Cüneyt Ülsever

Ayışığında sinema keyfi

23 Ağustos 2005
Kadıköylü sinemaseverleri denize karşı kurulan perdeden, dalga sesleri eşliğinde kurmaca ve belgesel filmlerle buluşturan Ayışığı Sinema Akşamları'nın dördüncüsü yeniliklerle geliyor. Bu yıl 26-30 Ağustos 2005 tarihleri arasında yapılacak olan etkinliği, 31 Ağustos-4 Eylül 2005 tarihleri arasında yapılacak "IV. Ayışığı Belgesel Film Akşamları" takip edecek.<br><img src=/images/kirmizinokta.gif border=0>&nbsp <a href="http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~13@nvid~619600,00.asp" class="hurhaberlink"> Haydi "rastgele" </a>

Bu yıl  “Yazlık Sinema Keyfi” programı süresince Kadıköylülerle buluşacak filmler arasında Takashi Miike’nin “Cevapsız Arama”, Bahman Ghobadi”nin “Kaplumbağalar da Uçar”, Yoji Yamada’nın “Alacakaranlık Samurayı”, Carlos Carrera’nın “Günah” ile  Carlos Sorin’in Arjantin Hikayeleri adlı filmleri yer alıyor.  Filmler her akşam saat 21.00’de ücretsiz olarak gösterilecek.

Belgesel Sinemacılar Birliği, yaz ayları boyunca Türkiye’nin bir çok kentinde yaptığı festivaller, film günleri ve tematik belgesel film gösterimleri ile belgesel sinema için çok sayıda gösterim alanı yaratıyor. Belgesel Sinemacılar Birliği’nin, belgesel Sinemayı seyircisiyle buluşturduğu en keyifli ve izleyicisinin en yoğun olduğu etkinliklerinden biri de “Ayışığı Belgesel Film Akşamları”. 

Belgesel meraklılarının heyecanla beklediği “Ayışığı Belgesel Akşamları” 31 Ağustos – 4 Eylül tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. 

Belgesel Akşamları süresince  9 yerli, 5 yabancı; Çin, Hindistan, Bulgaristan, İngiltere, Sırbistan’dan olmak üzere toplam 14 belgesel izleyicisiyle buluşacak.

Gösterim programı,  Mart ayında gerçekleştirilen “8.Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali”nin seçki filmlerinden oluşturuldu.

 

Yazının Devamını Oku

Hükümetin ne Kürt, ne de Ortadoğu politikası var! (I)

23 Ağustos 2005
<B>Bu yazı iki hafta tatil arkası yayınlanan ilk yazımdır!<br><br></B>Hükümetin zaman zaman aksayan, zaman zaman cesaretle götürdüğü bir <B>‘AB politikası’</B> var ama şurası kesin ki ne bir <B>‘Ortadoğu politikası’</B>, ne de <B>‘Kürt politikası’ </B>var! ‘Ortadoğu meseleleri’nde Başbakan yönlendirilmeye çok müsait!

Ben bu köşede üç gün yayınlayacağım yazılarda Türkiye’nin PKK meselesini, Irak ve Ortadoğu politikalarını netleştirmeden çözemeyeceği görüşünü savunacağım!

Başbakan ve danışmanlarının Ortadoğu meselesinde kafaları karışık olduğu için ‘Kürt sorununu’ değil çözmek, tehlikeli mecralara sürüklediklerini iddia edeceğim!

* * *

Türkiye’de bir ‘Kürt oyunu’ sahneleniyor. Bu oyunda rol alanlar içinde kimse ama kimse doğru dürüst bir hazırlık yapmadığı için her gün daha da netleşerek ortaya bir ‘Kürt politikası’ değil, Kürtlerin ve ‘aydınlar’ın kullanıldığı bir oyun çıkıyor.

Bir-iki gazeteci ile birkaç bakan-danışmanın ayak üzeri hazırladığı mizansende yer alan bazı ‘aydınlar’a aklıma takılan şu soruları sorarak işe başlıyorum:

* * *

1) Başbakan onlara ‘demokratik cumhuriyet’ten bahsetti. ‘Demokratik cumhuriyet’ terimini Abdullah Öcalan kullanıyor ve mealen ‘iki eşit milletin kurduğu cumhuriyetin aynı çatı altında ama iki ayrı kimlik olarak demokratik haklarını kullanmasını’ kastediyor. Başbakan neyi kastediyor? ‘Uyum yasalarının uygulama sorunlarından’ dem vuruyorsa, Apo’nun pek sevdiği terimi neden kullandı?

2) Aynı Başbakan, iki gün sonra Diyarbakır’da klasik söyleme döndü ve ‘tek bayrak, tek devlet, tek millet’ten dem vurdu. Ancak, sonradan tekrar çark etti ve aynen ‘...Bunlar birer alt kimliktir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı başlığı altında toplanmaktadır. Ülkemizde 30’a yakın etnik kimlik var. Bununla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını birbirine karıştırmayalım’ dedi. (Radikal-22.08.05)

Başbakan ‘demokratik cumhuriyet’ terimi ile ‘tek millet’i mi kastediyor, yoksa ‘alt kimliklerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı başlığı altında toplanmasını’ mı? Bu iki terim farklı anlamlar taşıyor. Ben hangisini kastettiğini bir türlü anlayamadım, siz ‘aydınlar’ anladınız mı?

3) Başbakan’ı Diyarbakır’da 500-600 kişi dinledi. Halbuki seçimlerde AKP Diyarbakır’da % 34 oy almıştı. Bu insanlar AKP’ye oy vermekten korkmadılar da Başbakan’ı dinlemekten mi korktular? Üstelik, ‘terörü siz bitireceksiniz!’ diyen danışmanları bu kadar gürültüden sonra Başbakan’ın zor duruma düşeceğini, parsayı PKK’nın toplayacağını neden hesaplayamadılar? AKP örgütü, bu kadar önemli bir gövde gösterisi için, neden sadece 500-600 kişi toparladı?

4) Başbakan en son ‘Kürt meselesi ayrı, PKK terörü ayrı’ dedi. ‘Aydınlar’ olarak Başbakan’a, ‘Hiçbir yazılı doküman alışverişi olmayan, hatta kalem bile verilmeyen Apo 1999’da 12, 2000’de 13, 2001’de 24, 2002’de 3, 2004’te 28 (rekor yıl, Erdoğan’ın Başbakan olduğu yıl) ve 2005’te şimdiye dek 9 adet olmak üzere toplam 101 görüşme notunu İmralı’dan nasıl yayınlattı?’ diye sorar mısınız?

Başbakan bu konuda ne düşünüyor? Ne tedbir alıyor?

5) Bana göre, Başbakan’ın ele aldığı şekliyle ‘Kürt sorunu vardır’ çıkışından sonra ‘Sayın Abdullah Öcalan’ sözleri medyada çok daha rahat ve çok daha fazla sayıda yayınlanır hale geldi. Siz bu yargıma katılır mısınız?
Yazının Devamını Oku

Saros Körfezi’ni Yunanlılara açalım

7 Ağustos 2005
<B>İKİ </B>yıldır yazları <B>Saros Körfezi</B>’nde geçiriyorum. Burası dünyanın en güzel bölgelerinden birisi. Ancak, bu denizin değerini bilmiyoruz. Bir yıl önce de yazmıştım (07.08.2004):

‘...Saros Körfezi hemen İstanbul’un dibinde, Kuzey Ege’de dünya harikası bir deniz. Saros Körfezi; Ege’nin muhteşem yeşil-mavi dokusunu Trakya’ya taşıyan, ortası akvaryum bir cennet. Bu kadar temiz deniz dünyada kaç bölgede kaldı, merak ediyorum... Şimdi 40 küsur çeşit balık çıkan bu denizde zamanında 144 çeşit balık, 78 tür deniz bitkisi, 34 tür sünger varmış. Mercan kayalıkları da dalgıçların ilgi odağı.

Saros Denizi, bir körfez olmasına rağmen kendi kendini temizleyen nadir denizlerden birisi. Her yıl üç defa ve aynı zamanda; şubat, nisan ve temmuz aylarının 15. veya 18. günü başlayıp, 25. veya 28. günü sona eren ilahi temizlik işleminde tabanda soğuk su, yüzeyde sıcak suyun yarattığı akıntılar koskoca denizi içine atılan tüm aykırı maddelerden kurtarıyor.

Körfez; dünyada windsurf sporuna en fazla müsait 3 denizden de birisi.’

* * *

Tekirdağ-İpsala (sınır) karayolu, yakında ‘duble yol’ olarak tamamlanıyor. Bu yol bitince tümü çift yol olmak kaydıyla İstanbul-Saros arası arabayla 2-2.5 saate inecek. Bu arada İstanbul-Selanik tren seferleri de başlayacak. Böylelikle hem Yunanistan’dan, hem de İstanbul’dan Saros’a ulaşmak çok kolay hale gelecek.

* * *

Saros, İstanbul halkına Bodrum, Kuşadası, Çeşme’ye gitmeden, hemen diplerinde, Ege Denizi’nin tüm nimetlerini sunabilir
. İstanbullular çok daha kolay ve ucuza, ister haftalık olarak, ister hafta sonu tatillerinde Saros’un güzelliğinden faydalanabilirler.

Öte yanda Saros Körfezi; Kuzey Yunanistan’ın Selanik, Kavala, Drama, Yenice, Gümülcine, Dedeağaç çizgisinde yerleşik insanlarına da çok keyifli ve ucuz tatil imkánları sağlayabilir.

Zaten, Keşan Çarşısı hafta sonu Kuzey Yunanistan’dan gelen komşulara kucak açıyor, arabalar ve otobüslerle Keşan’a gelen Yunanlılar mutfak, temizlik, gıda ve hatta giyim ihtiyaçlarını çok daha ucuza mal ettikleri Keşan’da gideriyorlar.

* * *

Trakya’da hem İstanbul’a, hem Yunanistan’a hizmet verecek bir ziynet var ve biz bunun farkında değiliz.

Neden? Kendim de Rumeli kızanı olduğum için okur bunu bir özeleştiri olarak kabul etsin; Trakya insanı hizmet sektörünü tanımıyor.

Yörede bir sürü insan verimli topraktan elde edeceği rantı tek gelir kaynağı sayarak yaşıyor.

Çevrede ne doğru dürüst tesis var, ne de turizmi destekleyecek bir anlayış!

* * *

Peki ne yapmalı? Devlet, ana görevini ifa ederek Saros Körfezi’nin turizme açılmasına öncülük etmeli. Kendi elindeki tesisleri yeni bir anlayışla değerlendirmeli ve yörenin propagandasını yapmalı.

Devlet, kendi tesislerini kullanarak hem Türk, hem Yunan tur operatörlerini ve yatırımcıları Saros’a davet edip burada ağırlayarak tanıtım işine ivedilikle soyunmaya başlayabilir.

Lütfen, Edirne ve Çanakkale valilikleri, sahibi oldukları Saros’a yeni bir gözle baksınlar!

Not: Yıllık iznim nedeniyle yazılarıma 23.08.2005 Salı gününe dek ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku

Şenol Demiröz’den Başbakan sorumlu değil mi?

4 Ağustos 2005
<B>HERKESİN </B>birleştiği bir değerlendirme var:<br><br><B>Şenol Demiröz TRT tarihinin gördüğü en başarısız genel müdürdür! Ayrılmasına üzülen hemen hemen kimse yok!

Ancak, nerede ise tüm bürokrasiyi kapsayan ‘yönetememe’ sorunu Şenol Demiröz’ün istifası ile bitecek mi?

Tek başarısız bürokrat Şenol Demiröz mü?

Başarısız bürokratları atayanların sorumluluğu yok mu?

* * *

Özel işletmelerde insan yönetimi alanında değişmez bir kural vardır:

Başarısız yöneticiyi seçen/atayan kişi/kurum başarısız perfomanstan müteselsil olarak sorumludur zira kefil olmuştur.

* * *

Şenol Demiröz’ü atamamak için Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ısrarlı olmuştu. Başbakan da inatla Şenol Demiröz’ü savunmuştu. Zamanında, ‘Bırakın seçilmiş yönetim istediği bürokrat ile çalışsın’ diye Cumhurbaşkanı’na sitem eden kişiler arasında bulunan bir kişi olarak şimdi Cumhurbaşkanı’na karşı mahcup duruma düşmüş kişiler arasında da varım.

Ancak, ‘seçilmiş yönetimin istediği bürokrat ile çalışma’ hakkı ‘o bürokratın başarısız performansının sorumluluğunu da taşımayı’ gerektirir.

Şenol Demiröz’ün başarısızlığı aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısızlığıdır! Yetkinin olduğu her yerde sorumluluk da vardır!

* * *

Cumhuriyet tarihinde ‘vekalet’ mekanizması ile en fazla bürokrat çalıştıran AKP hükümeti yine Cumhuriyet tarihinin ‘Benden olsun taştan olsun’ mantığı içinde en fazla liyakatsiz/çapsız bürokrat çalıştıran hükümeti olmuştur!

‘Yetki bende olsun ama sorumluk almam’ mantığı ilk kez ‘hızlı tren kazası’nda görüldü. Tüm uzmanların aksine uyarılarına rağmen hızlı tren lehine karar verme konusunda yetkili olanlar kaza ertesinde sorumluluk alma cesaretini zerre kadar gösteremediler. Bakalım ruz-i mahşerde nasıl hesap verecekler!

* * *

TRT, THY ve benzeri teknik kurumlarda yaşanan rezaleti bir kenara koyalım; bugün Başbakan Müsteşarı sıfatı ile ülkenin en tepesinde oturan bürokrat, akademik dünyada yüz kızartıcı suçlar kategorisine giren intihal/aşırma suçu iki üniversite tarafından karar altına alınmış bir kişidir. Ama hálá görevde!

Neden? Yine Başbakan öyle istiyor da ondan!

Türkiye’nin dış politikasını da ‘Bizden olsun taştan olsun!’ mantığı ile çapsız insanlar yönlendiriyor. Yeniden azıtan PKK terörünü başımıza bela eden faktörün ‘stratejik derinlik’ adı altında kakalanmaya çalışılan kakofoni siyaseti olduğunu açıkça telafuz etmesek dahi hepimiz biliyoruz.

* * *

Türkiye’de bürokratik yönetim durdu. Maalesef, liyakatsiz insanlar konunun uzmanlarını kovdular.

Ancak, bu durumun esas sorumlusu çapsız bürokratlar değil, bizzat hükümet ve onun başı Başbakan’dır!

Bürokrasiyi yönetmek için ‘milli görüşçü belediyecilik’ yeterli olmuyor!

Atama yetkisi varsa, atayan atananın performansında da sorumludur!
Yazının Devamını Oku

Kerkük’te PKK bayrağı!

3 Ağustos 2005
<B>1 Mart tezkeresi </B>ile başlayan süreçle bir yol ayrımına gelen <B>Türkiye-ABD </B>ilişkilerinde en çok korktuğum mesele iki ülkenin <B>menfaatlerinin açık ve ciddi bir çelişme </B>noktasına gelmesiydi. Galiba, öyle bir noktaya doğru hızla ilerleniyor: Türkiye’yi haklı olarak çok rahatsız eden ‘PKK saldırıları’ ABD’nin bir türlü birincil meselesi haline gelemiyor!

* * *

Son gelişmeler Türkiye’yi derinden yaralıyor.

PKK’nın yeniden silahlara sarılan kanadı sayesinde:

1) Türkiye’de millet, ABD’ye karşı beter bileniyor..

2) Hükümet ile TSK ilişkilerinin ciddi şekilde zedelenmesine neden olacak altyapı kuruluyor.

3) Hükümet, sadece parlamento içi-dışı muhalefet indinde değil, millet indinde de ağır ithamlarla karşılaşıyor.

* * *

1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin ardından Türkiye, ABD’nin çok önem verdiği ‘Ortadoğu politikalarında’ birincil sırada değil. Olsa, olsa ikincil sırada!

Bu ne demek?

Daha önce de yazdım; ABD Türkiye’yi Ortadoğu politikalarında en fazla güvenilir unsurlar arasında görmüyor, dolayısıyla kendi ana politikalarının Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini çok fazla hesaba katmıyor, Ortadoğu’da yeni politika geliştirmeden önce Türkiye’ye danışma ihtiyacını katiyen duymuyor.

ABD, şu ana dek Türkiye’nin PKK ile ilgili kaygılarını sadece retorik olarak ifade edilen iki diplomatik söylemle geçiştirmeye çalıştı:

1) PKK terörist bir örgüttür.

2) İtirazlarınızda muhatabınız Irak Hükümeti’dir.

ABD Türkiye’nin kaygılarını ancak ikincil sırada halledilmesi gereken bir konu olarak görüyor.

* * *

‘Terör örgütü PKK’nın (Partiya Karkeren Kurdistan-Kürdistan İşçi Partisi) Irak’taki siyasi uzantısı Demokratik Çözüm Partisi’nin Kerkük’teki bürosuna, PKK ve KKK’nın (Koma Komalén Kürdistan-Kürdistan Demokratik Konfederalizmi) bayrak ve flamalarını asmasına Ankara sert tepki gösterdi.’ (Hürriyet-02.08.05)

* * *

Bu cümle ve yanında yer alan PKK bayrağını Kerkük’te dalgalanırken gösteren resmin Türk insanı tarafından algılanış şekli çok büyük meselelere gebe!

Korkarım, taban AKP’yi süratle bir ikileme sürükleyecek ve hükümet TSK’dan gelecek ‘güvenlik mülahazaları’ ile ABD ile yeniden inşa etmeye çalıştığı ‘diplomatik mülahazalar’ arasında sıkışıp kalacak.

Öte yanda ABD; 15 Ağustos’ta Irak’ta yeni anayasanın ilan edilmesini, ardından ekimde oylanmasını ve aralıkta yapılacak genel seçimde istediği gibi bir sonuç çıkmasını birincil politikası olarak görüyor.

Bu yolda kendine en yakın unsur olarak da Kuzey Irak’taki Kürtleri görüyor ve Irak’ta Şii ve Sunniler ile uğraşırken, onları katiyen karşısına almak istemiyor.

* * *

Ben merakla şu soruya cevap arıyorum:

ABD, PKK’nın üzerine gitmeyerek, AKP’yi içeride zor duruma düşürmeyi bir politika olarak mı benimsiyor, yoksa Irak’ta büyük çapta aciz bir politika içinde mi?
Yazının Devamını Oku

Kerkük’te PKK bayrağı!

2 Ağustos 2005

*   *   *

Son gelişmeler Türkiye’yi derinden yaralıyor.

PKK’nın yeniden silahlara sarılan kanadı sayesinde:

1) Türkiye’de millet, ABD’ye karşı beter bileniyor..

2) Hükümet ile TSK ilişkilerinin ciddi şekilde zedelenmesine neden olacak altyapı kuruluyor.

3) Hükümet, sadece parlamento içi-dışı muhalefet indinde değil, millet indinde de ağır ithamlarla karşılaşıyor. 

*   *   *

1 Mart tezkeresinin

Yazının Devamını Oku

Vedat Bayram’a verilen cevaptır

2 Ağustos 2005
<B>LİYAKATSİZ </B>bürokratların vekáleten götürdükleri görevlerde başarısız olduklarını iddia eden yazım üzerine eski <B>İstanbul Gençlik ve Spor Müdürü Vedat Bayram</B>’ın gönderdiği <B>destekleyici</B> mektubu geçen hafta (26.07.2005) yayınlamıştım. Yazımın sonunda aynen: ‘...8 yıl süre ile türlü çeşitli hükümetlere hizmet veren bir bürokrat, ‘mesleği zerre kadar bilmeyen badem bıyıklı bir makam esnafı’ tarafından ayağının kaydırıldığını iddia ediyor! Yerine gelen de liyakatsiz olduğu için yine bir ‘vekil müdür’...’

Bayram’ın mektubuna Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü (GSGM) cevap verdi. Özetleyerek yayınlıyorum:

* * *

‘Köşenizde 26.07.2005 (bugün) tarihi itibariyle yer verdiğiniz konu hakkında şahsınızı ‘sporda idari yapılanma politikamız’ ile ilgili bilgilendirmek istiyoruz.

GSGM bünyesinde, 2003 yılı Mart ayı itibariyle başlattığımız ‘performans kriterleri’ uygulamamız halen sürmekte ve bu kriterler doğrultusunda yaptığımız uygulamalar neticesinde büyük mesafeler almış bulunmaktayız.

Özellikle il müdürlerimizin tespiti konusunda uyguladığımız performans kriterlerinin başında, ildeki lisanslı sporcu sayısı, ilin tesisleşme durumu, kamu ve özel sektör kaynaklarının verimli kullanımı, sponsorların spor alanına yönelmelerinin sağlanması, ulusal ve uluslararası organizasyonları ve sahipliği, okullarla ilişkilerin etkin ve yoğun bir şekilde gerçekleştirilmesi ve spor potansiyelinin aktif hale getirilme derecesi göz önünde tutulmaktadır.

Bu noktadan hareketle çıktığımız yolda, yapılan atamaların hiçbirinde siyasi referans gözetmediğimizi özellikle belirtmek isteriz.

Bu konuda sporun, tüm sosyal olgu ve görüşlerin üzerinde bir konu olduğu bilinciyle hareket ettiğimiz içindir ki, lisanslı sporcu sayımız iki yıl gibi kısa bir sürede % 180’lere varan oranda artış göstermiştir. Ayrıca spor idarecilerinde gerçek spor adamlığı özelliğini aradığımız içindir ki 1970’li yıllardan bu yana bitirilemeyen tesislerin, birer birer açılışını yapabilmekteyiz.

Gençlik ve spor, gerçekten ayrım gözetmeksizin idare edilmesi gereken bir konudur. Bu nedenle göreve geldiğimiz andan itibaren, bürokraside ‘Her Devrin Adamı’ olarak nitelendirilen isimlerle çalışmak yerine ‘Sadece Sporun Adamları’ ile çalışmayı düstur edindik. Ayrıca genel seçimlerin hemen ertesinde, iktidar partisine gülücükler dağıtan kişi ve düşüncelerle bir arada olmak, spor idaresindeki fikrimizle hiç bağdaşmadı...

...Özellikle İstanbul gibi spor potansiyeli yüksek bir ilde, tesis yapmak yerine belediye yahut özel sektör imkánlarıyla yapılmış tesislere ‘Bu tesis falancanın katkılarıyla tamamlanmıştır’ tabelası asmak ádetimiz olmadığı gibi, bu düşüncedeki kukla idarecilerle çalışmadık ve çalışmıyoruz.

Yazınızda bahse konu ettiğiniz şahsın ‘İstanbul’daki başarısızlığı sebebiyle’ görevine son verilmiştir. Yani durum, şahsınıza yazdığı ‘duygu dolu!’ mektupta belirttiği gibi bir görev bırakma yahut emekli olma durumu değildir.

İllerin spor potansiyellerine göre tespit ettiğimiz il müdürlerinin, 5 yıldan fazla aynı yerde görev yapmalarını da ‘yozlaşma veya rutinleşme’ gibi sebeplerle önledik.

Bizler, Türk sporuna ve gençliğine hizmet amacıyla bu etkin çalışmaları yürütürken arkasına almaya çalıştığı siyasi destekle bir yerlerde tutunmaya çalışan kişilere asla müsamaha göstermedik.

Şu anki tablo itibariyle Türk spor teşkilatı, tüm ilgili kurum ve kuruluşlarıyla kol kola çalışabilen barışık bir kurum haline gelmiştir.’
Yazının Devamını Oku

Ek protokolü imzalayan hükümeti tebrik ediyorum

31 Temmuz 2005
<B>ŞİMDİ </B>hükümete dört koldan saldıracaklar. Kıbrıs’ı satmakla, AB’den hiçbir şey almadan bir kez daha taviz vermekle, hatta <B>‘vatana ihanet etmekle’</B> suçlayacaklar. Üzerine beter gelecekler. Etrafında geniş bir muhalefet çemberi örecekler.

Ancak, hükümet büyük bir cesaret ve özveri ile protokolü imzaladı.

Hükümetin, yaşayacağı tüm sıkıntıları göze alarak Türkiye’nin doğru rotasında ilerlemesi için attığı bu imza çok önemlidir. Kutlarım.

* * *

Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti, AB’den müzakere tarihi aldığı 17 Aralık’tan beri büyük oranda yalpalıyor.

Tabandan gelen talepler ile tavandan gelen baskılar arasında ‘bir adım ileri, bir adım geri politika’sıyla hiçbir şey yapmadan olduğu yerde çırpınıp duruyor.

Hükümetin bir türlü içinden çıkamadığı ve ne olduğu katiyen anlaşılmayan ‘Irak-Ortadoğu politikası’, Türkiye’nin başına PKK belasını tekrar sarıyor.

Alternatifsizlikten medet uman Başbakan Erdoğan, kendini esas zorlayacak muhalefetin bizzat kendi partisi içinde geliştiğinin pekálá farkında.

İlk seçimlerde hükümeti en fazla hırpalayacak konunun ise köylüyü isyan ettiren tarım politikaları olduğunu görmemek için sadece kör olmak gerekiyor.

* * *

Kendi tabanını da kuşatan ulusalcı/milliyetçi rüzgárın etkisiyle ‘ek protokol imzasını’ 3 Ekim’e dek sallayıp sallamayacağı tartışılırken atılan bu imza Türkiye’yi de, hükümeti de tüm zorluklarına rağmen doğru yörüngesinde tutacak bir harekettir.

Son dönemde görülen içe kapanma rüyaları, hükümetin yalpalamasından da faydalanarak, Türkiye’yi 21. yüzyıldan koparmak için büyük hayaller kuruyordu.

Karşılarında 17 Aralık iradesinden sapan bir hükümet gördükçe, Türkiye’nin ilerlememesi için kambura yatanlar, ipi iyiden iyiye ele almışlardı.

Artık beter azacaklar! Hatta kıyamet koparacaklar!

Ancak, bu imzayla hükümet atı aldı ve Üsküdar’ı geçti. Ardından kopacak toz duman, sadece ‘mağlup olduğunu fark edenlerin psikolojik travmalarının’ dışa yansıması olacaktır.

* * *

Şimdi ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ tanındı mı, tanınmadı mı münakaşaları alıp başını gidecek. Hakikaten de tarih öyle bir olgu yarattı ki, ‘Güney Kıbrıs’ın tanınıp tanınmadığı’ sorusuna herhangi bir kitabın doğrudan cevap vermesi mümkün değil.

Ancak, ulaşılan noktanın en fazla Tasos Papadopulos ile Kostas Karamanlis’i rahatsız ettiğinden kimsenin şüphesi olmasın.

Hükümet bu iki kanadın elinden son ve en ciddi kozlarını aldı!

Artık, ellerinde AB önüne koyacakları somut bir bahane kalmadı.

Onlar da, Güney Kıbrıs için ‘Bak işte tanıdı, tanıdı!’ diye haykıracak, iç muhalefetin yanında ‘Bak işte tanımadı, tanımadı!’ diye bağrışacaklar.

Diğer yönde bu imzanın Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy gibi Türkiye muhaliflerine de darbe indirdiğinden kimsenin şüphesi olmasın. Zira, onlar da artık ‘devamlılık’ geleneği çerçevesinde 3 Ekim’e dek pek ses çıkaramayacaklar. Devlet idaresini devraldıklarında da tabana değil, ülkelerinin genel çıkarlarına bakacaklar ve Avrupa’nın Türkiye’ye ne kadar ihtiyaç duyduğunu daha net görecekler.

* * *

Hükümet, çok dikenli bir yolda ancak ülkeyi doğru hedefe bir kez daha çeviren tarihi bir imza attı.
Yazının Devamını Oku