8 Mart 2006
DÜN "Şemdinli İddianamesi"nde yer alan Büyükanıt dışındaki iddiaları göz ardı etmemek gerektiğini, iddianamenin bütünlüğünü gözden kaçırmamak gerektiğini yazdım. İki gündür; medyada büyük bir kampanya ile Büyükanıt hakkındaki suçlamaların yersizliği ifade ediliyor. Ben ise; neyin ne olduğunu anlamak için muhakemenin şart olduğunu, artık Pandora’nın kutusunun, bir daha kapanmamak üzere açıldığını düşünüyorum. İddianamenin örtbas edilmesinden de korktum.
Şimdi memnuniyetle görüyorum ki; Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianame Van 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edilmiş.
* * *
İddianamede ilk iki gündür adeta göz ardı edilen neler var?
Savcı Ferhat Sarıkaya, sanıklar astsubay Ali Kaya, Özcan İldeniz ve itirafçı Veysel Ateş hakkında "Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemde bulunmak, adam öldürmek ve adam öldürmeye teşebbüs etmek, suç işlemek için anlaşmak" suçlamasında bulunuyor.
Sarıkaya’ya göre; Şemdinli olayları sırasında ilçe merkezinde görevli olduğunu öne süren Jandarma personelinin üstlerinden emir almış olduklarını söyleseler dahi emri verenin kanunlara aykırı davrandığı ortaya çıkmakta. İlgili genelge gereği polis sorumluluk bölgesinde suçu önleyici teknik izleme ve dinlemenin yapılması için adli makamlara talep yapılması kanuna aykırı bir durum ortaya çıkartıyor.
* * *
Herkes sadece savcı Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi üzerinde durmakta ama:
1) Mülkiye Müfettişleri’nin Şemdinli raporu da aynı istikamette ve aynı kişilerle ilgili iddialarda bulunuyor.
2) Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun da TBMM Şemdinli Komisyonu’na verdiği ifadede benzer iddiaları ortaya atıyor. Bu iddianamelerin bütününe bakarsak:
a) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Haziran 2005’te "Kürt meselesi"ne Apo’nun jargonunu kullanarak, ardını arkasını getiremese de, sahip çıkıyor.
b) Ardından, Temmuz-Kasım 2005 tarihleri arasında Şemdinli’de 17-18 olay oluyor. Ayda ortalama 4,5 bombalama yapılıyor. Bombalama olayları 9 Kasım’da aniden kesiliyor.
c) Bölge "Jandarma Bölgesi" değil, Jandarma’nın görev alanı dışında. Bu bölgede jandarma istihbarat yapsa dahi, hiçbir geçerliliği yok. Ama tüm istihbarat ve eylemleri jandarma yapıyor.
d) Şemdinli bölgesi Emniyet’in alanına girdiği halde; jandarma astsubayların yaptıkları istihbarat ile ilgili olarak Emniyet İstihbarat Dairesi ne bilgilendirilmiş, ne de ilgilendirilmiş.
e) Şemdinli’de Emniyet İstihbarat da kendi istihbaratını yapmış ve Jandarma İstihbarat’tan farklı sonuçlara ulaşmış:
"...Seferi Yılmaz diye dükkanına patlayıcı atılan şahıs, bizim dairemizin (Emniyet-İstihbarat) hedefi değildi. Hakkari istihbaratının da hedefi değildi. Bu şahsın, o gün itibarıyla veya daha öncesi itibarıyla örgütle ilişkisini biz bulamadık, göremedik. Bizde kaydı yok...
(Seferi Yılmaz’ın dükkanına gelecek bir koli istihbaratı ile ilgili olarak):
...Soru: (koliden) Jandarma İstihbaratın bilgisi olabilir mi?
Cevap: Olmaz böyle bir şey. Onlar da bu konuda bunu bildirmek zorunda. Yani, Hakkari Emniyet Müdürü’nün bilgisi olmayacak, valisinin bilgisi olmayacak, istihbarat şubesinin bilgisi olmayacak, böyle bir operasyon yapılacak. O zaman bir keşmekeş ortaya çıkar." (TBMM Tutanak Müdürlüğü-2.2.2006. Komisyon:10/322)
* * *
Yarın "Bunlar neden oluyor?" sorusuna yeniden cevap arayacağım!
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2006
ÖNCE bir hatırlatma:1) 23.11.2005 tarihli yazımın başlığı: "Şemdinli’de Olanlar Irak’ta Olanlarla İlgilidir." 2) 29.11.2005 tarihli yazımın başlığı: "Şemdinli Üzerinden Irak."
3) 30.11.2005 tarihli yazımın başlığı: "Şemdinli Üzerinden Irak (II)."
* * *
Bu üç yazı "Şemdinli Olayları" ardından yazılmıştı.
Üç yazının da ortak noktası:
2006 yılında hem Irak’ta, hem de İran’da kıyamet kopacağı varsayımıyla Ortadoğu’nun beter yangın yerine döneceği, bu açıdan Güneydoğu Anadolu’nun özel bir önem kazanacağı, ABD’nin Irak ve İran politikalarında Güneydoğu’ya özel önem vereceği, ancak Güneydoğu’ya "ihtiyaç" vuku bulduğunda ABD’de Türkiye ile ilgili iki ayrı görüş olduğu kanaatimi nakletmiştim.
1) ABD’de bir kanat "özel ihtiyaç" dönemine girildiğinde Türkiye’nin seçilmiş siyasi kanadıyla işbirliği yapılması gerektiğine inanıyor. Onlar da, "1 Mart Tezkeresi"nin acısını unutmuş değiller, ancak Türk hükümetinin yeteri kadar ders aldığı görüşündeler.
2) Ancak, diğer bir kanat, Türk hükümetini "güvenilir" bulmuyor, devamlı zikzaklar çizdiğine inanıyor, bunun için de köprüyü geçerken orta yerde bırakılmamak için; 1 Mart’ta TSK ile de karşılıklı sıkıntılar yaşanmış olsa bile, TSK’nın ABD açısından daha güvenilir bir kurum olduğunu düşünüyor.
* * *
Bu ayrım, ister istemez, Türkiye’nin iç meseleleri ile birlikte gelişecekti ve nitekim öyle oldu.
Hükümet ile diğer devlet kurumları arasındaki uyumsuzluk, meselenin bağrına oturdu.
Kimin duruma hákim olacağının "turnusol káğıdı" da "Terörle Mücadele Yasası" oldu, TSK "uyum yasaları"nın bölgede elini kolunu bağladığını açıkça ilan etti.
Türkiye’de yeniden klasik bir döneme girilmişti ve "Güneydoğu’yu kim yönetecek?" sorusu gündeme düşmüştü. Mücadele başladı.
Mesele görünümde "Kürt meselesi" olarak tartışılmaya başlandı ve Başbakan, yaz aylarında büyük bir gaf yaptı, hatta oyuna geldi. "Kürt meselesi"ne sahip çıkarken, Apo’nun jargonuna düştü ve sonradan çark etse de, söylemi "PKK ile siyasi yaklaşım mı başlıyor?" sorusunu gündeme getirdi. Başbakan kendi ortaya attığı meselenin altından kalkamadı, konuyu lüzumsuz uzattı ve büyük yara aldı.
Ancak, hükümet öte yanda da bugüne dek "Terörle Mücadele Yasası"nda, PKK ile mücadele için şart olduğu söylenen değişimleri bir türlü yapmadı.
* * *
Şemdinli olayları patladığında hem ortada yakılan Türk bayrakları, Atatürk resimleri vardı, hem de savcının iddianamesinde yer aldığı gibi, sanki resmi bir el düzen dışı müdahalelerde bulunuyordu.
* * *
Bugün Van Savcısı’nın iddianamesi sadece Büyükanıt çerçevesinde tartışılıyor. İddianamenin bütünü ele alınmıyor. Ancak, şahsi kanaatime göre, iddianamenin bütünü ele alınmadan "mesele"nin doğru anlaşılması mümkün değil.
* * *
Bu hafta ben "mesele"ye bir bütün olarak bakmaya çalışacağım.
"Mesele"yi sadece Kara Kuvvetleri Komutanı hakkında bir iddianame olmaktan çıkarıp, genel ve asıl boyutu ile irdelemeye çalışacağım.
Pandora’nın kutusu nihayet açıldı!
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2006
ÖNCE "çamur at izi kalsın", "ağır kelam et, bırak yılsın" şiarına sadece Başbakan sığınıyor sanıyordum. Yük ağır geldiği için sinirlerinin bozulduğunu düşünüyordum. Şimdi fikrimi değiştirdim.
Siyaset üretme alanında oldukça yorulan AKP, "çamur at izi kalsın" veya "ağır kelam et, bırak yılsın" şiarını topyekûn kendilerine savunma metodolojisi haline getirmişler.
Dikkat ediyorum, AKP'den kim bir konuda sıkışsa hemen karşı saldırıya geçiyor.
Son dört örneğe göz atalım:
* * *
Birileri akıl ediyor, HAMAS aniden Ankara'ya geliyor. Dışişleri "Ben çağırmadım" diyor, iki arada bir derede kalan Dışişleri Bakanı'nın şaşkınlığı kameralar önünde açık seçik belli oluyor. Ancak daha beteri; ev sahibi Başbakan, sabah görüşeceği ilan edildiği halde, bizzat davet ettiği misafirini hükümranlığının kalesi Ankara'da ağırlayamıyor. Belli ki meseleye "iyi saatte olsunlar" müdahale etmiş, Başbakan mahcup!
Medya tüm bunları yazıyor, birbiriyle bir sürü konuda çelişen gazeteler aynı tepkiyi veriyor.
El cevap: "Medya yabancı servislerin manipülasyonlarına açık davranıyor!"
* * *
AKP milletvekili Turhan Çömez, Unakıtan hakkında zehir zemberek bir mektup yazıyor. Hemen AKP'den birileri, kendilerine yakın hissettiği gazetecileri arıyor ve gazeteciler Turhan Çömez hakkında ağır ithamlar üretiyorlar.
Turhan Çömez'in Hurşit Tolon ile görüştüğünü, darbe hevesi taşıyanlarla yakın irtibatta olduğunu (buna göre Hurşit Tolon Paşa da darbeci oluyor!), hatta Çömez'in Unakıtan'ın reddetmesine rağmen oğlununun İsrail'e gittiğini gösteren, açıkçası Unakıtan'ı yalancı durumuna düşüren belgeleri de Çömez'e istihbaratın vermiş olabileceğini söylüyorlar.
Sonra... Milletvekili ve bir emekli general hakkında üretilen ağır ithamlar fos çıkıyor!
Unakıtan'ın, kızının kamu kuruluşlarında mal pazarlamaya çalıştığı iddialarını da "külliyen yalan" diye reddettiği günün ertesinde muhalefet görüşmeyi belgeliyor.
Bırakın diğer iddiaları; Türkiye'nin parasının, dolayısıyla varlığının teslim edildiği kişi ikinci yalanında yakalanırken Başbakan, Maliye Bakanı'nın yeni bir açıklama yapmasına gerek olmadığını söylüyor ve Unakıtan'ı sorgulayan medyanın tümünün "menfaat karşılığı" Unakıtan'ın üzerine gittiğini iddia ediyor!
Bilmem farkında mı, iddialara cevap verilmesine engel olarak Başbakan, ister istemez kendisini de iddiaların tarafı yapıyor.
* * *
Gazeteler; yabancı haber ajansı UPI'ye dayanarak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, Çek Dışişleri Bakanı'na, "Amerikan askerlerinin çekilmesi durumunda İran'ın İslam devrimini Türkiye'ye ihraç etmesine artık kimse mani olamaz" dediğini ve Çek Bakan'ın Gül'ün sözlerini İngiltere'de bir konuşmada naklettiğini yazıyor.
Haliyle Gül, söylediği iddia edilen ve bir Dışişleri Bakanı'na hiç yakışmayan sözleri reddediyor ama UPI'ye veya Çek Bakan'a kızmak yerine Türk medyasına yükleniyor. Medyaya ağır sözler söylüyor. "Bulvar gazeteciliği" yakıştırması yapıyor.
Ben de "bu kadar kızdığına göre acaba sahiden bakan özü doğru ama bir bakanın ağzına yakışmayan sözleri etti ama Çek Bakan da çenesini tutamadı mı?" diye sormadan edemiyorum.
* * *
Son dönemde hükümet ve AKP'nin bir kanadının aklı çok karışmış vaziyette. Her gün yeni bir garabet üretip ardından topyekûn saldırı ile örtmeye çalışıyorlar.
Ancak; kendilerini aklayamadıkları gibi, siyasetin seviyesini de devamlı düşürüyorlar.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2006
BENİM "güven esasına" dayanarak kurduğum uluslararası ilişkiler prensibim şöyle: "Hemen her ülkenin kendini bir eksene bağlamak zorunda hissettiği bir dünyada, dünyanın 21. yüzyılın eşiğinde yeniden paylaşma kavgası verdiği bir dönemde, dönemin karşılıklı bağımlılık (interdependence) ilkesini herkese ama herkese dayattığı bir gerçeklikte herkes, herkes ile temas içinde olacaktır; ama herkes ’öteki’ ile kendi ait olduğu eksenin perspektifini inkár etmeden ilişki kurmak durumundadır."
Bu prensibe göre hem her ülke istediği ülkeyle ilişki kuracaktır, hem de karşılıklı bağımlılık ilkesi çerçevesinde ülkeler, üçüncü ülkelerle kuracakları ilişkilerde ait oldukları eksenin perspektifini göz ardı etmeyecektir.
Bu prensibin hem yanlış, hem de doğru uygulanmasına en iyi örnek Irak’tır.
* * *
TBMM’nin 1 Mart Tezkeresi’ne "hayır" demesinde hiçbir yanlış yoktur. Yanlış "stratejik ortak" addedilen ABD’ye tutarsız mesaj verilmesidir. ABD’ye, Irak’a kuzeyden ve Türkiye üzerinden girebileceğine dair yönlendirme verilmiş, ABD buna dayanarak hazırlık yapmış, hatta bu ülkeyle yapılan anlaşma çerçevesinde ABD’den Türkiye lehine büyük tavizler koparılmış, ancak 1 Mart günü TBMM ters karar vermiştir.
Bu duruma "TBMM demokratik hakkını kullanmıştır" diye kulp takılamaz. Bugün en ufak aykırı hareketinde üyelerini partiye ihanet etmekle suçlayan AKP’nin bu kadar hassas bir konuda "ne yapalım demokrasi var" deme hakkı yoktur.
Nitekim, AKP sözünü tutmadığını, tutarsız davrandığını, güven erozyonuna uğradığını pekálá anlamıştır ki, aynı tezkere birkaç ay sonra, hiçbir işe yaramasa da TBMM’den geçirilmiştir.
Hatta ardından zorla koparılan bir randevuyla ABD’ye gidilip, "stratejik ortaklık" tek taraflı olarak tüm dünyaya ilan edilmiştir.
Bu dönemde Türkiye bir dediği bir dediğini tutmayan ve büyük çapta "güven erozyonu"na uğrayan bir görüntü vermiştir.
Irak meselesinde hükümete "tutarsız davranışını" düzeltmesi için en büyük fırsatı ise ABD’nin Irak’ta dirlik ve düzen kurma konusunda işleri yüzüne gözüne bulaştırması vermiştir.
ABD, Irak’a "çaylak askerleri" ile hákim olamayınca yavaş yavaş tekrar Türkiye’ye yönelmek zorunda kalmıştır.
İşte bu dönemi Türkiye akıllı ve doğru değerlendirmektedir!
* * *
Türkiye "yeni dönemde" Irak’a kendi çıkarlarıyla stratejik ortağının çıkarlarını mümkün olduğunca pekiştirerek bakmaya başlamıştır.
Hükümet, Irak’taki "kırmızı çizgilerin" kazınırcasına silindiğini; ama ABD’nin de Irak’ta bataklığa saplandığını, bataklığın illa ki Türkiye’ye de bulaşabileceğini; bütün bunların birleşimi olarak da Irak’ta ABD ile ortak ama aktif davranması gerektiğini çözmüştür.
Büyükelçi Osman Korutürk’ün Irak Koordinatörlüğü ile başlayan ve şimdiki Irak Koordinatörü Oğuz Çelikkol ile devam eden yeni dönemde Türkiye’nin Irak’ta çok aktif, yapıcı ve stratejik ortakları ile uyumlu bir siyaset geliştirdiğine şahit oluyoruz.
Hükümetin Irak’taki seçimlere Sünni unsurların da katılımını sağlayan girişimi, Talabani ne derse desin Caferi’yi, ardından Sadr’ı Türkiye’ye davet etmesi doğru ve ait olduğu eksenin çıkarlarıyla paralellik arz eden eylemlerdir.
Hele hele, Abdullah Gül’ün "Irak anayasasından çıkan tüm sonuçları kabul edeceğiz" mealli sözü, Kuzey Irak realitesinin kabulü olarak anlaşılır ki, bu gerçekçi ve ülke için radikal bir adımdır.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2006
NEDEN "HAMAS ziyareti" üzerinde bu kadar duruyorum?<br><br>Acısı uzun vadede (6 ay-1 yıl) çıkacak da ondan! Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin "HAMAS politikaları" dışına çıkarak, kendisine taraf seçtiği unsurların "karşı eksende" gördüğü İran’ın dümen suyunda hayatiyet bulan HAMAS’ın askeri kanadını Türkiye’ye davet etmesi etkisini ileride gösterecek.
Zaten, AKP hükümeti de "HAMAS ziyareti"ni kendisi de hazmedemediği için, ziyaret traji-komik bir kakafoniye dönüştü.
Nedir ziyaretin Türkiye’ye maliyeti?
Güven erozyonu!
ABD açısından 1 Mart Tezkeresi’nden sonra zedelenen karşılıklı güvenin tekrar büyük yara alması!
AB açısından AKP’nin İslami kimliğinin AB politikalarına uyup uyamayacağının yeniden sorgulanmaya başlaması!
* * *
Deniyor ki; ABD Türkiye’ye ciddi bir tepki vermedi. Bunu söyleyenler diplomasinin çok ayrı bir dilinin olduğunu, ABD’nin Ortadoğu’da yalınayak ateş üzerinde yürüdüğünü, kaldı ki; yıllardır ilişkilerimizi altüst eden 1 Mart Tezkeresi ardından da ABD’nin ilk tepki olarak büyük bir soğukkanlılıkla "TBMM demokratik hakkını kullanmıştır" dediğini unutmayalım.
Fark ettiniz mi bilmem, Hürriyet muhabiri kendisine "HAMAS ziyareti" sonrasını sorduğunda ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld:
- Türkiye NATO içinde bir müttefikimizdir! dedi.
Diplomasi dilinde bu cümlenin nasıl deşifre edildiğini diplomasi uzmanlarına sorun.
* * *
Hemen her ülkenin kendini bir eksene bağlamak zorunda hissettiği bir dünyada, dünyanın 21. yüzyılın eşiğinde yeniden paylaşma kavgası verdiği bir dönemde, dönemin karşılıklı bağımlılık (interdependence) ilkesini herkese ama herkese dayattığı bir gerçeklikte herkes herkes ile temas içinde olacaktır ama herkes "öteki" ile kendi ait olduğu eksenin perspektifini inkar etmeden ilişki kurmak durumundadır.
Türkiye bir kez daha bu ilkeyi görmezden gelmiştir.
* * *
Nedir güven erozyonunun maliyeti?
Dünyada kimse kimseye "Neden güvenimi kaybettin?" diye küsmez, ilişkisini kesmez, ötekini deşifre etmez, çok değişkenli karşılıklı bağımlılığı reddetmez.
Ortadoğu’nun fokur fokur kaynadığı bir ortamda Batılı ülkelerin de pekálá "Türkiye politikaları" var. Kimse bu politikalarından kolay kolay vazgeçmez. Peki maliyet nedir?
Ait olduğunuz ittifak sizi ciddiye almaz, politikalarında aktif rol vermez, meseleleri sizinle tartışmaz, önerilerinizi kale almaz!
* * *
Yarınki yazımda değineceğim. Türkiye’nin Irak’ta yaptığı hata yukarıdaki cümlemi doğrulayan bir sürü örnekle doludur.
Hamd olsun ki, Dişişleri "yeni gerçekleri" görerek son 6 aydır Irak’ta çok olumlu adımlar atıyor. Ancak, hasar büyüktür!
* * *
Batı ile İran arasında iplerin iyice kopmaya başladığı, Batı’nın ABD liderliğinde adım adım "saldırı politikaları"na yöneldiği bir ortamda Türkiye için "güven erozyonu"nun ne demek olduğunu hep birlikte adım adım yaşayacağız.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2006
26.02.2006 Pazar günü yazdım. AKP'nin lider kadrosu Milli Görüş geleneğinden geliyor ve bu geleneğin tek geleneği var: Muhalefet! İktidar olmayı bilmiyorlar. Erbakan döneminde de gördüğümüz gibi, Erdoğan döneminde de ellerine şablonu verilen uyum yasaları ve IMF reçeteleri tüketilince, geriye politikasızlık kaldı.
Kendisini taban ile tavan arasında sıkışmış bulan ve taban ile tavanı nasıl meczedeceğine dair elinde herhangi bir tasavvur olmayan iktidara çoktandır "iki arada bir derede" ruh hali hákim.
* * *
Örnek olarak "HAMAS ziyareti"ni ele alalım.
Hükümet dış politikada ülkelerle teke tek ilişki kurmaya dayanan, adına "stratejik derinlik" denen ve ülkeye bağımsız ve şahsiyetli görünüm sağlayacağı düşünülen bir politika izliyor.
Ülkeler ile bağımsız ve şahsiyetli ilişkiler kurmanın Türkiye'yi Ortadoğu'nun lideri yapacağına ve Türkiye'nin AB ve ABD önünde Müslüman ülkelerin temsilcisi olarak temayüz edeceğine inanılıyor.
İyi de; ülkelerle tek tek ve bağımsız ilişki kurabilmenin olmazsa olmaz bir şartı var:
İlişki kurduğunuz ülkedeki yönetimin de teke tek ve bağımsız ilişki kurabilecek bir konumda/kapasitede olması şart.
* * *
Türkiye dünyada nerede duruyor? Bizzat Başbakan'ın ifadesiyle Türkiye, ABD ile "stratejik ortak" ve AB'ye üye olmak için canla başla uğraşan bir konumda.
Türkiye kendini Batı Bloku içinde tarif ediyor.
HAMAS nerede duruyor? Filistin halkının seçilmiş temsilcisi. Peki o dünyada bağımsız bir politika mı izliyor? Haşa!
HAMAS'ın askeri kanadının Ankara'yı ziyaret eden lideri Halid Meşal, tıpkı Hizbullah gibi, İran'ın Suriye üzerinden yürüttüğü "Ortadoğu politikası"nın silahlı bir parçası. Meşal, İran'ın finanse ettiği ve Suriye'de Baas rejimin himayesi altına aldığı bir liderdir.
Halid Meşal, Filistin halkının bağımsızlığı için mücadele verirken, ister istemez, Ortadoğu dengeleri içinde kendine İran-Suriye eksenini seçmiştir.
Artık bu eksenden kopması mümkün değildir.
İcabında HAMAS bölünebilir, HAMAS'ın siyasi kanadı Batı ittifakına geçebilir; ama sürgündeki Halid Meşal'in temsil ettiği askeri kanat, varlığını borçlu olduğu ve himayesinde yaşadığı İran-Suriye ekseninden kopamaz.
* * *
İran nasıl bir dış politika izliyor?
O da tıpkı, AKP'yi yönlendirenler gibi, "Ortadoğu'nun lideri" olma hayalleri görüyor ve bu amaçla sırtını 21. yüzyılda yükselecek yeni bir eksene, Çin-Hindistan-Rusya eksenine dayamaya çalışıyor.
Türkiye ve İran, Ortadoğu'da rakipler ve HAMAS rakibimizin ekseninde!
İran, aynı zamanda Türkiye'nin parçası olduğunu söylediği ABD-AB ekseninin hasmı!
AKP yönetimi içeride tabana, dışarıda Müslüman dünyaya hoş görünmek amacıyla HAMAS'ın askeri kanadını Ankara'ya davet ettiğinde işte böyle hassas bir dengeyle oynamıştır.
Oynarken de haliyle, "ne şiş yansın ne kebap politikası" gütmek zorunda kalmış, ziyaret Başbakan'ın kendi başkentinde bizzat kendinin davet ettiği misafirinden köşe bucak kaçtığı bir kakofoniye dönüşmüştür.
Bu davetin olası maliyetlerini yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2006
AKP'nin en büyük zaafı, kendini "iki arada bir derede" hissetmesidir. Taban ile tavan arasında bir yerlerde ama mutlaka bir boşlukta asılı kalmasıdır!
Milli Görüşçülerin siyasette en önemli özellikleri, kendilerini "ötekiler" olarak görenlerin siyasi temsiline soyunmalarıdır.
"Ötekiler" uzun yıllar muhalif sol aydınlar tarafından Batı'dakinin fotokopisi olmaya zorlanan "işçi sınıfı" olarak tarif edilmeye çalışıldığı için "ötekiler" solu hiçbir zaman kendinden bilmemiş, hatta o da "bu kurtarıcıları" "ötekiler" olarak addetmiştir.
Türkiye'de itilmiş-kakılmış koalisyonuna salt ekonomik itilmişliği ile değil sosyolojik kakılmışlığı (yaşam tarzı) ile birlikte sahip çıktığı için Milli Görüş bu kesimin temsil hakkını elde etmiştir.
Türkiye'de Necmettin Erbakan'ın başbakan olması, ülke tarihinin dönemeç noktalarından birisidir.
Taban tarihinde belki de ilk kez tavan olmuştur!
Ama heyhat! Tabanın tavan olmaya ruhen ve aklen hazır olmadığı da ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Hoca ve ekibi ne yapacaklarını, ne edeceklerini bilmeyen bir eda içinde ülke yönetmeye kalkmışlardır.
Örneğin, hem ulema takımı Köşk'e ilk kez bu dönemde davet edilmiş, hem de TSK, diğer bürokratlardan ayırt edilerek özel bir maaş zammını bu dönemde almıştır.
"Ne şiş yansın ne kebap!"
* * *
Hoca'nın iktidarı taşıyamayacağı, Anadolu'da yükselen muhafazakár-burjuvazi tarafından da kabul görünce Necmettin Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan ile yedeklenmiştir.
Erdoğan bir yandan tabana mavi boncuk dağıtırken "ben değiştim!" şiarı ile tavana da gül sunarak kendisine iktidar kapısının açılacağını akıllıca tespit etmiştir.
Ancak, Erdoğan da tıpkı Erbakan gibi "ne şiş yansın ne kebap" politikalarının dışına çıkamamaktadır. Neden?
Zira, hem Erdoğan'ı, hem Erbakan'ı yaratan Milli Görüş akımı, tıpkı Marksist akımlar gibi, bir ülkeyi yönetmek üzere kurgulanmamış, dolayısıyla öyle "dizayn" edilmemişlerdir.
Bir ülkenin nasıl yönetileceğine dair ellerinde ne bir proje, ne bir tasavvur, ne de bir tahayyül vardır.
Onlar sadece itiraz etmeyi bilirler!
Ellerindeki şablon kendilerine sadece "namuslu olmalarını" söylemektedir. O kadar!
Bu konuda da son zamanlarda ne kadar yıprandıkları ayrı bir meseledir.
Milli Görüş, aynen Marksist akım gibi, yönetmek üzere değil, reddiye (ezilmişlere salt sahip çıkmak) üzerine kurulduğu için iktidar vuku bulduğunda ne yapacağını, ne edeceğini bilememektedir.
* * *
Erdoğan ve ekibi, zihin haritalarını öyle tanzim etmişlerdir ki taban ve tavanı aynı çatı altında görmeleri mümkün değil.
Onlara göre, tabanı memnun edecek her şey tavanı, tavanı memnun edecek her şey de tabanı rahatsız edecektir.
Öte yanda, bilmektedirler ki iktidarın tek yolu da hem tabanı, hem tavanı memnun etmeye dayanır!
Zihin haritalarına göre, tavan kendilerini asla kabul edemez; ama taban olmadan da asla yapamazlar. Üstelik hangi taban? Sadece ve sadece kendilerine destek veren taban!
Bunun için de hep bir ikileme mahkûm kalıyorlar: "Ne şiş yansın ne kebap!"
Bu hafta içinde bu ikilemin nasıl adım adım ülkenin boğazına sarıldığını işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2006
28 Şubat döneminde çapsız yöneticiler; rejimi koruma güdüsünü "din karşıtı" bir görüntüye, cumhuriyeti demokrasi üstü bir kavrama, yönetmeyi "devlet sırtından zengin olma" gayretine çevirince bütün kapılar AKP'ye açıldı! (AKP'nin dünü) Geniş halk kesiminin desteğini almasına rağmen meşruiyet kazanmak için iktidarının ilk döneminde bütün varlığıyla Kopenhag Kriterleri ve IMF reçetelerine sarılan hükümet, 17 Aralık'ta karnesini başarıyla aldıktan sonra bu sefer de iç müşteriye döndü ve kendi yandaşlarına ulufe ve makam dağıtma derdine düştü.
Ancak, bugün AKP'yi teslim alan görüntü hızla "anlamsızlaştırılan" bir partiye dönüşmesidir! AKP'nin aklında kendi varlığına anlam kazandıran tek bir proje yoktur. Daha doğrusu vardır; o da Recep Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanı yapmaktır! (AKP'nin bugünü)
Peki "yarın" ne olacak?
* * *
Artık birkaç bakanın ve Başbakan'ın yakın çevresinin ülkeyi yönetme kapasitelerinin olmadığı aşikárdır. Bu çevre katiyen yeni ve cazip politikalar üretemiyor.
Başbakan iktidarına yeniden anlam kazandırmak istiyorsa, kadrolarını büyük çapta değiştirmek zorundadır. Ancak, Başbakan'ın bunu becerebileceğini ummuyorum.
* * *
Öte yanda Türkiye'nin 2006 ve 2007'de makus talihini Ortadoğu'da yaşanacakların belirleyeceğini düşünüyorum ve ısrarla bu konuda yazılar yazıyorum.
Rusya-Çin-Hindistan ittifakını desteklememesi için 2006'nın ikinci yarısından itibaren ABD-AB-İsrail ittifakının İran'a açık müdahalesi söz konusudur.
İran açısından ABD-AB-İsrail ittifakını rahatsız eden, bu ülkenin salt nükleer enerji çalışmaları değil, bizzat rejiminin kendisidir.
Rejim değişmeden Batı, "İran meselesi"nde rahatlamayacaktır!
21. yüzyılın hükümranlık mücadelesinin verildiği bir ortamda ülkelerle teke tek ve bağımsız ilişkiler geliştirmek için uğraşmayı ben anlamıyorum. Dayatılan bir yol ağzında; ülke ya o yöne, ya da bu yöne gidecektir. Bir üçüncü yol yoktur. Hele hele biraz o yöne, biraz bu yöne gitmeye hiç imkán yoktur. Yemezler!
1 Mart Tezkeresi'ni de, "ABD Irak'a kuzeyden giremezse savaş çıkmaz" saflığında yüzüne gözüne bulaştıran akıl, bugün de zamanında aynı aklı taşıyan bir gazeteci ve kime hizmet ettiği karışık bir ithal gazeteciden medet umuyorsa, belli ki ortada şahsiyetli bir politika değil, ya amaçlı yönlendirme, ya da derin bir akıl yoksunluğu vardır!
Başbakan, HAMAS'a sabah verdiği randevudan öğle vakti caymak zorunda kalıyor ve tıpkı "Kürt meselesinde" kendisini Apo ile aynı çizgiye itenlere yapamadığı gibi, yine hesap soramıyorsa, ben "yarın"dan çok ama çok endişe duyarım.
* * *
HAMAS'ın Türkiye'ye davet edilen askeri kanadı "terör" üzerinde uzmanlaşmış ve büyük çapta İran tarafından finanse edilen bir örgüttür. Bu kanadın dere geçerken taraf değiştirip, "öbür taraf"a (Batı) geçmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. İstese dahi yapamaz. Bizimkilerin HAMAS'a akıl vermeye kalkması koca bir zırvadır. Bu kadar basit bir hesabı dahi yapamayanlar ile çok zor bir döneme gireceğimizi öngörmek beni çok ama çok rahatsız ediyor. Türkiye'nin "yarın"ı konusunda çok endişeliyim.
AKP giderek beter anlamsızlaşıyor, dilerim sürekli yalpalayan yönetim önüne çıkacak engebeleri tek başına aşar! Aksini düşünmek dahi istemiyorum.
Yazının Devamını Oku