11 Ocak 2006
ARKADAŞLAR "Yine bu bayram çocukları yazacaksın değil mi!" deyince herhalde muhacir inadım tuttu. Bu bayram çocukları yazmayacağım. Bayramda iki gün "bir yetişkin olarak" kendimi yazmaya karar verdim.
54 yaşında bayram ne anlama geliyor?
* * *
Bir dostum söylemişti.
"Hayat hep pazarlama faaliyeti ile geçer!"
İnsan kendisini ebesine pazarlayarak başlar hayata, sonra annesine, daha sonra arkadaşlarına, öğretmenlerine, komutanlarına, eşine, amirine, patronuna pazarlar kendini.
Bir ömür böyle geçer.
Dostum gökyüzünü göstererek ve gülerek ilave etmişti:
"Sonunda da kendimizi O’na pazarlamaya çalışırız!"
* * *
Ben de artık her bayrama kendimi O’na pazarlamaya çalışarak başlıyorum. Sevaplarımı promosyonlu yazması, günahlarımı çizmesi için O’nu ikna etmeye çalışıyorum.
Ne kadar iyi bir pazarlamacı olduğumu ileride anlayacağım!
* * *
Benim için bayram iki kelime arasına sıkışıyor:
"Yalnızlık" ve "kaynana"!
Bayramların tadını veren insan kalabalığıdır. İnsan sevdikleri ile en çok bayramlarda birlikte olmak ister. Ama ben iki oğlumu bayramlarda hemen hemen hiç görmüyorum.
Zira, onlar iş ve okul nedeniyle yurtdışında oluyorlar!
Bu bayram birisi Türkiye’de ama o şimdi asker!
* * *
Eşim yurtdışında çalıştığı, sadece hafta sonları İstanbul’a gelebildiği ve Avrupa’da şimdi bayram olmadığı için, o da bayramlarda yurtdışında oluyor.
Neyse ki, bu yılbaşı Noel nedeni ile iki hafta birlikte olabildik.
Ayrıca bu bayram benim harçlığım; eşimin bir punduna getirip bayramın ilk gününü İstanbul’da yanımda geçirmeyi becerebilmesi oldu.
Bana da yaşıma uygun bir biçimde "buna da şükretmek" düştü!
* * *
Ben bayramları, diğer günleri de beraber geçirdiğim şahısla geçiriyorum: Kaynanam!
Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden "Hocanım" ile her bayram akşamlara birer adet "parlatarak" başlıyoruz. Ben sonra devam ediyorum, o kısa kesiyor.
Televizyonun uzaktan komuta aleti genellikle, daha açık yazayım daima onun zilyedinde olduğu için bana ancak kaynanama sevdiğim programların methiyesini yapmak düşüyor.
Eninde sonunda insanım, "Belki ikna ederim de bu kez benim istediğim diziyi seyrederiz" diye seçtiğim dizinin mana ve önemini ballandıra ballandıra anlatıyorum.
O, öğretmenler odasında cam kıran öğrencinin ifadesini alır gibi sessiz sedasız beni dinliyor, hatta:
"Anlat çocuğum!" diyerek gönlümü alıyor, ben de 54 yaşında "çocuk" yerine konmanın keyfine varıyorum.
Hocanım beni bir süre dinledikten sonra zaten çoktan verilmiş hükmünü bana tebliğ ediyor:
"Hayır çocuğum, o diziyi değil, bu diziyi seyredeceğiz!"
* * *
Ben gündüz kendimi belki beni bayram yemeğine çağırırlar diye arkadaşlara "pazarlamak" için gayretlere girmiş oluyorum ama bu alanda iyi bir pazarlamacı olduğum söylenemez.
Allah’tan bu akşam "Avrupa Yakası" var, bu diziyi kaynanam da seviyor!
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2006
BAYRAM süresince siyasete katiyen eğilmemek, sadece ve sadece "insana dair" yazılar yazmak istiyordum. Ancak, şu satırların yazıldığı saatlerde televizyon ekranından sarkan kuş gribi ile ilgili haberler, beni kelimenin tek anlamıyla çileden çıkardı.
Maalesef, bir bayram sabahı böyle tatsız ve tuzsuz bir yazı yazmak zorunda kalıyorum.
Herkesten özür dilerim. Esasında kimsenin bayramını zehir etmek gibi bir niyetim yok!
* * *
Türkiye bilimden nasibini hiç almaz mı?
Kuş gribiyle ilgili tartışmaları takip ederken bu soru bir kez daha aklıma, "bazı gazetecilerin" Başbakan ile yediği yemeğin notlarını okurken takıldı.
Hiçbir gazeteci Başbakan ile "kuş gribi" üzerine yapılan bir sohbeti yansıtmıyordu. Anladığım kadarıyla Türkiye’nin kuş gribi tehdidiyle çalkalandığı bugünlerde kimse Başbakan’a alınan tedbirlerle ilgili soru sormamıştı!
"Neden?" diye sormadan edemedim.
Benim bulduğum cevap, yemeğe katılan gazetecilerin Başbakan’ı kızdırmaktan korkmaları oldu. Herhalde, son dönemde Başbakan’ın sinirlerinin çok çabuk bozulduğunu bilen gazeteciler, nezih bir ortamda kendisini germek istememişlerdi.
Galiba gazeteciler, Başbakan’ı sinirlendirme ihtimali olan diğer alanlara da girmemişlerdi.
Gazetecilerin "kuş gribinin" tehlike boyutlarını düşünemediklerini aklıma getirmek dahi istemiyorum.
* * *
Türkiye’de siyasilerin, bilimin öngörülerini, işlerine gelmediği zamanlarda hiçe saydıklarına dair örnekler çoktur.
Ama, insan sağlığı/insan hayatı ile ilgili uyarıları, üstelik birkaç kez göz ardı eden/iplemeyen ilk hükümet herhalde Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti olmak durumunda.
Şu üç örnek benim meramımı çok doğru anlatıyor:
1) Hızlı tren kazası.
2) Malatya’da sulardan bulaşan tifo salgını.
3) Şimdi de tüm ülkeyi saran kuş gribi.
Bu trajedilerin ortak noktaları da şunlar:
Bu üç vaka, bilim tarafından öngörülmüş, gerekli uyarılar yapılmış ancak hükümet hiçbirinde tedbir almamıştır!
Döşeli rayların hızlı treni kaldıramayacağı, Malatya’da şehir suyunun kirli olduğu ve kuşların belirli dönemlerde ülkemizden geçtiği, öngörülebilen vakalardır.
Başbakan ve Ulaştırma Bakanı, ülkeye "illa ki hızlı tren getiren ilk hükümet" olmak için tüm bilimsel uyarıları göz ardı etmişlerdir.
Malatya’daki uyarılarla AKP’li Belediye Başkanı dalga geçmiş, bilimsel uyarıları siyasi muhalefet addedecek kadar gözü dönmüş, tedbirler iş işten geçtikten sonra alınmaya başlanmıştır.
Kuşların ülkemize ne zaman geleceği, taşıdıkları mikroplardan korunmak için ne gibi tedbirler alınabileceği de bilimin çalışma alanları içindedir.
Belli ki, bu konuda da hiçbir tedbir alınmamış, alınacak tedbirleri soran gazeteciler ise azarlanmıştır.
Bu kuşlar herhalde sadece Türkiye’de konaklamıyorlar, üstelik çevremiz de öyle zengin ülkelerle çevrilmiş değil.
* * *
Bütün bu veriler çerçevesinde Uzakdoğu’dan sonra ölümlerin ilk kez ülkemizde olmasının nedenini sormak hepimizin görevi.
İstifa müessesesinin varlığını hatırlatmak da yine gazetecilerin görevi.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2006
BU hafta sonu oğlumun da aralarında bulunduğu 307. Kısa Dönem erlerinin yemin töreni için ailemle birlikte Lüleburgaz Dora Kışlası’nda gerçekleştirilen merasime katıldım. Tören, bütün aileler gibi bana da büyük bir heyecan verdi. Káh kendi askerlik günlerime geri gittim, káh diğer gençlerle birlikte oğlumun da Mehmetçik olmasının gururunu taşıdım.
Ancak, bana bu yazıyı yazdıran neden bambaşka!
Türban çerçevesinde Türk toplumunun hem uzlaşma, hem de uzlaşmama çabalarını birlikte izleme fırsatı buldum.
* * *
AİHM, Leyla Şahin’in başvurusu sonucu baş örtmenin sadece belirli bir şekli olan "türban takma"nın toplumun belirli kesimleri tarafından "tehdit olarak algılanması" nedeniyle üniversitelerde yasaklanmasının özgürlüklere aykırı olmadığı sonucuna vardığı günden beri, başını örtmeyi Kuran emri addedenlerin başlarını başka bir şekilde (örneğin eskiden büyüklerimizin yaptığı biçimde) örtmeye başlamaları gerektiğini savunuyorum.
AİHM, diğer dinlerin sembolleri için yaptığı gibi, bu kararında da insan haklarını kullanmanın başkalarının insan haklarını tehdit edemeyeceğini belirledi!
Ortada bir kasıt olmasa dahi; birilerinin (kendi haklarına) tehdit algılaması olarak gördüğü bir olguyu yasaklamayı insan haklarının ihlali olarak görmedi!
* * *
Türkiye’nin de altında imzası bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde karar Türkiye’deki her türlü kanunun üzerindedir ve artık türban lehine açık bir kanun çıkarılsa dahi herhangi bir vatandaş bu kanunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde "tehdit algılaması" gerekçesine dayandırarak geçersiz saydırabilir.
Ola ki, artık herhangi bir vatandaş Cumhurbaşkanı’nın türban takacak eşinin, hiçbir hukuksal kısıtlama olmamasına rağmen, kamusal alanda "first lady" olarak arz-ı endam etmesini de aynı tehdit algılaması gerekçesiyle AİHM’ye taşıyabilir.
Bu durumda yapılması gereken, karşılıklı anlayışla meseleyi çözmektir:
1) Kuran emri gereği başını örtmek isteyen üniversite öğrencileri, başlarını türban dışı bir yöntemle örtmeyi kabul etmeliler.
2) Ancak, türbanı tehdit algılaması bir simge olarak görenler de diğer baş örtme şekillerine itiraz etmemeliler.
Yıllardır bu orta yolu savunuyorum!
* * *
Lüleburgaz Dora Kışlası’nın nizamiyesine vardığımızda oğullarının yemin merasimini izlemek arzusuyla gelen türbanlı hanımefendilere askerin nasıl davranacağını merakla izlemeye başladım. Türbanlı hanımların kışlalara hiçbir şekilde alınmadığını duymuş ve askerin bu tavrından dolayı zamanında üzüntü duymuştum.
Dikkat ettim, türbanlı hanımlara askerler büyük bir nezaket içinde başlarını "başka şekilde bağlayarak kışlaya girmeleri" ricasında bulundular. Hanımefendiler de bu ricaya uydular ve baş örtme şekillerini değiştirerek içeri girdiler.
Ben de bir rüyam gerçekleşiyorcasına heyecanlandım.
Ama, bazı başı örtülü hanımlar içeriye girdikten sonra ne yaptılar?
Başörtülerini tekrar "türban" şeklinde bağladılar! Herhalde, bu tavra takıyye denmezse başka hiçbir tavra takıyye denmez!
* * *
Bir tarafın "uzlaşma gayreti" içine girdiği bir dönemde diğer tarafın açıkgözlük yaparak ricaya kapıda uyup içeride uymaması, "uzlaşmamak için direnmenin" daniskasıdır.
Demokrasi, karşılıklı tavizlerle sürdürülen bir uzlaşma rejimidir.
Açıkgözler her şey olabilirler; ama asla demokrat olamazlar!
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2006
BELİRLİ konular üzerine kamuoyu önünde akıl yoran ve gelişmelerle ilgili tahminlerde bulunan insanların zaman zaman geri dönüp daha önce neler yazdıklarını irdelemeleri faydalı olur. Böylelikle, yazar hem kendisiyle hem de okuruyla hesaplaşmış olur.
* * *
Ben 2005 yılında dikkatimi en fazla "ABD’nin Ortadoğu politikaları" üzerine yoğunlaştırdım. Zira, 11 Eylül sonrası dönemde "3. dünya savaşı"nın yaşandığını düşünüyorum ve bir diğer deyişle "3. bölüşüm savaşı"nın 21. yüzyılın kaderini belirleyeceğine inanıyorum.
Konuyla ilgili 25-30 civarında yazım var; ama ben bugün hepsinin özeti anlamında iki yazımdan alıntılar yapacağım.
ABD Başkanı George W. Bush’un ikinci kez seçilmesinin ardından 6 Kasım 2004 günü "Bush ve Ortadoğu" başlıklı yazımda şunları yazmışım:
"...Başkan Bush ve yeni muhafazakár yoldaşları ilk dönemde saldırgan dış politikaları nedeniyle epey eleştirildiler.
Bana göre, bu dönemde ABD’nin dış politikası daha da saldırgan olacak..."
* * *
Bu genel değerlendirmenin ardından aynı yazıda, 2005’te Türkiye’yi en fazla üzen konuda şunları söylemişim:
"...ABD, (Kuzey Irak’ta) federe devlet kurulmadan önce PKK için hiçbir yaptırıma girişmeyecek."
* * *
Türkiye ile ABD ilişkilerinin çok yalpaladığı bir dönemde şu saptamayı da yapmışım:
"...Ortadoğu’da yine de en güvenilir müttefik Türkiye olduğu için ABD bu dönemde Türkiye’nin gönlünü, hem ona AB yolunda destek vererek, hem de BOP’ta önemli bir rol biçerek almaya çalışacak..."
Son (FBI, CIA vb.) ziyaretler bu saptamayı doğrulamıyor mu?
* * *
Benim 2005 yılının başından beri tutturduğum tezim ise şuydu:
"...Bu dönemde Ortadoğu’da yeni kıyamet İran’da kopacak. Bush’un ’İran’ı denetim altına aldığına’ inanmadan Beyaz Saray’ı terk edeceğini hiç sanmıyorum. İran’ı nükleer silahlar konusunda ya ikna edecek, ya ikna edecek!"
* * *
Mayıs ayında katıldığım "Bilderberg Toplantıları" çerçevesinde 12 Mayıs 2005 günü de yine İran’la ilgili olarak şöyle yazmışım: ("Bilderberg Toplantılarının Anlamı".)
"...ABD’li yetkililer, halkın yüzde 70’inin istemediği bir rejim aleyhine ayaklanma olması uğruna her türlü uluslararası yardımın yapılması gerektiği görüşündeler. Genel grev için maddi katkı, propagandaya yönelik radyo yayınları, direnişçilere haberleşme ağı kurulması gündemde. Eğer, rejim kendi kendine yıkılmaz ise yine de değişecek!
Etkin bir ABD’li, ’Kara harekátı düşünmüyoruz’ dedi.
Okur bu cümleyi istediği gibi okusun!.."
Bugün hemen hemen dünyada herkes, İran’a hava saldırısının ne zaman olacağını tartışmıyor mu?
* * *
Kimse birbirini aldatmasın; ama ziyaretler, ama "Kürt meselesi", ama eski günleri yád eden emekli askerlerce ortaya atılan yakın tarihle ilgili iddialar çerçevesinde son dönemde gündem hep "ABD ve Irak-Suriye-İran çemberinde" şekillenmiyor mu?
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2006
Hükümet, tabii ki FBI, CIA, NATO’nun en tepesindeki insanların, dünyanın gözüne batırıla batırıla, ülkeyi birbiri ardına ziyaretleri ardında çapanoğlu aranmasını istemeyecektir. Tabii ki, yine aynı süreç içinde İsrail’in özel ziyareti yine dikkatlerden kaçırılmaya çalışılacaktır. Daha önce de FBI, CIA yetkilileri ile ilgili Türk yetkililerinin görüştüklerini ama ABD’nin bu kez özel gayreti ile, daha önce hiç böyle tantana koparılmadığını bilen bilir.
* * *
İlginçtir, bu ziyaretler ile ilgili sadece Türk medyası fal açmadı, Almanya, ABD’den tutun, İsrail’e kadar dünyanın değişik merkezlerindeki "komplo teorisyenleri" Türkiye’nin başına örülen çorapla ilgili senaryolar yazıyorlar.
Adalet Bakanı "komplo teorisyenleri" ile ilgili tarizlerini bildirdi. Bunların yarattığı spekülasyonlar "teröristler"in dikkatini Türkiye’ye çekermiş.
ABD’nin dünyaya bangır bangır bağırarak vurguladığı ziyaretler zaten teröristlerin ilgisini çekmedi ise "yuh olsun!" onlara. Böyle teröriste "terörist" bile denmez!
* * *
Öte yanda, başta Hürriyet olmak üzere çeşitli gazeteler son günlerde 2003-2004 yıllarında Kuzey Irak’ta Türkiye ile ABD arasında yaşanan başa çuval geçirme, ABD’li komutanı soyma gibi çeşitli tatsızlıkları hatırlatıyorlar.
Birileri, teker teker geçmiş olayları bu dönemde medyaya sızdırmayı görev biliyor!
* * *
Herkes farklı bir senaryo uyduruyor ama kimse inkar edemiyor ki 2006 yılı Ortadoğu’da büyük değişikliklere gebedir. ABD, Irak’ı hálá yüzüne gözüne bulaştırıyor ama İran ve Suriye ile ilgili "yeniden düzen kurma" planlarından da katiyen vazgeçmiş değil. ABD’nin Iran ve Suriye ile ilgili planlarında, Irak planlarına göre tek fark bu kez "daha paylaşımcı" davranması. ABD şimdi Avrupa ülkeleri ve NATO ile daha fazla işbirliği yapacağı görüntüsü veriyor.
ABD, haliyle, eski planlar ama yeni taktiklerle bakmaya başladığı Ortadoğu meselesinde Türkiye’ye de yeniden yaklaşıyor.
ABD yönetimi T.C. Hükümeti ile ilgili çeşitli ve çelişen görüşlere sahip ama hemen herkes Ortadoğu politikalarının Türkiye’siz olamayacağı savında hemfikir. ABD’de hükümete yeteri kadar ölümü gösterip sıtmaya razı ettiklerini düşünenler en azından şimdilik daha etkin.
ABD’nin Türkiye’ye karşı "PKK kartını" hazırda tuttuğunu, Türkiye’ye PKK kartı üzerinden "gel! gel!" yaptığını konu ile zerre kadar ilgili herkes de biliyor.
* * *
Benim devamlı uyardığım konu; "Kürt meselesi"nin bu dönemde her zamankinden daha çok Türkiye’nin iç meselesi olmaktan çıktığıdır.
Mesele "Kürtlerin kimliği" veya "Kürtlerin hakları" konuları dışına çoktan taşmıştır.
Bu açıdan "alt kimlik-üst kimlik" tartışmaları bana sadece "gel! gel!" oyununun peşine düşmüş/oyuna gelmiş bir Türkiye görüntüsü veriyor.
Başbakan’ın üst kimliği ısrarla "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı" olarak tarif etmesi, belki onun aklına göre Kürt vatandaşlara "mavi boncuk" dağıtma imkanı veriyor ama bu kadar hassas bir konuda Kürt olmayan vatandaşları kaybetme ihtimalini de konuda ısrar ettiği sürece katlayarak artırıyor.
Başbakan bir süre sonra giyeceği ateşten gömleği Kürt olmayan vatandaşlarına anlatmakta çok zorlanacak!
Bizi çok sıcak günler bekliyor!
Bu dönemde "tasada ve sevinçte bir ulus" görüntüsü vermek zorundayız. Başbakan’ın üst kimlik tarifi ise "tasada ve sevinçte bir ulus" tarifini kapsamıyor!
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2006
ISRARLA savunduğum bir konuyu yeni yıl nedeniyle bu hafta tekrar işleyeceğim:<br><br>Türkiye için 2006 yılının kaderini yakın coğrafyasında (Irak, İran, Suriye) yaşanacak olağanüstü gelişmeler belirleyecek! Türkiye’nin kendi iradesi dışında yaşadığı/yaşayacağı kuşatılmışlık içeride "Kürt meselesi"ni, bazen güçlü bazen kısık ateşte tutacak, ancak mesele mutlaka hep sıcak kalacak.
* * *
2005 yılının ikinci yarısında "Kürt meselesi"nde tartışmanın ana ekseni Başbakan tarafından "kimlik" olarak belirlendi. Alt kimlik-üst kimlik tartışmasını o açtı. Ancak, Başbakan kendi açtığı tartışmaya herkesi tatmin eden bir cevap oluşturamayınca ve bu durumun farkındalığı ve hatta telaşı ile her gün yeni ve "çelişkili çözümler" üretince, tartışma gereğinden de fazla büyüdü. Herkes konuyla ilgili bir şeyler söyledi.
Sonunda bıktırılan kamuoyunda "artık bu tartışmalara bir son verelim" diye özetlenecek bir özlem belirdi. Nitekim; tartışmaya Cumhurbaşkanı da yeni yıl mesajı çerçevesinde girince, medya Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını "Alt kimlik-üst kimlik tartışmasına Cumhurbaşkanı son noktayı koydu" başlıklarıyla verdi.
Devletin en tepesinden gelen açıklamaların ardından Başbakan da artık konuyu kapatır, hem kendini, hem ülkeyi rahatlatır, diye düşündük.
Ancak, Başbakan son günlerde galiba kendine hákim olamıyor ve tartışmaları gerektiğinde terk edemiyor. Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarından bir gün sonra Başbakan, Cumhurbaşkanı ile çelişen bir üst kimlik açıklamasıyla yine gündeme düştü.
Korkarım, devletin en tepesindeki iki makam, çok hassas bir konuda birbirleriyle çelişen açıklamalar yapınca kafalarımız daha beter karışacak!
* * *
Cumhurbaşkanı diyor ki:
"...Ulusun adı, Yüce Önder’in şu özlü sözünde belirtilmiştir: ’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir.’..." Üstelik, Cumhurbaşkanı güçlü bir iddiada bulunuyor:
"...Ulusal kimlik bilincini yerleştirmeden tekil devlet yapısını korumak olanaksızdır..."
Bu açıklama medyada yayınlandıktan sadece bir gün sonra ise Başbakan, AKP’nin 3 kırmızı çizgisi bulunduğunu belirtiyor. Erdoğan, bunlardan ilkinin "etnik milliyetçilik" olduğunu vurgulayarak, etnik milliyetçiliğe izin vermeyeceklerini söylüyor. Erdoğan, "Her zaman söylüyoruz, bizi birbirimize bağlayan üst bağ nedir? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Bitti. Olay bu" diye konuşuyor.
Cumhurbaşkanı bir ulusu tasada, sevinçte bağlayan hukuk dışında bir (üst) kimliğin de olması gerektiğini ve bunun Türklük olduğunu belirtiyor.
Başbakan ise, diğer alt kimliklerle birlikte, Kürtlüğü de, Türklüğü de alt kimlik saydığını defalarca açıkladı. Ayrıca "etnik milliyetçiliği" partisinin kırmızı çizgisi olarak ilan etti.
Başbakan’a göre; herhangi bir milli kimliği herhangi bir nedenle üst kimlik (Kürtlük/Türklük) olarak "dayatırsak", o zaman "etnik milliyetçilik" yapmış oluyoruz.
Biliyorum, Akif Beki "Başbakan etnik milliyetçilik ile Kürtçülüğü kastetti" diyecektir. Ancak, Başbakan’ın mantık bütünlüğünü takip ettiğiniz zaman "Türklük" de tıpkı "Kürtlük" gibi alt kimlik kategorisine girdiğine göre, birinin dayatılması "etnik milliyetçilik" yaratıyorsa, diğerinin üst kimlikte dayatılması ile "eşit öteki" de aynı sonucu yaratmaz mı?
* * *
Başbakan’a göre Cumhurbaşkanı "etnik milliyetçilik" mi yapıyor?
Ben işin içinden çıkamadım.
Başbakan’ın son açıklamasıyla tekrar en başa döndük!
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2006
BUGÜN yeni bir yıl başlıyor. Hepimiz dün gece adına ‘bir yıl’ dediğimiz dönemi daha kapadık, yaşamımızı bir anlamda ‘sıfırladık’. Böyle düşündüğümüz için mutlu oluyorsak, mesele yok! İçimize yeni bir ‘heves’ düşüyorsa, ne álá! Ancak, ben son zamanlarda ‘zaman’ kavramına fena halde takıldım.
Zaman ne? Zaman var mı? Varsa sabit mi?
Zamanı en geniş kapsamda ifade eden ‘bir yıl’, bir değişimi, gelişmeyi mi tarif ediyor, yoksa binlerce yıldır, milyonlarca yıldır yaşanan ‘bir tekrar’ mı söz konusu?
Yaşanan ‘tekrar’ ise biz neden ihtiyarlayarak değişiyoruz?
Yoksa biz de binlerce yıldır ‘hayat’ı tekrar ede ede yaşayan varlıklar olarak ‘bir tekrar’ın derya içindeki birer damlası mıyız?
* * *
Dünyanın güneş etrafında sabit bir çember (elips) güzergáhında bir kez dönmesine ‘bir yıl’ diyoruz. Buradan hareketle kurduğumuz ‘oranlama sistematiği’ ile yılı günlere, saatlere, dakikalara, saniyelere, saliselere vb. bölüyoruz.
Ama, eğer dünyanın bir çember güzergáhında güneşin etrafında bir defa dönmesi bir yıl ise dünya güneşe daha yakın bir çemberde dönse idi, kurduğumuz modele göre, yine bu süreye ‘bir yıl’ diyecektik.
Halbuki, çember daha ufak olsa idi, şimdiki zaman anlayışımıza göre, bir yıl daha çabuk geçecekti! Bu kez de ortalama 60-65 yıl değil, örneğin 100-120 yıl yaşayacaktık!
Ama dünyada olup bitenler yine aynı şeyler olacaktı, zira olgular ile zaman arasında doğrudan hiçbir ilgi yok. Mevsimler yine Türkiye’nin bulunduğu paralel itibarıyla 4 adet olacak ama her birinin yaşanan süresi farklı olacaktı. Dünya bugüne dek güneşin etrafında kaç defa döndü ise daha yakın bir çember etrafında daha fazla dönmüş olacaktı!
Peki biz ortalama 60-65 yıl yerine 100-120 yıl yaşasa idik, daha fazla mı yaşıyor olacaktık?
Cevabım saçma gelecek ama ‘hayır!’
Yine aynı ‘miktar’ yaşayacaktık!
Eğer, ömür ‘bir avuç hayat’ ise yine o kadar olacaktı!
* * *
Bir kedi ortalama 10-12 yıl yaşar. Biz, Türkiye’de ortalama 60-65 yıl yaşıyoruz. Yaşanan zaman miktarı bizim zaman anlayışımıza göre kedi ile insan arasında farklı. Ama kedi de tıpkı insan gibi bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık dönemini yaşıyor.
Acaba o bu süreleri nasıl algılıyor? Yavru kedi açısından yaşlı kedi kendinden çok daha uzun yaşamış başka bir kedi değil mi?
Çocukken zaman geçmez, halbuki yaşlılıkta zaman kayar gider. Neden?
Beş yaşındaki bir çocuk için 1 yıl ömrünün yüzde 20’si, 50 yaşındaki bir insan için de sadece yüzde 2’sidir! İkisinin aynı zamanı kavrama katsayıları çok farklıdır.
Askerde, hasta yatağında zaman geçmez; ama güzel geçen 1 aylık tatil kayar gider!
Gençken insanın önünde bir sürü hedef vardır, o hedeflere ulaşmak için zaman sayılır ve zamanın bilincinde olunur; ama ileri yaşta hedefler teker teker tükenir, yaşanan zamanın birbirinden farkı kalmaz.
Zaman tekrarın insan zihninde ibrasıdır!
İnsanın kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır!
* * *
Zaman yok, sadece tekrar var, yılbaşı ise sadece zihinlerde var! Ama, ‘enerji’ katiyen yok olmuyor ise ve Einstein’ın teorisine göre ‘ışık’ ile ‘kitle’ birlikte ve adeta geometrik katsayılarla ‘enerji’yi yaratıyorlarsa, enerji yok olmadığına göre, ‘kitle’ yok olduğunda ‘ışık’ bir yerlere gidiyor. Acaba kitle içine şahit olduğu ‘tecrübeyi’ de katıyor mu?
Zaman yok ama ‘tekámül/gelişme’ var mı?
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2005
RTÜK, yerel dilde (anadil) yayın yapacak televizyon kuruluşlarına yardımcı olacağını ve onları teşvik edeceğini belirtiyor. RTÜK’ü bu gayreti için candan kutluyorum. Daha önce de yazmıştım.
"...Hükümet, Kürt realitesini tanımak istiyorsa, örneğin özel sektörün anadilde (Kürtçe) TV yayını yapmasını sadece onaylaması değil, teşvik etmesi lazım.
Bakalım ’Kürt realitesi’ Kürtçe yayınların yaşaması için ne kadar yardımcı olacak? Kürt entelektüeller nasıl bir sınav verecekler? Özel televizyonlar, ’25 milyon Kürt’ tarafından nasıl finanse edilecek ve yaşatılacak?.." (4.12.2005)
* * *
Yerel dilde TV yayınını samimi olarak destekliyorum, zira:
1) Hükümet "bireysel özgürlük ve haklar" çerçevesinde çıkardığı radikal yasalarla çok hayırlı ve cesur bir iş yaptı, "Kürt meselesi"nde çok önemli adımlar attı.
Şahsi kanıma göre, hükümetin Kürt meselesi konusunda hukuki ortamda yapabileceği ilave bir şey yoktur.
2) Ancak hükümet, çıkardığı yasaların pratikte uygulanması konusunda, özellikle Kürtlerin ağırlıklı yaşadıkları bölgelerde, sivil ve askeri bürokrasinin direnciyle karşılaşıyordu ve direnci kırmakta şimdiye dek yetersiz kaldı.
Yerel/anadilde (Kürtçe) yayını hayata geçirmek, bu direncin kırıldığını gösteren en isabetli gösterge olacaktır!
* * *
Ancak, 4 Aralık’ta yazdığım gibi özel sektör tarafından yürütülecek Kürtçe yayın, bazı iddiaların da doğruluğunun veya yanlışlığının sınanması için objektif ölçüm sağlayan çok doğru bir yöntem olacak. Bu yayınlar bize:
1) Kaç adet TV kanalının günde kaçar saat Kürtçe yayın yapabileceğini gösterecek.
2) Kürtçe dilinin derinliğinin ne seviyede olduğunu göreceğiz.
3) Kürt diline dayanan kültürel birikimin zenginlik seviyesini de ölçebileceğiz.
4) Anadilde yayın izlemek isteyen Kürt nüfusun kaba bir ölçümünü yapabileceğiz.
5) Kürtçe yayınların doğal pazar yöntemleriyle (reklamlar) ne kadar finansman sağlayabildiklerini hep birlikte tespit edeceğiz.
* * *
Benim esasen sınamak istediğim, bazı Kürt unsurların iddia ettikleri "iki milletli tek cumhuriyet" çözümünde Kürtlerin hangi seviyede "millet" olduklarını saptamaktır.
İddialar doğru ise "25 milyon Kürt vatandaşı" birkaç kanalı çok rahat besler.
Buna göre, birkaç kanalın başka hiçbir sübvansiyon (maddi destek) almadan ayakta kalabilmesi gerekir.
Öte yanda, bir milletin varlığına en doğru gösterge, kendi sahip olduğu dilin ve onun yarattığı kültürün derinliğidir.
Bu açılardan Kürtçe özel televizyon, sadece bireysel bir hakkın kullanılma imkánını sağlamıyor, aynı zamanda tıpkı bir turnusol káğıdı gibi bazı temel iddialara ve buna dayalı politika önerilerine objektif cevaplar üretiyor.
Demografik iddialara bakıldığında Kürtçe televizyonlar, yerel (şehir) televizyonların çok daha fevkinde bir yaygınlık ağı geliştirme şansına sahipler. Nerede ise milli seviyede yayın yapan TV kanallarının seyirci kapasitesiyle ölçülecek bir "potansiyel talep" sahibiler.
* * *
Ben merakla bekliyorum: Türkiye’de Kürtçe televizyon yayıncılığı ne kadar başarılı olacak? Her sorunun objektif cevabı, ancak ve ancak özgür ortamlarda verilebilir.
Yaşayıp göreceğiz!
Yazının Devamını Oku