Cüneyt Ülsever

Türkiye’de eğitimin meseleleri (II)

22 Mart 2006
TÜRKİYE’nin önündeki en önemli sorunlardan birisi insan sermayesine gereken önemi vermemesidir. Dün dünyada talebi değişen insan niteliklerini irdeledim. Bugün yine Dünya Bankası Türkiye Direktörü Andrew Vornink’in hazırladığı "Türkiye’de Eğitim Reformu" (www.worldbank.org) başlıklı raporda yer alan ve önem arz ettiğine inandığım bazı saptamaları nakletmeye devam edeceğim.

* * *

1) Türkiye’de son 30 yıldır emeğin verimliliğinde artış çok düşük. Son zamanlarda hızlanan ufak bir artış var. Ancak emeğin verimliliğindeki artışlar insan sermayesinin (eğitimin) katkıları dışında başka faktörlere bağlı. Hatta 1981’den bu yana, insan sermayesinin emeğin veriminin artışına katkısı çok azalmıştır. Açıkçası, insanlara üretim hayatından kopuk yanlış eğitim verilmiştir. Türkiye’nin önündeki en büyük zorluk işgücünün kalitesini yükseltmektir.

* * *

2) Verimlilik sorunu dışında başka bir sorun eğitim almış nüfusun oranıdır. AB kendi üye ülkeleri için Lizbon Gündemi çerçevesinde eğitim hedefleri de belirlemiştir:

Buna göre 2010 yılına kadar, gençlerin (22 yaş) %85’i lise eğitiminden geçmiş olacaktır.

Türkiye bu hedefin çok gerisindedir. Türkiye temel eğitim yolunda çok önemli aşama kaydetmiş, net okullaşmayı kısa sürede %80’den %90’a çıkarmıştır. Ancak lise eğitiminde benzer bir başarıdan çok uzaktadır. Türkiye’nin AB hedefini yakalayabilmesi çok zordur. Son beş yılda belirli bir başarı elde edilmiştir. Ancak bu hızla Türkiye’nin bugünkü AB seviyelerine ulaşması 30-40 yıl alacaktır. Ayrıca rakamlar Türkiye’deki büyük bölgesel ve cinsiyet eşitsizliklerini de gizlemektedir. Örneğin Diyarbakır’da 20-24 yaş grubunun yalnızca %28’i lise diplomasına sahiptir ve bu yaş grubunda kızların yalnızca %17’si diploma sahibidir. Diyarbakır’daki sonuçlar diğer doğu illerindeki sonuçlarla aynıdır. Zorlu görev, bir yandan lise mezunlarının toplam sayısını AB ortalamasına getirmek, öte yandan da doğu illerinde kızların okullaşmasını artırmaya odaklanmaktır.

* * *

3) Türkiye’nin eğitim alanında karşılaştığı bir diğer zorluk da mesleki eğitim sistemine ilişkindir. Bu sistemde halen lise öğrenimdeki 3 milyon öğrencinin 1.1 milyondan fazlası yer almaktadır. Birçok kimse meslek okullarının; işgücü piyasasının talep ettiği mezunları yetiştirdiğini varsaymaktadır ancak göstergeler bu durumu desteklemiyor. Bugün, bir meslek okulu mezunu, üniversiteye gidemeyen genel lise mezunları kadar ücret almaktadır ve meslek okulu mezununun iş bulma ihtimali daha yüksek değildir. Üniversite mezunlarının geliri ise çok daha yüksektir, bu yüzden birçok genç üniversiteye girmeye çalışmaktadır. Ancak, meslek liselilerin şansı "yok" denecek kadar düşüktür. Kaldı ki zaten Türkiye’de üniversiteye gitmek isteyen öğrencilerin ancak yaklaşık üçte biri üniversiteye girebilmektedir.

* * *

4) Ne yazık ki mevcut ÖSS sınav sistemi de Türkiye’nin gelecekteki ihtiyaçlarına ve öğrencilerin yetkinliklerini artırma hedefine pek uygun değildir. ÖSS özel bir "sınava hazırlık sektörü" yaratmıştır ki bu sektör insan sermayesini ve geleceğin işgücünün eğitim niteliklerini yükseltme açısından çok az değer yaratmaktadır. Aileler çocuklarını dershaneye göndermek için ortalama olarak 5.000 dolar civarında para harcamaktalar. Dershane kurslarına gücü yetenler üniversiteye girişte daha avantajlı durumda olmakta ve düşük gelirli aileler bu sürecin dışında kalmaktadırlar. Bu durum da "fakirin fakir kalmaya devam ettiği" kısır bir döngü yaratmaktadır.

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de eğitimin meseleleri

21 Mart 2006
BÜTÜN dünya artık kabullendi ki, ülkelerin istisnasız her birinin en önemli sermayesi insan sermayesidir! 21. yüzyılda ülkelerin hangi konumda olacağını tayin edecek en önemli faktör insanının bilgi, beceri ve dünyayı algılama olarak özetleyebileceğimiz donanımlarıdır. Öte yanda üzülerek görüyorum ki, Türkiye’de eğitim, hiçbir zaman olmadığı kadar siyasallaşmıştır! Maalesef, ülkemizde gençlerimizi, yarının güvencesi olarak görmek yerine, devlet aygıtı ile hükümet arasında serseme çevrilen bir oyuncak olarak görmeye başladık.

Bana öyle geliyor ki; son zamanlarda "eğitim" konusu geçtiği zaman ilgililer "Ülke sermayesini nasıl zenginleştiririz!" diye akıl yormak yerine "Karşı tarafa nasıl gol atarız!" diye dertlenerek oyun kuruyorlar.

* * *

Ben bu hafta diğer tüm meseleleri bir kenara koyup, eğitim konusu üzerine akıl yormak istiyorum. Daha doğrusu sizlerle Dünya Bankası Türkiye Direktörü Andrew Vornink’in hazırladığı "Türkiye’de Eğitim Reformu" (www.worldbank.org) başlıklı raporu tartışmak istiyorum.

Rapor 21. yüzyılda iş hayatında verimliliği artırmak için emeğin hangi niteliklere sahip olup, artık bir hükmü kalmayan hangi nitelikleri terk etmesi gerektiğini vurgulayarak başlıyor.

Zaten bu ayrımı gördükten sonra Türkiye’de eğitimin sorunları hemen gözler önüne seriliyor. Zira bizde eğitim rapora göre "artık terk edilmesi gereken nitelikleri" baş tacı ederken, "kazanılması gereken nitelikleri" görmezden geliyor.

* * *

Rapora göre iş hayatında:

1) Uzmanlık talep eden analitik düşünüş tarzına talep hızla artmaktadır:

Artık, belirli formüllere, dolayısıyla ezbere dayanan çözümlerin dönemi bitmiştir. Talep edilen karmaşık ve birbirinden bağımsız sorunları/problemleri belirli alanlarda uzmanlaşarak çözme becerisidir. Bu becerilerin de başında araştırma yeteneği, metodolojik düşünme ve problem(ler)i teşhis etme becerileri gelmektedir.

* * *

2) Karmaşık iletişim hızla artmaktadır: 21. yüzyılda insanlar sürekli birbirleriyle iletişim içinde olmak zorundadır. Bilgi edinebilmek, bilgiyi açıklamak, alınacak kararla ilgili olarak karşı tarafı ikna etmek kimsenin kaçamayacağı becerilerdir.

* * *

3) Elle yapılan ve kendini tekrar eden görevler yavaş yavaş azalmaktadır:

Kuralları uygulayarak ve tarif edilince başarı ile yapılan fiziksel (örn: ürünleri kutulara dizmek) görevlerin sayısı giderek ve hızla azalmaktadır. Bu tip görevleri artık makineler devralmaktadır.

* * *

4) Masa başında rutin olarak yapılan görevler de süratle azalmaktadır: Akıl ile sınıflandırmaya dayanan ve kuralları iyi tarif edilebilen zihinsel görevler de süratle azalmaktadır. Artık gider raporları hazırlamak, muhasebe kayıtlarını tutmak gibi beyaz yakalıların yaptığı "masa başı" görevler bilgisayar tabanlı yapılabilmektedir.

* * *

5) Rutin olmayan ancak elle yapılan görevler de azalmaktadır: Temizlik işleri, dolmuş şoförlüğü gibi düşük beceri isteyen işlere talep devam edecektir ancak bunların ücreti devamlı düşecek ve bu beceriler piyasa avantajlarını devamlı kaybedeceklerdir.

* * *

Hemen kendimize soralım: Bizim eğitim sistemimiz emek pazarında oluşmakta olan değişimlere ayak uyduruyor mu?

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

ABD’nin Irak’ı işgalinin yıldönümü!

19 Mart 2006
DÜN, ABD’nin Irak’ı işgalinin 3. yıldönümü idi. ABD’nin neden Irak’ı işgal ettiğine dair bugüne dek binlerce sayfa yazı yazıldı. Kimileri bu işgali baştan kınadılar, kimileri işgale önden sahip çıkıp, sonraki olumsuz gelişmelerden ABD’yi sorumlu tutarak saf değiştirdiler. Türklerin ABD’nin Irak’ı işgaline bakış açısı ise "1 Mart Tezkeresi" karşısında aldıkları tavırla belirlendi.

Ben "1 Mart Tezkeresi"ne sahip çıkan büyük azınlık içinde yer aldım. Bugün de "1 Mart Tezkeresi"ne hálá sahip çıkan daha büyük bir azınlık içindeyim.

* * *

Ben "Irak savaşını" 21. yüzyılda güç dağılımını yeniden tarif edecek 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olarak gördüm. 3. dünya savaşının da tıpkı 2. ve 1. Dünya Savaşları gibi "enerjinin yeniden paylaşımı" savaşı olduğu noktasından hareketle bu işgali önlenemez ve vazgeçilemez bir eylem olarak kabullendim.

Dünyanın yeniden tarif edildiği bir dönemde Türkiye’nin bu kaçınılmaz gelişme karşısında aktif rol alması gerektiğini düşündüm ve hálá da öyle düşünüyorum.

* * *

Aldığım tavırla ilgili yanıldığım noktalar olmadı mı? Pekálá oldu! İşgalden sadece 1 yıl sonra, bugüne göre de 2 yıl önce; 5 ve 6 Mayıs 2004 tarihlerinde yazdığım "Irak Savaşı: Özeleştiri Yapmanın Zamanıdır (I) ve (II)" başlıklı yazılarımda bu savaşla ilgili öngörü hatalarımı bir bir sıraladım. Bildiğim kadarıyla bu savaşla ilgilenen ve şöyle veya böyle tavır alan hiçbir aydın, siyasetçi, diplomat veya akademisyen bugüne dek böyle açık bir özeleştiri yapmadı. Demek ki, onların hiç hataları olmamış!

ABD’nin Irak’a "dirlik ve düzen" getirme konusunda bu kadar aciz kalacağını öngöremedim!

Bu yanılmanın nedenleri olarak da: i) paralı askerlerin bu kadar çaylak olabileceğini ve ii) neo-con (yeni muhafazakar) ekibin bu kadar cahil ama bir o kadar da öğrenmekten yoksun ve bir o kadar kibirli olduklarını baştan fark edemememi sıraladım.

2 yıldır da Irak’ın bölünmeye koşar adımlarla gittiğini yazıyorum.

* * *

Ancak, yine de bugün, iyice ayyuka çıkan kaos ortamında dahi, Türkiye’nin kaçınılmaz, önlenemez, vazgeçilemez bir savaşa (sözüm ona) katılmayarak kaybettiklerinin kazandıklarından fazla olduğunu düşünmekteyim. Şöyle ki:

Eğer Türkiye savaşa aktif müdahale etse idi:

1) TSK’nın ABD ordusuna göre i) çok daha üstün olan "düzensiz savaş" tecrübesi ve ii) Dışişleri ile birlikte bölge sosyolojisine hákimiyeti nedeniyle bölgeye çok daha büyük oranda "dirlik ve düzen" getireceğini,

2) Kuzey Irak gerçeğini önceden kabullenmiş bir Türkiye’nin, iç savaş çıksa dahi, savaşı kendi sınırında değil, çok daha aşağıda göğüsleyebileceğini,

3) Kuzey Irak’ta yaratılacak ekonomik kalkınmaya çok daha fazla katkıda bulunarak, daha fazla pay alabileceğini,

4) Irak Savaşı’nı kendi lehine en iyi kullanan ülke olarak İran’ın bugün Irak için ABD ile masaya oturma gücünü elde ettiği bir ortamda daha da açık olarak ortaya çıktığı üzere, Ortadoğu’da başat rolü kapamayacağını, İran’ın bu kadar etkin olamayacağını, bizimle de pazarlık etmek zorunda kalacağını,

5) Doğrudan Irak Savaşı ile ilgili olduğunu düşündüğüm Şemdinli türü iç meselelerin bu kadar büyüyemeyeceğini, PKK, Barzani ve diğer güçlerin Güneydoğu’da bu kadar rahat at oynatamayacaklarını düşünüyorum.

Kaldı ki, bugün itibarıyla Irak’ta ölen Türk sayısı savaşa aktif katılan İngiliz sayısından fazladır!
Yazının Devamını Oku

Manzara-i umumiye

16 Mart 2006
DÜN yazdım. 2006 ilkbaharında Türkiye hem kendi içinde, hem de yakın çevresinde çok ama çok sıcak bir yaza girerken; maalesef ülkenin ana kurumları arasında büyük oranda güven eksikliği var. Üstelik, güven erozyonu her geçen gün büyüyerek etkisini artırıyor. Neredeyse güçlü bir paranoya ülkeye hákim!

Herkes birbirinden şüphe ediyor!

AKP her an parlamento dışı güçlerin onu al aşağı etmesinden korkuyor, AKP karşıtları da iktidarın rejim değişikliğine hazırlandığını düşünüyor.

Açık yazalım; hükümet TSK’nın belirli kesimlerine, TSK’nın belirli kesimleri hükümete; hükümet YÖK’e, YÖK hükümete; Cumhurbaşkanı hükümete, hükümet de Cumhurbaşkanı’na güvenmiyor!

Resmi ağızlar bu durumu inkár etseler de, özel görüşmelerde birbirlerine karşı duydukları güvensizlik duygusunu açıkça beyan ediyorlar.

Anamuhalefet ile iktidar arasındaki rekabet de mahallenin namusunu kurtarma güdüsüne endekslenmiş vaziyette.

* * *

Ancak, "mesele" içerideki sorunlarla da kısıtlı değil.

Hükümet ile ABD, hükümet ile AB arasında da güven bunalımı var.

ABD ile aramızda 1 Mart Tezkeresi’nden sonra hep iniş çıkışlar yaşanıyor.

AB ile yaşanan balayı da hızla erozyona uğruyor.

Hem ABD, hem AB, hükümetle ilgili olarak temel bir duyguya sahip.

Hükümetin ne zaman hangi tavrı alacağını tahmin edemediklerini söylüyorlar.

Hükümet, uluslararası arenada her hükümetten beklenen "tahmin edilebilirlik" vasfından yoksun.

Üstelik, dış politikada Başbakanlık Ofisi ile Dışişleri’nin zaman zaman birbirinden kopuk ve birbiriyle çelişen tavırlar sergilediğini herkes görüyor.

* * *

Dış politikada tam "Irak meselesi" Türkiye açısından bir çekidüzen alırken birden bakıyorsunuz, ortaya "HAMAS meselesi" çıkıyor.

Türkiye, terör örgütü HAMAS’ı seçilmiş siyasi güç sıfatıyla Ankara’ya davet ederken, seçilmiş belediye başkanının (Diyarbakır), terör örgütüyle ilgisi var iddiasıyla ABD’de kabul görmesine büyük tepki veriyor.

Elálem de "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diyerek şaşırıp kalıyor.

Hükümetin "İran meselesi"nde, dolayısıyla "HAMAS konusu"nda ABD ile AB’nin paralel politikalar yürüttüğünün farkında olmadığı düşünülüyor.

Dışarıdan bakıldığında da AKP hükümetinin Batı’ya mı, yoksa Müslüman dünyaya mı daha yakın durduğu konusunda kafalar karışık.

* * *

"Şemdinli iddianamesi" ile ilgili olarak hükümetin takındığı tavrı ise ben katiyen anlamadım.

"Şemdinli meselesi nereye giderse gitsin, oraya kadar gideceğiz!" diyen Başbakan değil miydi? Konuyu araştıran yetkililere böyle söylemedi mi? Aynı Başbakan, Mustafa Koç’u dahi "yargıya karışmakla" suçlamamış mıydı? Şimdi hükümet ne yapıyor? "Şemdinli iddianamesi"ni hazırlayan savcıyla ilgili olarak inceleme yaptırıyor. Bu tavır yargıya karışmak değil mi? Bundan böyle hangi savcı, TSK ile ilgili iddianame hazırlamaya cesaret edebilir?

* * *

Kimse inkár edemez, Türkiye’de bir güven bunalımı var ve kim "yokmuş" gibi davranırsa, bilsin ki inandırıcı olamıyor.
Yazının Devamını Oku

Manzara-i umumiye

15 Mart 2006
BUGÜN ve yarın memleketin genel fotoğrafını çekmek istiyorum. Amacım, Türkiye’nin, 2006’nın ilkbaharında hem kendisi, hem de yakın çevresi sıcak, çok sıcak bir yaza girerken, bazı soruları zihinlere yerleştirmektir. * * *

2006 yılının ilkbaharı başlarken Türkiye çok garip bir görüntü veriyor.

1) İktidardaki AKP, TBMM’de mutlak çoğunluğa sahip. Böyle bir iktidar 1983’ten beri kimseye nasip olmadı.

2) Bugün bir seçim yapılsa, AKP’nin önüne geçebilecek herhangi bir parti de yok. Halen milletten en fazla teveccüh gören parti yine AKP! Kaldı ki, normal seçimlere daha 18 ay var.

3) Ülkelerin genel dengelerini tayin eden ekonomik göstergelerde de önemli bir sorun yok. Hatta, AKP iktidarının bugüne dek ekonomiyi doğru yönde ve sıkı bir disiplinle yönettiğini inkár etmek büyük haksızlık olur.

4) Ancak, ülkede huzur da yok! Herkes, her an "siyasi bir istikrasızlık çıkar mı?" diye sorguluyor. İnsanlar rast geldikleri dostlarına, hatta yeni tanıştıkları diğer insanlara hemen bu soruyu soruyorlar.

Neden?

* * *

İktidara muhalefet edenlerin önemli bir bölümü, hükümetin, devlet aygıtını ele geçirmek, ülkenin rejimini değiştirmek niyetinde olduğu görüşünü her geçen gün daha da güçlü hissederek yaşıyorlar.

İktidarın dar kadroculuk anlayışıyla kendisine sadakat yemini edenleri ve rejimi değiştirmek isteyenleri kamu görevlerine yığdığı inancı yüksek. Böyle düşünenler "vekáletle" yönetilen ve kavramın içerdiği anlamın ötesinde "süreklilik" arz eden görevlerin sayısının her geçen gün artmasından endişeli.

İktidarın, koşulsuz biat edecek "kendi zengini"ni yaratma gayretinde olduğu kanaati de giderek güç kazanıyor.

Muhalefet büyük oranda Başbakan’ın kafasında sadece tek bir proje olduğu görüşünde: Cumhurbaşkanlığı!

Cumhurbaşkanlığını da ele geçirince AKP’nin "devleti tamamen ele geçireceği" inancı bu çevrede egemen.

* * *

Öte yanda, AKP’liler de her an zorla iktidardan düşürülebilecekleri duygusu içinde yaşıyorlar. Onlara göre, ağızlarıyla kuş tutsalar dahi müzmin laikler kendilerini "rejim düşmanı" olarak görmekten vazgeçmiyorlar. Başbakan, istediği kadar barış çubuğu uzatsın, AKP’liler Özkök dönemi sonrası daha sert bir parlamento dışı muhalefet ile karşılaşacaklarına inanıyorlar.

Son dönemde AKP’yi yıkmaya yönelik muhalefetin genişlediğini de düşünüyorlar. Medyanın önemli bir bölümünün tavrını sertleştirdiği fikrindeler.

Önemle Başbakan bir "komplo" ile karşı karşıya olduğunu düşünüyor. Her an "düğmeye basılmasını" bekliyor. Herhangi bir taviz verirse, çorap söküğü gibi ardının kendiliğinden gelişeceği hesabını yapıyor. En basit bir eleştiriye bile "hainlik" sıfatını veya ağır bir ithamı layık görüyor. Zira, ona göre dost çevresi her geçen gün daralıyor.

* * *

İşte böyle bir ortamda "Şemdinli iddianamesi" yaraya parmak bastı ve cerahati patlattı. Muhalefeti, medyası, akademisyeni, hukukçusu ve dahi sade vatandaşı "iddianame"yi sadece bir "iddianame" olarak değil, bir "muhtıra" olarak kabul etti ve mezhebine göre değişik tarzda ama aynı şiddette tepki verdi!

(Yarın devam edeceğim)
Yazının Devamını Oku

Milli Eğitim Bakanı yanıtlıyor

14 Mart 2006
12.03.2006 Pazar günü yazdığım "Köylü Kurnazlığı" başlıklı yazımda hükümetin, türbanlıların ve imam hatip (meslek liseleri) mezunlarının diğer öğrencilerle eşit olarak üniversitede okuma hakkı kazanmaları konusunda, söz verdiği halde samimi davranmadığını, öğrencileri oyaladığını yazdım. Aynı gün Bakan Hüseyin Çelik aradı ve nazik bir eda içinde "köylü kurnazlığı" terimine içerlediğini belirtti. Ben de kendisine yazılı cevap verirse aynen yayınlayacağımı belirttim. Zira, bu köşede eleştirdiğim herkesin cevap hakkı olduğunu düşünüyorum ve bana yollanan her cevabı yayınlıyorum. Bakan hemen yazılı yanıt verdi. Ben de yayınlıyorum.

* * *

Sayın; Cüneyt Ülsever

Bugünkü (12.03.2006) Hürriyet Gazetesi’ndeki "Köylü Kurnazlığı" başlıklı yazınızla ilgili aşağıdaki hususları dikkatinize sunuyorum.

1) Meslek Lisesi mezunlarının fark dersleri vererek genel lise mezunu olmaları, 1973’ten önce ülkemizde yaygın olarak başvurulan bir yol olduğu gibi hálá dünyanın birçok ileri ülkesinde de var olan bir uygulamadır.

2) 1973’te çıkan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda Meslek Liseleri, Genel Liselerle eşit ve denk sayıldığı için sonraki süreçte bu uygulamaya gerek kalmamıştır.

* * *

3) 1739 sayılı yasanın hükümlerine rağmen YÖK üniversiteye girişi düzenleme yetkisinden hareketle 1998’de katsayı uygulamasını getirerek Meslek Liselerini mağdur etmiştir.

4) Meslek Liselilerin mağduriyetini gidermeye yönelik Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik, aslında şeffaf ve dürüst yönetim anlayışımızın bir ürünüdür. Açık Öğretim Lisesi’ni devreye sokmayarak Türkiye’deki tüm Genel Liselere bir genelge gönderip müracaat eden tüm Meslek Lisesi öğrencilerine fark dersi programı düzenlenmesini de isteyebilirdik. Açık Öğretim Lisesi’ni devreye sokmamız, sınavların merkezi olması ve değerlendirmelerde sübjektiflik olmayacağından dolayıdır.

* * *

5) Meslek Liselerine farklı katsayı uygulanacağına dair bir kanun yoktur. Bu mesele yukarıda da belirttiğim gibi YÖK’ün bir kararı ile uygulamaya girmiştir. YÖK, bugün alacağı bir kararla bundan vazgeçse bu sıkıntı biter. Dolayısıyla bu konuyla ilgili ille de bir kanun çıkarılması gerektiği gibi bir mecburiyet yoktur.

6) Açıköğretim Lisesi Yönetmeliği’nin Resmi Gazete’de yayınlandığı tarih ile Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı verdiği tarih arasında geçen sürede Açık Öğretim Lisesi’ne kayıt yaptıran öğrencilerin kayıtlarının geçerli olduğuna dair görüş sadece benim değil birçok hukukçunun da görüşüdür. Kaldı ki, Danıştay İdare Daireleri Genel Kurulu’na yaptığımız itiraz da henüz sonuçlanmamıştır. Yani hukuki süreç devam etmektedir.

* * *

Sayın Ülsever,

Hal böyle iken ülkemizdeki bir haksızlığı, bir mağduriyeti hukuk içerisinde kalarak gidermeye çalışanları "köylü kurnazlığı" yapmakla itham edip, tamamen ideolojik saplantılar sonucu Türkiye’deki Mesleki ve Teknik Eğitim’in çökmesine ve mağduriyete yol açanlara, en azından bahse konu yazınızda, toz kondurmamanızı objektif bir değerlendirme olarak görmediğimi bilmenizi isterim.

Selam ve iyi dileklerimle.

Doç. Dr. Hüseyin Çelik

Milli Eğitim Bakanı
Yazının Devamını Oku

Köylü kurnazlığı

12 Mart 2006
AKP hükümetinin bir tavrı var ki beni çok rahatsız ediyor. Eminim bu tavır, birçok AKP milletvekilini ve seçmenini de rahatsız ediyordur. Hükümet, kendini tavan (devlet organları) ile taban (seçmen) arasında sıkışmış hissediyor ve aradan sıyrılmak için devamlı köylü kurnazlığı yapıyor. Nasıl?

Cumhurbaşkanı tarafından veto edileceğini açık ve seçik bildiği halde bazı kanunları Köşk’e gönderiyor.

* * *

Beni en çok ortak sermayemiz olan gençleri bilerek aldatması üzüyor!

AKP, türbanlıların ve imam hatiplilerin ve dahi imam hatipler yüzünden zarar gören tüm meslek liselilerin üniversiteye girebilmelerini temin etmek için söz vererek iktidara geldi.

Bunu yaparken de devletin diğer organlarıyla çatışmayacağına, ortak paydaları tespit ederek bu gençlerin haklarını uyum içinde temin edeceğine söz verdi.

Ancak uygulamada ne yaptı?

Ne türban meselesini, ne de imam hatip meselesini çözdü; hatta bu meselelerin çözülmemesi için özel gayret sarf etti! Kayıkçı kavgası yaparak çatışmayı şiar edindi.

* * *

Türban meselesinde
AİHM önünde nasıl bir "köylü kurnazlığı" yapıldığını daha önce de yazdım (16.02.2006- "Leyla Şahin, AİHM’de türban davasını kazanmak istemedi ki!")

Başbakan’ın danışmanları tarafından bir grup akademisyene hazırlatıldığı söylenen ve AİHM üst mahkemesine (Büyük Daire) takdim edilen yeni layihada (savunmada):

"...’Din özgürlüğü’ açısından, önceki dairede (alt daire) alınan kararın davacı Leyla Şahin tarafından kabul edildiği belirtildi ve davanın Büyük Daire’de sadece ’eğitim özgürlüğü’ açısından incelenmesi talep edildi... Halbuki, davayı Büyük Daire’ye götüren ve 5 hákimli jüriye takdim edilen (ilk) dilekçede, alt dairenin din özgürlüğü açısından verdiği kararın yanlış olduğu iddia ediliyordu. Ayrıca, Büyük Daire’nin usul açısından davayı kısmi hale getirmesi mümkün değildi. Zaten Büyük Daire’ye dilekçeyi hazırlayan ilk avukat da bu safhada davadan çekilmişti... İlginçtir, jüriye verilen dilekçede yer almasına rağmen; alt dairenin Türk Anayasa Mahkemesi’ne de dayandırdığı kararının aksine, Anayasa’nın 153. maddesine göre ’Anayasa Mahkemesi’nin içtihatla kanun (hukuk) yaratamayacağı’ ve Anayasa’nın 90. maddesine eklenen son cümle çerçevesinde, AİHM’nin ’Türk mevzuatını değil, doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) esas alması gerektiği’ iddiaları da Ankara’daki akademisyen grup tarafından yeni layihaya konulmadı... Halbuki, bu iki madde çok açık bir şekilde Leyla Şahin’in lehine idi ve (davayı üst mahkemeye taşıyan) jüri de bu maddeleri ihtiva eden dilekçeyi kabul etmişti..."

* * *

Gelelim imam hatiplerin (meslek liselerinin) açık lise üzerinden üniversite sınavlarına girmesini sözüm ona temin eden dandiğe!

Bu karar alındığında, hukukçu olmadığım halde, bile bile lades yapılıyor diye isyan etmiştim. Nitekim, Danıştay uygulamayı bozdu. Bu sefer "Biz Danıştay’dan görüş aldık, Danıştay karar alana dek geçen sürede açık liselere kayıt yapan öğrenciler bu haktan yararlanacak" denerek başka bir garabet yaratıldı ve açık lise üzerinden ÖSS’ye 17.000 öğrenci müracaat etti.

YÖK bu uygulamayı da "kanuna aykırı hak, hak olamaz" diyerek reddetti.

Şimdi bu çocuklar ortada kaldılar. Ne olacakları belli değil! Bu zırvayı MEB’in avukatları öngörmediler mi? Muhakkak öngörmüşlerdir. Bakan bu durumda ne yaptı? Uyarıları hiç iplemedi!

Sonunda da 17.000 öğrenciyi göz göre göre ortada bıraktı!

Bunun adına da, başka yerde ne denir bilmem ama Türkiye’de köylü kurnazlığı denir.
Yazının Devamını Oku

Bunlar neden oluyor?

9 Mart 2006
ŞEMDİNLİ iddianamesi ülkeyi birbirine kattı. İddianamenin bir KKK’yı işaretlemesi ülke için çok ama çok yeni bir olaydı. İki-üç gündür anlıyoruz ki; gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, işadamları ve tabii ki "normal yurdum insanları" savcıların istedikleri iddianamelerde, arzu ettikleri kadar saçma sapan iddialar ile suçlanabilirler ama bir komutan "zırva" bir iddianamenin dahi parçası olamaz.

Ben "zırva"ya muhatap olma konusunda bile eşitlenmeye çoktan razı idim ama görüyorum ki bu kadar basit bir arzu bile hálá çok uzakta bir hayal!

* * *

Peki, "basit bir mantıkla" hazırlanan iddianame neden bu kadar gürültü kopardı?

Neden "bu savcı saçmalamış" deyip, iddianameyi bir kenara atmadık!

Böyle yapamadık, zira iddianame ülkenin çok ama çok hassas dengelerine dokunuyor da ondan!

* * *

İddianame ülkenin bam teline bastı!

1) AKP; iktidarının üçüncü yılında bile devlet kurumları ile uyumlu çalışmayı öğrenememiş durumda.

2) Sivil ve askeri bürokrasi içinde bazı unsurlar da iktidarının üçüncü yılında seçilmiş hükümeti hazım edemediler.

Seçilmişler ile atanmışlar cumhuriyetin 80 küsür, demokrasinin 50 küsur yılında bir arada ve uyum içinde çalışmayı benimseyemiyorlar!

* * *

AKP Hükümeti:

1) Giderek büyüyen oranlarda sadece ve sadece kendi dar kadroları ile çalışmayı tercih eder bir görünümde. Bu ülkede tüm partiler diğer partilerin insanları ile çalışmaya bir nebze olsun razıdırlar ama AKP, kendi bağrından gelmeyen, sadakat yemini ile kendine bağlanmayan, milli görüşü şiar edinmemiş hiç kimseyi kabullenemiyor. Bu durum toplumun büyük bir bölümünü haklı olarak çok rahatsız ediyor.

2) Başbakan’ın tek projesi var: Cumhurbaşkanı olmak! Yine toplumun önemli bir bölümü bu olasılığı "son kalenin düşmesi" olarak değerlendiriyor.

TSK:

1) Ordu içinde bir kesim AKP’nin değişemeyeceğine, değişme iddialarının sahte olduğuna, gizli ajandanın rejimi değiştirmek olduğuna iman etmişler. Bu inançlarında hem sivil bürokrasiden, hem de vatandaşın belirli kesitinden açık destek almaktadırlar.

2) Ordu içinde aynı kesim, uyum yasaları çerçevesinde askerin siyaset içinde ağırlığının azaltılmasından çok rahatsız.

3) Yine aynı kesim sadece "irtica" konusunda değil, "bölücülük" konusunda da hükümete güvenmemektedir. Başbakan’ın geçen haziran ayında, Apo’nun jargonu ile, Kürt meselesine sahip çıkması bardağı taşıran damla olmuştur.

* * *

Ağustosta kimin genelkurmay başkanı olacağı konusunun çok üzerinde hem TSK, hem hükümet uluslararası "Ortadoğu meselesi" çerçevesinde, Türkiye’nin Güneydoğusu’nu kimin yöneteceği konusunun can alıcı ve ülkenin geleceği ile ilgili çok hassas bir konu olduğunun pekálá farkındalar.

Taraflar, uluslararası konjoktürün veri şartları altında, Güneydoğu’yu yönetecek gücün ülkenin makus talihinde başat rol oynayacağını çok iyi bilmektedirler!

Şemdinli iddianamesi ülkenin bam teline bu noktada basmıştır!

Turnosol kağıdı ise "Terörle Mücadele Yasası"dır!
Yazının Devamını Oku