14 Aralık 2005
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan mealen diyor ki: ‘Şimdi Orhan Pamuk’a sahip çıkanlar zamanında bana gelmediler!’ Başbakan haklı. Kendisi okuduğu şiir nedeniyle yargılanırken; bugün demokrasi havarisi kesilen bir sürü insan, değil uğradığı haksızlığa karşı çıkmak, ondan adeta kaçıyorlardı.
Bugün yanında yer alan bazı gazeteciler o dönemde; bugünün başbakanı, o günün yasaklısı Erdoğan’ı yolda görseler, yollarını değiştiriyorlardı.
* * *
Zor günlerinde uğradığı haksızlığa isyan eden bir avuç içi insandan birisi de bendim. Üstelik, ne Milli Görüş’ten geliyordum, ne de Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yoldaşı idim.
Ben sadece bir liberal-demokrat olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın engellenen fikir ve düşünce özgürlüğüne sahip çıkıyordum.
O dönemde hakları kendisinden esirgenen kişilere sahip çıkmak kolay olmuyordu. Ben de önce yakın çevremde, sonra çeşitli ortamlarda kınandım, ‘şeriata sahip çıkmakla’ suçlandım.
Rahmetli bir karikatürist ağabeyimiz beni Erdoğan’ı yeşilden beyaza boyarken hicvetti, soyadımı ‘Ülsever’den ‘Tayyipsever’e değiştirmemi teklif etti.
Yetmedi, hakkımda davalar açıldı, yargılandım!
* * *
Zaman değişti, Erdoğan başbakan oldu. Ben benimsediğim liberal-demokrat umdelerin adamı idim ve benimsediğim umdeler çerçevesinde hükümetin icraatlarını ya takdir etmeye, ya da eleştirmeye başladım.
Giderek de; Erdoğan’ın kendisini haklı-haksız eleştirenlere çok kızdığını, onları dışladığını duymaya başladım. Ben de nasibimi alıyordum.
Bir gün Erdoğan’ın ABD’ye ters düşen bir ‘tasavvuru’ hakkında yakın çevresinden duyduğum bir dedikoduyu yazdım. Dedikodu, o gün itibarıyla hükümetin ABD’ye karşı genel olumsuz duruşunu destekleyen bir dedikodu idi. Başbakan dedikoduyu reddetti ve kısa süre sonra ABD’ye yaptığı gezide, danışmanları ile birlikte, yakın dönemde sarf ettiği sözlerin aksine, ABD’ye övgüler düzdü. Amerikalılar bile övgülerin seviyesine şaşırdılar!
Yeni ‘övgüler’ yazdığım dedikodunun ‘ruhunun’ doğruluğunu da desteklemiş oldu.
Ben de yeniden düzelme yoluna giren Türkiye-ABD ilişkilerine küçük bir katkıda bulunduğum için sevindim!
* * *
Ancak, dedikodu yakın danışmanlarını incittiği için onlar bana çok kızdılar ve benim yazdıklarım sadece ‘tekzip’ edilmedi, danışmanların katkıları ile Başbakan beni daha önce kendisine reva görülen incitici ‘sıfatlar’ ile suçladı!
* * *
Başbakan bugün güçlü, onun artık/şimdilik gasp edilen haklarına sahip çıkacak insanlara ihtiyacı yok!
Ancak, Orhan Pamuk’un yardıma ihtiyacı var. Başbakan gazeteci ve aydınlara haklı serzenişte bulunabilir ama bu serzeniş Pamuk’a zor döneminde yardımcı olmaz. O da tıpkı Başbakan’ın zamanında suçlandığı gibi ‘fikir suçlusu’ olarak yargı önünde!
Şikáyet etmek yerine zamanında kendisinden esirgenen desteği o şimdi Orhan Pamuk’a verirse; ileride Orhan Pamuk Recep Tayyip Erdoğan’a vefasızlık etse dahi, kendisi vicdanen rahat eder!
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2005
BİZZAT AKP’nin yaptırdığı ankette ‘yolsuzluk’ hükümetin başarısız bulunduğu konular arasında yer alıyor: İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk! Bu üç konuda tökezleyen hükümetler eninde sonunda hüsrana uğruyorlar.
AKP anketine göre, halk bu üç konuda hükümeti başarısız buluyor.
‘Yoksulluk’ ve ‘işsizlik’ konularında hükümeti başarısız bulma oranı yüzde 70’lerde dolaşıyor, ‘yolsuzluk’ konusunda ise başarısız bulanların oranı yüzde 56 civarında!
Muhakkak AKP’nin kendine has sosyolojik bir tabanı var, AKP’nin tabanı sosyolojik açıdan dini hassasiyete dayanıyor!
Ancak, tüm hükümetleri var veya yok eden iki şaşmaz unsur vardır:
Yoksulluk ve yolsuzluk!
* * *
AKP Hükümeti de iktidara 3 Kasım 2002 günü ‘tepki oyları’ ile geldi.
Eski hükümetleri oluşturan partiler ‘yolsuzluk’ ve yoksulluk’ konularında o kadar yıpranmışlardı ki, millet bu kez AKP’yi denemek istedi.
Millet AKP’ye dini konulardaki ‘sosyolojik hassasiyeti’ nedeniyle de oy verdi; ama esasen onu iktidara ‘yolsuzluk’ ve ‘yoksulluk’ ile mücadele edebilmesi için taşıdı.
* * *
Görünen odur ki; taban işsizlik ve yoksulluk konularında zerre kadar iyileşme olduğuna inanmıyor.
Üstüne üstlük; yolsuzluk tartışmaları da her geçen gün ivme kazanarak büyüyor.
Enerji ihaleleri, Gazprom, kaçak akaryakıt, Dubai İkizleri, Galata vb. konular teker teker ciddi iddialar haline geliyorlar.
Öte yanda ‘yolsuzlukla mücadele’ konusunda sembol olmuş isimler var: Hanefi Avcı, Emin Arslan vb. (diğerlerinin adlarını onların da başı yenmesin diye vermiyorum!) Bu kişileri Emniyet Müdürlüğü’nde önemli görevlere getiren, onlara iade-i itibar veren bu hükümet!
Ancak, üç yıl sonra resme baktığımızda ‘enerji’ ve ‘kaçak akaryakıt’ kelimelerinin eski Kaçakçılık Dairesi Başkanı Hanefi Avcı’nın, ‘İsviçre’deki para hareketleri’nin takibinin de Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan’ın başını yediği iddialarıyla karşı karşıyayız!
Bütün bu anahtar kelimelerin AKP’ye uzandığı inancı da giderek yükseliyor!
Her ikisinde de görevden almak için görünen neden ‘görevden alındıktan sonra Danıştay kararlarıyla geri gelen diğer emniyet yöneticileri’!
Ancak, bu argümanlar oldukça zayıf. En son ‘Emin Arslan olayını’ ele alalım.
Tamam Danıştay’da davasını kazandı; ama emekliliğine sadece 4 ay kalan bir kişi neden emniyet adına çok hassas bir konu olan ‘AB ilişkilerini yönetme’ görevini sürdüren Emin Arslan’ın yerine göreve iade edildi?
Madem bir ‘göreve iade’ var; neden göreve geri gelen kişi, gelenek gereği olarak, en son genel müdür yardımcısı yapılan Mehmet Tokgöz’ün yerine atanmadı? Bu yöneticinin mesleki başarıları nelerdir, Kayserili akrabaları var mıdır?
* * *
Hükümetlerin kendi işlerine çomak sokan emniyet yetkililerine tahammül edememeleri gelenektir; ama bu geleneğin sonu hiç gelmemiştir.
Bazen ‘hanımefendiler’, bazen ‘beyefendiler’, bazen ‘kardeşler’ işin tadını kaçırırlar; şimdi de ‘oğullar’ mı olur olmaz işlere burun sokuyorlar?
Rant ekonomisi geleneği hiç mi değişmez?
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2005
BEN bir mübadilim! Yunanistan’ın Kavala İli, Drama İlçesi, Sarışaban Nahiyesi, Kurudere Köyü’ndenim. Babam orada doğmuş, anam ise Samsun’da. Ama onun ailesi de aynı köydenmiş.
Ailemin ‘oralarda’ doğan son üyesi geçen sene 95 yaşında Samsun’da vefat etti.
Artık, oralarda doğmuş aile ferdimiz yok.
Ama yine de ben hiç görmediğim, hiç gitmediğim ‘o’ yere aidim!
Hiç gitmediğim, hiç görmediğim o yere ait olmaktan da büyük gurur duyuyorum.
* * *
Geçen hafta Samsun Mübadil Derneği’nin davetlisi olarak ailemin 1923-24’te Yunanistan’dan göç ettiği Samsun’da aynı geçmişi paylaşan mübadil kardeşlerimle kucaklaşma, dertleşme, sohbet etme imkánını buldum.
Derneğin Başkanı Akın Üner ve bu davetin gerçekleşmesini sağlayan Aşağıçinik Belediye Başkanı Halil İnci başta olmak üzere tüm mübadil dostlarım beni bağırlarına bastılar.
Aşağıçinik’e yerleşik köylülerimin gösterdiği misafirperverliği artık ömrüm boyunca unutamam. Yediğim Rumeli yemeklerinin tadını artık damağımdan silemem.
‘Hemşerim’ Mustafa Kemal Atatürk’ün Aşağıçiniklilere mübadele yıllarında verdiği ve 80 yıldır onun hatırasına göz nuru gibi korunan evin önünde çektirdiğim fotoğrafın bana yüklediği ödevi artık zihnimden koparamam.
* * *
Anayurdu bırakıp atayurda sığınanların kucaklaşmasında ortak payda; ortak bir geleneği, ortak bir yalnızlığı, ortak bir kaderi paylaşmaktır.
Ortak payda, Rumeli’den getirdiği ve sapasağlam ayakta duran gelenek, görenekle gurur duymaktır.
Ortak payda, çulunu satarak evladını okutma ısrarıdır. Eğitime duyulan saygıdır.
Ortak payda, inancına sıkı sıkı sarılırken yüce dinini siyasetin ağına düşürenlere duyulan öfkedir.
Nihayet ortak payda, ‘hemşerisinin cumhuriyeti kurması’ nedeniyle övünmektir.
* * *
Genç başkan Akın Üner’in etrafında toplanan orta yaşlı mübadiller, başkanlarıyla, Rumelili (Avrupalı) olanların sahip olabileceği bir olgunluk seviyesiyle mutlu oluyorlar.
Geleceğin önemli siyasetçisi olacağı kesin Belediye Başkanı Halil İnci, insanlara verdiği sıcak mesajlarla herkesi kucaklamayı beceren bir yapıya sahip.
Bir mübadil olarak böyle gençlere sahip olduğumuz için büyük gurur duydum.
* * *
Alt kimlik-üst kimlik tartışmalarının ortasına düşen; Başbakan’ıyla, aydınıyla çok hassas bir konunun kepaze edildiği bir ortamda yaptığım bu ziyaret bana farklı bir bakış açısı da verdi.
Aşağıçinik’te sokakta koşuşturan mübadil kızanları seyrederken garip duygular yaşadım. Sarı kafalı, renkli gözlü kızanlar, kavruk normal yurdum insanından çok farklı bir görünüm çiziyorlardı. Ama, hepsi Türk’tüler. Neden? Sadece öyle hissettikleri için. Onlar alt-üst kimlik kavramlarını bilmiyorlardı dahi!
Samsun’da mübadil akrabalarım, dostlarım, köylülerimle kucaklaşırken tek bir duygum vardı:
Ben Rumeli asıllı bir Türk’üm!
Kimse; ama kimse bu duyguyu benden koparıp atamaz!
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2005
DÜNKÜ yazımda sordum: ‘Apo’nun ‘demokratik cumhuriyet’ ile neyi kastettiği açık! Başbakan neyi kastediyor? Hükümetin ‘Türkiye sınırları içinde Kürt politikası’ nedir? Korkarım, zihinlerde bunun açık bir tarifi yok!’
Muhakkak, Başbakan, Apo’nun şu sözlerinden de çok rahatsız olmuştur; ama maalesef Apo haklıdır:
‘...Başbakan’ın açıklamalarını olumlu buluyorum. Başbakan’ın kullandığı kavramları daha önce ben kullanmıştım, bu kavramlar bana aittir.’
Başbakan, ‘Kürt politikası’nı bilmem kaçıncı defa açıklıyor ve diyor ki:
‘Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşların sorunu, Türk kökenli vatandaşlar kadardır. Hiçbir sıkıntıları yoktur.’
Buyurun, şimdi de bu açıklamaya alışın!
Başbakan hızını alamıyor ve ‘alt kimlik-üst kimlik’ tartışmalarına yine bilmem kaçıncı defa yeni bir açılım getiriyor:
‘...Bizde etnik unsurlar, nüfusun yüzde 99’unun Müslüman olması nedeniyle din bağı ile bağlıdır. Etnik bağlar eski Yugoslavya’daki Boşnak, Hırvat ve Sırplardan farklıdır. Onlar, birbirlerine kız alıp vermişlerdir; fakat savaş başlayınca boşananlar olmuştur.’
Toparlarsak; bütün bu açılımlar Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a aittir:
‘Kürt meselesi yoktur!’
‘Kürt meselesi vardır!’
‘Sorunu demokratik cumhuriyet (iki milletli tek cumhuriyet) ile çözeceğiz!’
‘Tek millet, tek bayrak, tek devlet!’
‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliktir!’
‘Bizde etnik unsurlar (alt kimlik) din bağı (üst kimlik) ile bağlıdır!’
Başbakan’ın ‘Hükümetin Türkiye sınırları içinde Kürt politikası nedir?’ sorusuna verilecek hiçbir ciddi cevabı yok.
Bu konuda kendisiyle devamlı çelişiyor.
Başbakan, ‘Kürt meselesi’nde bir uçta ‘PKK görüşleri’ ile diğer uçta ‘ulusalcı görüşler’ arasında yalpalamaktadır.
Başbakan en son ‘din’ kalesine sığınınca bu kez de ‘ulus devlet’ kavramını ister ‘üniter devlet’e sarılın, ister ‘federe devlet’e, toptan yıkmıştır.
19.-20. yüzyılın kazanımlarının bile ardına düşerek, 16.-17. yüzyıl kavramının ardına sığınmıştır: Ümmetçilik!
Başbakan; Müslüman Ortadoğu devletlerinin nasıl paramparça olduğunu, en son Müslüman Irak’ın ne hale geldiğini unutmuşa benziyor.
Kendi tabiriyle ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı’ olan gayrimüslim veya dinsiz vatandaşlarının da yine kendi tabiriyle ‘üst kimlik alanını’ yok ediyor.
Daha önce ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlara ne denir?’ diye soruyordum. Şimdi soru hepten içinden çıkılmaz hale geliyor:
‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı gayrimüslim insanlara ne denir?’ Onlara hangi hukuk uygulanacak?
* * *
Ben Başbakan’ın ülkenin bağrına oturan meselelerde devamlı çelişen ve hiçbir analitik derinlik taşımayan açıklamalarından bıktım.
AKP milletvekilleri, sizler ne hissediyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2005
BAŞBAKAN yaz aylarında ‘aydınlar’ ile görüştükten sonra aynen şöyle yazmıştım: ‘...Başbakan onlara (aydınlar-C.Ü.) ‘demokratik cumhuriyet’ten bahsetti. ‘Demokratik cumhuriyet’ terimini Abdullah Öcalan kullanıyor ve mealen ‘iki eşit milletin kurduğu cumhuriyetin aynı çatı altında ama iki ayrı kimlik olarak demokratik haklarını kullanmasını’ kastediyor. Başbakan neyi kastediyor? ‘Uyum yasalarının uygulama sorunlarından’ dem vuruyorsa, Apo’nun pek sevdiği terimi neden kullandı?’ (C.Ü.-23 Ağustos 2005)
* * *
Apo da diyor ki:
‘...Başbakan’ın açıklamalarını olumlu buluyorum. Başbakan’ın kullandığı kavramları daha önce ben kullanmıştım, bu kavramlar bana aittir. Başbakan, bu kavramları aslında biliyor, ancak AKP ne kadro olarak, ne de zihniyet yapısı olarak buna hazır değil. Sınıfsal yapıları da buna uygun değildir. Çözüme güçleri yetmeyebilir.’ (Hürriyet-6 Aralık 2005)
* * *
23 Ağustos tarihli yazımda aydınlara sormuştum:
‘... ‘Aydınlar’ olarak Başbakan’a, ‘Hiçbir yazılı doküman alışverişi olmayan, hatta kalem bile verilmeyen Apo 1999’da 12, 2000’de 13, 2001’de 24, 2002’de 3, 2004’te 28 (rekor yıl, Erdoğan’ın başbakan olduğu yıl) ve 2005’te şimdiye dek 9 adet olmak üzere toplam 101 görüşme notunu İmralı’dan nasıl yayınlattı?’ diye sorar mısınız?’ (C.Ü.-ibid)
Yine dün yayınlanan iddialara göz atalım:
‘...Teröristbaşı Öcalan’ın, avukatları Ömer Güneş, İbrahim Bilmez ve Zeynel Değirmenci ile yaptığı görüşmenin detayları, bölücü örgüte yakın internet sitelerinde yayınlandı...’ (Hürriyet-ibid)
Apo ‘demokratik cumhuriyet’ ile ne kastettiğini de açıklıyor!
‘...Benim çözüm tarzım, 21’inci yüzyıl çözümüdür. Demokratik Cumhuriyet tezini savunuyorum. Biz burada T.C. Anayasası, meclisi ve ordusunu tartışmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı’nı anayasal üst kimlik olarak kabul ediyoruz. Alt kültürel kimliklerin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Demokratik konfederalizm, bir devlet yapılanması değildir. Ekonomik, kültürel, sosyal ve çevresel, mesleki vb. unsurların söylem tarzı, ifade biçimi olarak demokratik şekilde yapılanması ve örgütlenmesidir.’
* * *
Apo’nun bu açıklaması ile ne dediğini doğrudan anlamak mümkün değil.
Zira, amaçlı olarak hiçbir anlama gelmeyen bir tarif veriyor.
Ancak, ortada açık bir amaç var:
‘Demokratik cumhuriyet’ terimi, içinde ‘konfederalizm’ ruhu barındıran bir anlam yüklenmektedir!
Bunun ‘devlet yapılanması’ olmadığını söylemek sadece kafa karıştırmaya yönelik bir tavırdır. Anayasa ‘federasyon/konfederasyon’ kavramları çerçevesinde revize edilmeden ‘demokratik konfederalizm’ olamaz!
Bu akıl sözüm ona herkesi yavaş yavaş ‘federasyon’ kelimesine alıştırıyor!
* * *
Apo’nun ‘demokratik cumhuriyet’ ile neyi kastettiği açık! Başbakan neyi kast ediyor? Hükümetin ‘Türkiye sınırları içinde Kürt politikası’ nedir?
Korkarım, zihinlerde bunun açık bir tarifi yok!
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2005
ÖNCE gazetelerden bir alıntı: ‘...Binlerce kişinin ishal şikáyetiyle hastanelere koştuğu günlerde Malatya’da, İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, şebeke suyunda rota virüsü ve kolibasili olduğunu açıklarken, aynı gün basın toplantısı yapan AKP’li Belediye Başkanı H.Cemal Akın, suyun temiz olduğunu savunmuştu. Sağlık Bakanlığı’ndan talimat gelene değin süren 9 günlük gecikmenin ardındaki gerçek ise binlerce insanın hastalanmasına mal oldu...’ (Hürriyet-05.12.05)
Her iki basın toplantısını canlı yayında TV’de izlemiştim.
Rektörün açıklamasından sonra konuşan Belediye Başkanı mealen ‘Rektörün siyasi amaçla yanlış (yalan) bilgi verdiğini, her şeyin kendi denetimi altında olduğunu’ iddia etmişti.
Başkan Cemal Akın konuşurken aynen şöyle düşündüm:
‘Bu açıklamadan sonra muhakkak birisi istifa etmek zorunda kalacaktır. Halkın sağlığı üzerinden bir rektör siyaset yapıyorsa, o kişi rektör olamaz; yok kocaman bir ilin sağlığı hakkında yayınlanan bilimsel bir raporu sırf ‘siyasi hasmı’ -bir üniversite rektörü, seçilmiş başkanın nasıl hasmı oluyor, bunu da anlamak çok zor- açıkladı diye göz ardı ediyor ve kendisini seçen insanların sağlığı ile oynayabiliyorsa, o belediye başkanı artık o makamda oturamaz!’
* * *
Sonunda tüm bilimsel bulgular, İnönü Üniversitesi Rektörü’nün iddialarını doğruladı. Daha önce yapılan diğer uyarıları da göz ardı ettiği iddia edilen Belediye Başkanı Cemal Akın, en azından rektörün açıklamalarını dikkate almayarak binlerce ilave kişinin hastalanmasına sırf siyasi hasımlık duygusuyla bizzat neden olmuştur.
Prof. Dr. Hilmioğlu, haklı çıkmış kişi olarak diyor ki:
‘Açıklamasaydık bu iş halen saklanmaya devam edecekti. Biz bu konuyu basın toplantısıyla kamuoyuna açıklayıncaya kadar, hatta açıkladıktan hemen sonra belediye başkanı suda bir şey olmadığını, içilebilir olduğunu kamuoyuna açıkladı. Üniversitenin siyasi davrandığını söyledi.’
Rektör yeni iddialarda da bulunuyor:
‘Bu hastalıklar yeni başlamadı. İl Sağlık Müdürlüğü üç ay önce suda sorun olduğu ikazında bulunan raporlar yazmış. Şimdi de bir hepatit vakası görüldüğü ve bazı yerlerde tifo vakaları görüldüğü bilgisi geldi bana. Zaten bu hastalıkların görülebileceği kesin. Çünkü sudaki karışımdan dolayı insanlar yüzlerce çeşit mikrobu vücutlarına aldılar. Her mikrobun kuluçka dönemi de her mikrop için farklı. Bundan sonra sular tamamıyla temiz olsa bile bu suyu daha önce içmiş olan insanlarda bu tür hastalıklar çıkabilir...’
* * *
Belli ki, koltuk hırsı Malatya Belediye Başkanı’nın aklının çok ötesine geçmiş. Bilimsel raporlara rağmen milletin gözü önünde çeşme suyu içerek Malatya halkını bilerek aldatan, kendi karısının bile hastalanmasına engel olamayan bir belediye başkanının, akıl gözünü karartan o koltukta oturması artık mümkün değildir.
Cemal Akın şimdi çark ederek, alt yetkililer için soruşturma açarak kendi siyasi ve vicdani sorumluluğundan sıyrılamaz.
Gereğini kendi yapmazsa yetkililer yapmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
BEN 2004 sonlarında tekrar zuhur eden ‘Kürt meselesinin’, diğer dönemlerde olduğundan daha beter bir ‘dışarıdan kaşınan mesele’ olduğunu düşünüyorum. Şemdinli yolu bu kez Irak’tan geçiyor!
Evet doğrudur; Apo son dönemlerde ‘çift milletli tek cumhuriyet’ çözümüne sarılmış bir görünüm vermektedir; ama Kuzey Irak’ta ABD’nin oluşturduğu/oluşturmak zorunda kaldığı yeni denklemlerde PKK’yı kimin yönettiği meçhuldür.
* * *
Bu hafta sürekli yazdım. Türkiye, Şemdinli’de olan bitenlerin önüne geçmek için ivedilikle Kuzey Irak politikasını belirlemek zorunda.
İçeride ise yapabileceği tek şey, Kopenhag Kriterleri ile şekillenen uyum yasalarını hayata geçirmektir.
* * *
Başbakan’ın ortaya attığı alt kimlik-üst kimlik tartışmasında alt kimlikte yer alan ‘Türklük’ kavramının üst kimlikte de yer almasını kabul etmeyen zihniyet, hálá şu sorulara cevap vermiyor, hatta cevap dahi aramıyor:
Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan insanlara ne denir?
Anayasal vatandaşın adı nedir?
Ulus devlet, tek bir ulusa (millete) dayanıyorsa bu ulusun adı nedir?
Yok, iki ulustan (millet) oluşmuşsa (Türk ve Kürt); içinde ‘federatif’ bir paylaşım olmadan böyle bir devlet, ulus devlet olabilir mi? Eğer öyle ise Anayasa’nın federatif bir anlayışla yeniden düzenlenmesi gerekmiyor mu?
Bu durumda ‘Türkiye Cumhuriyeti’ kavramını da değiştirmek gerekmez mi? İki uluslu (millet) bir devletin adı neden tek ulusa (Türklük) dayandırılacaktır?
Eğer ‘Türkiyelilik’ diye bir kavram uydurulacaksa, Kürt olmayanlar bu kavramı benimseyecekler mi? Onların görüşünün hiç mi anlamı yok? Yıllardır önerilen bu kavram neden tutmaz?
Yine eğer; Türkiye iki uluslu bir cumhuriyet olarak şekillenecekse Lazları, Çerkezleri, Rumelileri, Gürcüleri, Yahudileri, Rumları, Ermenileri vb. neyleyeceğiz?
‘Onların sayısı çok az, zaten onlar da Türklük şemsiyesi altında erimeye razılar!’ diyerek, onlara sormadan kendileriyle ilgili hüküm mü ileri süreceğiz?
* * *
Bu soruları sormamın nedeni, bugün itibarıyla hükümet yetkilileri başta olmak üzere, ‘Kürt meselesine’ kafa yoran Türk ve Kürt ‘aydınlarının’ hiç ama hiç entelektüel bir hazırlık yapmadan ve zerre kadar dünyayı okumaya kalkmadan doğmamış çocuğa don biçmeye kalkmalarıdır. Sordukları sorular arasına yukarıdakileri katmazsak, kaş yapayım derken göz çıkarmaya kalkmayacak mıyız?
* * *
Kürtlerin haklı talepleri, ‘bireysel hak ve özgürlükler’ çerçevesinde uyum yasaları sayesinde káğıt üzerinde büyük çapta çözülmüştür.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti zihniyet savaşlarında çok geri kalmıştır!
Özgürlüklerin önündeki en büyük engel, özgürlük yasalarını hazmedemeyen askeri ve sivil bürokrasidir!
* * *
Hükümet, Kürt realitesini tanımak istiyorsa, örneğin özel sektörün anadilde (Kürtçe) TV yayını yapmasını sadece onaylamak değil, teşvik etmesi lazım!
Bakalım ‘Kürt realitesi’ Kürtçe yayınların yaşaması için ne kadar yardımcı olacak? Kürt entelektüeller nasıl bir sınav verecekler? Özel televizyonlar ‘25 milyon Kürt’ tarafından nasıl finanse edilecek ve yaşatılacak?
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2005
İKİ gündür yazdıklarımı özetleyelim: 1) PKK güdümünde bazı Kürt unsurlar Türkiye’yi ‘iki milletli tek cumhuriyet’ çıkmazına sürüklemeye çalışıyorlar. 2) 2006’da peyderpey de olsa Irak’tan çekilmek zorunda kalacağını hesaplayan ABD yönetimine yön veren neo-conlar, ister istemez PKK’ya umut vererek, Türkiye’yi ‘Irak sarmalına’ sokuyorlar.
* * *
ABD’de gelişen iç koşullar göz önüne alınca gözüken odur ki:
2006 Başkan Bush ve neo-conlar için çok ama çok zor bir yıl olacak!
Neo-conlar illa ki Irak’ta taviz vermek zorunda kalacaklar!
* * *
Eğer, yukarıdaki tahminler doğru çıkarsa; ABD, Irak’taki askerlerinin sadece bir kısmını çekmeye başlasa dahi, Irak’ta zaten fiilen geçerli olan ‘bölünme’ büyük ivme kazanacak, ortaya yepyeni koşullar çıkacak.
Yeni koşullar ise en fazla Kuzey Irak’ta kurulan Kürt Federasyonu’nun huzurunu bozacak. Önemle; iki arada bir derede sıkışan ve ekonomik avantajlarını büyük oranda yitirmiş olan Sünni unsurları temsil etme iddiası ile El Kaide ve Baas gözünü Kuzey Irak’a (Kerkük ve Musul) dikecek.
Şiiler de bu durumda, ister istemez, müdahil olma durumuna girecekler.
Millici ve İran yanlısı Şiiler; Baas-El Kaide taraftarı ve laik Sünniler, Şii ve Sünni Kürtler Irak’ta çatışma ihtimali yüksek en önemli unsurlar.
Çatışma ihtimali olan diğer unsurları saymıyorum dahi!
* * *
Herkes ama önemle Kuzey Iraklı Kürtler yukarıdaki senaryoyu hesap etmek zorundalar.
Onlar, böyle bir olası gelişme karşısında, bölgede kendilerine en yakın ülke olarak Türkiye’yi görmek ve varlıklarını korumak için dengeleri yeniden kurmak durumunda kalacaklar.
Öte yanda Türkiye, son zamanlarda olumlu ipuçlarını hep beraber izlediğimiz üzere, Kuzey Irak’ta ‘Kürt Federasyonu’ gerçeğini kabul etmek, hazmetmek ve kendi lehine yorumlamak zorunda.
Türkiye; Kuzey Irak’ta kurulan Kürt Federasyonu’nun doğrudan garantörü olmayı seçerse bölgede tekrar en etkin ülke durumunu elde edebilir!
Türkiye 2006’da Irak’taki Kürtleri Irak’taki diğer hasım unsurlara karşı koruyacak ülke olarak konum almayı planlamalı ve buna uygun politikalar geliştirmelidir!
Doğal olarak; Türkiye’nin bölgede böyle bir tavır almasının olmazsa olmaz şartı PKK’nın Kuzey Irak’ta yok edilmesidir!
2006 yılında Kuzey Irak’taki Kürtlerin, ABD’nin ve Türkiye’nin ortak çıkarı bu yönde gelişecektir!
Benim açık uyarım herkesin ama herkesin hesabını yukarıda analiz etmeye çalıştığım gelişmelere göre yapmasıdır!
PKK’tan etkilenen Türkiye Kürtleri bir kez daha ortada bırakılma ihtimalini göz ardı etmesinler!
* * *
Kuzey Irak’ta yeni bir politika geliştirme dışında Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yapacağı konuyla ilgili tek ilave şey kendi eliyle hayata geçirdiği uyum yasalarının Güneydoğu’da askeri ve sivil bürokrasi tarafından hazmedilerek hayata geçirilmesini temin etmektir!
Yazının Devamını Oku