Cüneyt Ülsever

İslam kapitalizm ile bağdaşır mı?

25 Ocak 2006
ALİ Kırca yönetiminde gerçekleştirilen Siyaset Meydanı programında İslam ile kapitalizm arasında uyum seviyesinin tartışılacağı bir geceye davet edilince konu ile yakından ilgilenen, hatta kapitalizmin Anadolu'daki muhafazakar kesimler arasındaki gelişimini irdeleyen bir romanın yazarı ("Hacı" - Everest Yayınları: 2003/4) olarak çok heyecanlandım. Zira, şahsi kanıma göre Türkiye'nin geleceği ile yazımın başlığına verilecek cevap yakından ilgilidir.

Siyaset Meydanı programını gerçekleştirenler seçtikleri konuyu Avrupa İstikrar İnsiyatifi (European Stability Initiative) grubunun gerçekleştirdiği "İslami Kalvinistler: Orta Anadolu'da Değişim ve Muhafazakarlık" başlıklı çalışmadan (19 Eylül 2005) almışlardı. Söz konusu çalışma da Kayseri ili çerçevesinde, bizzat hayatın ışığında, Hıristiyan dininde yaşanan kapitalizme uyum gösterme çabalarının (Max Weber) İslam için de geçerli olup olmayacağını irdeliyordu. (www.esiweb.org)

* * *

18 Ocak 2006 gecesi gerçekleştirilen tartışma programında İslam dini üzerinde otorite veya kamuoyu lideri sayılan bazı kişilerin takındıkları negatif tutum beni 3 günlük bir yazı yayınlamaya itti.

Zamanında İslam'ın sosyalizm ile bağdaşacağına dair risale yazmış bir hukuk hocası kapitalizmin hiçbir ahlaki değeri olmadığını, tefeci faizi başta olmak üzere hiçbir faizin İslam'a uymayacağını söyleyerek İslam'ın kapitalizm ile uyuşmasının mümkün olmadığını söyledi. Hukukçu hoca kapitalizme şekil veren liberal-demokrasi düşüncenin gelişiminde çok büyük ağırlık taşıyan "hukukun üstünlüğü" veya "hukuk devleti" kavramalarına ise hiç değinmedi, galiba onları yok saydı.

Diğer bir konuşmacı ise Müstakil Sanayiciler ve İş Adamları Derneği (MÜSİAD) üyeleri arasında kendilerine kapitalist (sermayedar/anamalcı) denmesinden rahatsız olanların bulunduğunu belirtti. Sanayiciler ve işadamlarına dünyanın her yerinde "kapitalist" denirken bu kelime bu konuşmacıda alerji yaratıyordu.

Konuşmacıların bir kısmı da "Kalvenizm" kelimesine takılarak ve herhalde söz konusu çalışmayı (ibid: İslami Kalvanistler) hiç okumadan; bu kelime çerçevesinde ABD'nin İslam'ı Hıristiyanlaştırmak çabasına girdiğini (çalışmada bir çapanoğlu olduğunu) ifade ettiler. Kapitalizmi sadece ABD ile, ABD'yi de "dinsiz" kabul ettikleri Başkan Bush ile bir tuttular.

* * *

Halbuki tartışmada amaç, teorik yaklaşımlar dışında; yaşanan İslam'ın/ 21.yüzyılda yaşayan Müslümanların çağa egemen olan serbest piyasa ekonomisi, sanayi üretimi, özel müteşebbislik, yatırım, istihdam, sermaye birikimi (terakümü) vb. gibi kavram ve uygulamalara ne kadar uyum gösterebildiğini irdelemekti.

Çalışma Türkiye'de ve Batı'da bazı kesimlerce genel kabul gören Türkiye aleyhine bir önyargıyı sorguluyor ve önyargının tersine olumlu bir resim çiziyordu.

Çalışma zihinlere çizilen şu resmin değiştiğini iddia ediyordu :

"...Orta Anadolu, bu ’diğer' Türkiye'nin merkezi olarak kabul edilmekte. Gerek kırsal kültürünü ön plana çıkaran yabancılar, gerekse geleneksel Türk toplumunun az gelişmişliğini sona erdirmek için çaba gösteren Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri tarafından Avrupalı olmayan bir Anadolu resmi çizildi yıllar boyunca. Her iki tarafın da Anadolu'da gördüğü hep Türkiye'nin en az Avrupalı tarafı oldu: tarım, hayvancılık ve el dokumasına odaklanmış köy hayatının değişmeyen temposunda derinlere kök salmış bir İslam kültürü..."

* * *

Çalışma, zaman zaman Ankara'nın dahi görmezden geldiği bir gelişime; ister adına Anadolu Kaplanları deyin ister Anadolu Aslanları, işte bu gelişime ışık tutuyordu.

"İslam kapitalizm ile bağdaşır mı?" Bu soruyu irdelemeye yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Tüm tabuların üzerine gidelim: Atasözleriyle başlamaya ne dersiniz?

24 Ocak 2006
UZUN yıllardır tüm mesaisini gençlere adayan İbrahim Betil, gençlerin yayınladığı web sayfası www.uniaktivite.net’teki köşesinde bu kez atasözlerine takılıyor. Yüzyıllar içinden damıtılarak gelen ve gençlere tecrübe ve aklın özünü ifade ettiği iddiasıyla nakledilen bazı atasözlerinin ne kadar anlamsız olduğunu, bazılarının kastını nasıl aştığını veya zaman içinde nasıl anlamını yitirdiklerini anlatıyor:

Bir örnekle başlıyor işe:

"Kabahat öldürende değil, ölendedir!

Açıklaması
: İki kişi arasındaki çekişme, birinin öbürünü öldürecek boyuta varmışsa, ölende de suç vardır, öldüreni tahrik etmiştir.

Aklıma takılanlar: Tahrik var olsa bile, bunu bir genellemeye koyup atasözü seviyesine taşımak ve her ölen-öldüren arasındaki ilişkiye yaygınlaştırmak (doğru mu)? Tahrik olsa bile, çağımızda bir insanın başka bir insanı öldürebilme yetkisi olacağını kabullenmek (mümkün mü)? İdam cezasının bile kaldırıldığı hukuk ortamında, insanların bir diğerini öldürmesini nerdeyse teşvik etmek (caiz midir)?

Dahası insan öldürmenin suç olması gerekeceği bir yana, katilliği hukuken de tescil edilmiş bir kişiyi, örneğin M.Ali Ağca’yı, affedip dışarı çıkartarak, (sonradan yanlışlığı anlaşılarak tekrar içeri girdiği halde, yine de "af müessesesini" sorgulayarak) yukarıdaki atasözünün uygun olabileceğini kamuya anlatmak (vicdanlara ne kadar sığar)?..."

* * *

İbrahim Betil,
atasözlerini sorgularken şu görüşlere yer veriyor:

"...Toplumun kültürünü, toplumu oluşturan bireylerin düşünce ve değerlerini yansıtması, toplumda yıllar boyunca benimsenmiş davranış biçimlerini, hatta düşünceleri anlatması açısından atasözleri her toplum için önemli göstergelerdir. Parçası olmakla onurlandığımız, gelenek ve göreneklerini savunduğumuz ’bizim toplumumuz’ içinden, bağrından çıkma atasözlerini, deyimleri gerçekten bütünüyle benimsemekte miyiz? Tüm atasözlerini benimsemek gibi bir zorunluluğumuz var mıdır? Toplum tarihi içinde benimsendiği, kucaklandığı için bugünlere kadar gelen ama bireysel düşüncelerimiz ve değerlerimizi anlatmayan, dahası düşünce ve değerlerimizle çatışan, çelişen atasözlerini ne yapmalıyız? Bırakalım, gideceği kadar gitsin mi? Yoksa onları bu kültürün dışına fırlatmak için bir çaba sarf etmek mi? Benimsemediğimiz atasözlerini tartışmak, bazılarını bu toplumun bugün geldiği ve gelecek yüzyıllarda gitmek istediği yönde engel olduklarını görüyorsak, bizden sonraki nesillere taşımak yerine ’yok etmeye çalışmak’ acaba doğru olur mu?.."

* * *

"...Herkesin, özellikle günümüz gençliğinin bu yazı içinde ve bundan sonraki yazılarımda dikkate getirerek tartışılmasını önereceğim, benim toplumuma yakıştıramadığım atasözleri hakkında neler düşündüğünü gerçekten merak ediyorum. Bu tartışmanın farklı platformlarda yapılmasının toplumsal gelişmeye katkıda bulunacağını düşünmekteyim. Atasözleri ve Deyimler, Atasözleri Sözlüğü, Dillere Pelesenk Olmuş İlginç Deyimler ve Atasözleri isimli üç ayrı kitapta yüzlerce atasözü ve deyimi araştırdım, anlamlarını ve yazar yorumlarını okudum. Bu topluma yakıştıramadıklarımı işaretledim. Toplam 45 adet atasözü ve toplum kültüründe her nasılsa yer edinmiş deyim var ki, sadece bizim topluma değil, insan topluluklarının var olduğu hiçbir ortama yakıştıramadım. Bu ve sonraki yazılarımda sizinle paylaşmaya çalışacağım..."

* * *

İbrahim Betil’in www.uniaktivite.net’te açtığı tartışmayı ben de Hürriyet’teki köşeme taşıyarak, tartışmayı daha geniş kitlelere ulaştırmaya çalıştım.

Her türlü tabuyu hep beraber tartışmaya açalım!
Yazının Devamını Oku

Ağca meselesinde iki noktada yanıldım

22 Ocak 2006
ŞİMDİLERDE adına "köşe yazarı" dediğimiz gazetecilik görevinin esas sorumluluğu "analiz yapmak"tır. Analiz yapmaya çalışan bir köşe yazarı da ele aldığı konularda daha çok eksiklikleri/yanlışları arayacaktır. Köşe yazarı ister istemez iktidara karşı muhalif bir tutum alır.

Demokrasilerin olmazsa olmaz kurallarından biri, "denetleme ve dengeleme" (check and balances) görevidir ve bu görevi aslen ifa edecek muhalefet dışındaki unsurlar arasında medya en başta gelir. Köşe yazarı da medyanın bu alanda başlıca silahlarından biridir.

Ancak, köşe yazarının iki görevi daha vardır:

1) Uyarıları ve eleştirileri yanlış/eksik çıkınca "gerçeği" teslim etmek.

2) Doğru yapılanları da kabul edip kamuya aktarmak.

* * *

Ağca'nın erken salıverilmesi meselesinde haklı olarak çok gerildik. Göz göre göre yapılan yanlış, toplumda ortak bir infial yarattı. Ancak, gerilim içinde bazılarımız haksızlıklar da yaptık. Ben kendi adıma konuşayım:

1) Adalet Bakanlığı'nın erken salıverilme kararına zamanında itiraz etmediğini, geç kaldığını iddia ettim. "Tavşana kaç, tazıya tut" dendi diye düşündüm.

2) Salıverilme kararı düzeltilse dahi Mehmet Ali Ağca'nın kaçırılacağını düşündüm. "Minareyi çalan kılıfını hazırlar" diye yazdım. (19.01.2006)

* * *

Bu saptamaları yaptım, zira adına ne derseniz deyin; zamanında Mehmet Ali Ağca'yı yönlendiren/kullanan devlet içinde ama derin ve hukuk tanımaz unsurların yeniden harekete geçtiğini çoğunuz gibi ben de düşündüm.

Bugün de Ağca'nın erken salıverilmesini basit bir "adli hata" olarak göremiyorum.

Ancak, yanılmam pahasına; kendilerine "durumdan vazife çıkarmayı" hak gören ve yetkileri kendinden menkul devletlilerin son oyunlarının seçilmiş ve meşru devletliler tarafından geri püskürtülmesini ülkenin olumlu hanesine yazıldığını da sevinçle görüyorum.

* * *

1) Adalet Bakanlığı'nı itirazında geç kalmakla suçlarken bakanlığın ancak salıverme kararı infaz edildikten sonra itiraz edebileceğini, karardan önce, ortada dedikodular ve çeşitli iddialar olsa dahi, "infaz kararı" bir mahkeme (Kartal Ağır Ceza) tarafından alınmadan önce itiraz edemeyeceğini bilmiyordum. Doğrudur, bakanlık resmi karar alınmadan önce "karara" itiraz etse idi, yürütme açıkça yargıya karışmış olacaktı.

Ağca'nın erken salıverilmesiyle ilgili resmi karar 9 Ocak günü verilmiş, aynı gün rahmetli İpekçi'nin avukatı Turgut Kazan itirazını yapmış ve itirazı reddedilmiş. 10 Ocak'ta bayram başladı. Adalet Bakanlığı bayram boyu çalışmış ve bayram sonrası ilk mesai gününde "3 gerekçe" ile Ağca'nın erken tahliyesine Yargıtay'da itiraz etti. Yargıtay da inanılmaz bir hızla bakanlığın itirazını değerlendirdi ve oybirliği ile itirazı 3 gerekçesinde de haklı buldu.

2) Ben bu sefer Ağca'nın kaçacağını düşünmeye başladım. Ancak, Yargıtay kararının çıkmasından çok ama çok kısa bir süre sonra Mehmet Ali Ağca, İçişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından tutuklandı ve hapishaneye geri gönderildi.

* * *

Böylece, benim "tavşana kaç, tazıya tut" mealli eksik bilgiye dayanan eleştirim de, "minareyi çalan kılıfını hazırlar" diyen öngörüm de yanlış çıktı. Ancak, ben "adli hata" savını hálá kabul edemiyorum ve ülkeyi gerenleri asla mazur göremiyorum.

Aynı anda da, "seçilmişlerin", "kerameti kendinden menkuller"i geri püskürtmelerini demokrasi adına büyük bir kazanım olarak kutluyorum.

Adalet ve İçişleri bakanlıklarına teşekkür ediyorum!
Yazının Devamını Oku

Ağca’nın tahliyesi bozulursa ne olacak?

19 Ocak 2006
ÖNCE şu haberi hatırlayalım: "Adalet Bakanlığı, dün Yargıtay’a başvurarak, Ağca’nın 5.5 yılda tahliyesine bozma istedi. Bakanlık, ’İpekçi cinayetinden aldığı müebbet cezası, Papa suikastı mahkûmiyetinden düşülüp mahsup edilemez. Mahsup ederim dense bile Ağca 20 yıl değil 19 yıl 1 ay 1 gün yattı. İnfaz hesabı yanlış’ diye itiraz etti." (Hürriyet-18.01.2006)

* * *

Şimdi şu soruyu kendinize sorun. Siz Ağca olsanız, tahliyeye bozma çıkarsa ne yaparsınız?

Benim cevabım net: "Kaçarım!"

"Yıllardır hapishanede çürüdüğüm için bir daha mahpushane hayatını göze alamam ve tekrar içeri girmemek için elimden gelen her şeyi yaparım!"

İnsanın böyle düşünmemesi için insan olmaması lazım!

* * *

Bayramdan beri Türkiye birbirine giriyor. Aklın ve vicdanın asla kabul edemediği salıverme Türkiye’yi sarsıyor.

Türkiye’nin bir yerlerine gömdüğü çirkin yüzü tekrar orta yerlere dökülüyor.

İnsan da sormadan edemiyor:

Adalet Bakanlığı çok önceden bilinen erken salıverme kararıyla ilgili itirazını neden Mehmet Ali Ağca salıverilmeden önce yapmadı?

El cevap: Bakanlığın salıverilme öncesi itiraz etmesi, yürütmenin yargıya karışması olurdu.

İyi de, Adalet Bakanlığı yukarıda alıntı yaptığım, salıverilme sonrası yaptığı itirazda bal gibi yargıya karışıyor.

Zira, Adalet Bakanlığı Yargıtay’a salıverme kararının gözden geçirilmesi için sadece başvuruda bulunmuyor, kanaat bildiriyor, yönlendirme yapıyor!

Yanlışı görenin, yanlışı fark edenin yanlışı anında söylemesi gerekmez mi?

Bakanlık neden bu görüşünü salıvermeden önce beyan etmedi, gerekli yerlere uyarıda bulunmadı?

Denebilir ki; bakanlık dosyayı önceden görmedi! Görmesi yine yargının bağımsızlığı açısından "şık" olmazdı.

İyi de, bu kadar can alıcı bir konuda aylar önce alınan bir kararı, Adalet Bakanlığı’nın "merak etmemesi", İtalyanların dahi çok önceden bildiği bir karardan haberdar olmaması mümkün mü?

Hele hele o zaman karışması "şık" değilse, şimdi yol yordam göstererek karışması "şık" mı?

* * *

Sanki bilinen bir oyun tekrar oynanıyor:

"Tavşana kaç, tazıya tut!" deniyor.

Ortada aklın, mantığın kabul etmediği bir hesap var. Hesaba göre iki suç, bir suçtan çok daha ucuza geliyor. İki kez suç işlediğin zaman birisine promosyon uygulanıyor.

Bu yetmiyor, Ağca herkesin eli ayağı bağlı olduğu bir bayram günü salıveriliyor!

O da yetmiyor, Ağca kendi hakkında bir gün içinde "askerlik yapamaz" kararı aldırabiliyor! Herhalde, "ben devletime zamanında hizmet ederek zaten askerlik yapmış kadar oldum" demiştir.

"Tavşana kaç..." dendiğine göre:

Hayda hayda, çok önceden "minareyi çalan kılıfını hazırlar" da denmiştir.
Yazının Devamını Oku

Futbol federasyonu başkanlık seçimi : Kendine demokrat olmaya örnek

18 Ocak 2006
BU ülkede bir türlü vazgeçemediğimiz ortak derdimiz:<br><br>Hemen herkesin sadece kendine demokrat olmasıdır! Şimdi Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi iktidara gelenlerin çoğunluğu kısa sürede geçmişte yaşadıklarını tamamen unutuyorlar ve hikmeti kendilerinden menkul bilmeye başlayarak baş edemedikleri bir kibir ile sadece alkışlanmaları, zerre kadar eleştirilmemeleri gerektiğini düşünmeye başlıyorlar.

Siyasiler, zaman zaman demokratik kanunlar çıkarsalar veya çıkarmak zorunda kalsalar dahi, bu kanunları ivedilikle kendileri benimsemiyor, kendileri hazmedemiyorlar.

Öncelikle siyasiler ve sonra da hepimiz işimize geldiği kadar demokrat olmayı veya demokrasiyi istediğimiz gibi yorumlamayı şiar edinmişiz.

* * *

Futbol ile ilgili seyirci olma dışında fazla bir bilgim yok!

Ancak, Futbol Federasyonu Başkanı seçimi ile ilgili olarak yaşananlar, kimin başkan olacağı beni zerre kadar ilgilendirmediği halde, aklımı taktığım bir konuda çok güzel bir örnek oluşturuyor.

Siyasilerin her alanda etkin olma/her bir alana yandaşlarını atama çabalarının önüne geçmek amacı ile, özellikle "cukkalı" kamu kurumlarının "özerk" yönetilmesi Batı’nın bastırması sonucu bu ülkede de kabul edildi.

Hatırlayın, özerkliğin yaygınlık kazanması için IMF bile özel gayret gösterdi.Siyasiler de "özerk"liği sadece mecbur kaldıkları için kabul ettiler, daha doğrusu "kabul etmiş" gibi davrandılar. Aksi halde yaptırımlar çok ağır olacaktı.

Ancak, Ali Cengiz oyunlarının hasını bilen siyasilerimiz bunun da çaresini buldular:

Özerk kararlarda karar verici haline gelenleri siyasi sultaları altına almak!

Madem artık "başkan" atayamıyorlardı, pekálá başkanı seçecek kişileri siyasi baskı altına alabilirlerdi!

* * *


Federasyon seçimi ile hemen herkes ilgili. Önce Melih Gökçek Başbakan’ın seçime karışmayacağını söyledi. İbre Haluk Ulusoy’a döndü.

Sonra, Gökçek’in bu açıklaması nedeniyle Başbakan tarafından azarlandığı yazıldı.

Demek ki, Başbakan seçime karışıyordu.

Başbakan karışmıyor denince seçimde oy kullanacak temsilcileri atayan futbol kulüpleri Haluk Ulusoy’a yönelmişlerdi. Ancak, Başbakan’ın seçimlere Ulusoy aleyhine karışacağı çok net ve açık bir şekilde belli olunca futbol kulüplerinin yöneticileri anında kıblelerini değiştirdiler.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Haluk Ulusoy’un Futbol Federasyonu Başkanı olmadan önce, hakkındaki dosyalardan aklanması gerektiğini söylemiş.

Bu cümle beni çok güldürdü.

Dosyalardan aklanmadan bu ülkede başbakan olunabiliyor ama federasyon başkanı olunamıyor!

Eğer Ulusoy seçilirse, Şahin seçimi tekrar ettirecekmiş!

* * *

Adım gibi eminim; yarın öbür gün bir vesile ile Başbakan "Ölürüz de spora siyaset karıştırmayız" diyecek. Futbol kulüplerinin yöneticiler de Federasyon işlerine gelmeyen bir karar aldığında, kendi elleriyle "atadıkları" başkanı yerden yere vuracaklar!

Bunun adı da özerklik olacak!

Güldürmeyin kendinizi!
Yazının Devamını Oku

Irak’taki başarısızlık İran’a örnek olur mu?

17 Ocak 2006
ABD’nin Irak’a dirlik ve düzen getiremediği muhakkak. ABD’nin çapsız yöneticileri, hesap kitap yapmayı beceremedikleri artık inkár götürmez hale gelen neo-con heyeti, sivil hayatlarını düzenleyemedikleri için para kazanmak için Irak’a giden, çoğunluğu çaylak ve hatta bazıları ruh hastası olan askerleri, Irak’ta hedeflenen her şeyin neredeyse ters sonucunu veriyor. Irak bölünüyor ve İran hegemonyası altında Şii çoğunluğun her geçen gün etkinliğini artırması artık en büyük olasılık. Kürtler, bağımsız bir devlete adım adım ilerliyorlar.

ABD’nin Irak’ta yaşadığı kaosun İran’ın ekmeğine yağ sürdüğü de bir gerçek.

Ama, bazılarının yaptığı gibi ABD’nin Irak’ta yaşadığı sorunların "İran politikalarını" değiştireceğini ummak ise safdillik.

Ancak belki, ABD Irak’taki başarısızlığı nedeniyle İran operasyonunu geciktiriyor!

Hálá ısrarlıyım:

Bush, 2. dönemi bitmeden "İran meselesi"ni ya halledecek, ya halledecek!

* * *

Bana öyle geliyor ki; bazı kafalar Bush döneminin yönetim zaafları ile ABD’nin genel ihtiyaçlarını zaman zaman birbirine karıştırıyorlar.

ABD 21. yüzyıl hedeflerine Bush döneminde ulaşamazsa, başka bir başkanın büyük planı gündemden kaldıracağı katiyen umulmasın!

Nedir büyük plan?

Plan pozitif değil, negatif bir plandır. Plan bir hedefe ulaşma planı değil, başkalarının hedeflerine ulaşmasına engel olma planıdır.

Plan, 20. yüzyılda dünya imparatoru olarak dünyada en güçlü ülke olma konumunu elde eden ABD’nin, 21. yüzyılda bu liderliği kaybetmesi için beliren çok ciddi gelişmelere sekte vurma, engel olma gayretidir.

Plan, 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da dünya imparatoru olarak kalma mücadelesidir.

* * *

Hangi faktörler ABD’nin dünya liderliğini zorluyor?

1) ABD’nin enerji tüketimi içinde ithalatın payı 2000 yılında takriben % 55 iken, eğer ABD "en büyük" kalacaksa bu pay 2025 yılında % 70’e çıkmak zorunda.

Diğer bir deyişle, ABD dünya enerji üretiminden aldığı payı 2025’e dek % 28 artırmak durumunda.

2) Aksi halde, hemen hemen tüm bilimsel tahminler, 2025 ile 2030 arasında mutlaka Çin’in ve belki de Hindistan’ın dünya ekonomik üretimi içindeki paylarının ABD’yi geçeceğini gösteriyor.

3) Çin+Hindistan 2025 yılından itibaren ABD+AB’den daha büyük bir ekonomiye sahip olacaklar. Çin+Hindistan çok büyük bir "stratejik ortaklık" hazırlığı içindeler.

4) Çin artık dünyada talebi en hızlı artan petrol tüketicisi, Rusya ise petrol arzını en fazla artıran ülke. Dünyadaki enerji üretim ve tüketimini doğrudan etkileyen bu iki gelişme, ABD’nin etki alanı dışında.

5) Euro, ABD Doları dışında "dünya parası" haline geldi. Euro ile petrol satılmaya başlanırsa ABD ile örneğin Türkiye arasında bir fark kalmaz.

* * *

Dünya petrol yataklarının % 64’ünün bulunduğu Ortadoğu’da, ABD’nin dümen suyunda hareket etmeyi kabul etmeyen rejimlere hayat hakkı tanıması eşyanın tabiatına aykırıdır.

Bu gerçek, ülkeyi hangi başkan yönetirse yönetsin, ABD bir başka ülke tarafından askeri alanda alt edilmedikçe değişmez.
Yazının Devamını Oku

Polat Alemdar, sanal Mehmet Ali Ağca değil mi?

15 Ocak 2006
MEHMET Ali Ağca’nın bayram sırasında salıverilmesi büyük şaşkınlık yarattı. Üstelik erken salıverilmesi için, hukuk ne der bilemem ama, kullanılan hesap mantığını normal insan aklı kabul etmedi. Bu hesaba göre iki cinayete birden niyetlenmek, tek cinayetten daha ucuza geliyor. İşlenen ikinci suç promosyon muamelesi görüp, işlenen diğer suçu "ucuza getiriyor". Medya, vicdanın kabul edemediği bu durumu yerden yere vurdu.

Yine medya, Ağca’nın salıverilmesi sırasında lehine yapılan gösterileri de "küçük bir kalabalık" olarak tarif etti. Yani medyaya göre, toplum vicdanı büyük bir çoğunlukla "erken salıverilmeyi" hazmedemedi!

Ancak, benim aklım çok karıştı.

Zira, ortada büyük bir paradoks var!

* * *

Ağca’ya kızan toplum vicdanı Mehmet Ali Ağca’lara, Abdullah Çatlı’lara, Haluk Kırcı’lara vb. büyük benzerlikler gösteren sanal kahraman Polat Alemdar’ı ise büyük bir beğeni, hatta hayranlıkla izlemiyor muydu?

Kurtlar Vadisi gösterildiği her hafta seyirci rekoru kırmıyor muydu?

Medya, Polat Alemdar ve çetesini kutsamıyor muydu?

* * *

Kurtlar Vadisi’nin hepimizin nefesini tutarak izlediği son bölümünde tüm dizi boyunca durmadan, nefeslenmeden habire cinayet işleyen Polat Alemdar ve dostlarını, yüce adalet önce idama mahkûm edip sonradan bu cinayetlerin vatanın bekası için işlendiğine karar vererek beraat kararı almadı mı?

Hákim amca, Alemdar ve ekibinin öldürdüğü adamların "vatan haini" olduğuna nasıl karar verdi? Nasıl "meşru müdafaa"ya hükmetti?

Polat Alemdar’ın ifadesine dayandı! Başka delil ne aradı, ne sordu! "Siz kim oluyorsunuz, kimin hain olduğuna adalet karar verir!" demeyi aklından bile geçirmedi.

Bizler de Polat’ı bir vatan kurtaran kahraman olarak bağrımıza basmadık mı?

TV’lerde gösterilen fragmanlardan anladığımıza göre Polat Alemdar ve dava arkadaşları, 3 Şubat’ta Irak’a gidecekler ve bu sefer Amerikalılara hadlerini bildirecekler.

* * *

Peki kutsanan Kurtlar Vadisi’nde Polat’ı kurtaran ifade ile şu ifade arasında ne fark var?

"Malatya’dan akrabalarıyla gelen kardeş Adnan Ağca, İpekçi cinayetiyle ilgili bir soruya şu yanıtı verdi: ’Türkiye’de o dönemde binlerce insan öldü. Neden onların ismi ön plana çıkarılmıyor? İpekçi, kimlere hizmet ediyordu, onu sormak gerekiyor. Türkiye üzerinde oynanan oyunlar devam ettiği sürece bazı insanların canı yanacak. Ağca’nın misyonu, insanlık, kardeşlik ve ezilen insanların arkasında olmaktı’."

* * *

Açıkça söylenmese dahi, ima yolu ve sorularla ifade edildiği üzere Ağca’lar, Çatlı’lar, Kırcı’ların "devlet adına" hareket ettiklerine, hatta kullanıldıklarına inanan insanlar çoğunlukta. Örneğin, Kenan Evren’in Almanya’da firari Abdullah Çatlı ile görüştüğü iddiaları hiçbir zaman tatmin edici cevap bulamadı.

Sanal kahraman Polat Alemdar da dizide "devlet adına" meşru müdafaaya başvurarak cinayetler işlediğini iddia etmiyor mu? İçeride "devletliler" tarafından özel ziyaretlere mazhar olmuyor mu?

Mehmet Ali Ağca tu kaka; ama sanalı kahraman!

Ağca’lar, Çatlı’lar, Kırcı’lar suçlu; ama diğerleri emekli "devlet büyüğü"!

Bana ortada büyük bir garabet var gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku

Bayramı nasıl bilirsiniz? (II)

12 Ocak 2006
"İYİ biliriz!" demek esasında "Bana dokunmayan bayram bin yaşasın!", demenin dik álásıdır. Hatta işin kolayına kaçmaktır. Dün de yazdım. Ben bayramlarda "yalnızlığım" ile yüzleşirim.

Aynı yalnızlık diğer günlerde o kadar batmıyor da, bayramlarda fena koyuyor.

Rahmetli annem "Yalnızlık Allah’a mahsustur," derdi.

Belli ki, yalnızlık Allah’ın kullarına uyguladığı imtihanlardan birisi. Hatta imtihanda nasılsa çakacak kullara "Bana özenemezsiniz!" diyerek haddini bildirmenin bizzat kendisi.

Her geçen gün hız kazanarak ilerleyen yaşla birlikte yalnızlığı kendim seçer hale geliyor veya öyle zannediyorum. İnsanlarla her geçen gün daha zor uzlaşabiliyorum.

Sosyal ilişkilerden uzaklaşmayı "damıtılmış bir seçicilik" olarak takdim etmeyi, bırakın başkalarını, bizzat "kendi"me karşı deniyorum ama bayramlarda bu bahaneyi ben dahi yutmuyorum.

Yalnızlık Allah’a mahsustur ve O’nun kulları için yaratılmamıştır!

* * *

Bir kedi evin içinde çekildiği bir köşede veya yağmurdan kaçtığı bir saçak altında yalnız kalmayı tercih edebilir, hatta yakın bir gözlem yalnızlığın onun fıtratında olduğunu destekler ama insan yalnızlığı tercih etmez, olsa olsa yalnızlığa duçar olur!

İnsanın fıtratında yalnızlık yoktur. İnsan; ama sevişmek ama dövüşmek, ama dertleşmek ama itişmek, ama paylaşmak ama aşırmak, ama üretmek ama tüketmek için mutlaka bir başkasına ihtiyaç duyar.

Yalnızlık hiç mi özlenmez? Özlenir tabii!

Ancak, yalnızlık kalabalığın ortasında özlenir.

Yalnızlık yalnızlığın ortasında özlenmez.

Yalnızlık tatil yöresi gibi bir yerdir, bazen gidilir, görülür, hatta keyfi çıkarılır ama mutlaka geri dönülür.

En güzel tatil yöresinden olduğu gibi yalnızlıktan da bıkılır.

Peki, kalabalıklar arasında yalnızlık hissedilmez mi?

Hem de nasıl hissedilir! Yalnızlığın en beteri de bu türüdür.

"Yalnız-yalnızlık"ta efkarlanmak serbesttir, yalnızlığınızı istediğiniz tonda haykırma olanağınız vardır ama "kalabalık-yalnızlık"ta kendinizi tıklım tıklım dolu bir belediye otobüsünde sıkışıp kalmış gibi hissedersiniz. İnsanlar bedeninize sarılmış, nefesleriyle boğazınızdan içeri dahi girmişlerdir ama siz fena halde yalnızsınızdır.

Üstelik, efkár dağıtmak, yalnızlığınızı haykırmak, insanları itip otobüsten inmek mümkün değildir. En azından kaderinize razı olarak bir sonraki durağı beklemek zorundasınızdır.

* * *

Ben "yalnız-yalnızlık"tan çok korkuyorum. Çok ürküyorum. Çok sıkılıyorum.

Ancak, "kalabalık-yalnızlık"tan nefret ediyorum.

Kalabalığın ortasında, herkesin birbirini sığ zihnine paslı çivi ile çakılmış "şablon" sayesinde "bizden mi, onlardan mı!" boyutunda kavradığı/basit bir aidiyete zorladığı bir ortamda "hiçbir taraftan olmadığını" anlatamamak dünyanın en zor işidir.

Kalabalık ortasında yalnızlığını haykıramamak, yapayalnız iken ağzını doldura doldura "Ben yalnızım!" diye bağırmaktan bin kat, on bin kat zor bir iştir.

* * *

İtişmekten, aşırmaktan, üfürmekten bıktığımız bir dünyada bayramlar vaha ortasında bir pınar gibi insanları susuzluklarını gidermek için paylaşmaya davet ediyorlar.

Keşke hem "yalnız-yalnızlık", hem de "kalabalık-yalnızlık" hiç olmasa!

Ama bu sefer de insana "deli" derler!
Yazının Devamını Oku