ispat edilene dek geçerlidir’.
* * *
2) Bu saptamalara göre: i) ‘bilimsel konferans’ kavramı yoktur, ii)konferansların her görüşü temsil mecburiyeti hiç yoktur, iii) varılacak sonuçları da ‘ayet’ gibi algılayıp korkarak; daha ifadelerini bulmadan ‘şeytan ayetleri’ olarak yorumlamak da sadece ayak oyunlarını sevenlerin dürtüsü olabilir.
* * *
3) Üniversitelerde isteyen istediğini tartışır. Pekálá ‘laiklik’ de tartışılır. Hatta İslam’ın altın çağı olarak nitelenen dönemlerde bizzat medreselerde ‘Allah’ın var olup olmadığı’ tartışılmıştır.
Bir konferansta isteyen istediğini söyler, varılan sonuçları da isteyen istediği gibi irdeler. Konferanstan sonra aksi görüşte olanların da aynı üniversitede başka bir konferans tertip etmesi ve kendi görüşlerini ifade etmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Resmi görüşçüler sabırlı davranıp, iptal edilen konferansta verilen tebliğleri kullandıkları ‘bilimsel metodoloji’ açısından irdeleselerdi, çok daha etkin olurlardı.
* * *
4) 1915’te yaşananlara verilecek ‘isim’ ile ‘bilimin’ hiç alakası yoktur. Arşivlerin tetkiki ile ancak ‘kanaat’ oluşturulur, ‘bilimsel ispat’ yapılamaz!
Aynı arşivin tetkikinde bile farklı kanaatler oluşabilir!
Siyasetin bilimin değil, bilimin siyasetin emrinde olduğu ülkelerde ‘bilim adamı’ değil, ancak ‘kapı kulu’ yetişir!
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
<B>ÜLKEMİZDE </B>otobüs taşımacılığı 7.5 milyarlık yatırım değeri olan, yıllık 2.5 milyar dolarlık katma değer üreten, yolculara sunulan ikram malzemelerinin ve tüketilen gıda, meşrubat gibi ürünlerin yıllık değeri 500 trilyon lirayı aşan dev bir sektör. Sektör, 350 bin kişiden fazla insanın istihdam edildiği, aileleriyle birlikte 1.5-2 milyon kişinin geçimini sağladığı, 10 bin otobüs, 500 faal işletmeyle hizmet veriyor.
Uluslararası Anadolu ve Trakya Otobüsçüler Derneği’nin 1970 yılında kurulmasıyla örgütlenme çalışmalarına başlayan sektör, 35 yıl sonra, ülke çapında 58 derneğin katılımıyla Tüm Otobüsçüler ve İşletmecileri Federasyonu’nu (TOFED) kurdu. Üye dernek sayısı 70’e çıkmış durumda.
Bugün ve yarın, Ankara’da Büyük Anadolu Oteli’nde Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın katılımı ve katkısıyla Ankara Ulaştırma Zirvesi toplanıyor.
Bu zirvede AB’ye entegrasyon sürecinde Türkiye ulaştırma dünyasının geleceği masaya yatırılacak. Sektör, sorunlarını tüm kamuoyu ve basının önünde, yönetenlerin huzurunda dile getirecek.
* * *
Otobüs taşımacılığının sorunlarının temelinde, 2003 yılına kadar bir kanuna sahip olmadan, yönetmelik ve tebliğlerle yönetilmesi yatıyordu. Bu hükümet döneminde Karayolu Taşıma Kanunu ve ardından Yönetmeliği yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Ancak, kanunda sektöre ilk girişlerle ilgili maddelerin sektörün taleplerinin aksine zorlaştırıcı hükümler olmadan yürürlükte olması, sektördeki haksız ve yıkıcı rekabeti körüklüyor.
Ana sorun ise hiçbir belge bedeli ödemeden, sigorta kapsamı dışında, araçların muayenesini yaptırmadan yolcu taşıyan korsan taşımacılar.
Korsan taşımacılık, yasa ve yönetmeliklerde yasak olmasına rağmen, denetimlerin yetersizliği nedeniyle çalışmaya devam ediyor.
İnsan hayatına mal olan kazaların kökeninde de korsan taşımacılık yatıyor.
Diğer önemli bir sorun ise uçak ve deniz yollarına yapılan ayrımcılık. ÖTV’siz yakıttan özel havayollarının da yararlanmasının ardından, DHMİ’nin verdiği hizmet bedellerinde indirimlere geçilmesi, özellikle 12 saati aşan noktalara taşımacılık yapan otobüs işletmelerini zorda bırakıyor.
Ayrıca, yolcu taşımacılığında yüzde 18 KDV uygulanıyor. Ulaşım hizmeti verilen yolcuların daha çok düşük gelir grubuna dahil insanlardan oluştuğu düşünülürse, bu oranın yüzde 8’e indirilmesi önemli bir maliyet tasarrufu ile yolculara bilet fiyatlarında indirim olanağı da yaratacak.
* * *
TOFED’in temel ve haklı talebi ise Ulaştırma Bakanlığı’nın bazı yetkilerini devralan bir meslek birliği halinde örgütlenmektir.
Barolar, tabip odaları gibi, mesleğe giriş çıkışlarda söz sahibi olan, kendi iç denetimlerini yapan, meslek onuru ve etiğiyle çelişen durumlarda yaptırım gücü bulunan, sektörün hizmet kalitesinin artırılması için karar alıp uygulayabilecek bir meslek birliği kurulursa bu sektörün kendi denetimini yapan, dolayısıyla çağdaş bir örgütlenmeyle daha kaliteli hizmet veren bir sektöre dönüşeceğine inanıyorum.
* * *
TOFED’in kongresini gönülden destekliyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2005
<B>SAMUEL Huntington</B>, 21. yüzyılı kavrayan önemli siyaset bilimcilerinden birisi. Dünyada değişimin/çelişkilerin ‘birimini’ i) sosyal sınıf (Marksistler), ii) millet (Fransız devrimcileri), iii) birey (libareller), iv) ümmet (dinsel gelenek) bazında açıklayan, 20. yüzyıl ve öncesi yaklaşımlara yeni bir katkı getirerek değişimin/çatışmanın ‘birimini’ medeniyetlere (kültürel, dini, etnik, dilsel farklılıklar) bağlayan yaklaşımı, Sovyetler’in çöküşü sonrası ortaya çıkan çelişkileri/çatışmaları kavramamızda önemli hizmetler vermiştir.
Samuel Huntington’un ‘Medeniyetlerin Çatışması’ üzerine oturttuğu model, İslamcı terörü ve onun 21. yüzyılda yarattığı baskıyı anlamamız için kapıları açmıştır.
* * *
Huntington, İstanbul’da yaptığı konuşmada da ‘Türkiye’nin 21. yüzyılda rolünü’ bu gözlükle tarif etmeye çalıştı.
Ona göre tek kutuplu süper güç (ABD) ve çok kutuplu bölgesel güçler (AB, Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Brezilya) denklemine oturan 21. yüzyıl dinamiğinde Türkiye, bölgesel güçler arasında yer almıyor.
Türkiye Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da etkin ama hep ikincil ülke. Bu bölgelerde Rusya (Orta Asya ve Kafkaslar), İsrail (Ortadoğu), İran (Körfez), Batılı ülkeler (Balkanlar) ise başat bölgesel güçler.
Yine Huntington’a göre ‘Türkiye’nin NATO üyeliğinin önemi, NATO’nun birincil görevinin buharlaşmış olması ve ayrıca Türkiye açısından bazı NATO üyelerinin Suriye’den gelecek bir saldırının NATO’ya yapılmış saldırı olarak sayılmasını kabul etmemesi nedeniyle hızla azalıyor’.
O halde Türkiye’nin yeri, yeni küresel yapıda neresi?
Huntington üç olanak sıralıyor: i) AB üyeliği, ii) Müslüman dünya liderliği, iii) Milliyetçi içe-kapanış!
Önerisinin ise Türkiye’nin Müslüman dünya liderliğine soyunması olduğu açık!
‘Tabiidir ki, dünya üzerindeki birbuçuk milyar Müslüman, (BM) Güvenlik Konseyi’nde en azından bir sandalyeye denk gelecektir.’
Huntington, bu sandalyeye Türkiye’nin oturması gerektiğini düşünüyor.
Ona göre, Müslüman dünyaya liderlik edecek Türkiye ‘...(kendisini) modern, laik, Batılı (Avrupalı anlamında) bir ülke olarak tanımlayan Atatürk’ün emaneti’ni de yeniden gözden geçirmek zorundadır.
* * *
İşte bu noktada Huntington, ‘Türkiye Medeniyeti’nin harcını tam kavrayamıyor.
Türkiye medeniyetini sadece İslam kültürü üzerine oturturken eksik kalıyor.
21. yüzyılın başında Türkiye medeniyeti, i) hem 600 küsur yıla dayanan İslami/Osmanlı geleneğine, hem de ii) Cumhuriyet’in (Atatürk’ün) 80 küsur yılda oluşturduğu Batıcı geleneğe bağlıdır.
Yanlış-doğru, Türkiye kendi modernleşme mücadelesini Batı modeli üzerine oturtmuştur ve ‘modernite=Batı medeniyeti’ denklemi Türkiye’de oturmuştur.
Bu denklem de artık en az İslam/Osmanlı medeniyeti kadar yerleşiktir.
Nitekim, AB üyeliğine verilen destek, Müslüman Türkiye’de yüzde 65-70 iken, İslami partilere oy verenler arasında da Cumhuriyet ilkelerini destekleyenler yüzde 74 (Bkz: Binnaz Toprak araştırması) oranındadır!
Türkiye’yi kavramak için iki geleneği bir arada meczetmek gerektiğini Türkiye’deki düşünürlerin çoğunluğu da anlamıyor. Ya birisi, ya ötekisi seçilecek zannediliyor.
Samuel Huntington da kendi modelini Türkiye gerçeğine uydurmaya çalışmak yerine Türkiye’yi kendi modeline uydurmaya çalışıyor!
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2005
<B>BAŞBAKAN </B>nihayet <B>Başmüzakereci</B>’yi atadı: <B>Ali Babacan!<br><br></B>Bence karar geç kalmış ama doğru bir karardır. Başbakan’ı kararından dolayı, Ali Babacan’ı da yeni ve çok önemli görevi nedeniyle kutluyorum.
Herhalde, Ali Babacan hemen kolları sıvayacak ve işe girişecektir.
Kendisine Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok önemli bir görev verilmiştir.
* * *
Bu görevi gerektiği gibi yerine getirebilmek için Ali Babacan şu anda ifa ettiği ‘ekonomi sorumluluğu’ görevini bırakmalıdır.
Aksi halde, günde 24 saat mesai vermesi gereken yeni görevinde verimli olamaz.
Dilerim, ekonomiden sorumlu olacak yeni bakan da Ali Babacan gibi kolay ‘taviz’ vermeyen bir bakan olur.
Ekonomi, tıpkı hasta bir insan gibi, bazen tatsız ama hiç taviz kaldırmayan bir iradeyle tedavi edilmek ve yönetilmek zorundadır.
Ekonominin en büyük düşmanı da zaman zaman gördüğümüz gibi popülist politikalara cevaz veren siyasetçiler!
* * *
Ali Babacan’ın işlerinden birisi, tabii ki hükümete danışarak, kendine yardımcı müzakereciler ve alt dallarda sürdürülecek müzakereleri yürütecek alt müzakereciler seçmektir.
Bu görevler de çok önemli görevlerdir.
Ali Babacan, bu görevlere atanacak insanları seçerken siyasetçi apoletini çıkarmak, yerine devlet adamı apoleti takmak zorundadır.
Başmüzakereci’nin siyasetçi ve iktidar partisinden olması doğaldır; ancak diğer müzakerecilerin seçiminde bazı kriterler göz ardı edilemez.
* * *
AB üyeliği tüm ülkenin talebi olduğuna ve üyelik tüm ülkenin geleceğini ilgilendirdiğine göre:
i) müzakerecilerin seçilecekleri dallarda uzman olması,
ii) muhalefet, baskı grupları ve sivil kuruluşların mutlaka temsil edilmesi,
iii) akademik dünya, medya ve iş hayatının dikkate alınması,
iv) müzakerecilerin Avrupa insanının düşünce sistematiğini kavrayabilecek bir birikime, insan ilişkilerinde hassasiyete, diplomatik geleneğe ve pazarlık sistematiğine hákim olması gerekecektir.
Bu niteliklerde insan bulmak kolay iş değildir; hele hele bu insanları hükümete kabul ettirmek hiç kolay değildir.
* * *
AB ilişkilerinde tüm hükümetlerin ama aynı oranda ilgili hemen herkesin eksik kaldığı konu ise Avrupa insanına dönük tanıtım yapmaktır.
Avrupa insanı; Türkiye’yi kendi ülkelerinde yaşayan ve bulundukları ülkelere uyum göstermeme konusunda büyük gayret gösteren insanlar vasıtasıyla tanımakta, kendileriyle uzlaşmaya hiç yanaşmayan insanlarımızı Türkiye’nin tüm insanlarıyla özdeşleştirmektedir.
Türkiye, tanıtımını hep Avrupa ülkelerinin siyasileri üzerinden yürüttü.
Sadece siyasetçilere dayanan tanıtım yeterli sayıldı!
Şimdi, Almanya seçimleri ve Fransa’da yapılacak AB Anayasası oylaması, bize Avrupa insanının da hakkımızda alınacak kararlarda etkin olacağını gösteriyor!
Ali Babacan’a çok önemli yeni görevinde başarılar diliyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2005
<B>27 Nisan </B>tarihinde yazdığım yazıda Türkiye’nin gevşeyen bir görüntü veren <B>NATO </B>ortaklığı tavrı karşısında ABD’nin <B>Yunanistan</B>, <B>Bulgaristan</B> ve <B>Romanya</B>’da ‘<B>İpek Yolu’</B>na alternatifler aradığını yazmıştım. Aynı gün Başbakan ABD’ye gülücükler yollayan bir konuşma yaptı, bana da hiddet ve şiddet dolu bir tepki verdi.
Ancak, arada yaşananlar benim yazdıklarımı doğruluyor.
ABD’de birtakım toplantılara katıldığını yazan ve tartışılan konuları özetleyen İlter Türkmen şöyle diyor:
‘...Stratejik açıdan ABD’nin Türkiye’ye bakış açısı değişmiş görünüyor. ABD’nin bugün Ortadoğu’daki Arap ülkelerinde ve Orta Asya’da üsleri var. Romanya, Bulgaristan ve Azerbaycan’da üsler kurma opsiyonunu inceliyor. Şayet Irak ve Afganistan’daki ABD kuvvetlerine İncirlik Üssü’nden lojistik destek sağlanmasını kabul etmeseydik, ABD aynı maksatla Kıbrıs’taki Akrotiri Üssü’nü kullanmaya hazırlanıyordu...’ (Hürriyet-21.05.2005)
* * *
Öte yanda Yasemin Congar ise şunları yazdı:
‘...ABD Başkanı George W. Bush, Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’i Beyaz Saray’da ‘stratejik ortak’ olarak karşıladı... Atina-Washington yakınlaşmasını teyit eden bu tanım, ABD’nin Yunanistan’dan özellikle Balkanlar ve geniş Ortadoğu’daki demokratikleşme gündeminde daha fazla rol beklediği ve Atina’daki ‘Yeni Demokrasi’ hükümetinin de Irak ve Afganistan’da yeni yükümlülükler üstlenmeye hazırlandığı bir döneme rastlıyor. ABD’li yetkililer, Yunanistan için ‘stratejik ortak’ sözünü son aylarda kullanmaya başlamışlar... Yunanistan’ın Ortadoğu’da reform ve barışa destek amaçlı uluslararası bir konferans düzenleme planının görüşmede teyit edildiği belirtiliyor...
...Bush-Karamanlis görüşmesinde, Yunanistan’ın Kábil Havaalanı’nın denetimini aralıkta üstlenmesi ve Irak güvenlik güçlerini eğitimi konuları da ele alındı...’
(Milliyet-22.05.2005)
* * *
17 Aralık sonrası hükümet bir sürü konuda olduğu gibi ABD ilişkilerinde de o kadar çok zikzak çizdi ki, ABD sonunda Türkiye’ye alternatifler aramaya başladı.
Başbakan bir sürü konuda olduğu gibi gerçeği son anda gördü ve ABD’nin gönlünü ha gayret almaya kalkıştı ama görünen odur ki, kendisine Başbakanlık yolunu açan Beyaz Saray’da bu kez ‘ölümü gösterip sıtmaya razı ettiren’ bir programla kabul edilecek.
Geç kalan bir cevapla ve istediğinden çok sonraya sarkan bir tarihle verilen randevu öncesi Başbakan’a:
ABD’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Afganistan’ı içeren İpek Yolu üzerinde B-Planı hazırladığı mesajları veriliyor. Dilerim; mesajları doğru okuyordur!
* * *
17 Aralık sonrası; 5 ay gibi kısa bir dönemde içeride işadamlarını, medyayı ve en son kendi tabanını (türban) karşısına alan, bürokrasiyi işine geldiği gibi hallaç pamuğu gibi atan hükümet; dışarıda da hem ABD’de, hem AB’de kendi hakkında büyük şüpheler duyulmasına vesile oldu. Bir yandan çelişkiler sergiledi, bir yandan dünyayı kavrama çapı konusunda soru işaretleri doğurdu.
Bakalım şimdi işin içinden nasıl çıkacak?
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
<B>17 </B>Aralık öncesi dönemde yaşanan <B>çelişkiler</B> daha çok <B>rastlantı</B> görünümü veriyordu. ABD’ye verilen sözlere ve yapılan pazarlığa rağmen 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ‘demokrasi’ kılıfıyla aşıldı, ‘zina’dan dönüldü, hızlı tren inadının sebep olduğu kaza iki-üç TCDD emektarının üzerine atıldı; meseleler böyle çözüldü.
Ancak, 17 Aralık sonrası daha önce tekil veya rastlantı sıfatlarıyla adlandırılan çelişkiler arızi olmaktan çıkıp adeta sistematik hale dönüşmeye başladı.
ABD ve AB ile ilişkiler birer çelişkiler abidesi haline gelirken, hükümetin de huzurunu bozduğundan emin olduğum çelişkiler yaşanmaya başlandı.
Köşk’ten dönen Beşir Atalay’ın Milli Eğitim Bakanlığı denemesi muhakkak Hüseyin Çelik’i rahatsız etmiştir. Eğitim Bakanlığı’nda en iyi koşullarda Başbakan’ın ikinci tercihi olduğu açığa çıkan Çelik’in artık YÖK reformunu savunması çok ama çok zordur.
Canlı yayında yeni TCK’nın ertelenmesinin mümkün olmadığını söylediği sırada alttan geçen bant ile bizzat Başbakan tarafından TCK’nın 1 Haziran’a ertelendiği ilan edilerek tekzip edilen Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in kırılmamış olması da mümkün değildir. Cemil Çiçek’in canlı yayın sırasında yüzüne yansıyan ifadeden Başbakan’ın TCK için ‘Adalet Bakanı’na-Hükümet Sözcüsü’ne’ danışma ihtiyacı dahi duymadığı belli idi.
AK Enerji soruşturmasını sürdüren Organize Suçlar Daire Başkanı Hanefi Avcı’nın, nedeni ne olursa olsun, görevden alınması da akıllara çok derin sorular sokmuştur.
* * *
Çelişkiler yumağı en son tabana da bulaştı. Tabanın da son AİHM savunması ile ağır yaralandığını söylememek mümkün değildir.
AKP, kökünü milli görüşten alan, kadın tabanının çoğunluğu türbanlı olan bir parti. Seçim öncesi türbana; i) bireysel özgürlükler ve ii) eğitim hakkı açısından sahip çıkan AKP, bu konuda toplumsal mutabakat arayacağını da belirtmişti.
Esas yaklaşım türbana özgürlük idi ancak zemin yoklanacaktı.
Ancak, hükümet şimdi türbana özgürlük sözünü kendi elleriyle tamamen gündemden kaldırmıştır.
Zira, AİHM’nin Üst Mahkemesi’ne verdiği yazılı savunmada ‘türban yasağını demokrasinin gereği’ olarak gördüğünü, eski tezleriyle tamamen çelişerek beyan etti!
Bir hanım öğrencinin müracaatı üzerine alınan AİHM kararında:
Türban yasağının insan haklarını ihlal etmediğine hükmedilmişti. Türban takanların, diğerleri tarafından kendi özgürlüklerine tehdit olarak algılandığı belirtilmişti.
Şimdi hükümet, Üst Mahkeme’de bu kararı aynen kabul ettiğini beyan ediyor!
Beyanının hükümet görüşü olduğu Abdullah Gül tarafından da teyit ediliyor!
* * *
AKP; tabanına AİHM’de konuşmayı kısa tuttuğunu, özgürlükleri genişleteceğini de beyan ettiğini söyleyecektir.
Eminim, kendi yaman çelişkilerinin nedenini derin devletin üzerine yıkacaklar!
Ben de sormadan edemeyeceğim:
Seçim öncesi sözler verilirken derin devlet yok muydu, sonradan mı ortaya çıktı?
Bizzat sözünüz, derin devletle mücadele edeceğinize dair değil miydi?
Siz de mi statükoya mağlup oluyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2005
<B>ULUSLARARASI </B>toplantılarda aldığım izlenimler çerçevesinde Türkiye-ABD iilişkilerinin son dönemde büyük çapta yara aldığını yazdım. Aksaklıkların, ABD ve hatta AB yetkilileri tarafından nasıl kavrandığını dün (18.05.2005) irdeledim: ‘ABD ve hatta AB yetkilileri Türkiye’nin dış politikasını:
i) öngörülebilir (tahmin edilebilir) bulmuyorlar.
ii) Seçilmişler açısından analizden ve bilgiden yoksun bir formata oturtulduğunu zannediyorlar.
iii) Önemle Başbakan çevresindeki danışmanların birikim yoksunu olduğunu, söylenenleri doğru kavramadıklarını, dolayısıyla aldıkları bilgiyi doğru aktarmadıklarını tahmin ediyorlar.
iv) Dışişleri ile Başbakanlık Ofisi arasında zaman zaman çelişkiler yaşandığını düşünüyorlar. Başbakanlık Ofisi’nin bazı hesap dışı ve şaşırtıcı çıkışlarının sonradan Dışişleri, hatta askeri konularda TSK tarafından düzeltilmek zorunda kalındığının farkındalar.’
* * *
Öte yanda şahsi kanaatime göre Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğini ‘İran meselesi’ belirleyecek.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘üstü bıyık-altı sakal’ ikileminde bırakan ‘ABD’nin İran Politikası’ ise Bilderberg’de açık toplantılar ve özel sohbetlerde açıkça çizildi.
ABD’nin olası İran Politikaları’nı 12.05.2005 tarihinde Bilderberg Toplantıları’nı özetlerken ifade etmeye çalıştım:
‘(ABD’li yetkililere göre) İran sadece nükleer tehlike oluşturmuyor, aynı zamanda Ortadoğu’da cirit atan Hamas, Hizbullah, İslami Cihat gibi terör örgütlerini bizzat besliyor ve yönlendiriyor.
Bu ülkede rejim muhakkak değişecek!
ABD’li yetkililer halkın %70’inin istemediği bir rejim aleyhine ayaklanma olması uğruna her türlü uluslararası yardımın yapılması gerektiği görüşündeler. Genel grev için maddi katkı, propagandaya yönelik radyo yayınları, direnişçilere haberleşme ağı kurulması gündemde. Eğer, rejim kendi kendine yıkılmaz ise yine de değişecek!
Etkin bir ABD’li ‘Kara harekatı düşünmüyoruz’ dedi!
Okur bu cümleyi istediği gibi okusun!’
* * *
Türkiye’nin ABD’den neler bekleyebileceğini dün ele aldım.
Bugün ise ABD’nin Türkiye’den neler bekleyeceğini irdeleyeceğim.
ABD’nin BOP çerçevesinde Türkiye’den bir sürü beklenti içine girdiği malum. Irak’ın ve özünde Kuzey Irak’ın BOP’un halihazırda başat tartışma konusu olduğu da açıkça belli.
* * *
Ama, bence 8 Haziran’da Başbakan’ın önüne konacak esas soru şu:
‘İran projemizde ne kadar varsınız?’
ABD; İran ile ilgili planlarını yaparken Türkiye’nin nerede ne kadar ‘var olacağını’ muhakkak ‘öngörebilmek’ ister!
ABD, ‘İran projesi’nde, ‘Irak projesi’nde yaşadığı Türkiye ile ilgili öngörü hatasını (1 Mart tezkeresi) tekrar etmek istemez.
* * *
Şahsi kanaatime göre Türkiye ile ABD’nin önümüzdeki yıllarda birbirlerine ne kadar yakın duracağını; Türkiye’nin ABD’nin İran projesi içinde kendisine biçeceği rol ve vereceği söze bu kez ne kadar sadık kalacağı belirleyecek!.
Yazının Devamını Oku