Cüneyt Ülsever

Ahmedinecad ne yapmak istiyor?

8 Şubat 2006
BU hafta; Dışişleri yetkilileri ile yapılan bir toplantıda ortaya çıkan görüşler çerçevesinde "2006 yılının Türkiye açısından çok sıcak geçeceği" tezini gerekçeleri ile işlemeye çalışıyorum. Tezimi dün şu şekilde ifade ettim:

"2006 yılında başta Irak ve İran olmak üzere Ortadoğu’da kıyamet kopacak, bu gelişme ister istemez Türkiye’yi içine çekecek ve ülkenin iç politikasını doğrudan etkileyecektir.

Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında Türkiye’nin vereceği tepkiler ülkenin dış dünyada duruşunu da tabii ki etkileyecek ama içeriyi beter karıştıracak!"


* * *

Tezimin Irak ve hatta Filistin ayakları kendinden menkul bazı tahminlere dayanıyor. Bu iki ülkede rol alan aktörlerin (Irak-Kürtler, Şiiler, Sünniler ve Filistin-Hamas) ne şekilde davranabilecekleri, bu aktörlerin açık analizi yapılarak bir nebze olsun anlaşılabiliyor. Ancak, İran faktöründe Ahmedinecad’ın gerçekte ne istediği ve neden "bir çılgın" gibi davrandığı konusunda diğerleri gibi bir açıklık yok.

Ahmedinecad’ın bazı sözleri tüm dünyada çok garipseniyor ama neden bu sözleri sarf ettiği konusunda, bana göre, İran’ın devlet geleneğini gözardı eden bir küçümseme var.

Ahmedinecad’ın radikal çıkışlarını kimi analistler basit bir popülizme bağlarken, kimi analistler ise İran Cumhurbaşkanı’nın bir kaçık olduğunu dahi düşünüyorlar.

Ahmedinecad dünyayı doğru okuyamayan sığ bir insan olabilir, radikal görüşleri akıl dünyasının sorgulanmasını gerektirebilir. Ancak, öte yanda bir gerçek daha var:

İran binlerce yıla dayanan geleneği, göreneği olan bir devlettir!

Muhakkak ki, köklü bir devlet olarak, İran’ın da 21. yüzyıl ile ilgili tasavvurları, projeleri, strateji ve taktikleri vardır!

* * *

Ahmedinecad
savruk bir garson olabilir ama İran gibi bir devletin bir mutfağı ve usta aşçıları da olması lazım!

Kimse kuşku duymasın ki; tıpkı Türkiye gibi İran da Ortadoğu’da liderlik peşinde koşuyor.

Ortadoğu’da bu iki emperyal devletin tarihte çok az çatışmış olmasının esas nedeni; ikisinin de birbirine diş geçiremeyecek kadar eşit güçte olduklarını bilmeleridir.

Ancak, biri "üstün gücü" kendinde bulduğunda diğeri hakkında ne düşüneceği belli değildir.

Belli olan, Türkiye’nin bölgede ABD-İsrail güç dengesine, İran’ın ise, Şah sonrası, bugüne dek salt ideolojik üstünlük iddiası güden bir görünüm veren "İslam’ın evrensel hakimiyeti" inancına dayanmakta olduğudur. Bu inançla da İran uluslararası arenada ABD ve İsrail karşıtı bir tutum alarak kendine taban bulmaktadır.

Ancak acaba son yıllarda İran; emellerini salt ideolojik bir iddia olmaktan çıkarıp, somut ve gerçekçi öngörülere dayandırmaya başlamış olamaz mı?

İran, iddiaları/emelleri 21. yüzyılda illa ki ABD ve İsrail ile çelişecek yükselen yeni yıldızların (Çin-Hindistan) Ortadoğu’daki "stratejik ortaklığına" soyunuyor olamaz mı?

İran, yakın tarihte ilk defa kendine uygun bir ortamın geliştiğini görüyor olamaz mı?

* * *

Irak’taki aktörlerin analizini Dışişleri ve diğer ilgili yetkililerin çok detaylı yaptığını memnuniyetle görüyorum. Ancak, "Ortadoğu oyunları"nda İran’ın, en azından kamuoyu nezdinde, yeteri kadar analiz edilmediği duygusu bende hakim.

İran’ın neden gerginlik yükselten bir politika izlediğini akıl ile anlamak lazım!

"İran’ı anlama" gayretimi, resmin eksik kalan bir tarafını tamamlamak amacıyla yarın da sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku

2006 çok sıcak geçecek!

7 Şubat 2006
YAZIMI yazdığım odadan dışarıya baktığım zaman, lapa lapa yağan kar ve puslu bir havanın ardına gizlenmiş tek renk "beyaz"ı görüyorum. Sokağımızı iki saatte devralan kar; değil dışarı çıkmak, burnumuzu dışarı uzatmamızı dahi imkánsız hale getirmiş vaziyette. Böyle bir günde şu cümle insana adeta bir hezeyan gibi gözüküyor:

2006 yılı çok ama çok sıcak geçecek!

* * *

Nicedir bu cümleyi dilime pelesenk ettim. Ancak, bazen "Acaba yanılıyor muyum?" diye kendi kendime düşünmeden de edemiyorum.

Allah’tan imdadıma geçen cuma günü katıldığım bir öğle yemeği yetişti. Çok uzun süren bir yemekli toplantı çerçevesinde görüşlerimde yalnız olmadığımı sevinçle gördüm.

Yemekli toplantıda konunun gerçek uzmanları; Başbakanlık Dış İlişkiler Başmüşaviri Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Irak Koordinatörü Büyükelçi Oğuz Çelikkol ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan, Türkiye’yi çevreleyen ve 21. yüzyılı tarif edeceğine inandığım koşullar hakkında derin ve detaylı bilgiler verdiler.

Birkaç ay önce eski Irak Koordinatörü Osman Korutürk’ün verdiği yemekte de aynı lezzeti almıştım. Her görüşleriyle hemfikir olmasam dahi, Dışişleri yetkililerinin ve Başmüşavir’in Irak ve Ortadoğu meselelerine hákimiyetleri beni çok etkiledi.

* * *

Bu hafta bu toplantı çerçevesinde dağarcığıma kattıklarımı, kendi genel görüşlerimle mecz ederek bir yazı dizisi kıvamında yayınlayacağım.

Baştan belirteyim, bu köşede ifade edilecek görüşler sadece şahsımı bağlar, yazacaklarım tabii ki yemekli toplantıda tartışılanlardan etkilenmiştir ama katiyen bir aktarım değildir.

Şahsi görüşlerimdir!

* * *

İnancım odur ki:

2006 yılında başta Irak ve İran olmak üzere Ortadoğu’da kıyamet kopacak, bu gelişme ister istemez Türkiye’yi içine çekecek ve ülkenin iç politikasını doğrudan etkileyecektir.

Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında Türkiye’nin vereceği tepkiler, ülkenin dış dünyada duruşunu da tabii ki etkileyecek; ama içeriyi beter karıştıracak!


* * *

Gözüken odur ki 2006 yılında:

1) Irak’ta hükümet kurulması, olası anayasal değişiklikler, federal yapının hazmı ve önemle ABD’nin bölgeden asker çekmeye başlaması,

2) BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı kararlar; ama ivedilikle ABD’nin Iran üzerinde yaptırımlarını çok daha fazla basınç yaratır hale getirmeye çabalaması,

3) Öte yanda, İran’ın ABD’nin Irak’ta çamura saplandığı varsayımıyla bölgede nüfuz alanını genişletme çabalarını artırması, bölgeyi şimdikinden daha da fazla ısıtacak.

4) Turnusol káğıdı olarak da Hamas’ın "Filistin politikaları"nda takınacağı tutum, gerilimi tetikleme veya gevşetme konusunda başat rol oynayacak.

Unutulmasın ki; bu arada:

1) Türkiye erken veya normal seçimin etki alanı altına girecek.

2) Cumhurbaşkanlığı seçimi ülkeyi gelecek eylülden sonra tam anlamıyla gerecek.

3) Ağustos ayında Genelkurmay Başkanı’nın değişmesi, ülkedeki dengeleri poker oyununda arada bir yapıldığı gibi yeniden karacak.

* * *

"İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad ne yapmak istiyor?"

Bu soruyu yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

İlaç sektörüyle ilgili bir öneri

5 Şubat 2006
TÜRKİYE'de ilaç sektörünün en büyük alıcısı devlet. İlaç ihtiyacımızı büyük oranda devlet sağlıyor ve her "beleş" metada olduğu gibi bu sektörde de heba edilen kaynaklar çok büyük. Zira, ekonomide şaşmaz bir genel kural şudur:

Başkalarının parasını başkaları için harcayanlar, ekonominin temel iki göstergesi olan ne kaliteye, ne de fiyata (ucuz-pahalı) dikkat ederler.

Tabii ki tıp biliminin güçlü bir etiği var ve hiçbir doktor, hastasına "faydası olmayan" ilaç yazmaz. Hastasının sağlığından sorumlu bir doktor "kaliteye" dikkat ediyordur; ama ücreti başkasının (devlet) ödediği bir ortamda "fiyat"a azami dikkat etmesi bir doktordan istenemez.

Aksi, tıp etiğiyle uyuşmaz!

* * *

Türkiye'de 2005 rakamları ile 6 milyar dolarlık bir pazar ve bu pazardaki alımların kabaca yüzde 80'ini (takriben 4.8 milyar dolar) devlet karşılıyor.

Bu açıdan bakıldığında, bireylerin kendi sağlıklarını korumada daha etkin bir rol almaları yönündeki eğilim son yıllarda giderek artmaktadır.

Genellikle dünyada her ülkede sağlık sektörü iki gerçek arasında sıkışıp kalıyor:

1) Ekonomik faaliyetin temel öğeleri olan, hem fiyatı, hem kaliteyi bir arada gözetecek tek ekonomik aktör, kendi cebinden alışveriş edecek bireydir.

2) Ancak, bireyin sağlığı kamunun sorumluğunda olduğu için, alım gücü olmayan birey adına devletin sağlık giderlerini yüklenmesi de en basit insani kural, bir arada yaşamanın en tabii yöntemidir.

* * *

O halde aklın gereği; kişinin kendi sağlığıyla ilgili olarak kendi kendine karar verebileceği dar da olsa bir ortam yaratılamaz mı? Bireyin uzmana başvurmadan alabileceği bazı ilaçlar vardır ve reçetesiz satılan bu ilaçlar tüm dünyada İngilizce'den devşirilerek "Over The Counter (OTC)" olarak anılmaktadır.

Bu grup ilaçlar, güvenli ve etkin olmaları yanında, risk potansiyelleri düşük, uygun dozda ve kısa süreli kullanımda önemli bir tıbbi sorun yaratmayan, yeterli kullanım talimatlarına uyulduğunda sık görülen ve hafif seyreden (alerjik kaşıntı, öksürük, yüzeysel cilt yara ve sıyrıkları, cilt döküntüleri vb. gibi) belirtileri giderebilecek ilaçlar olarak kabul edilmektedir.

Açıkçası, tespiti uzmanlarca yapılmak kaydıyla bazı basit ilaçlar, doğru tanıtımla uzman görüşüne (doktor) ihtiyaç duyulmadan reçetesiz olarak bireyin kendi kendine tüketebileceği ilaçlardır.

* * *

Türkiye'de reçetesiz ilaçlara da gereğinde reçete yazılmakta ve bunların ödemesi de devlet tarafından karşılanmaktadır. Devlet, reçetesiz ilaçların (OTC) parasını da ödediği için bu ilaçların fiyatını devlet saptıyor. Uzmanlar, bu miktarın yıllık 550 milyon Euro olduğunu söylüyorlar.

Öneri şu: Devlet reçetesiz satılabilecek ilaçların, a) fiyatını piyasaya bıraksın, b) tanıtımını serbest hale getirsin, c) geri ödemesine de karışmasın.

Bu durumda devlet yıllık 550 milyon Euro ödemekten kurtulacak ve muhtemelen reçetesiz ilaç fiyatları, bazı örneklerin gösterdiği gibi ucuzlayacak.

Devlet de haklı olarak, bu durumda sigortalı hastanın bu bedeli ödememek için doktordan daha pahalı ama reçetesiz satılan ilaçları reçeteye yazmasını isteyeceğini düşünüyor.

Bu mantığa göre, devletin yüklendiği maliyet düşmeyecek, belki de artacak.

* * *

Eğer, bu ilaçlar yine sadece uzman denetiminde (eczacı) eczanelerde satılsa ve devlet seçme ilaçlarda geri ödemeyi orantılı yapmayı kabul etse, orta yol bulunup yine de ileri bir adım atılmış olmaz mı?
Yazının Devamını Oku

Kuşatılmışlık duygusu

2 Şubat 2006
RECEP Tayyip Erdoğan'ın belgelerle suçlanan adamlarına dahi sahip çıkması, kendisine yöneltilen en ufak bir eleştiride bile öz denetimini yitirecek kadar şiddetli kızıp karşı tarafa ağır ithamlarda bulunması (hatta zamanında kendine yöneltilen ithamları bizzat kullanması), diyaloğa hiç açık olmaması gibi kamuoyunda garipsenen tavırlarını kendine çok yakın bir kişi mealen şu cümlelerle izah etmişti: - Hep "kuşatılmışlık duygusu" ile yaşıyor. Birimizi harcarsa veya bir eleştiriyi kabullenirse, bu açığın çorap söküğü gibi sonunu getirene dek işleneceğine inanıyor!

* * *

Kuşatılma duygusu
, itilip kakılarak yaşayan veya böyle hisseden, bulunduğu ortamlarda egemen olan görüşlerle uyuş(a)mayan, ait olduğu yerde aidiyeti kabul görmeyen insanların yaşamaktan kaçamayacağı insani bir duygu.

Recep Tayyip Erdoğan; onu kuşatılma duygusu içine iten "yaşadığı olguları" milletin önemli bir kesimiyle paylaştığı için iktidar oldu.

Hatta o, onları anlayan "başka birisi" değil "onlardan birisi"dir.

Kuşatılmışlık duygusu, onu iktidara taşıyanların da ortak duygusudur.

Recep Tayyip Erdoğan ve ona omuz veren kitleler, iktidarın sadece oylarla tarif edilmediği bir ülkede, iktidarda olsalar dahi her an "milletten daha güçlü birilerinin" iktidarı altlarından çekip alacağına inanıyorlar.

* * *

Sanırım bu kez de Başbakan, "Eğer mal varlığımı açıklarsam, 'birileri'ne yol verip yeni bir çorap söküğü yaratabilirim" diye düşünmüştür.

Ancak, insani bir duygu olan "kuşatılmışlık duygusu" ile bu duyguyu "paranoya" seviyesine yükseltme eğilimi arasında çok ince bir çizgi vardır.

Son dönemlerde Başbakan'da "kuşatılmışlık duygusu" hem işine geldiğinde "bahane" haline geliyor, hem de onun keskin zekásının ötesine çıkıyor, denetlenemez bir "duygu seli" oluşturuyor.

Denetlenemeyen duygular da insanda stres/gerginlik yaratıyor, çevreyle ilişkilerini olumsuz yönlendiriyor.

* * *

Başbakan'ın "mal varlığı ile ilgili" yaptığı konuşma, akıl denetiminin neredeyse tamamen kaybedildiği tipik bir örnektir. Konuşmayı "duygu seli" yönlendirmiştir.

Konuşmasında hemen herkesi itham etti ve kullandığı mantıkla hepimizi aptal yerine koydu. İnsanın kendi mal varlığını ilan etmesinin suç oluşturacağına inanmamızı beklemek, konuyu sulandırmak için "mal varlığı" kavramı ile uzaktan yakından alakası olmayan bir konuya girmek ve "CHP'nin sahibi olduğu İş Bankası'ndaki paraların üstüne yattığı" iması yaratmak, insanların aklını küçümseyen bir tavırdır.

* * *

Başbakan bu vahim yanlışıyla kendisi ile kuşatılmışlık duygusunu paylaşan tabanında muhalefetin beceremediğini becermiş ve büyük bir delik açmıştır.

Ben sadece iki basit göstergeye parmak basmak istiyorum:

1) Konuşma yaptığı salon tıklım tıklım partililerle dolu olduğu halde aldığı alkışlar çok cılız idi. Yandaşlarının dahi aklına hitap edemedi.

2) Dünden beri TV ekranlarında yer alan veya gazetecilere e-posta yollayan yandaşları onu savunurken artık Başbakan'ın çok malı olduğu ön kabulü ile akıl yürütüyorlar.

Başbakan, gizlemek zorunda olduğu miktarda elde edilmiş mal varlığı olduğu zehabını kendi yandaşlarının dahi zihnine bizzat kendi elleriyle sokmuştur!

Unutulmasın; mal varlığı kamu kaynaklarını yöneten insanlar açısından dünyanın her yerinde çok ama çok merak edilen bir konudur.
Yazının Devamını Oku

Kendim ettim kendim buldum!

1 Şubat 2006
DÜN aynen şöyle yazdım: "Tüm dünyada hiçbir iktidarın karşı koyamadığı bir muhalefet var: Yolsuzluk! Yolsuzluğun, tıpkı rüşvet gibi, belgesi olmuyor ama etkin olabilmesi için basit bir kriter var:

Yolsuzluk genel kabul görmeye başladığı andan itibaren etkin oluyor!"

* * *


Dünkü yazımda hüküm cümlesi ise şöyle idi:

"...Şu andan itibaren mal varlığını açıklasa da açıklamasa da; yolsuzluk iddiaları genel kabul görme seviyesine yükselmiş olacak!

Açıklamazsa ’gerçeklerden kaçtığı’ düşünülecek, açıklamayacağını ilan ettikten sonra açıklarsa bu sefer de ’korktuğu için gizleyerek/saklayarak’ açıkladığı iddialarından artık bir daha kurtulamayacak!

Her iki durumda da ’yolsuzluk’ kelimesi AKP’ye yapışacak!"

* * *

Beklendiği üzere Başbakan dün "mal varlığını" açıklamadı ve kendi eliyle "yolsuzluk" kelimesini kendi partisine ve hükümete yapıştırdı.

Başbakan halk tabiriyle "minderden kaçtı" ve partisi ile ilgili bundan böyle yapılacak "yolsuzluk" tartışmalarını "meşrulaştırdı".

Tekrar ediyorum, maalesef:

Yolsuzluk genel kabul görmeye başladığı andan itibaren etkin oluyor!

* * *


Başbakan dün lafı dolaştırarak konuyu sulandırmaya çalıştı ama sanırım tersine partisine yapıştırılmak istenen yaftayı üstüne yüklendi.

AKP tabanı; ulusalcı-Kemalist kesimlerin zırva seviyesinde yürüttüğü muhalefete tepki olarak bugüne dek sadece saflarını pekiştiriyordu.

AKP, kendi üzerinde yürütülen sığ ve bıktırıcı "laik mi, değil mi?" tartışmaları çerçevesinde tabanının kendisine daha fazla sarıldığını görüyordu.

* * *

Başbakan dün muazzam bir hata yaptı. Şöyle ki:

Başbakan dünkü konuşması ile kendi tabanında kalıcı bir delik açılması için ilk kez zemin hazırladı.

Taban, olguları genellikle dini hassasiyet merceğinden kavrasa da, siyaseti dünyevi algılıyor ve iki kelimeye büyük ve haklı tepki veriyor:

Yolsuzluk ve yoksulluk!

Recep Tayyip Erdoğan
mal varlığını açıklamadığı için tabanı tarafından hemen hüküm altına alınmayacak ama taban bundan böyle Başbakan’ın mal varlığı ile ilgili iddiaları daha dikkatli izleyecek.

Tabanda soru işaretleri giderek büyüyecek ve galiba Kemal Unakıtan bugünden itibaren tabanın da günah keçisi haline gelecek.

Başbakan da Kemal Unakıtan ile ilgili olarak "ne yardan, ne de serden geçemeyeceği" için Unakıtan’ın darbe yediği her olayda kendisi de yara alacak.

* * *

Samimi olarak ifade ediyorum, AKP’nin ortak aklının ve önemle Recep Tayyip Erdoğan’ın keskin zekásının böyle basit bir hata yapacağını beklemiyordum.

Bir kurumun birlikte davranarak kendi kalesine gol attığı olgular çok azdır.

Başbakan dünkü konuşması ile bana yolsuzluk girdabından kurtulamayan tüm siyasi liderlerin zamanında yaptıkları sığ ve anlamsız konuşmaları hatırlattı.

Dünkü konuşma erken seçimi beter tetikleyecektir!
Yazının Devamını Oku

Dünyadaki en güçlü muhalefet: Yolsuzluk

31 Ocak 2006
TÜM dünyada hiçbir iktidarın karşı koyamadığı bir muhalefet var: Yolsuzluk! Yolsuzluğun, tıpkı rüşvet gibi, belgesi olmuyor ama etkin olabilmesi için basit bir kriter var:

Yolsuzluk genel kabul görmeye başladığı andan itibaren etkin oluyor.

Üstelik, etkisini iktidarı yıkana dek de sürdürüyor!

Yolsuzluk genel kabul gördüğü andan itibaren adeta ispat edilme muafiyeti de kazanıyor.

* * *

3 Kasım 2003'
te yapılan seçimleri adeta AKP kazanmadı, "yolsuzluk" kaybetti.

3 Kasım öncesi hükümeti oluşturan koalisyon ortakları hakkında "yolsuzluk iddiaları" o kadar yayılmıştı ki, milletin AKP'ye yönelişinde, diğer etkenler yanında, AKP'nin "temiz" bir parti olacağı varsayımı da büyük rol oynamıştı.

Nitekim, rakiplerinin içine düştüğü "yolsuzluk girdabı"ndan azami bir şekilde yararlanmak için parti kısa adını "AK Parti" olarak tescil ettirmişti.

* * *

DSP-ANAP-MHP koalisyonunu "yolsuzluk" bitirdi.

Demirel, Özal'ı sadece bir kelimeyle yıktı: "Hanedan!"

Süleyman Demirel, bir ömür boyu "aile fotoğrafının" ima ettiği sıfatlardan kurtulamadı.

Daha geçen hafta 40 yıllık El-Fetih, Filistin'de en güçlü muhalefet tarafından yıkıldı: Yolsuzluk! Ahmedinecad'ı bu kelime İran'da iktidar yaptı.

Güney Amerika'da aynı sihirli kelime ABD'ye kafa tutuyor, dünyanın en güçlü ülkesinin desteklediği hükümetleri al aşağı edip, istemediklerini iktidar yapıyor.

* * *

Son 6 aydır "yolsuzluk" kelimesi Türkiye'de tekrar telaffuz edilmeye başlandı.

Önce, "kıskanç muhalefet"in çaresizlik içinde sığındığı bir "çamur atma" eylemi zannedildi.

Sonra çeşitli AKP belediyelerinden pis kokular yükselmeye başladı.

Sonunda "Galataport" ve "Dubai Towers" kelimeleri "AKP" ile "yolsuzluk" kelimelerini bir araya getiren kilit sözcükler oldular.

Anahtar isim de Kemal Unakıtan haline geldi.

* * *

"Yolsuzluk iddiaları" şu veya bu amaçla ortaya atılıyor ama bu konudaki tüm gelişmelere hep AKP'nin ileri gelen aktörleri çanak tutuyorlar. Her geçen gün yeni bir "açık" veriyorlar.

En son Kemal Unakıtan'ın, sonradan yalanlanan, Deniz Baykal'ın mal varlığı ile ilgili ortaya attığı iddia, tipik ve ondan beklenen bir "gaf" oldu.

Bu gaf, muhalefetin eline muazzam bir koz verdi.

Muhalefetteki liderler mal varlıklarını açıklayıp, projektörleri Başbakan'a çevirdiler.

Başbakan geçen hafta, bu salı (bugün) mal varlığını açıklayacağı şeklinde anlaşılan sözler söyledi. Sonra sözlerinin yanlış yöne çekildiğini iddia etti.

"Mal varlığımı bildirmeyeceğim!" dedi.

Şu satırların yazıldığı anda ne yaptığını bilmiyorum.

Ancak, bugün ne derse desin, ne yaparsa yapsın; belki de siyaset hayatının en büyük açıklarından birisini kendi eliyle vermiş oldu.

Şu andan itibaren mal varlığını açıklasa da açıklamasa da; yolsuzluk iddiaları genel kabul görme seviyesine yükselmiş olacak.

Açıklamaz ise "gerçeklerden kaçtığı" düşünülecek, açıklamayacağını ilan ettikten sonra açıklarsa bu sefer de "korktuğu için gizleyerek/saklayarak" açıkladığı iddialarından artık bir daha kurtulamayacak.

Her iki durumda da "yolsuzluk" kelimesi AKP'ye yapışacak.
Yazının Devamını Oku

İslam, kapitalizm ile bağdaşır mı? (III)

29 Ocak 2006
BU yazı dizisi "kadın-erkek camide, üstelik hanımların başı açık iken, bir arada namaz kılabilirler mi?" sorusu medyada tartışılmaya başlamadan evvel 25.01.2006 tarihli ilk yazımla başladı. Ben tartışmamı katıldığım bir TV programının aklımda geliştirdiği sorular çerçevesinde sürdürüyorum. ("İslami Kalvinizm": Ali Kırca-Siyaset Meydanı-18.01.2006)

* * *

Benim sorduğum soru, başlıkta yer aldığı gibidir ve sadece o kadardır:

"İslam, kapitalizm ile bağdaşır mı?"

Perşembe günkü son yazımda bugün yukarıdaki soruyla ilgili kendi kanaatimi ilan edeceğimi belirtmiştim. Ancak, bu arada konuyla ilgili bir sürü çok ilginç mektup aldım.

Aralarından ikisi bana yol gösterdiği için bugün onlardan bahsetmeyi tercih ediyorum.

* * *

Ülkemizde nadir yetişen araştırmacı gazetecilerden Zafer Özcan, Aksiyon Dergisi'nde yayınladığı "Akla ve paraya ihtiyacı olmayan şehir Kayseri" (Sayı: 571-14.11.2005) başlıklı çalışmasında tartışmalara ev sahipliği eden Kayseri'de "vahşi değil, sosyal kapitalizm"in egemen olduğunu ve üstelik bunun kadim bir geleneğin parçası olduğunu vurguluyor.

"...Kayseri'de son 20 yılda zirveye ulaşan ekonomik kalkınma, yarım asırlık bir geçmişe sahip aslında. ’Ticari zeká, çalışkanlık ve üretim gücü' gibi faktörlerin önemli rol oynadığı bu gelişmede asıl dikkat çeken unsurlar ise toplumun kendine has özellikleri ile şehirdeki kadim gelenek ve değerler. Bugün ’girişimcilik, tasarruf ve hayırseverlik' olarak özetlenebilecek bir sacayağı üzerinde yükselen ekonomik kalkınma modeli, Anadolu'da yaşanan bir inkişafı gözler önüne seriyor. Son 5 yılda Kayserili hayırseverlerin, yaşadıkları şehir için 300 milyon dolar harcaması, sağlık ocağından fakülte binalarına kadar hem şehir merkezinde hem de ilçelerdeki kamu yapılarına katkıda bulunması bu bakımdan bir tesadüf değil... Kayseri merkezde toplam 16 aşevi faaliyette. Her gün (600 bin nüfuslu şehirde) 6-10 bin arasında kişi üç öğün yemeğini aşevlerinden alıyor. Öğrencilere sağlanan bursların sayısı ise bilinmiyor. Çünkü şehirdeki yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının sayısı çok fazla..."

* * *

Konuyla ilgili en çarpıcı mektubu ise sorduğum soru çerçevesinde ülkede en geniş ve en özgün araştırmaları yapan iktisatçı Prof. Dr. Murat Çizakça yazdı:

"...İslamiyet'in ekonomik sisteminin pekálá kapitalist olduğunu ilk ortaya atan Maxime Rodinson'dur ("Islam and Capitalism"-Penguin, 1977-1980). Rodinson bu eserinde Kuran ve hadislerden hareketle bu sonuca varır. Rodinson'dan sonra ben de "Demokrasi Arayışında Türkiye: Laik-Dindar/Demokrat Uzlaşmasına Bir Katkı" (Yeni Türkiye Yayınları, 2002) kitabımın ikinci ve üçüncü bölümlerinde bu konuya eğildim ve Ortaçağ İslam Kapitalizmi'nin geliştirmiş olduğu kurumların Batı tarafından alındığını ve bu kurumların Batı'da gelişen özgün kurumlarla sentez edilerek Aydınlanma'nın da etkisiyle, Çağdaş Batı Kapitalizmi'nin doğduğunu anlattım. İslam sadece kendine has bir kapitalizm türüne sahip olmakla kalmamış, aynı zamanda Batı kapitalizmini de kuvvetle etkilemiştir. Bu konudaki kanıtları (bir başka) kitabımda (da) bulabilirsiniz. (Murat Çizakça: "History of Civilizations" -İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2005.)

* * *

Bence "cami tartışması"ndan önce bu tartışma yapılmalıdır.

"İslam, kapitalizm ile bağdaşır mı?"
sorusuna verilecek cevap, "din anlayışımızda" değişim yapıp yapamayacağımıza da ışık tutacaktır.

Sizin cevabınız ne?
Yazının Devamını Oku

İslam, kapitalizm ile bağdaşır mı? (II)

26 Ocak 2006
’İSLAM, kapitalizm ile bağdaşır mı?’ sorusu Türkiye için çok can alıcı bir sorudur ve "Avrupa İstikrar İnisiyatifi (European Stability Initiative)" grubunun gerçekleştirdiği "İslami Kalvinistler: Orta Anadolu’da Değişim ve Muhafazakárlık" başlıklı çalışma (19 Eylül 2005) bizzat bu soruyu irdelemektedir. Söz konusu çalışmada Kayseri ili çerçevesinde Hıristiyan dininde yaşanan kapitalizme uyum gösterme çabalarının (Max Weber) İslam için de geçerli olup olmayacağını sorgulanmaktadır. (www.esiweb.org)

* * *

Çalışmanın ana bulgusu şu şekilde özetlenebilir:

"...Orta Anadolu, toplumsal açıdan halen muhafazakár ve dindar bir toplum olma özelliğini koruyor, ancak bu muhafazakárlık, yeni elde edilen (...)ekonomik (bir) başarıya büyük katkı yapan özel bir muhafazakárlık türü."

* * *

Çalışma, Kayseri ile ilgili olarak şöyle bir tarihi gelişim resmi çiziyor:

"...1950’li yıllardaki halinden tanınmayacak derecede farklı günümüz Kayseri’si. Kent merkezi, 1950’deki 65.500 nüfustan, bugün 600.000’li rakamlara ulaşmış. İnsanlar, merkezin batısında 2.350 hektardan büyük bir alanda kurulu olan ve hızla gelişen Organize Sanayi Bölgesi’ndeki iş olanaklarından yararlanmak için kırsal kesimden kente yerleşiyor. Türkiye’deki benzerlerinin en büyüklerinden biri olan bu sanayi bölgesi, aynı günde 139 yeni bina inşaatını başlatma özelliğiyle de 2004 yılında Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için aday. Geçen on iki aylık dönemde, Kayseri merkezinde 10.000’den çok yeni apartmana elektrik bağlanmış bulunuyor."

* * *

Çalışma, Kayseri’deki bu büyük ilerlemeyi özellikle yatak ve tekstil sektörlerindeki gelişmeye bağlıyor.

"...İki kardeşin temelini attığı bu işletme, bugün bünyesinde 22 şirketi barındıran ve 70 ülkeye yayılan bir ihracat bağlantısına sahip bir holding (Boydak Holding). İki kardeşin altı oğlu tarafından yönetilen holdingin bünyesinde bir banka, nakliye ve ticaret firmaları ve Türkiye’nin en büyük kablo fabrikası var. Ancak kurumun merkezinde, ana şirketler olarak, ülkenin en tanınmış iki mobilya markası olan İstikbal ve Bellona yer alıyor. İstikbal’in sarı mavi etiketi ve Bellona’nın turkuvaz tanıtım bandı, bugün Türkiye’deki tüm kentlerde göze çarpıyor. 1.000’den fazla İstikbal ve 600’den fazla da Bellona mağazasında modern dairelerin her odası için mobilya satılıyor. Toplam olarak Boydak Holding 12.000’den fazla insana iş olanağı sağlıyor (bunlardan yaklaşık 10.000’i Kayseri merkezde), 2004 yılı cirosu ise 1.2 milyar USD."

Halbuki 1976 yılında aynı Kayseri’de araştırma yapan, Hollandalı ekonomist Leo van Velzen sadece 20 yıl önce "şu an için ticari kapitalizmi değiştirerek yerine sanayi kapitalizmi getirebilecek düzeyde bir değişim oluşabileceği hakkında yeterli gösterge bulunmuyor" demiş.

* * *

Öte yanda:

"...(Orta Anadolu A.Ş.) Şirket, ilk defa 1986’da jean kumaşı üretimine başladığında, beş farklı türde üretim yapıyordu. Bugün, 100 tanesi dünyanın önde gelen jean markalarına satılan yıllık 300 prototip üzerinden üretim gerçekleştiriyor. 90’lı yılların ortasında aralarında Wrangler, Rifle, Diesel ve Mavi gibi isimlerin bulunduğu, dünyanın en ünlü markalarına jean kumaşı sağlamaya devam etti. Şubat 2005’te toplam 20 milyon USD’lik yatırım yapan Orta Anadolu’nun bugünkü yıllık jean kumaşı üretim kapasitesi, dünya toplam üretiminin yüzde birini oluşturan 45 milyon metre."

"İslam, kapitalizm ile bağdaşır mı?" Hüküm cümlelerimi pazar günü kuracağım.
Yazının Devamını Oku