Cüneyt Ülsever

Camp David ruhuna göre (II): Stratejik ortaklığa neden ihtiyaç var?

16 Haziran 2005
<B>STRATEJİK ortaklık</B> kavramının ilk defa ortaya atıldığı <B>1991</B>’de <B>Turgut Özal</B> ve <B>George Bush</B>’un (Baba Bush) <B>Camp David</B>’de bizzat yanında olan rahmetli Özal’ın başdanışmanı ve Özel Kalem Müdürü <B>Engin Güner</B>’in anlattıklarını 13.06.2005 Pazartesi günü Hürriyet’te yayımladım. Bu önemli söyleşiyi kendi açımdan irdelemeye devam ediyorum. * * *

- Stratejik ortaklığa neden ihtiyaç duyuldu?

Engin Güner o dönem tuttuğu toplantı notlarına bakıyor:

‘Özal’a göre 1991 yılı itibarıyla böyle bir ilişkiye 7 nedenle ihtiyaç vardı.

1) Türkiye’nin 20. yüzyıl içinde AB’ye (o zamanki adı ile AET) gireceğine inanmıyordu. Ayrıca ABD/AET ilişkilerinin ticari ve ekonomik açıdan gerilmesi olasılığından korkuyordu.

2) Körfez Bölgesi ve Avrupa’nın iki ülke için de hayati önem taşımaya devam edeceğine inanıyordu.

3) NATO, o dönemde düşüşe geçmişti.

4) ABD’nin bölgede çok çaba sarf etmek zorunda olduğunu ve bu durumun böyle devam edeceğini düşünüyordu. ABD bölgede İsrail’den sonra en fazla Türkiye’ye güvenmek zorunda idi.

5) SSCB dağılmakta idi. SSCB ekonomisine müdahale etmek gerekiyordu.

6) Türkiye gelecek yüzyılda Avrupa’da büyük bir ülke olacağı için büyüklük ve derinlik açısından stratejik bir müttefike ihtiyacı vardı.

7) Türkiye güçlendikçe istikrarsız bölgede düşmanları artacaktı. Böylelikle büyüyen Türkiye’nin ABD’ye ihtiyacı daha da artacaktı.’

* * *

Yukarıdaki maddeler 1991’in şartlarını yansıtıyor.

2005’e gelindiğinde şartlar ne durumda?

Bugün aynı sorular tekrar irdelendiğinde neler görüyoruz:

1) Türkiye hálá AB üyesi değil ama müzakere tarihi alındı. Ancak, Fransa ve Hollanda referandumları çerçevesinde AB üyeliği meselesi yine belalı bir döneme giriyor. ABD-AB ilişkileri ise Körfez Savaşı sırasında çok zor bir döneme girdi. İki taraf da bozulan ilişkileri tamir etmeye uğraşıyor.

2) Körfez Bölgesi ve Avrupa hem Türkiye, hem ABD için ortak boyutlarda hayati önem taşımaya devam ediyor.

3) NATO’ya daha belirgin bir görev tarifi (Balkanlar, Afganistan vb.) verildi.

4) ABD’nin bölgede (Ortadoğu) çabaları mislisiyle arttı.

5) SSCB dağıldı ve kendi dışında hem Balkanlar, hem de Türki cumhuriyetler sorunlarını yarattı.

6) Türkiye gelecek yüzyılda Avrupa’da büyük bir ülke olacağı için büyüklük ve derinlik açısından stratejik bir müttefike olan ihtiyacı çok daha büyük boyutta.

7) Ortadoğu çok daha istikrarsız. Türkiye’nin hasımlarının sayısı azalmak bir yana açıkça artmış durumda.

* * *

1991’e oranla 7 maddeden sadece 1 tanesi (NATO-madde: 3) geçerliliğini yitirmiş, 2 tanesi (madde: 1 ve 2) hemen hemen aynı oranda geçerli, 4 madde ise çok daha güçlü (madde: 4, 5, 6, 7) boyutta geçerli.

Cumartesi günü bu hayati tartışmada son değerlendirmemi yapacağım ve Türkiye-ABD ilişkilerinde son durumu Camp David ruhuyla mukayese edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Camp David ruhuna göre (I): Stratejik ortaklık kavramı nedir?

15 Haziran 2005
<B>BELLİ </B>ki; Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri tarif eden terim veya terimler uzun süre <B>stratejik ortaklık </B>ve <B>stratejik ilişki </B>kavramları olmaya devam edecek. Ancak, terimler o hale geldi ki, isteyen istediği yerinden tutuyor. Başbakan ve çevresine göre stratejik ortaklık devam etmekte, bazıları için ise sizlere ömür!

Stratejik ortaklık kavramının ilk defa ortaya atıldığı 1991’de bizzat Turgut Özal ve George Bush’un (Baba Bush) Camp David’de yanında olan rahmetli Özal’ın başdanışmanı ve Özel Kalem Müdürü Engin Güner’in anlattıklarını 13.06.2005 pazartesi günü Hürriyet’te yayınladım. Önümüzdeki üç yazıda da bu önemli söyleşiyi kendi açımdan irdeleyeceğim.

* * *

Terimi ortaya atanlar açısından ne kastettikleri, bizzat o dönemdeki konuşmalarda tutulan toplantı notlarında gizli. Bakın Engin Güner 1991’de nasıl not tutmuş:

‘(Özal) Stratejik bir ilişkinin tam olarak ne anlama geldiğini o anda tanımlamak istemedi. Camp David’de Türkiye’nin böyle bir ilişkiye ihtiyacı olduğunu ve siyasi, ticari, ekonomik ve güvenlik ile dış politikada fırsat alanlarının tanımlanması gerektiğini düşünüyordu. Diğer konuları sonradan ele almak istiyordu. Kafasında bilim ve teknoloji, yüksek öğrenim, enerji vardı.’

Aynı notlarda stratejik ortaklığın olmazsa olmaz boyutu ise açıkça tarif edilmiş:

‘Stratejik bir ortaklık; ilişkiyi etkileyecek belirli eylemlerin daima istişareden sonra geleceği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, örneğin, ABD bir Körfez ülkesinde askeri varlık oluşturmadan veya Korfez’in savunması için...karar vermeden önce Türkiye ile istişarede bulunmalıdır. Türkiye, büyük bir bölgesel diplomasi veya girişimde bulunmadan önce ABD ile istişarede bulunacaktır.

(Ancak) İki ülkeden hiçbiri eylem özgürlüğünden vazgeçmez-egemenlikte bir azalma olmayacaktır...

- Stratejik işbirliğinin bu yönü hayata geçti mi?

- Tabii! Körfez Savaşı’ndan önce iki lider zaten devamlı istişare ediyorlardı. Camp David’den sonra da etmeye devam ettiler...’

* * *

Belli ki; stratejik ortaklık kavramını yaratanlar da terime tam bir tarif verememişler veya vermek istememişler.

Ancak, stratejik ilişki/ortaklığın bugüne ışık tutacak üç boyutu açık ve seçik tarif edilmiş, Camp David’de ruhu da ortaya çıkmış:

1) Stratejik ortaklık iki devlet arasında siyasi, ticari, ekonomik ve güvenlik ile dış politikayı, hatta fazlasını kavrayan çok boyutlu bir ilişki.

2) Stratejik ortaklığın olmazsa olmaz şartı ise tarafların diğer ortağı etkileyecek herhangi bir eyleme geçmeden önce birbirleri ile istişare yapması gerekliliğini vurguluyor. Mutabakat mümkünse aranacak.

3) (Ancak) taraflar, yine de kendi eylemelerinde serbestler. Egemenlik esas! Eylem öncesi istişare şart ama mutabakat olmayabilir. İki taraf 3. ülke(lerle) birbirinin ana politikalarını incitecek eyleme girmemeye azami dikkat edecekler.

4) Camp David’de yaşanan ve pazartesi günü yayınladığım toplantı notlarından çıkan ruha göre de stratejik ilişki içindeki iki devlet dünya üzerindeki her konuyu gizlilik içinde birbirleriyle paylaşacaklar. Taraflar en azından entelektüel seviyede birbirlerini eşit görecekler, görüş alışverişinde bulunacaklar.

* * *

Bu tariflere göre son dönem Türkiye-ABD ilişkilerine siz ne ad verirdiniz?
Yazının Devamını Oku

‘Gölge etme başka ihsan istemem!’

11 Haziran 2005
<B>TÜRK-ABD ilişkilerini </B>kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin; ABD açısından ilişkilerin geleceği en iyi bu cümleyle anlatılabilir: - Gölge etme başka ihsan istemem!

Erdoğan-Bush görüşmesinin yapıldığı gün şöyle yazmıştım:

‘Bugün ‘stratejik derinlik’ ‘stratejik ortaklık’ karşısında sınav verecek.

Kilit soru da İran!

* * *

Anlaşılan görüşme ‘İran meselesine’ ulaşamamış bile!

BOP’un en kritik düğümü ‘Irak-Suriye-İran’ üçgenindedir.

ABD açısından bu üç ülkede de, yazdığım sırayla ‘rejimler muhakkak değiştirilecektir’.

Yine ABD açısından; Türkiye ABD’ye ‘Irak meselesinde’ yardımcı olmamıştır. Bu görüşmede de ‘Suriye meselesi’ ve ‘İran meselesi’nde yardımcı olup olmayacağı sınanacaktı.

Artık bellidir ki, bu ‘meselelerde’ de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, ABD’nin istediği seviyede yardımcı olmak istemediğini açıkça ortaya koymuştur.

Hem müttefike onun açısından en can alıcı ve kendini de çok yakından ilgilendiren konularda yardımcı olamayacağını bildireceksin, hem de ‘stratejik ortaklık’tan dem vuracaksın, bunu kimse anlayamaz.

* * *

Basına sızdırıldığı şekilde Bush’un Erdoğan’a:

- Suriye bizi çileden çıkarıyor. Teröre destek veriyor. Irak’ta hem Iraklıları hem bizim çocuklarımızı öldürüyor, sözlerine Erdoğan ‘Esad’ı ikna etme turları’ ile cevap veriyor.

Bu söz üzerine Bush:

- Artık Esad’ın ne olduğu ortada. Sizin Suriye politikanız bizimle de, dünyadaki diğer ülkelerle de hiç uyuşmuyor, diyor.

Bu diyaloğu basın, ‘Bush’un çileden çıktığı diyalog’ başlığıyla verdi.

* * *

‘Esad’ı ikna turları’
yakın tarihte Ecevit’in ısrarla savunduğu ‘Saddam’ı ikna turlarını’ hatırlatıyor. Bülent Ecevit, Tercüman Gazetesi’nde Behiç Kılıç’a o günleri anlattı ve kendi iktidarının çöküşünün bu dönemde başladığını iddia etti.

Eminim, Erdoğan’ın danışmanları bu söyleşiyi okumuşlardır ve ortada açık seçik bir tercih vardır!

Bu tercih de, artık bu görüşmeden sonra tamamen açığa çıktığı üzere, ABD ile ‘stratejik ortaklık’ istemeyen bir dış politika olarak tarif edilmek zorundadır.

Belli ki; AKP Hükümeti stratejik ortaklık kelimesini sadece retorik olarak kullanmak niyetindedir.

Her bir ülkeyle teke tek ilişkiyi esas alan ve bu çerçevede gereğinde ‘ortak’ aleyhine gelişmeleri dikkate almadan davranan ‘stratejik derinlik’ politikası, AKP Hükümeti’nin esas politikasıdır.

Bu politikanın tarifinde de ‘ortak’ kelimesi yer alamaz.

* * *

AKP Hükümeti, kendi seçtiği dış politika çerçevesinde; neden bir türlü PKK meselesinin çözülmediğini, neden Kofi Annan’ın KKTC’ye uygulanan ambargonun kalkmasını sağlayacak ‘Annan Raporu’nu BM Güvenlik Konseyi’nde bir türlü oylatmadığını da anlamak ve kabullenmek zorundadır.

‘Herkesin çantası kendi koluna, herkes kendi yoluna!’
Yazının Devamını Oku

‘Gölge etme başka ihsan istemem!’

11 Haziran 2005
TÜRK-ABD ilişkilerini kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin; ABD açısından ilişkilerin geleceği en iyi bu cümleyle anlatılabilir:- Gölge etme başka ihsan istemem!Erdoğan-Bush görüşmesinin yapıldığı gün şöyle yazmıştım: ‘Bugün ‘stratejik derinlik’ ‘stratejik ortaklık’ karşısında sınav verecek.Kilit soru da İran!’* * *Anlaşılan görüşme ‘İran meselesine’ ulaşamamış bile!BOP’un en kritik düğümü ‘Irak-Suriye-İran’ üçgenindedir.ABD açısından bu üç ülkede de, yazdığım sırayla ‘rejimler muhakkak değiştirilecektir’.Yine ABD açısından; Türkiye ABD’ye ‘Irak meselesinde’ yardımcı olmamıştır. Bu görüşmede de ‘Suriye meselesi’ ve ‘İran meselesi’nde yardımcı olup olmayacağı sınanacaktı.Artık bellidir ki, bu ‘meselelerde’ de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, ABD’nin istediği seviyede yardımcı olmak istemediğini açıkça ortaya koymuştur.Hem müttefike onun açısından en can alıcı ve kendini de çok yakından ilgilendiren konularda yardımcı olamayacağını bildireceksin, hem de ‘stratejik ortaklık’tan dem vuracaksın, bunu kimse anlayamaz.* * *Basına sızdırıldığı şekilde Bush’un Erdoğan’a:- Suriye bizi çileden çıkarıyor. Teröre destek veriyor. Irak’ta hem Iraklıları hem bizim çocuklarımızı öldürüyor, sözlerine Erdoğan ‘Esad’ı ikna etme turları’ ile cevap veriyor.Bu söz üzerine Bush:- Artık Esad’ın ne olduğu ortada. Sizin Suriye politikanız bizimle de, dünyadaki diğer ülkelerle de hiç uyuşmuyor, diyor.Bu diyaloğu basın, ‘Bush’un çileden çıktığı diyalog’ başlığıyla verdi.* * *‘Esad’ı ikna turları’ yakın tarihte Ecevit’in ısrarla savunduğu ‘Saddam’ı ikna turlarını’ hatırlatıyor. Bülent Ecevit, Tercüman Gazetesi’nde Behiç Kılıç’a o günleri anlattı ve kendi iktidarının çöküşünün bu dönemde başladığını iddia etti.Eminim, Erdoğan’ın danışmanları bu söyleşiyi okumuşlardır ve ortada açık seçik bir tercih vardır!Bu tercih de, artık bu görüşmeden sonra tamamen açığa çıktığı üzere, ABD ile ‘stratejik ortaklık’ istemeyen bir dış politika olarak tarif edilmek zorundadır.Belli ki; AKP Hükümeti stratejik ortaklık kelimesini sadece retorik olarak kullanmak niyetindedir.Her bir ülkeyle teke tek ilişkiyi esas alan ve bu çerçevede gereğinde ‘ortak’ aleyhine gelişmeleri dikkate almadan davranan ‘stratejik derinlik’ politikası, AKP Hükümeti’nin esas politikasıdır. Bu politikanın tarifinde de ‘ortak’ kelimesi yer alamaz. * * *AKP Hükümeti, kendi seçtiği dış politika çerçevesinde; neden bir türlü PKK meselesinin çözülmediğini, neden Kofi Annan’ın KKTC’ye uygulanan ambargonun kalkmasını sağlayacak ‘Annan Raporu’nu BM Güvenlik Konseyi’nde bir türlü oylatmadığını da anlamak ve kabullenmek zorundadır.‘Herkesin çantası kendi koluna, herkes kendi yoluna!’
Yazının Devamını Oku

Dinin terör karşısında görevi nedir?

9 Haziran 2005
<B>SON </B>dönemde katıldığım <B>uluslararası toplantılarda</B> muhakkak ki masaya <B>terör belası </B>yatırılıyor. Tüm ülkeler 21. yüzyılın baş belasının terör olduğu konusunda hemfikir.

7-8 Haziran 2005 tarihlerinde de Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşuna önayak olduğu Diyalog Avrasya Platformu’nun Rusya Şarkiyat Enstitüsü ile Moskova’da ortak tertiplediği ‘Terörden Evrensel Etiğe: Dinler ve Barış’ başlıklı foruma katıldım.

* * *

6 dinden
ruhani temsilcilerin katıldığı forumda ortak ses, terörün lanetlenmesi oldu. Tüm dinlerin temsilcileri, din ile terörün bir araya gelemeyeceğini, Allah’ın yarattığı insanın canını, kendi hayatı tehdit edilmedikçe, Allah’tan başka kimsenin alma hakkının olmadığını defalarca vurguladılar.

Terör karşısında dini kurallar ile ladini kurallar arasında hiçbir fark olmadığı konusunda tüm ruhani liderler hemfikirler.

* * *

Tarihsel perspektifte aralarındaki meseleleri çoğu kez kavga/savaş ile çözümlemiş dinlerin artık ortak bir dilde buluşması çok sevindirici.

Ortak düşman karşısında insanlığın ortak aklı aramaya başlaması belki de terörün insanlığa tek katkısı.

Bu açıdan bu toplantıyı tertip edenler insanlığa büyük hizmet ediyorlar.

* * *

Bir arada yaşamanın sırrını, Mevlana’nın yüzyıllarca önce formüle ettiğini Prof. Dr. Kenan Gürsoy tasavvuf düşüncesi üzerine yaptığı konuşmada çok veciz anlattı. Mevlana’nın ne dediğini mealen aktarıyorum.

‘Ne ben benim ‘Yine de ben benim

Ne sen sensin Sen sensin

Ne de sen bensin.’ Ben senim.’

* * *

Aynı kaynaktan gelip, aynı kaynağa dönüleceğinin bilinci içinde farklı olmak!

İşte bir arada ve birbirinin kaşını gözünü yarmadan yaşamanın gerekçesi!

* * *

Terör belasına karşı ortak aklın aranması sırasında kat edilmesi gereken çok uzun ve çakıllı bir yolun hálá var olduğu da yine bu tip toplantılarda daha net ortaya çıkıyor:

1) Dünyada savaşın neden var olduğu tarih irdelenmeden ortaya çıkmıyor.

Dinler madem savaşa bu kadar karşılar; tarihin akan nehrinde neden din uğruna milyonlarca insan öldü?

Dinlerin birbirine soracağı hesap yok mu?

Hesaplaşmadan kucaklaşmak olur mu?

* * *

2) Terörün görünen resminin ardına bakmadan terör belası yok edilemez!

Terörün ana rahmi ekonomik, sosyal, siyasi zulüm ortadan kalkmadan terörün kökü kurur mu?

Bu sorulara cesur cevaplar oluşturmadan terörle baş edilemez!

‘Bir’ olabilmek için önce farklı dinlerin ana rahminde paylarına düşen hataları kabul etmeleri gerekiyor!
Yazının Devamını Oku

Erdoğan, Bush ile görüşüyor

8 Haziran 2005
<B>SİZLER </B>bu satırları okurken Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı <B>Recep Tayyip Erdoğan,</B> ABD Başkanı <B>George W. Bush </B>ile görüşüyor olacak. Türkiye başbakanlarının ABD başkanları ile görüşmesi Türkiye açısından hep büyük önem arz etmiştir. Bu kez de öyle olacak!

Hatta, Türkiye-ABD ilişkilerinin son dönemde geçirdiği evrelere bakılırsa, bu görüşmenin her zamankinden daha fazla bir önem arz edeceği açıktır.

* * *

Türkiye Cumhuriyeti, AKP dönemine ABD açısından çok önemli bir ilişki bağı ile girdi: Stratejik ortaklık!

Rahmetli Turgut Özal döneminde Türkiye ve ABD ‘Körfez Savaşı’ çerçevesinde özel bir yakınlaşma yaşamış, Camp David’de stratejik ortaklığın temelleri atılmıştı.

Stratejik ortaklık Türkiye’yi, ABD nezdinde, Ortadoğu politikalarında İsrail ile birlikte en fazla güvenilir ülke haline getirmişti.

Öte yanda Recep Tayyip Erdoğan başbakan olmadan önce Beyaz Saray’a ilk ziyaretini yapmış ve o zaman gazetelere yansıdığı şekilde bizzat Başkan’dan icazet almıştı.

Özal döneminde kurulan ortaklık Erdoğan döneminde yeniden ve daha güçlü tarif edilecek ve İslamcı geçmişten gelen Erdoğan ile diğer Müslüman ülkelere örnek bir demokrasi modeli hayata geçirilecekti. Bu deneye ABD ‘Ilımlı İslam Modeli’ adını koymak istedi.

* * *

Ancak, yağmadı yağmur esmedi rüzgar!

Yaşananlar niyetlenenlerden çok farklı gelişti.

ABD, Irak’ın işgali öncesi hazırlıklarını Türkiye’ye güvenerek ve Türkiye’ye büyük tavizlerin verildiği bir pazarlıkla yaptı.

Ancak, Türkiye’de başbakan değişiyordu, giden ateşten topu gelenin üzerine atmaya kalkınca 1 Mart tezkeresi sahipsiz kaldı ve TBMM’de reddedildi.

Bu durum iki tarafta da şaşkınlık ama ABD nezdinde büyük hayal kırıklığı yarattı.

Stratejik ortak önce ‘gel gel, sonra da nanik’ yapmıştı!

* * *

Bu dönemde hep beraber gördük ki; Türkiye sözüm ona yeni bir dış ilişkiler anlayışı geliştiriyordu: Stratejik derinlik!

Bu stratejiye göre Türkiye, Müslüman ülkeler ağırlıkta olmak üzere, birebir ilişkiler geliştirecek, her bir ülke ile ilişkiler birbirinden bağımsız olarak ele alınacaktı.

Buna göre de Türkiye üçüncü ülke ile ilişkilerinde ele alınan maddelerin stratejik ortak olarak ABD’yi rahatsız edip etmediğini hesaba katmayacaktı!

Türkiye sadece kendi çıkarlarını gözetecekti.

İşte bu akıl bizi bugünlere getirdi. ABD, İncirlik ile ilgili taleplerine 8 ay cevap alamayınca, ortak dışında çareler aradı ve Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’da Türkiye’ye alternatifler geliştirdi.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı gelişmeleri uzun süre gözledikten sonra, Genelkurmay Başkanı’nın 21. yüzyılı tarif eden ve NATO’nun önemini vurgulayan konuşmasının ardından 27 Nisan’da TBMM’de yapılmış en Amerikancı konuşmayı yapıp, nihayet mesajı aldığı intibaını yaratmak istedi.

Bugün stratejik derinlik stratejik ortaklık karşısında sınav verecek.

Kilit soru da İran!
Yazının Devamını Oku

‘Türkiye nereye gidiyor?’

6 Haziran 2005
<B>İSTER </B>gazeteci, ister işadamı, ister sade vatandaş; son dönemde yabancı dostlarımdan en fazla aldığım soru bu: ‘Türkiye nereye gidiyor?’

Türkiye ile ilgilenen hemen tüm yabancıların Türkiye konusunda kafaları karışık.

Hemen herkes bir ucundan tutup, Türkiye ile ilgili farklı kanaatlere ulaşabiliyor.

Türkiye’nin hem iç politikada, hem de dış politikada yalpaladığını düşünenler çoğunlukta.

‘Türkiye nereye gidiyor?’

* * *

Basit bir örnek:

TCK’da kaçak Kuran kurslarına getirilen hapis cezasını ortadan kaldıran indirim konusunda bir yabancıya şu şekilde cevap verebilirsiniz:

‘Okullarda zorunlu din ve ahlak dersleri var. Ancak, Anayasa’nın 24. maddesi ‘Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır’ diyerek isteyenlerin okullar dışında özel kurumlarda da din eğitimi almalarına cevaz veriyor.’

Bu sefer de yabancı:

‘Anayasa’nın aynı 24. maddesi ‘din ve ahlak eğitim ve öğrenimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır’ diyor’ diye cevap verecektir.

Yabancı, yabancı aklı ile devam edecektir:

‘Anayasa’nın 24. maddesinde yer alan vatandaşın okullar dışında din eğitimi alma hakkı ile din eğitiminin devletin gözetimi ve denetimi altında yapılması mecburiyeti bir arada yorumlansa...’

‘Nasıl yani?’

‘Hükümet bir düzenleme yapıp, okullar dışında din eğitimi verilmesini serbest bıraksa ama kanunlar ve yönetmelikler ile bu eğitimin nasıl yapılacağını belirli kurallara bağlasa, denetim yöntemlerini belirlese daha doğru yapmaz mı?’

‘!!!’

‘Kuran kurslarını TCK içinde tutarak serbest bırakmıyorsun ki! Hálá ‘suç’ olarak gördüğünü kabul ediyor, ancak cezayı azaltarak sahip çıkıyorsun.’

Yabancı aklı işte! Hálá düz mantıkla düşünüyor.

‘Bak yabancı arkadaşım; evet hükümetin TBMM’de büyük çoğunluğu var ama senin dediğin gibi demokratik bir tavra girerse, ülke birbirine girer. Bu sefer hükümet tarikatları serbest bırakıyor diye derin ve dahi sığ devlet kıyameti koparır. Halbuki şimdi basit bir veto ile sıyırıyorlar.’

‘Bunları millet seçmedi mi?’

‘Bizde millet, devlet yönetiminin bir kısmını seçer, devleti yönetenlerin bir kısmı da oraya kendileri gelirler. Seçilmişler atanmışların hassasiyetlerini de dikkate almak zorundadırlar.’

Daha açık anlatmak zorunda kaldım:

‘Bak yabancı, Türkiye nereye gidiyor sorusuna cevap veremiyorum ama ‘Türkiye hangi metotla yönetiliyor?’ diye sorarsan cevap verebilirim.’

‘Türkiye hangi metotla yönetiliyor?’

Ne şiş yansın, ne kebap metodu! ‘Bak biz yapmak istiyoruz ama yaptırmıyorlar’ diyerek yaparmış gibi gözüküp tabanı, gerçekte yapmayarak da tavanı idare ediyorlar!
Yazının Devamını Oku

AKP, AB’ye direnebilecek mi?

2 Haziran 2005
<B>AB </B>ülkelerinde <B>kamuoyunun </B>Türkiye karşıtı tavrı belirgin bir şekilde ortaya çıkınca, Türkiye şapkasını önüne alıp düşünmeye başladı. Fransa, Hollanda, Almanya’da tabandan gelen tepkiler bugüne dek <B>AB kamuoyunu</B> dikkate almayı akıl edemeyen Türkiye’yi derinden etkiledi. Hükümet ‘olgunlaşma sınavına’ esas şimdi girecek.

AB ve AB karşıtlarından bu dönem beter etkilenecek taban arasında kalacak hükümet ile ilgili dün yazdım:

‘...Hükümetin ateşle oyunu esas şimdi başlıyor... Hükümetin; 1 Mart sonrası ABD’de olduğu gibi, Atlantik’in öte yakasında da yeni bir model olarak ‘anlayışla karşılanma’ dönemi artık sona erdi!’

* * *

Önümüzdeki dönemde hükümet için en kritik görev AB ile götürmeye çalışacağı çok zor ‘pazarlık-müzakere-itiş/kakış’ olacaktır.

Kolay değil, sesleri yükselen ve etkinlikleri her geçen gün artan; hem ülke içinde, hem de ülke dışında ‘Türkiye’yi AB’de görmek istemeyenler’ AKP hükümetini hem içeriden, hem de dışarıdan sıkıştıracaklar. Ancak, hepimiz biliyoruz:

AB kapısı tamamen kapandığı anda, içe kapanacak Türkiye’de ilk önce AKP’nin başını yiyecekler!

* * *

Ancak, ben AKP’nin ‘AB projesi’ konusunda ne kadar dirençli olacağı konusunda büyük şüpheler taşıyorum! Neden?

‘Taban’ ile ‘meşruiyet’ arasında sıkışan AKP’nin böyle bir mücadeleyi götürecek yüreğe, birikime ve çapa sahip olup olmadığı konusunda zaman zaman büyük şüphelere düşüyorum da ondan!

Aralarında çapı çok yüksek insanlar var ama AKP, ortalama aklı ele alındığında; sanki parti hem kendi hem de ülkenin başına neler gelebileceğinin farkında değilmiş gibi bir görüntü veriyor.

* * *

Neden böyle bir intiba içindeyim? Örneğin:

Balık baştan kokar derler!

Eğer AKP’nin en tepesindeki insan zaten umutsuzsa ve:

‘...Başbakan AKP’nin önceki akşam yapılan kapalı kapılar ardındaki MYK toplantısında Fransa’daki Anayasa referandumunda çıkan ‘hayır’ sonucunun diğer kurucu ülkelere de sıçrayabileceğine ilişkin endişesini, ‘Bakalım biz üye olana kadar ortada AB kalacak mı?’ diye dile getirdi.’ (Hürriyet-01.06.2005) ise zaten AKP’nin aklının derinlerinde bir AB projesi olmadığı ortaya çıkar.

Eğer, AB’nin varlığı sorgulanıyor ise:

Başbakan 17 Aralık öncesi neden koşuşturmuştur? Neden uyum yasaları çıkmıştır? Başbakan inanmadığı bir süreci neden yaşamıştır?

Bu sorulara cevap ararken akla başka sorular da gelecektir:

Eğer, Başbakan Fransa’daki referandumdan bu kadar olumsuz etkilendi ise;

Koskoca Başbakan Fransa’daki referandum sonuçlarına hazır değil miydi? Morali bu kadar çabuk mı bozuluyor? Diğer olumsuz gelişmeler moralini daha fazla bozmaz mı? İnanmadığı ve dağılacağına inandığı bir Birliğe üye olmak için nasıl mücadele verecek? Sıkışınca havlu atmayacağına nasıl ikna olacağız?

* * *

AKP’nin aklı çok karışık. Her bir gelişme bu kargaşayı teyit ediyor.

Zor bir dönemeci aklı karışık bir yönetimle nasıl döneceğiz?
Yazının Devamını Oku