28 Aralık 2005
TÜRKİYE’de değişmez bir gelenek var: <br><br>Başarısızlık hep başka birisinin üstüne yüklenir! Sınıfta çakan öğrenci topu öğretmene, yenilen takım hakeme, terfi edemeyen memur amire, şişmanlayan bey hanıma atar.
Başarısız siyasi de hep görünmeyen ve elle tutulmayan hurafelere yüklenir!
Muhakkak, her dönemde görülen/görülmeyen bazı güçler seçilmiş iktidarlara kem gözle bakarlar. Ancak, onların tavrını abartarak topluma nakletmek de başarısız siyasinin pekálá işine gelir.
Yakın tarihe bakın; ne zaman ki rahmetli Turgut Özal elindeki projeleri tüketmiştir, işte o zaman gizli güçlerin Özal’a karşı komplo kurduğu söylentisi etrafa yayılmıştır. Ne zaman ki, Süleyman Demirel tıkanmıştır, hemen ortamı ‘Demirel’e kurulan tuzaklar’ dedikodusu kaplamıştır.
Rahmetli Adnan Menderes ise iktidarının son ve başarısız dönemini vatandaşları teker teker ‘Benden mi, değil mi?’ diye didikleyerek geçirmiştir. Vatan cephesi Menderes’in sonunu sadece daha da hızlandırmıştır.
İlginçtir, yakın tarihimizde büyük sorumluluk taşıyan Başbakanlık makamında gerçekleştireceği projeler ve enerjisi kalmayan liderler gözlerini daha az sorumluluk ama yine de büyük yetki taşıyan, günlük hayata hiç bulaşmadığı için de çok daha az yıpranan Cumhurbaşkanlığı makamına dikmişlerdir.
Turgut Özal da, Süleyman Demirel de Cumhurbaşkanlığı makamına yükselmemiş, başbakanlıktan oraya kaçmışlardır.
* * *
Gözüken odur ki; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir süre Kopenhag Kriterleri odaklı uyum yasaları ve Kemal Derviş’ten devralınan IMF reçeteleri ile başarılı bir performans sergiledikten sonra bu projeleri siyaseten tüketme noktasına geldiğinde artık elinde başka hiçbir projesi kalmamış bir lider görünümü vermektedir.
İçinden bir türlü çıkamadığı ‘Kürt meselesi’ katiyen onun projesi değildir, kaldı ki içi bomboş bu söylemle ilgili kafasında hiçbir tahayyül de yoktur.
Ortadoğu meselesinde Dışişleri, Başbakanlık, hatta TBMM Başkanı birbirleriyle çelişen fikriyat üretmektedirler.
Başbakan Ortadoğu politikasını ABD’den esecek rüzgarların gücüne bakarak şekilendirmektedir. Artık ABD’nin AKP Hükümeti ile ilgili tavrı ‘ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek’ üzerine kuruludur.
* * *
Başbakan’ın ‘taban politikası’na yöneldiğini düşünenlerimizin sayısı her geçen gün artıyor. Ancak, bu alanda da doğru dürüst bir performansın sergilenmediği ortada. Ne türban, ne imam hatipler lehine, ne de YÖK’e karşı kazanılmış bir muharebe bile yok.
Gelelim yolsuzluklara!
Sadece Hanefi Avcı fenomenine bakalım: Avcı’yı enerji ve kaçak akaryakıt konusunda AKP yönetimini hedef hale getirdiği için Ankara’dan sürdüler. Şimdi de Avcı ‘gümrük yolsuzlukları’ ile ortaya çıkıyor. Avcı yine başlarına bela oluyor!
Ancak, en önemli sorun ‘oğullar’! İki bakanın bu konuda başı dertte. Ama biri cebinde ‘40 kadar milletvekilinin imzasını’ taşıyor, diğeri ‘özel bütçe’den sorumlu ‘ağabey’!
* * *
Başbakan kendini fena halde kuşatılmış hissediyor.
Ancak, kuşatma ima ettiği gibi dışarıda değil!
Kendi beyninin içinde!
Bunun için bu kadar kızgın.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2005
BU köşede ısrarla 2006 yılında erken seçim yapılmasının gerekliliğini gerekçeleriyle açıklıyorum. Ancak, geçen gün bir dostum, seçimlerin 2007 yılına sarkmasını esas alan bir senaryoyu bana anlattı.
Benim 2006 yılı için seçim senaryolarım gibi onun da 2007 yılı seçim senaryoları gerekçeli. Hatta, onun senaryosunun varsayımı da benimkiyle aynı:
‘Recep Tayyip Erdoğan, 2007 yılında Cumhurbaşkanı olmak isteyecek!’
Kimse, belki de Başbakan’ın kendisi bile, bu varsayımın ne kadar gerçekçi olduğunu şimdilik bilmiyor. Herhalde, Erdoğan da son ana dek siyasi havayı koklayacak.
* * *
Senaryo basit iki öngörüye dayanıyor:
1) Recep Tayyip Erdoğan, 2007 Mayıs’ında Köşk’e çıkacak.
2) Hemen ardından genel seçim yapılacak.
Neden ve nasıl?
* * *
Erdoğan, Başbakanlık yükünü taşıyamadığını kendisi de görüyor ve tıpkı Özal ile Demirel gibi o da ‘Köşk’e kaçmayı!’ arzu ediyor.
Bu isteğini gerçekleştirebilecek ‘aritmetik’ şu anda TBMM’de var; erken seçimden nasıl bir aritmetik çıkar, belli değil.
Ama şu anda önünde bir engel var:
Türban takan hanımefendisi!
Erdoğan, hukuki hiçbir dayanağı olmayan ancak kendinden menkul bir meşruiyet taşıyan eşine dönük tepkiye de bir çözüm önerecek.
Eşini Köşk’e taşımayacağını önden ilan edecek!
Açıkçası, ailesiyle Köşk’e taşınmayacak ve böylece ‘türban Cumhurbaşkanlığı’na girmeyecek!’
Böylece, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması önündeki tek engel ortadan kalkmış olacak.
* * *
Ancak, Erdoğan’ın Köşk’e çıkması ile TBMM’de zaten çoktan bozulduğu iddia edilen ‘temsil dengesi’ iyice bozulacak.
‘AKP-Erdoğan’ yeni AKP’yi oluşturacak!
Gül, Şener, Arınç yeni AKP’nin çatısını çatmak durumunda kalacaklar.
Ancak, dostuma göre tıpkı Demirel’in Doğru Yol’a yaptığı gibi Erdoğan da kendisinden sonraki AKP’de neler olacağını fazla dert edinmeyecek.
TBMM, Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından, 2007 yılında; ama normal zamanından (Kasım-2007) önce seçime gidecek.
Böylece Recep Tayyip Erdoğan:
1) Hem Köşk’ü türbanla zorlamayacak,
2) Hem erken seçim taleplerine cevaz verecek,
3) Hem de kendi arzusunu gerçekleştirecek.
Genel dengeler fazla yıpranmamış olacak, Erdoğan’sız AKP muhalefetin de işine gelecek.
* * *
Senaryo bir sürü soruya cevap oluşturduğu için anlam taşıyor.
Ancak, benim aklımı hálá zorlayan bir soru var:
Recep Tayyip Erdoğan, kendi partisini bu formüle nasıl razı edecek?
Olası cevap: Özal ve Demirel kendi partilerini zamanında nasıl razı ettilerse, o da aynı yöntemle AKP’yi razı edecek!
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2005
28 Şubat döneminde beni en fazla rahatsız eden söylem, "Durumdan vazife çıkarmak" idi. Bu söyleme kazandırılan iki anlam beni çok rahatsız ederdi.
Durumdan vazife çıkarmak:
1) Kerameti kendinden menkul bazı "yetkili" kişilere vatanı diğer insanlardan daha fazla sevme ve bu uğurda olağanüstü yetki kullanma,
2) Daha az yetkili kişilere ise daha çok yetkili kişilerin ağızlarına bakarak tavır alma görevi veriyordu.
* * *
Başbakan’ın Mustafa Koç’u hedef gösterirken: i) Madem yargı bağımsızlığı var, neden Koç’un sözlerinden ilk önce yürütme (Başbakan) alındı da yargı alınmayı sonradan akıl edebildi, diye sorabilirsiniz, ii) Yürütmenin başının savcıları göreve çağırması bizzat yargıya müdahale etmek değil midir, diye de sorabilirsiniz, iii) Zaten Başbakan’ın, Dışişleri Bakanı’nın bazı eski sözleri bizzat yargıya müdahale etmek değil mi idi diye de sorabilirsiniz.
Ben şahsen şu soruyu da sordum:
Recep Tayyip Erdoğan yargılanırken ben yargıya dava sırasında ve sonrasında çeşitli eleştiriler yaparak müdahale(!) etmiştim. Erdoğan da bana çeşitli defalar teşekkür etmişti.
Yıllar sonra insan sormadan edemiyor:
Demokrasi "işime gelen demokrasi" ve "işime gelmeyen demokrasi" olarak ikiye mi ayrılır?
* * *
Bence bu "meselede" Mustafa Koç’u kat be kat aşan bir öz var.
Güçlünün yargıya müdahale etme yetkisinin, bu ülkenin makus talihinden hiç ama hiç silinememesi!
Beni Adalet Bakanı’nın savcıya telefon edip etmediği hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Adalet Bakanı’nın siyasi tecrübesinin, böyle bir telefona ihtiyaç duyulmayacağını bilmeye kat be kat yettiğini biliyorum.
Başbakan "Ben ve danışmanlarım böyle hükmettik, savcılar ileri!" mealli fetva ürettiği anda benim naçizane siyasi tecrübem dahi bir savcının durumdan vazife çıkaracağını tahmin etmeye yetiyordu. Nitekim, öyle oldu.
Sadece ve sadece bir "delil", durumdan nasıl vazife çıkarıldığını ispat ediyor. "Van meselesi"nde kelam ettiği için Başbakan, TÜSİAD YİK Başkanı Mustafa Koç’u savcılara hedef gösterdikten birkaç saat sonra harekete geçen savcı, benzer konuda benzer bir hüküm ifade eden YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’i de "incelemeye" dahil ediyor!
Ancak savcı, Başbakan tepkisini verdikten 1 gün sonra, yani 22 Aralık’ta harekete geçerken, Teziç’in 19 Ekim’de sarf ettiği sözleri "incelemeye" almayı ancak 64 gün sonra akıl etmiş oluyor!
* * *
28 Şubat döneminde de "yetkili" birileri Recep Tayyip Erdoğan’a gıcık oluyorlardı. O gün onlar güçlü idiler, herkes "durumdan vazife çıkarmak" için onların gözünün içine bakıyordu. Nitekim öyle oldu, Erdoğan’ın okuduğu bir şiir "tetiği çekmek" için bahane edildi.
Şimdi Recep Tayyip Erdoğan güçlü, o birilerine gıcık oluyor, yine birileri de durumdan vazife çıkarıyor.
* * *
Bu satırlar yazılırken "TÜSİAD ile hükümetin ateşkes" yaptığı medyaya yansıdı.
Ama ben yine de korkuyorum.
Ya Başbakan’ın kolay bozulan sinirlerini bir de ben bozarsam!
Benim hükümet ile "ateşkes" yapacak gücüm hiç yok!
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2005
AKP’nin erken seçim ihtimalini şiddetle reddetmesi, sadece eşyanın tabiatı gereğidir. Hatta, erken seçim talep eden muhalefetin de samimi olmadığı söylenebilir. Zira, benim erken seçimi ısrarla vurgulama nedenim, AKP’nin 2006 yılında daha çok yıpranmadan ve henüz muhalefetin iddiaları cılız iken seçime gitmesinin en çok kendisine yarayacağını düşünmemdir. Kanımca iktidar 2006 yılında:
1) Evvel emirde Irak (İran, Suriye) bağlamında çok ama çok sıkışacak.
2) AB ve IMF önünde sosyal güvenlik, tarım reformu için zorlanacak, ayrıca AB önünde Güney Kıbrıs, limanlar, Ege, sular vb. konularında top çevirmek zorunda kalacak.
3) İşsizlik ve yoksulluğa yine yapısal çare bulamayacak.
4) 1999’dan beri ezilen tarım sektörünün gerçek sıkıntılarına yine panzehir olamayacak.
5) Recep Tayyip Erdoğan’ı 2007 yılında cumhurbaşkanı yapmak için azami gayret sarf edecek.
6) İkinci yarıda iktidara daha sert duygularla bakan yeni bir genelkurmay başkanı ile çalışmak zorunda kalacak.
* * *
Tüm bu sorunlar birlikte bir araya gelince, henüz muhalefet yeteri kadar hazırlık yapmadan erken seçim yapmak AKP’nin sadece menfaatinedir.
Aksine bir efelik yapılırsa; 2006 yılının çok özel şartları altında iktidar beter yıpranacak. Seçimi normal zamanında, 2007 Kasım’ında yapmak en çok muhalefetin işine gelecek. Hele hele 2006 Ağustos’undan sonra ülkede yeni bir genelkurmay başkanı ile "cumhurbaşkanı seçimi" gündeme düşünce ülke çok ama çok gerilecek ve AKP kendi etrafında şekillenmeye başlayan yeni ittifak karşısında daha da fazla yalnızlaşacak.
Bence AKP yöneticileri arasında "2006 yılı senaryoları" çerçevesinde rasyonel hesap yapanlar da, inatlaşanlar da var.
Bu konuda aklı en karışık insan olarak da ben Başbakan’ı görüyorum. O iki arada bir derede bir görünüm veriyor. Özünde pragmatik bir modeliteyle çalışan aklı bu kez konjonktürel zemin yoklaması yapma konusunda eksik kalıyor.
Onun için devamlı kendini teyit ettirmek zorunda kalan, bazı konularda (Kürt meselesi) ne dediği katiyen anlaşılmayan bir görünüm veriyor. O da bu çelişkili görünümün ruhen farkında olduğu için tepkileri de sert oluyor.
* * *
Özünde 2006 yılında ne yapacağını bizzat AKP’nin bilmemesi, şu anda etrafa saçılan kargaşayı körükleyen en önemli faktör. AKP, kendi kendisine bile, bir yandan "kalk erken seçime git", bir yandan da "otur oturduğun yerde" diyor.
Taban politikası ile tavan politikası arasında sıkışan hükümet son zamanlarda popülist bir yaklaşıma daha çok cevaz veriyor.
En güzel örnek de "içki yasağı"!
Tavanın (AB) talebi çerçevesinde yetkiler tabana (belediyeler) devrediliyor ama konjonktürü koklayan taban bu yetki devrini total bir "içki yasağı"na çevirerek aklı sıra kendi milli görüşçü tabanına göz kırpıyor. Merkez önce durumdan memnun kalıyor. Ancak, yine taban-tavan sıkışmasında bu kez tavan bastırınca, merkez bilmem kaçıncı defa çark ediyor.
Benzer çelişkili tavır "Orhan Pamuk davası"nda da yaşanıyor. Bir dönemin fikir suçlusu Recep Tayyip Erdoğan, şimdinin fikir suçlusu Orhan Pamuk’a sahip çık(a)mıyor!
* * *
2006 yılında erken seçim, AKP’nin içine düştüğü konjonktürde sadece aklın gereği!
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2005
DÜN yazdım: ‘2006 yılına girerken Adalet ve Kalkınma Partisi hem metal yorgunluğu gibi tüm iktidarların düçar olduğu iktidar yıpranması, hem de pragmatik siyaset anlayışı nedeni ile yaşadığı çelişkilerle bir yıpranma dönemini kucaklamak zorunda.’ Dün, káh AB’ye, káh ABD’ye gülücük dağıtan, káh kendi tabanını hoş görünmeye yönelen pragmatik tavırların hükümette yarattığı çelişkileri vurgulamaya çalıştım.
Bugün sıra iktidar yıpranmasında!
* * *
Türkiye’de AKP’ye en fazla yardımcı olanlar Ulusalcı-Kemalistler!
Bunlar inanılmaz bir aymazlıkla 28 Şubat’ın İslam’a yönelik bir görüntü veren demokrasi karşıtı tavırlarını hatırlatmaya devam ettikleri için kamplaşmayı hálá ayakta tutuyorlar ve AKP tabanında taraftarlığın diri tutulmasına hizmet ediyorlar.
Bu kesimin bitmez tükenmez ‘AKP’nin gizli ajandası var!’ çığlıkları sadece ve sadece AKP seçmeninin safları sıklaştırmasına yarıyor.
AKP’ye karşı herhangi bir iktidara karşı yürütülen ‘doğal muhalefet’ yapılsa, taban ‘beklentilerinin karşılanmadığını’ daha çabuk kabullenecek.
* * *
Ben AKP tabanını hep sosyolojik (dinsel hassasiyet) itilmiş ile ekonomik (işsizlik-yoksulluk) kakılmışın birlikteliği olarak gördüm.
İtilmiş ile kakılmış beraber hareket edince AKP iktidar oldu.
* * *
Hükümeti bu gözle irdelersek hem itilmişe, hem de kakılmışa hizmet veremediğini görüyoruz. Başbakan’ın en önemli çıkmazı bu durum!
* * *
Ekonomik kakılmış açısından bakıldığında; hükümet ne işsizliğe, ne de yoksulluğa, iktidarda üç yıl geçirmesine rağmen zerre kadar panzehir olamadı.
Nüfusun takriben %40’ını oluşturmasına rağmen tarım kesiminin gerçek bir sefalet içinde olduğunu görmemek için ise sadece kör olmak gerekiyor.
Bu gözle bakıldığında hükümetin 2006 yılında ne sosyal güvenlik reformunu, ne de tarım reformunu göze alamayacağı aşikár. Bu tavır da ister istemez, hem AB, hem de IMF önünde partinin içe kapanma hızını beter körükleyecek.
* * *
Ancak, gözlerden ırak tutulan başka bir gerçek var:
AKP sosyolojik (dinsel hassasiyet) itilmişe de verdiği tüm sözlere rağmen hizmet veremiyor!
Türban ve imam hatipler sosyolojik itilmişin mihenk taşları.
YÖK ise sembolik hedef!
AKP bu üç konuda da hizmet veremedi, sözlerini tutamadı. Leyla Şahin’in, ruhunu zerre kadar okumadan, AİHM’ye başvurarak yaptığı muazzam hata ile bir baş örtme biçimi olarak türban -katiyen İslam’a uygun olarak baş örtmek değil!- tamamen gündemden kalktı. Artık bu konuda AKP hiçbir şey yapamaz.
İmam hatiplerle ise tam anlamı ile oyun oynanıyor. Çaresizlik içinde atılan palyatif her adım geri tepiyor. Göreceksiniz; Açık Lise çözümü de hukuken geri tepecek, zaten pratikte bir işe yaraması hiç mümkün değil.
AKP iktidarı artık hasmı haline getirdiği YÖK’ü değiştirmek için attığı her adımda, sonradan hep gerileyerek, muktedir olmadığını da tabanına defalarca gösterdi!
* * *
AKP’nin bizzat kendi tabanına hizmet veremediğini savunmaya yarın devam edeceğim!
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2005
2006 yılına girerken Adalet ve Kalkınma Partisi hem metal yorgunluğu gibi tüm iktidarların düçar olduğu iktidar yıpranması, hem de pragmatik siyaset anlayışı nedeniyle yaşadığı çelişkilerle bir yıpranma dönemini kucaklamak zorunda.
AKP’yi ayakta tutan en büyük moral kaynağı, henüz ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış olması. Rakipleri arasında iktidarına kafa tutacak bir alternatif şimdilik yok.
* * *
Tabanın ise iki temel özelliği var:
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2005
YAZIMIN başlığında takdim ettiğim görüş katiyen siyasi bir teklif değil, sadece ortak bir meselemizde hükümetin yararlanabileceğini düşündüğüm samimi bir öneri. Zira, şurası muhakkak ki DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar,
Ortadoğu/Güneydoğu/Kürt/PKK meselelerinde inkár edilemeyecek devlet tecrübesine sahip!
* * *
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ile yaptığım görüşmede konu haliyle ‘Irak meselesi’ne geldi. FBI, CIA başkanlarının Türkiye ziyaretlerinin medyayı doldurduğu günlerde Ağar ile yapılan sohbet, onun gerek Emniyet Genel Müdürü, gerek bakan seviyesinde ilgili kuruluşlarla yaptığı resmi görüşmelere kaydı.
ABD’nin özel gayretiyle basına büyük bir nümayişle yansıyan ‘ikili görüşmeler’ daha önceleri de yaşanan rutin işlemler arasında imiş. Ağar, kendi katıldığı görüşmelerden örnekler verdi.
Gerek sınırın bu yanı, gerek öte yanı irdelendiğinde Ağar’ın bölgeyle ilgili bilgisi, çeşitli aşiretlerdeki isimlerden kişisel seviyede bahsedecek kadar ileri düzeyde.
İddiası açık ve kesin!
‘PKK’yı bitirmek esasında çok kolay!’
Asıl olan dengeleri gözetmek. 2006 yılının bölge ve Türkiye için çok ama çok kritik bir yıl olacağını kabul ediyor ve endişelerini teker teker sıralıyor.
Uyardığı konularda kendisine hak veriyorum.
* * *
Teknokratların değil ama kilit görevlerdeki seçilmiş siyasilerin tecrübe eksikliğini örnekleriyle vurguladığında kendisini yine haklı buluyorum.
PKK ile mücadelede hukuk dışına çıkıp çıkmadığını sorgulamaya kalktığımda emir komuta zinciri dışında hiçbir eylemi olmadığını vurguluyor.
Ben sormadan o ekliyor:
- Belgeler iktidarın elinde. Devletin bilgisi dışında bir eylem varsa buyursunlar kamuyu aydınlatsınlar.
Ayrıca diyor ki:
- Hadi kendi dokunulmazlıklarını kaldırmaktan korkuyorlar, benim şahsen dokunulmazlığımı kaldırsınlar, mal varlığım ve servetim hakkında istedikleri araştırmayı, soruşturmayı yapsınlar!
‘Mal varlığı’ ile ilgili bir araştırmayı zamanın Maliye Bakanı Zekeriya Temizel’in yaptığını ve araştırma sonunda kendisini tebrik ettiğini belirtiyor. Belli ki soyadının çok yakıştığı Zekeriya Temizel ile şimdi dostlar.
* * *
Toz kondurmadığı bir özelliği olarak ‘demokratik mücadelesi’ni de vurgulamak istiyor.
Partisinden dışlandığı bir dönemde dahi bağımsız olarak seçilerek TBMM’ye geri döndüğünü, son seçimlerde çok büyük siyasi zorluklar altında başarılı olduğunu söylüyor.
Devamlı millet iradesine atıfta bulunuyor.
* * *
2006 yılında Ortadoğu’da yaşanacaklar hepimizi derinden etkileyebilir. Bu meselede siyasilerin ‘siyaset yapmak’ yerine ‘devlet adamlığı’na soyunması hepimiz hayrınadır.
Dönem işbirliği yapma dönemidir.
Ortadoğu’da sırat köprüsünden geçtiğimiz bir süreçte keşke hükümet, siyasi rakibi olsa dahi, devlet tecrübesi yüksek insanlardan yararlansa.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2005
BUGÜN Irak’ta yapılacak seçim sadece Irak’ın değil, Ortadoğu’nun ve dahi Türkiye’nin kaderini de belirleyecek. Dilerim yanılırım ama ben bu seçimlerden ‘Irak’ın bütünlüğünü garanti altına alacak’ bir sonuç beklemiyorum.
Anayasa oylamasından beri Irak belki hukuken değil ama fiilen bölünme sürecine girmiş vaziyette.
Şii, Kürt ve Sünni unsurlar başta olmak üzere, zaten palyatif olarak kurulmuş Irak’ta, herkes görünürde ne söylerse söylesin, özünde ‘kendi kaderlerini kendileri belirlemek’ üzere hazırlık yapıyorlar.
Bütün hesaplar da ABD’nin ülkeyi terk edeceği günün hemen ertesinde harekete geçmek üzerine kuruluyor.
* * *
Önümüzde geri döndürülemez iki gerçek var:
1) ABD, Irak’a dirlik ve düzen yerleştirme konusunda çok ama çok başarısız oldu.
2) ABD’de ‘Irak Savaşı’nın sona erdirilmesi için gösterilen gayretler her geçen gün ivme kazanıyor.
* * *
Büyük çapta ‘neo-con’ların (yeni muhafazakárların) yönlendirdiği ABD yönetimi, her şeyi bilme iddiasıyla şekillenen kibirleri ile büyük iddialarla ortaya çıktıktan sonra düçar oldukları başarısızlık arasında sıkışıp kalmış vaziyetteler.
Bir yandan dünyaya ‘Irak’ı işgal etmekle ne kadar haklı olduklarını’ anlatmak için var güçleriyle uğraşırken öte yanda bir türlü ‘sonuç’ alamamanın kulbunu aramakla meşguller.
Dünyayı bir kenara bırakın, artık ABD yönetimi; meramını kendi halkına, kendi partisine (Cumhuriyetçiler), Pentagon’un muhalif komutanlarına dahi anlatmakta büyük güçlük çekiyor.
ABD, 2006 yılında Irak’tan asker çekmek zorunda olduğunu biliyor.
Aynı anda, ABD Irak’ta kendi çıkarlarını teslim edeceği güçlerin güvenliğini sağlayacak milli güvenlik birimleri kuramadığını da biliyor.
ABD üç konunun farkında:
1) Irak’tan artık yavaş yavaş ayrılmak zorunda.
2) İlave destek almadan Irak’ı terk ederse ülkeyi sadece ve sadece kaos bekliyor.
3) Kendi açtığı yolda; ABD İran ve Suriye duraklarına da uğramak zorunda.
* * *
Öte yanda, ABD elinin tersiyle ittiği ve artık hiçbir işlevi kalmadığına inandığını ilan ettiği BM’den destek almasının mümkün olmadığını da görüyor.
ABD, belki NATO, hatta belki de bölgesel (Ortadoğu ülkeleri arasında) bir şemsiye altında ilgili ülkelerin bireysel yardımını arıyor.
Bu ülkelerin başında da Türkiye geliyor!
* * *
Yeni büyükelçinin yeni söylemi, önce FBI, sonra CIA başkanlarının ziyareti ABD’nin, işin içinden çıkamayınca, yeni arayışlara girdiğini gösteren sembolik anlamı büyük dışavurumlar.
Emperyal bir ülkenin, daha önce sıkıntılar yaşadığı bir ülkenin ayağına bu çapta geniş çerçevede gitmesi kolay iş değil.
Bence ABD, Irak’ta başarısız olduğunu artık açıkça kabulleniyor.
Şimdi Türkiye’nin elinde çok güçlü bir taş var!
Yazının Devamını Oku