14 Temmuz 2005
<B>11 </B>Temmuz 2005 günü <B>Radikal Gazetesi</B>’nde, <B>Brookings Enstitüsü </B>Türkiye Programı Direktörü <B>Dr. Ömer Taşpınar</B>’ın ilginç bir analizi ve önerisi yayınlandı. Taşpınar özetle:
‘Türkiye’nin AB üyeliği siyaseten çok zor. Ankara, ABD cephesini sağlam tutmalı. Türkiye, ABD’ye 10 bin Irak askerini eğitmeyi önerirse PKK, Kıbrıs ve AB konusunda önemli kazanımlar elde eder’ diyor.
* * *
Taşpınar, Amerikan halkının uzayıp giden başarısız ‘Irak işgali’ konusunda artık bıktığını, yeni asker göndermek istemediklerini söylüyor.
Ömer Taşpınar’a göre:
‘...Amerika kamuoyundaki bu gelişmeleri Türkiye’nin doğru değerlendirmesi gerekiyor. Türkiye’de çoğunluk, ABD yönetimini Suriye ve İran’a saldırı planları yapıyor zannediyor. Oysa gidişat tam aksi yönde. Washington, Irak’tan çıkış yolları arıyor. İçine girdiği bu bataktan, daha fazla asker kaybetmeden nasıl kurtulurum diye düşünen bir Bush yönetimi bölgede artık kolay kolay maceralara atılmayacaktır...’
Taşpınar, öte yanda Türkiye’nin AB üyeliğinin çok zor bir döneme girdiğini ifade ettikten sonra AB ile ilişkileri katiyen kesmeden, Türkiye’nin ABD’ye yeni bir zeytin dalı uzatmasını teklif ediyor:
‘...Burada bizim sormamız gereken çok önemli bir soru var: ABD’nin Irak’ta başarılı olmasını istiyor muyuz? Eğer bu soruya olumlu cevap veriyorsak elimizde çok önemli bir fırsat var. ‘ABD’ye zaten ekonomik ve siyasi yönden Irak’ta destek veriyoruz’ diyerek işin içinden çıkmamak gerek. Zira Irak’ta temel sorun güvenlik. Washington bu durumun farkında ancak güvenliği sağlayacak yeterli derecede askeri yok. Yeni asker yollama fikrine ise kamuoyu hiç sıcak bakmıyor...’
Taşpınar’ın somut önerisi şu şekilde:
‘...Bu nedenle ABD’nin başarı planı Iraklı asker eğitimi üzerine kurulu. Zaten Irak’ta yeni siyasi düzenin meşruiyet kazanması, ancak Amerikan askerleri kademeli olarak çekilip Irak ordusunun devreye girmesi ile mümkün olacak.
Bu süreçte Türkiye (...) topraklarında mevcut NATO programı kapsamında (...) 10 bin Iraklı asker eğitmek gibi bir teklif sayesinde ciddi kazanımlar sağlayabilir...’
Ona göre Türkiye bu yardımına karşılık şunları talep edebilir:
1) Kuzey Irak’ta bir PKK operasyonu için Talabani ve Barzani’nin ikna edilmesi.
2) Kıbrıs konusunda sivil havacılık ve ticaret konusunda ciddi adımlar atılması.
3) AB’ye (üyeliğimiz) konusunda Berlin ve Paris önünde ortak strateji oluşturmak...’
* * *
Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Dr. Ömer Taşpınar’ın teklifini çok önemli bir öneri olarak görüyorum:
1) Kabul etmek zorundayız ki, Türkiye-ABD ilişkileri zor bir dönemdedir. Türkiye zorlukları aşmak için somut bir öneri geliştirmeli ve eylem yapmalıdır.
2) ABD’nin Irak’ı bu halinde terk etmesi, Türkiye için bir felakettir.
3) Irak’ın güvenliğini Iraklılara bırakmak artık en doğru çözümdür.
4) Eğitimin NATO programı çerçevesinde yapılması, öneriye uluslararası bir görünüm kazandıracaktır.
* * *
Dilerim, Türkiye bu öneriyi tartışır!
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2005
<B>GALİBA,</B> Türkiye’nin hem en büyük fobisi, hem de en büyük hobisi <B>‘yabancı’ (Batılı) </B>olan her şey! Her fırsatta ABD’ye söven bir arkadaşımın çocuğunu bir ABD şirketine sokmaya çalıştığını duyduğumda içimdeki ses ‘İşte Türkiye bu!’ diye haykırdı.
Yabancılara aynı anda hem hayranlık duyan, hem de onun karşısında kendini ezik hissettiği için ona kızan insanlar Türkiye’nin ‘normal yurdum insanları’.
Artık, Başbakan’a muhalefet için midir, yoksa öylesine mi ağzından çıkmıştır; Abdüllatif Şener’in nedenini bilemediğimiz yabancı sermaye fobisi başta sol partiler olmak üzere değişik kesimlerden büyük destek almış. (Milliyet-12.07.2005)
* * *
İç pazarlara üretim yapan alanlara yatırım yapan yabancı sermayenin uzun vadede yurtdışına kár yolu ile çıkaracağı mali kaynağın krize neden olabileceği tezinin hiçbir somut bulguya dayanmaması insana Bakan hakkında olumsuz şeyler düşündürüyor.
Yabancı Sermayeden sorumlu Bakan’ın bilmediği/görmezden geldiği bilgiyi Yabancı Sermaye Derneği eski Genel Sekreteri Abdurrahman Arıman veriyor. Yabancı sermayeyi teşvik kanununun çıktığı 1954’ten bu yana ‘kár transferi’ olarak ülkeden çıkan para 2 milyar dolar imiş, gelen ise bu yılın sonunda 30 milyar civarında olacakmış! (Funda Özkan-Radikal:12.07.2005)
* * *
Şimdi ülkelerini bizim ulusalcılardan daha az sevdiğini iddia edemeyeceğimiz Komünist Çin’in yabancı sermaye ile ilgili politikalarının sonucunu bazı rakamlarla irdeleyelim:
Kızıl Çin’de 500 milyar dolar yabancı sermaye stoku var. (Bizde 30!) Bu stokun büyük katkısı ile Çin 13-15 yılda ihracatını 8-9 misli artırmış. Elektronik eşyada Asya ülkelerinin toplam ihracatının %30’unu Çin yapıyor.
Çin dünyanın en fazla yabancı sermaye çeken ABD, İngiltere, Benelüks-AB ve Almanya gibi zengin ülkelerinden sonra 5. ülkesi.
ABD’nin Çin’e 70-80 milyar dolar civarında sermaye yatırımı var. 2000 yılında ABD şirketleri Çin’de 7.2 milyar dolar gelir elde etmiş.
Çin 2000’li yıllar itibarıyla yatırımlarının %42-45’ini yabancı sermaye ile karşılıyor.
Sadece 2003 yılında Çin’in sabit sermaye yatırım kapasitesi %32 civarında büyümüş. 2003 yılı yatırımları 2000 yılının üç katı imiş!
2000’li yıllarda Komünist Çin’de üretimin %45’ini özel sektör yapıyor. İstihdamın %80’lik oranını da özel sektör karşılıyor! 8-10 milyon insan devlet sektöründeki işlerini kaybetmiş durumda. Bu açığı kapamak için Çin yılda ortalama 20 milyon yeni iş yaratmak zorunda.
Çin son yıllarda dünyada petrol alımını en hızlı artıran ülke.
* * *
Çin’in çok yakında dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olması bekleniyor. ABD bütün hesaplarını 2025 yılında birinciliğine kafa tutacak Çin’e ‘nasıl engel olurum?’ sorusu etrafında inşa ediyor.
ABD sermayesine kucak açan Çin aynı zamanda Asya’nın uyanan ikinci büyük devi Hindistan ile ekonomik, siyasal, sosyal ve askeri alanı kapsayan büyük bir stratejik ortaklık kuruyor.
Nükleer silah üretme gayreti içindeki Kuzey Kore’ye büyük mali yardım yapıyor!
* * *
Komünist Çin’in korkmadığından Şener’ler neden korkar ki?
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2005
<B>BAŞBAKAN’</B>ın <B>yabancı sermayeye</B> çok olumlu baktığını biliyoruz. <B>Ali Babacan</B> ile birlikte iki kez dünyanın ileri gelen çokuluslu şirketlerin başkanlarını İstanbul’da toplayarak dertlerini dinlediler. Bu toplantılar, dünyaya hükümetin yabancı sermayeyi samimi olarak istediğine, şikáyetlerini dinlemeye hazır olduğuna dair önemli ipuçları verdi.
Türkiye cari açıklarının bir kısmını ama kredi, ama dolaylı, ama doğrudan yatırımlarla sağladığı yabancı sermayeyle kapatmaya çalışan bir ülke.
Ayrıca, Türkiye iç tasarrufları ile ihtiyacı olan yatırımı ve dolayısıyla istihdamı yakalayamayacak ülkelerden birisi olarak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına büyük ihtiyaç duyuyor.
* * *
Uzmanların belirttiğine göre, Türkiye dünyadaki dolaylı (dolaşan) sermayenin kaba bir hesapla ancak 1/1000’ini, doğrudan yatırım yapan sermayenin ise sadece 1/1500’ünü çekebiliyor.
Ülkenin kapasitesi ise dünyadaki toplam sermaye dolaşımı içinde payının 1/50 civarında olması gerektiğini gösteriyor.
Bugüne kadar ülkeye sağlanan toplam yabancı sermaye stoku, komünist Çin’in bir yılda çektiği yabancı sermayeden az!
Dünyada sermaye payımızı 15-20 misli artırmamız gerekiyor.
Türkiye’de özellikle sağ hükümetler hep bu bilinçle hareket ederler.
Nitekim, geçen hafta ABD’de çok büyük şirketlerin yöneticileriyle bir araya gelen Başbakan, onları Türkiye’ye çekebilmek için büyük gayret gösterdi.
* * *
Hatta uçakta Başbakan’a soruldu:
- Hükümetiniz medyada yabancı payını yüzde 25’le sınırlayan bir kanunu Meclis’ten geçirdi. Bu kanunun sizin haberiniz olmadan geçirildiği doğru mu?
- Evet doğru. Maalesef ben, yurtdışındayken arkadaşlar bunu geçirmişler. Yanlış yaptılar ve ben çok kızdım. Döndüğümde bunu kendilerine de söyledim. Etrafta söylenenlerden etkilenmişler.
Başbakan’ın, medyada yabancı sermaye payının yüzde 100 olmasına sıcak baktığını biliyoruz.
* * *
Ancak, Milliyet’e (11.07.05) açıklamalarda bulunan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Başbakan’ın tersine ‘yabancı sermayenin tehlikelerine’ işaret ediyor!
Yabancı sermayenin grossmarket-perakende, elektrik üretim-dağıtımı, bankacılık ve telekom-iletişim gibi ‘gelirin yurtiçinde yaratıldığı’ dört sektörde yoğunlaşma eğilimi içinde olduğunu belirterek diyor ki:
‘Bu sektörlerin ortak özelliği, yaratılan gelir ya da tasarrufların yurtiçinde üretiliyor olmasıdır. Ne bankacılık, ne enerji, ne de söz konusu ettiğimiz diğer sektörlerde dış álemden sağlanan ihracat geliri yoktur. Teknoloji ve sabit sermaye transferi de söz konusu değildir. Yapı değişmezse yabancılar yurtiçinde üretilen gelir ya da tasarrufu alarak kendi merkezlerine aktaracaktır.’
Şener’e göre, ‘Yabancı sermayeye yasal sınır gerekiyor. Kimse tehlikenin farkında değil’. Gazeteye göre Şener daha önce de medya ve bankacılık sektörlerinde yabancılara yasal sınırlama getirilmesi gerektiğini gündeme getirmişti.
* * *
Hükümet bu kadar hassas bir konuda neden çelişiyor, anlamadım.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2005
<B>KALLEŞ terör </B>şimdi de <B>Londra</B>’yı vurdu. 21. yüzyılda <B>küreselleşen dünyanın</B> en güçlü düşmanının <B>terör</B> olduğu, tartışılması gereksiz bir gerçek haline geldi. Ulus ötesi kimlikler yaratan küreselleşmenin antitezinin de bizzat onu yaratan teknolojideki akıl almaz ilerleme tarafından yaratılması, eşyanın tabiatı gereği.
Ulus ötesi üretim ilişkilerinin düşmanı da ulus ötesi terör örgütleri!
Ancak, unutmamak gerekiyor ki:
Terörün kazandığı ulus ötesi kimlik, aynen üretimin kazandığı ulus ötesi kimlik gibi hálá ulusların paylaşım mücadelesinden besleniyor.
Her bir terör hareketinin ardında, gizlenmiş ulusal çıkarların mücadelesi var!
Terörün örgüt yapısı ulus ötesi, besin kaynağı ise küreselleşen pazarlarda çatışan ulusların bizzat kendileri!
* * *
Hal böyle iken kanımca teröre verilecek en masumane ama en korkunç destek, ona kulp takmaktır.
Hele hele terörü yüreklendirecek en önemli destek, bir terör hareketinin bir diğer terör hareketine reaksiyon olarak gösterilmesidir.
Terörü an fazla şımartan; hedeflediği gibi, bir çıkarın yol açtığı terörün karşı çıkarın terörü tarafından yaratıldığının iddia edilmesidir.
* * *
Buna göre de:
1)Terörü zengin ülkelerin sebep olduğu bozuk gelir dağılımı ve zulmün yarattığını söylemek,
2) ABD’nin Irak’ı işgalinin teröre neden olduğunu iddia etmek,
3) PKK terörüne kulak asan Avrupa’nın, şimdi dersini aldığını belirtmek, yanlış değildir.
Ancak, filin bir ucundan tutularak tarifine çalışılması gibi, bu tarifler sadece bir amaca hizmet ediyor.
Filin (terörün) tarifinin yapılamaması!
Terörün tarifinin buğulu kalması da en çok onu kullanan ulusların işine geliyor!
* * *
Beni en çok rahatsız eden, terörü kınayan insan veya kurumların cümlelerinin sonuna ‘ama’ sözcüğünü katmaları.
Dünyada her olgunun karmaşık nedenleri vardır.
Nedenler ön plana çıkınca, rezil bir katilin bile gerekçeleri olduğu görülür!
* * *
Muazzam bir mali güce, muhteşem bir örgüte, üstün teknolojik bilgiye dayanan ve dünya çapında başarısı yadsınamayacak büyük bir gücün, ezilen zavallı halkların haksızlığa tepkisi olarak tarif edilmesi, saftorik bir algılamadır.
‘Ezilen halklar’ yaklaşımı ancak teröristin kaynağını tarif eder.
Ulus ötesi alanda faaliyet gösteren terör örgütünü bu kadar basit bir anlatımla izah etmeye kalkmak ise sadece basit bir aklın üretimi olabilir.
Önemli olan; nedeni ne olursa olsun, hatta ne kadar haklı gerekçelere dayanırsa dayansın; masum ve korumasız insanların kalleşçe ve muazzam teknoloji kullanılarak berhava edilmesine karşı ortak tavır alınmasıdır!
* * *
Ulusların paylaşım savaşı bitmeden ulus ötesi terör bitmez!
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2005
<B>DÜN </B>AKP hükümetinin bana göre eksik kaldığı noktaları teker teker yazdım:<br><br>Ancak aslen diyorum ki: <B>‘Başbakan; beklentimin tersine adalet sahibi ve yolsuzlukların üzerine gidebilen bir lider olamadı!’ Başbakan’ın adalet duygusunun benim indimde sorgulandığı ilk olayın hızlı tren kazasında takındığı özeleştiriden uzak tavır olduğunu, intihal (aşırma) yaptığı iki üniversite tarafından belgelenen Müsteşar’ı Ömer Dinçer’i korumasıyla da duygumun şahikasına ulaştığını yine dün yazdım.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan’ın yolsuzluk konusunda zaaflarını ve yönetim modelini irdeleyeceğim.
* * *
Eski iktidarın yolsuzluklara bulaşması nedeniyle 3 Kasım’da seçmenlerce sandığa gömülmesinin ardından AKP, kendisinin ‘ak’ olduğu iddiasıyla iktidara geldi.
Hanefi Avcı da eski dönemde yolsuzlukların üzerine gittiği için pasif göreve atanmıştı. Bu iktidar onu tekrar hak ettiği göreve geri getirdi.
‘Ak ülke’ iddialarıyla iktidara gelen AKP, enerji alanındaki yolsuzlukları Yüce Divan’a gönderirken; Recep Tayyip Erdoğan, bazı dostlarının ‘ak enerji’ skandalına bulaştığını tespit ettiğini öne süren Hanefi Avcı’yı görevden aldı.
Başbakan dostlarını sorgulamayı değil, Hanefi Avcı’yı harcamayı tercih etmişti!
Avcı ayrıca hükümete yakın bazı kişilerin bazı banka yolsuzluklarına ve akaryakıt kaçakçılığına karıştığını da tespit etmişti.
Şimdi sadece kendisi değil, tüm kadrosu tarumar edilmiş vaziyette!
Aynı Başbakan, kendisine açık destek veren gazete ve TV’nin sahibi İhlas Holding’i diğer hortumculardan ayırt ederek resmen kişisel koruması altına da aldı.
AKP hükümeti de bana bu ülkede hiçbir şeyin değişmediğini, işadamı-siyasetçi-bürokrat üçlüsünün başrolde olduğu ‘zina ekonomisi’nin aynen devam ettiğini gösterdi.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan, kendisine ait bir yönetim modeli de yarattı:
Hükümet yürütme erkini iki başlı götürüyor!
Bir yanda bakanlar ve bürokrasi var, diğer yanda danışmanlarıyla bağımsız çalışan Başbakan var!
Bir yanda Dışişleri var, diğer yanda mahdumun sünnet düğününde altın takmak için uzun kuyruk oluşturan misafirleri ile ekranlarda arz-ı endam eden derin stratejist danışman var! Bu görüntü bir bilim adamına hiç yakışmıyor.
Danışmanlarıyla birlikte hükümeti bağlayan konularda hükümetten bağımsız kararlar alabilen Başbakan, Adalet Bakanı ‘Yeni TCK’nın yürürlüğe giriş tarihi değişmeyecek’ diye canlı yayında bilgi verirken, ‘TCK’nın yürürlük tarihinin Başbakan kararıyla değiştiğini’ alt yazıyla ekranlara yansıtabiliyor.
Milli Eğitim Bakanı, kendisini değiştirmek istediği artık bilinen Başbakan’la çalışıyor!
Müzakereci ancak 8 ayda seçildi, ABD Büyükelçimizi Başbakan’ın istediği, Dışişleri Bakanı’nın ise istemediği de kayıtlara geçmiş vaziyette.
* * *
Yolsuzluk ve yoksulluk konusunda bir türlü adım atamayan, çelişen politikalarla oradan buraya yalpalayan ülke zaten gerekçesi kendinden menkul bir anlayışla yönetiliyor!
Türkiye’de sadece insanlar değişiyor, akıl ise hep aynı akıl!
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2005
<B>BİR </B>parlamento dönemi ardından hükümetin <B>performansını irdelemeye </B>devam ediyorum. AKP ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın zor günlerinde yanında bulunmuş ve Müslüman çoğunluklu bir ülkede 17 Aralık öncesi sergilediği liberal-demokrat politikalara açık destek vermiş bir kişi olmama rağmen son dönemde hükümete açık muhalefet yapıyorum. Neden? Dün yazdım. Başbakan’ın esasen iki temel konuda toplumu yanıltması beni çok etkiliyor da ondan!
Başbakan; beklentimin tersine adalet sahibi ve yolsuzlukların üzerine gidebilen bir lider olamadı!
* * *
Benim hükümette ama önemle Başbakan’da gördüğüm ve 17 Aralık sonrası sendromu olarak adlandırdığım sorunlar şunlar:
1) Çok açık bir şekilde vizyon kaybı var.
Artık R.T. Erdoğan’ın herhangi bir konuda rotasını kestiremiyorum.
2) Meşruiyetini aldığı düşüncesi ile 17 Aralık sonrası popülist politikalara yöneldi. Ancak, bu politikalar da ciddi değil. Hükümet imam hatipler, Kuran kursları ve türban konusunda kalıcı, çözüm getirici hiçbir adım atmıyor, sadece salvo atıyor.
Taban (Milli Görüş) ile tavan (devlet) arasında bocalayıp duruyor!
3) Ezici çoğunluğa sahip tek parti iktidarı olmasına rağmen çelişen politikaları, istisnalar dışında, istikrar ortamı yaratma konusunda uluslararası sermayeyi ikna edemiyor, güven veremiyor. Ülke hálá uluslararası yatırımları çekemiyor, bunun sonucunda da istihdam bir türlü artmıyor.
4) Bürokraside atamalar ‘benden olsun, taştan olsun’ şiarı ile yapılıyor. Bürokraside kalite her geçen gün düşüyor. Eski bürokratlarla büyük kopmalar yaşanıyor. ‘Vekalet’ kavramı hiç bu kadar iğfal edilmemişti.
5) Dış politikanın ne olduğunu çözmek mümkün değil. Hükümet, çapsız danışmanların peşi sıra ülkenin nereye gittiğinin kestirilemediği bir ortamda bocalayıp duruyor. Bir yandan stratejik derinlik adı altında sözüm ona bir politika ile Müslüman ülkelere göz kırpılırken, ABD’ye de sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir şey değişmemiş gibi bir hava verilmeye çalışılıyor.
Ortada, Dışişleri’nin sorumlu olmadığı bir kakofoni var.
* * *
6) Beni en çok rahatsız eden adil yönetim konusunda ise:
Başbakan, işine gelmediği zaman adaleti bir kenara bıraktığını ilk kez geçen yaz yaşanan hızlı tren kazası çerçevesinde ortaya çıkan tartışma sırasında gösterdi. Hızlı treni, tüm teknik itirazlara rağmen, ısrarla ve inatla hayata geçiren bizzat Başbakan olduğu halde, cinayet görünümlü kaza sonrası hiçbir sorumluluk yüklenmemesi, suçun çalışanlara atılarak geçiştirilmesi beni çok rahatsız etti.
Ayrıca, yazdığı kitapta intihal (aşırma) yaptığı iki üniversite tarafından tespit edilen, üstelik bu konuda bilinçli ve amaçlı ‘yanıltma’ yaptığı elimdeki mektubu ile ispat edilen Müsteşarı Ömer Dinçer’i savunması ise beni şaşkınlık ötesi duygulara sürükledi. Dinçer’in hálá Başbakanlık Müsteşarı olarak göreve devam edebilmesi Başbakan’ın hukuk nosyonunun sadece karşıtları için işlediğini gösteriyor.
‘Benden aşırmayan müsteşar bin yaşasın!’
* * *
Yarın yolsuzluk konusunda zaaflarını ve Başbakan’ın yönetim modelini irdeleyeceğim!
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2005
<B>BİR </B>parlamento döneminin ardından hükümet hakkında genel değerlendirme yapmak için iyi bir fırsat var. Bu hafta bunu deneyeceğim. Bu denemeyi de sık sık karşılaştığım bir sorunun çerçevesinde yapacağım:
- Sen hükümete yaklaşımını büyük oranda ve eleştirel yönde değiştirdin. Ne oldu? Sen mi, yoksa onlar mı değişti?
* * *
Doğrudur, AKP’nin zor günlerinde, onlardan olmadığı halde, haklarını savunan muazzam azınlık arasında idim. Hele hele Hürriyet Gazetesi’nde AKP’yi savunan belki de tek köşe yazarı idim.
Recep Tayyip Erdoğan’ın karşılaştığı haksızlıklar ve Refah/Fazilet Partileri’nin uğradığı gasp karşısında aldığım tavırlar nedeniyle eski TCK 159 çerçevesinde çeşitli davalarda 30-35 sene hapis istemiyle yargılandım.
Necmettin Erbakan’a değil ama Recep Tayyip Erdoğan’ın kuracağı hükümete bel de bağladım.
Vizyonunu hiçbir zaman Turgut Özal’a benzetmedim, çapını hiç onunla mukayese etmedim ama Recep Tayyip Erdoğan’ın kuracağı bir hükümetin Müslüman çoğunluklu bir ülkeye liberal-demokrasi yolunda yol kat ettireceğini düşündüm.
Recep Tayyip Erdoğan’ın çektiklerinin, aldığı derslerin, yüreğinin ve parlak zekásının ona demokratik İslam (Müslüman bir ülkede demokrasi deneyimi) yolunda bir misyon yüklediğini düşündüm.
Erdoğan ile mahpusluk döneminde ilişki kurdum, vebalı sayıldığı günlerde, meslektaşlarımdan ağır eleştiriler almama rağmen onu hep savundum.
Başbakan olduğu güne kadar haklarını koruma konusunda hep, fiziken de bazen yanında oldum.
Başbakan olduktan sonra seçtiği danışmanları görünce ise uzaklaştım!
* * *
Şimdi eleştirel bir tavır içindeyim. Hatta eleştirilerimin özü hükümetten çok bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik!
Bazı danışmanlar ‘İstediğini alamamıştır da ondan’ diyorlar. Açıkça soruyorum: Başbakan’dan bir dilim ekmek dahi istediysem, hemen açıklasın!
Bazı dostlar ise ‘Biz hepimiz Erdoğan’ın çapının/niyetinin ne olduğunu görüyorduk, bir tek sen görmüyordun’ diyorlar.
Onların; Erdoğan’ın kişisel nitelikleri hakkında haklı oldukları noktalar var!
* * *
Ancak, ben hálá Erdoğan’ın gizli ajandası olduğunu düşünmüyorum.
Erdoğan’ın genel olarak, iktidar olmadan evvel ifade ettiği ve 17 Aralık’a kadar büyük çapta koruduğu rotasından büyük tavizler verdiğini düşünüyorum.
En önemli üzüntü kaynağım ise elindeki reçeteler (Kopenhag Kriterleri, IMF) tükenince Milli Görüşçü tabanına yönelik ve katiyen ciddi olmayan, sadece göz boyamaya çalışan popülist politikalara cevaz vermeye başlaması ve yandaşlarının/yoldaşlarının karıştığı iddia edilen yolsuzluklar karşısında sus pus kalmasıdır.
Ben Erdoğan’ın hayattan hiç öğrenemediği iddialarına katılmıyorum ama her geçen gün onu var eden adil ve temiz yönetim umdelerinden uzaklaştığını görüyorum.
Adil bir Başbakan olacağını düşünüyordum!
Çarşamba ve perşembe günkü yazlarımda yanılgımı gerekçelendireceğim.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2005
<B>BAŞBAKAN’</B>ın ABD gezisi sonrası dikkati çeken bir gelişme var. Hem iktidar, hem parlamento içi, hem de parlamento dışı muhalefet ipleri alabildiğine geriyorlar. 17 Aralık sonrası, ilk defa bu köşede vurgulandığı üzere, Milli Görüşçü tabanına yönelik politikaları ön plana çıkaran AKP Hükümeti, AB ve ABD’den gelen olumsuz sesler karşısında milliyetçi bir duruş da sergilemeye başladı.
Başbakan’ın ABD gezisi sonrası üslup da değişti.
Hükümet ülkeyi geren konularda tavizsiz, kızgın ve inatçı bir tavır içinde!
ABD gezisi ertesinde CHP de sertleşti ve Deniz Baykal ‘erken seçimi’ gündeme getirdi.
Peki muhalefetin atağına karşı AKP ne yapıyor?
O da çok sert!
Ya çabuk gerilen sinirleri iyice boşaldı.
Ya da hükümet de ‘erken seçim’ atağına ‘daha da erken seçim’ salvosu ile cevap veriyor!
* * *
Ben bugünkü yazımı ikinci olasılık üzerine kurgulamak istiyorum:
Çok erken seçim!
Elimde herhangi bir bilgi, hatta duyum dahi yok!
Sadece olguları analiz ederek, ‘Ben olsaydım ne yapardım?’ sorusuna cevap arıyorum. Elimde ‘üç gerekçe’ var:
1) AKP’nin ekonomik itilmiş (işsizlik-refah) ile sosyolojik kakılmışın (dinsel öğeler) üzerine inşa ettiği seçim stratejisi bir türlü meyvelerini vermiyor.
i) Ekonomi; IMF reçeteleri ile denetim altına alındı, hatta büyüyor da ama bu büyüme daha ziyade Çin’den gelen ucuz ithalat ile ‘ekonomik şişme’ yaratıyor.
Başbakan’ın hükümet kurulduğu zaman sarf ettiği ‘Bana üç yıl verin, üç yıl sonra işsizliğe de fukaralığa da çare olacağım’ mealli sözleri üç yıl tamamlanırken hálá bir anlam ifade etmiyor. Yakın gelecekte de bir anlamı olmayacak!
Fukaralar yine fukara, işsizler yine işsiz!
ii) Öte yanda İmam Hatipler’e, türbanlı öğrencilere, Kuran kurslarına verilen vaatleri yerine getirme gayretleri hükümetin devletin çeşitli organları ile çatışmasına neden oluyor ve genellikle hükümetin geri adım atması ile sonuçlanıyor.
AİHM de ha bire hükümete ters hükümler üretiyor!
Taban iktidar yaptığı hükümetin bir türlü muktedir olamadığını her geçen gün daha açık görüyor!
* * *
2) AB ile 3 Ekim’de müzakereler başlayacak ama görünen o ki; kendi derdine düşen AB Türkiye’nin yolunu yokuşa sürecek. Bu durum Türkiye’deki AB-karşıtlarını beter tetikleyecek, hükümet kendi tabanını da etkileyecek milliyetçi muhalefet bombardımanına tutulacak.
* * *
3) Başbakan’ın ABD gezisi sonrası çok açık ortaya çıktı ki:
ABD’nin Suriye ve İran ile ilgili A-Planları’nda artık AKP yok!
* * *
AKP’nin bu üç ana gelişmeye karşı en akıllı seçeneği, henüz alternatifleri belirlenmeden ve oyları radikal şekilde düşmeden seçime gitmektir!
Not: Yazı günlerim değişti. Bundan böyle salı, çarşamba, perşembe ve pazar günleri sizlere sesleneceğim.
Yazının Devamını Oku