5 Nisan 2006
HÜKÜMETİN temel bir sorunu var:Öngörülebilir bir şekilde politika yapmıyor! Bu cümle ile katiyen takıyye yaptıklarını ima etmiyorum.
Hükümet hangi konuda nasıl tavır alacağı tahmin edilebilir politikalar üretmiyor/üretemiyor.
Bu duruma ister "politikasızlık!" deyin, ister "politikaları var ama o kadar farklı ki karşı taraf anlamıyor", diyerek bir izahata soyunun, hükümetin neyi ne için yaptığını/yapacağını anlayamayan/tahmin edemeyen çevreler, haliyle hükümete güven(e)miyorlar!
Hükümet, tabandan ne kadar teşvik görürse görsün, siyasette etkin olan aktörlerce güvenilir bulunmuyor!
* * *
Daha ilerisini iddia edeyim; son dönemlerde taban da hükümetin neyi neden yaptığını anlamıyor. Sadece ülkede "siyah-beyaz" çatışması o kadar keskin seviyede ki; kendilerini "siyah" addedenler kendilerini "beyazların" her dediğini anlamamak, "siyahların" da her yaptığını onaylamak zorunda hissediyorlar. (Örn: Türban ve İmam Hatipler)
Hatta, kafalar o kadar karışık ki; siyahlar beyazlaştıklarını (iktidar olduklarını), beyazlar da siyahlaştıklarını (iktidarı kaybettiklerini) anlamıyor/kabullenemiyorlar.
* * *
Hükümetin tahmin edilebilir olmaması, politikalarındaki tercihlerin kolay anlaşılır olmaması, dolayısıyla "güven bunalımı" içinde bulunması hükümetin tabanda değil ama hem iç hem de dış dünyada kredisini her geçen gün artan oranlarda kaybetmesine neden oluyor.
* * *
Hükümet, tabii ki kendi tercihlerini yapma hakkına sahip ama bu tercihlerini açık ve seçik olarak ortaya koymak, yaptığı tercihlerde süreli ve ısrarcı olmak zorunda ki yeni tercihler söz konusu olduğunda nasıl bir tercih yapacağının da tahmin edilebilir olması lazım!
Hükümet, bu açıklığı taşıyamadığı için güvenilir bulunmuyor ve kendisiyle hangi konularda, ne kadar işbirliği yapılabileceği tahmin edilemiyor.
Bu durum da hükümeti hem içeride, hem dışarıda her geçen gün artan oranlarda yalnızlaştırıyor!
* * *
Örneğin; Türkiye’ye büyük sempati duyduğu bilinen ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Türkiye’nin Ortadoğu’da takındığını iddia ettiği rolle ilgili olarak, diyor ki: "Ne biz ne de başka herhangi bir yer, İran konusunda aracı istiyoruz... İran’la fazlasıyla iletişim var... Türkiye’nin bu rolü oynamasını öngörmüyoruz..."
Bu sözler Türkiye’nin dış dünyada (ABD+AB) nasıl yalnızlaştığının en ibret verici göstergesidir! Türkiye’den kendi etkinlik bölgesinde bile aktif rol alması istenmiyor!
* * *
Hükümetin hem içeride, hem dışarıda:
1) Merkez Bankası tercihi, 2) İran politikası, 3) Ortadoğu’da kendini nasıl konuşlandırdığı, 4) AB yaklaşımı, 5) IMF ile ilişkileri, 6) Kıbrıs’ta neyi ne kadar yapacağı, 7) Kürt meselesine bakışı, 8) Terörle mücadelede neden bu kadar zayıf kaldığı, 9) Neden emniyetteki bürokratları bu kadar kolay harcadığı, 10) Terörle Mücadele Yasası ile ilgili tavrı, 11) ABD ile "stratejik ortak" olma kavramından ne anladığı, vb. anlaşılmıyor/tahmin edilemiyor!
* * *
Hükümet; şaşkınlığı/güven bunalımı devam ettiği sürece ipleri başkalarının eline kaptırma sürecini güçlendireceğini de kavrayamıyor!
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2006
02.04.2006 Pazar günü yazdığım "Güneydoğu’da neler Oluyor?" başlıklı yazımda iki soru sormuştum: 1) (ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’un açık ve seçik olarak Türkiye’ye arabuluculuk hevesinden vazgeçmesi için yaptığı "İran uyarıları" üzerine.)
"...Ben, diplomatik dilde söylenen yukarıdaki sözleri kendi dilimde (İran’a) ’silahlı müdahale gerektiğinde yanımızda mısınız?’ sorusu olarak algılıyorum.
ABD, İran’a Avrupa’nın da desteğini alabileceği bir saldırı yapmak zorunluluğu hissederse, Türkiye’nin ne kadar yanında olacağı sorusuna cevap arıyor."
2) Açıkça sorulmayan ama ABD’de tartışılan bir konu da; ABD ile "İran meselesi"nde işbirliği yapmak için sivil hükümete mi, yoksa TSK’ya mı daha fazla güvenilebileceğidir!
* * *
Türkiye’nin Washington-ABD’de mukim deneyimli gazetecilerinden Yasemin Çongar, 03.04.2006 Salı günü Milliyet’te yazdığı "AKP’nin ABD’deki Kredisi Tükenirken" başlıklı yazısında adeta bu sorularıma cevap veriyor:
"...Geçen hafta Amerikan Türk Konseyi’nin (ATC) yıllık toplantısı için Türkiye’den Washington’a gelenler, hayretle karışık bir karamsarlık içinde yansıtıyorlardı izlenimlerini: ’İlişkilerin hali sandığımızdan çok daha kötüymüş...’ Aslında ortada yepyeni bir durum yok; ABD’lilerin Türk muhataplarına aktardıkları son dönemde biriken sıkıntının bildik satır başları... Bush yönetiminin AKP hükümetine giderek daha az güvenmesi ne anlama geliyor? Washington’da birileri, AKP’den kurtulmanın yolunu ABD’de arayan birtakım Türklerin umduğunu yapıp düğmeye mi basacak?.. Tabii ki hayır. Bush yönetimi, Türkiye’de halktan destek alabilecek ciddi bir siyasi alternatif belirmedikçe ’AKP’ye mahkûm’ olduğunu biliyor... Washington, biraz da bu bilinçle, Türkiye dönüşü ayağının tozuyla ATC toplantısına katılan ABD Genelkurmay Başkanı General Peter Pace’in de vurguladığı gibi, ’askerden askere’ ilişkileri iyice düzeltip generaller diyaloğunu sıklaştırma çabasında..."
* * *
Hükümet, şubat ayında HAMAS’ı Ankara’ya ABD’nin de olurunu alıp davet ettiği havasını vermek istedi; ama Yasemin Çongar’a konuşanlar aksi görüşte:
"...Türkiye’yi iyi tanıyan üst düzey bir ABD yetkilisi, bir eski Türk siyasetçisinin kendisini makamında ziyareti sırasında, ’Bizim için HAMAS ziyareti eşittir 1 Mart Tezkeresi’nin reddi’ ifadesini kullandı..."
* * *
Genelde Ortadoğu’da, özelde Türkiye’nin Güneydoğu’sunda olup bitenleri geniş bir bakış açısıyla algılamak isteyenler, Yasemin Çongar’ın büyük ihtiyatla, adeta kelimeler teker teker seçilerek yazılmış bu makalesini muhakkak okumalılar.
* * *
Hükümetin ABD, AB, IMF, işadamları, medya ve dahi sivil bürokrasi önünde aynı anda ve süratli bir gerileme dönemine girmesi, sadece kendi "çapı" ile açıklanabilir.
Türkiye’de siyaseti şekillendiren neredeyse tüm aktörleri aynı anda karşısına alan Başbakan’ın, neden sinirlerinin çok bozulduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Hükümet, tek sığınağı olarak kendi tabanını görmeye başladı ve hem popülizm musluğunu açarak, hem edasını tabana göre ince ayar ederek durumu (baskın) seçime dek idare etmeye çalışıyor.
* * *
Hükümete ölümü gösterip onu sıtmaya razı etme oyunu kısık ateşe kondu!
Başbakan da pekálá oyuna geliyor!
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2006
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Washington’da diyor ki, "Türkiye’den en çok istediğimiz şey, İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile tam bir işbirliği başlatması ve nükleer programında tam şeffaflık sağlaması konusundaki açık uluslararası ortak tavrı desteklemeyi sürdürmesidir. Ne biz ne de başka herhangi bir yer, İran konusunda aracı istiyoruz. İran’la fazlasıyla iletişim var. Bu konuda uluslararası topluluk adına esas muhatabın AB troykası, Enerji Kurumu Başkanı El Baradey ve uranyumun zenginleştirilmesine ilişkin özel teklifleri nedeniyle bir ölçüde Ruslar olmasından yanayız. Türkiye’nin bu rolü oynamasını öngörmüyoruz." (Milliyet-Yasemin Çongar-31.03.2006)
Ben, diplomatik dilde söylenen yukarıdaki sözleri kendi dilimde "silahlı müdahale gerektiğinde yanımızda mısınız?" sorusu olarak algılıyorum.
ABD, İran’a Avrupa’nın da desteğini alabileceği bir saldırı yapmak zorunluluğu hissederse, Türkiye’nin ne kadar yanında olacağı sorusuna cevap arıyor.
Açıkça sorulmayan ama ABD’de tartışılan bir konu da; ABD ile "İran meselesi"nde işbirliği yapmak için sivil hükümete mi, yoksa TSK’ya mı daha fazla güvenilebileceğidir!
* * *
Ben Güneydoğu’da yaşananların ardında bu sorunun cevabını arıyorum:
1) Başbakan Haziran 2005’te Güneydoğu’da yeni bir dönem başlatmak istedi; ama PKK’nın kucağına düştü. Apo’nun söylemini kullanarak, istemeden, PKK ile siyasi platformda müzakerelere girebileceği sinyalini verdi.
2) PKK durumdan vazife çıkardı, açık tavırlar almaya, kendi emir komutasındaki belediye başkanlarına salvolar attırmaya başladı.
3) Başbakan attığı adımdan geri dönmeye çalıştı; ama her seferinde içinden çıkamadığı ve hiçbir anlam taşımayan söylemler yarattı.
4) Hükümet, söz verdiği halde, 8 aydır "Kürt realitesi" ile ilgili herhangi bir somut adım atamadı, hiçbir politika üretemedi.
5) Politikasızlık otorite boşluğu yarattı. Bölgede sivil ve askeri güçler birbirinden bağımsız, hatta zaman zaman çelişen tavırlar aldılar, zaman zaman hukuk dışına çıkmakta hiçbir beis görmediler.
6) Çelişki Şemdinli olayları ve onun çerçevesinde hazırlanan iddianame ile gün yüzüne çıktı. Çok cesur ve anlamlı hazırlanan iddianameye Büyükanıt palyatif bir mantık ile lüzumsuz olarak sokulunca hedef ters tepti. Hükümet gelişmeleri yönetemeyince ürktü ve sivil güçleri gözden çıkararak onlar indinde de otoritesini kaybetti.
7) Yaşanan otorite boşluğunda; Kuzey Irak’a her an ABD ile işbirliği içinde yapılabilecek bir askeri müdahalenin kendisini bertaraf edeceğini hesaplayan ve hükümetten de umudunu kesen PKK, Güneydoğu’da yeniden anarşiyi hortlattı.
8) Bu hafta yaşananlar, sivil otoritenin duruma hákim olamadığını bir kez daha çok açık bir şekilde gösteriyor.
* * *
Bu köşeyi takip edenler bilirler. Sürekli yazıyorum.
1) Güneydoğu’yu kim yönetirse, "uluslararası ihtiyacı" en iyi karşılayan kurum olarak algılanacak.
2) Bu durumda haliyle; fiili durum ne olursa olsun, Güneydoğu’yu yöneten Türkiye’yi de yönetecek.
3) Güneydoğu’yu kimin yönettiğini de "Terörle Mücadele Yasası" belirleyecek!
* * *
Konuyla ilgili diğer unsurları bilmiyorum; ama "durumu" Başbakan’ın doğru okuduğundan emin değilim.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2006
BİR ülkenin dünyadaki yerini tayin eden en önemli faktör, emeğin verimliliğidir. Dün Milli Prodüktivite Merkezi adına Prof. Dr. Erol Taymaz ve Dr. Halit Suiçmez tarafından hazırlanan "Türkiye’de Verimlilik, Büyüme ve Kriz" (Ankara-2005) adlı çalışmayı özetlemeye başladım. Çalışmanın vardığı en önemli sonuç, maalesef Türkiye’de emeğin verimliliğinin yeteri seviyede artmadığıdır! Buna göre de:
Türkiye, 1960 yılındaki istihdam/nüfus oranına sahip olabilmek için 2002 yılında 20.7 milyon kişiye değil, 27.9 milyon kişiye istihdam olanağı sağlayabilmeliydi. Bu farkın küçümsenmeyecek bir fark olduğu açıktır.
* * *
Neden? Zira 1980 sonrası dönemde imalat sanayiinin yapısında köklü bir değişiklik gerçekleşmemiştir. 2000 yılında düşük teknoloji sanayilerin imalat sanayii katma değeri içindeki payı yüzde 65.7 olmuştur. Orta teknoloji sanayilerin payı ise 1980-2000 döneminde bazı dalgalanmalar göstermesine rağmen zaman içerisinde fazla değişmemiş ve 2000 yılında yüzde 23.7’de kalmıştır. Yüksek teknoloji sanayilerin imalat sanayii katma değeri içindeki payı 1980’den sonra çok yavaş bir artış göstererek 2000’de ancak yüzde 10.6’ya ulaşmıştır.
Üretkenlik açısından, 1993 sonrası bir "kayıp dönem" olarak nitelenebilir. 1993’ten 2000’e kadar imalat sanayiinde, yüksek -ve düşük- teknoloji sanayilerinde emek üretkenliği hemen hiç artmamış, orta teknoloji sanayilerinde ise ufak bir artış kaydedilmiştir.
* * *
İmalat sanayiindeki emek verimliliği 2001 krizinden sonra, 2002 yılından itibaren ise sürekli yükselmiştir. 2001 yılında 2000 yılına göre yüzde 9.5 oranında düşen üretim endeksi (1997=100) sonraki yıllarda artmıştır. İstihdam da 2001 yılında yaklaşık yüzde 9 civarında gerilemiştir. 2001 yılında, kriz öncesine göre, üretim ve istihdamda yakın oranlarda düşmeler yaşanmışken en dramatik gerileme ücret endekslerinde olmuştur. İmalat sanayiinde 1997’den 2004 yılına istihdam endeksi devlet kesiminde yüzde 54.6, özel kesimde yüzde 11.9, toplamda ise yüzde 17.3 oranında gerilemiştir. Buna karşılık üretim endeksinde toplamda yüzde 12’lik bir artış olduğu gözükmektedir.
İşte bu durum istihdam yaratamayan bir büyüme tipi olarak değerlendirilmektedir. Diğer yandan son iki yıl içinde gerçekleştiği öne sürülen yüksek büyüme hızlarının aslında gerçeği yansıtmadığı iddiaları gerçeğe daha yakındır.
İmalat sanayiinde 28 alt sektörde yapılan incelemeler sonucunda 2001 yılında sektörlerin çoğunda üretim ve istihdamın azaldığı, verimlilikte de önemli düşüşler gerçekleştiği, emek verimliliği artmış gibi gözüken birkaç alt dalda ise gerçek bir verimlilik artışı değil, büyük istihdam daralmasına dayanan "sanal" bir durumun varolduğu saptanmıştır.
Türkiye’de emek yeteri kadar verimli kullanılmıyor.
Teknolojinin yardımıyla son yıllarda verimlilikte artış var ama bu artış dünya standartlarının altında. 2001 yılı sonrası emeğin verimliliğinde de bir artış var ama bu artış henüz istihdam artışına istenen seviyede yansımış değil.
Türkiye’de emeğin verimliliğinin düşük olmasının en önemli nedenini eğitimin hem yetersiz, hem de yanlışlarla dolu olmasına bağlıyorum.
Türkiye, insan yetiştirme anlayışını verimlilik merkezli ancak analitik düşünme becerisiyle donatılmış bir felsefeye dayandırmak zorundadır.
* * *
Keşke, ülkenin gündemini eğitim sistemimizde eksikliklerin irdelenmesi oluştursa! Madem itişip kakışmayı seven bir milletiz, keşke bu uğurda itişsek, kakışsak!
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2006
GEÇEN hafta Dünya Bankası raporuna dayanarak Türkiye’nin 21. yüzyılın insanını yetiştirme konusunda ne kadar eksik kaldığını vurguladım. Meselenin özü, başta insan olmak üzere üretim kaynaklarından mümkün olan en yüksek seviyede verim almaktır.
Toplumlar en kıymetli kaynakları olan insan kaynağını ne kadar verimli kullanırlarsa o kadar ileri gidiyorlar.
Ben bugün ve yarın "verimlilik" konusunu irdeleyeceğim. Yazılarımda Milli Prodüktive Merkezi adına Prof. Dr. Erol Taymaz ve Dr. Halit Suiçmez tarafından hazırlanan "Türkiye’de Verimlilik, Büyüme ve Kriz" (Ankara-2005) adlı çalışmayı özetleyeceğim.
* * *
Türkiye’de 1925-2005 döneminde büyüme hızlarındaki istikrarsızlık düzeyi son derece çarpıcı bir eğilim göstermektedir. 1960’lar ve 1970’lerin ilk yarısı büyüme hızının oldukça istikrarlı ve yüksek olduğu yıllardır. Fakat 1970’lerin sonlarındaki gerileme sonucu istikrarsızlık düzeyi de geçici olarak artmıştır. 1980’lerin ortalarından itibaren istikrarsızlık oranı sürekli artma eğilimindedir.
Bu yapı sürekli yüksek büyüme hızlarına izin vermemekte, daralmaların gittikçe daha şiddetli olacağı ihtimalini güçlendirmektedir.
Kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) artışında en önemli etkenlerden birisi tarımın GSYİH’deki payının azalıp, sanayinin payının artmasıdır: Yapısal değişim!
* * *
2000’li yıllara gelindiğinde ülkemizde yapısal dönüşümde belirli bir noktanın yakalandığı öne sürülebilir. Bugün tarımın GSYİH içindeki payı %13-14 civarında, sanayinin payı %26’dır. Ancak kalkınma sürecine aynı yıllarda başlayan bazı ülkelerle yapılan karşılaştırmalarda bu düzey hiç tatmin edici değildir.
1950-1990 döneminde tarım kesimine göre emek üretkenliği çok daha yüksek olan sanayi ve hizmet sektörlerinin paylarının artışı sonucu kişi başına GSYİH’de önemli bir artış gerçekleştirilmiştir. Ancak bu artışı, örneğin Kore ile karşılaştırdığımızda, sonuç çok da tatmin edici değildir. 1960-2002 döneminde Kore’nin kişi başına GSYİH’si, 1960 yılında ABD’nin sadece %10’u düzeyinde olduğu halde, 2002’de %54’e ulaşmıştır. 1960 yılında Türkiye’nin kişi başına GSYİH’si ABD’nin %20 ve %21 seviyesindeyken, fazla bir değişiklik olmadan, 2002’de %23 ve %19 seviyesinde kalmıştır.
* * *
1972-1999 döneminde Türkiye’de emek verimliliği yıllık ortalama %3.8 oranında artmıştır. Bu dönemde gerçekleşen emek üretkenliğindeki artışın %55’i sektörel düzeydeki emek üretkenliğindeki artışlardan, %45’i yapısal dönüşümden kaynaklanmıştır. Sanayileşme süreci sonucu istihdamın tarımdan sanayi ve hizmet sektörlerine kayması, ortalama emek üretkenliğinin, dolayısıyla kişi başına GSYİH’nin artmasına katkıda bulunmaktadır. Ancak sanayileşmenin kendiliğinden ortalama üretkenliğin (kişi başına ulusal gelirin) artışına yol açmadığını, ulusal gelirin artmasının, istihdam yaratılmasıyla, yani yatırım olanaklarının geliştirilmesiyle de ilişkili olduğunu unutmamak gerekir.
Türkiye’nin 1960 sonrası performansının düşük olmasının temel nedeninin istihdam/nüfus oranının düşmesi olduğu anlaşılmaktadır. İstihdam/nüfus oranının düşük olmasının nedeni ise kentleşme sonucu işgücüne katılım oranının düşmesi ve kentsel kesimde (özellikle kadınlar için) yeterli istihdam olanaklarının yaratılamamasıdır.
Türkiye, 1960 yılındaki istihdam/nüfus oranına sahip olabilmek için 2002 yılında, 20.7 milyon kişiye değil, 27.9 milyon kişiye istihdam olanağı sağlayabilmeliydi. Bu farkın küçümsenmeyecek bir fark olduğu açıktır.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2006
HÜKÜMETİN gizli ajandası olup olmadığını bilmiyorum. Muhakkak aralarında başka bir rejimi özleyenler vardır; ama ben bu hükümetle ilgili en önemli meselenin çapsızlık olduğunu düşünüyorum. Bu hükümet bu cesamette bir ülkeyi yönetecek bilgi ve beceriye sahip değil!
Yapısı parlamenter demokrasi ile çatıldığı için hükümet esasında Meclis’e hesap verecek Başbakan ve ona karşı sorumluluk taşıyan bakanlardan oluşuyor. Dolayısıyla hükümetin asli sorumlusu Başbakan.
Parlamento, Başbakan’a yetki veriyor ve onu sorumlu kılıyor. Zaten hükümetler de başbakanların adıyla anılıyor. Bu hükümetin adı da Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti!
Yönetim zaaflarının baş sorumlusu bizzat Başbakan!
* * *
Hükümet, meşruiyetini ispat edene dek hazır bulduğu AB ve IMF reçetelerini başarıyla uyguladı. Bu konuda hakkını yemek olmaz.
Ancak, hükümet şablonu olmayan konulara; anında tepki vermesi, bağımsız karar alması gereken konulara girdiğinde, neredeyse her keresinde bocalıyor.
Hükümetin "meseleleri" irdeleme, analiz etme, alternatif belirleme, alternatifler içinden kendi hedefleriyle ülkenin ihtiyaçlarını optimal seviyede birleştiren şıkkı seçme becerisi yok.
Dolayısıyla hükümetin siyaset yapma becerisi yok.
Hükümetin bu tavrı da hakkında her türlü spekülasyonun çıkarılmasını mümkün kılıyor.
Güvenilirliğini sarsıyor.
* * *
Başbakan, Sudan’a gitmeden önce gazetecilerin sorularını alırken, Merkez Bankası’yla ilgili soruya kızıyor.
Merkez Bankası’nın nasıl yönetileceği, başkanın kim olacağı ile ilgili soruyu gereksiz ve lüzumsuz buluyor.
Beni Başbakan’ın Merkez Bankası’na başkan seçememe beceriksizliği kadar bu vurdumduymaz tavrı da etkiliyor.
Gazetecilerin "Merkez Bankası" sorusunu "lüzumsuz" bulan Başbakan, Merkez Bankası’nın işlev ve önemini kavrayamamış duruma düşüyor.
Başmüzakereci de binbir zorlukla seçilmişti.
* * *
Şimdi gözüken o ki Merkez Bankası uzun süre "vekáletle" yönetilecek.
Neden?
Hükümet, istediği kişiyi Cumhurbaşkanı onaylamayacağı için sıklıkla başvurduğu bir oyuna, "vekálet" oyununa başvurdu. Önerdiği isimle esasında salvo atmış. Niyeti başka. Ayrıca belli ki, "başkan yardımcılarını" da Cumhurbaşkanı’na öneren hükümet, başkan yardımcılarını Merkez Bankası Başkanı’nın seçeceğini/önereceğini dahi bilmiyor.
* * *
Hükümet başka hassas bir konuda daha vurdumduymaz olduğunu tüm dünyaya ilan ediyor.
"Vekálet" ile yönetilen görevler, hükümetin denetimi ve dolayısıyla icraatı altında görevlerdir. Hükümet de zaten "vekálet" müessesesini böyle savunuyordu.
Halbuki Merkez Bankası, bağımsız bir kuruluş ve görevini ifa etmek için bu bağımsızlık onun için hayati bir mesele!
Her an azledilebilecek bir "vekil", bankayı nasıl bağımsız yönetecek?
Bankanın bağımsız kalması için atanan başkan sonradan görevden alınamıyordu!
* * *
Başbakan, Merkez Bankası’nın işlevini nasıl ifa edeceğini dahi ya kavrayamamış, ya da iplemiyor!
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2006
GENELKURMAY’ın Şemdinli olayları hakkında yaptığı açıklamada ne deniyordu? "Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yapılan bu haksız ve maksatlı suçlamalar karşısında öncelikle Anayasal sorumluluğu olanların tavır almaları, bu saldırıyı bütün yönleriyle ortaya çıkarmaları ve arkasındaki çarpık zihniyetin temsilcilerini makam, statü ve konumları ne olursa olsun kamuoyuna açıklamaları ve haklarında işlem yapmaları gerekmektedir."
Anayasal sorumluluk sahibi tabiriyle kastedilen makamın hükümet olduğu aşikárdı.
Hükümet ne yaptı?
Durumdan vazife çıkardı ve TBMM Şemdinli Komisyonu’na çarpıcı açıklamalar yapan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’u görevden aldı.
Demek ki nasıl bir insanmış Sabri Uzun?
Genelkurmay açıklamasına göre:
TSK’ya karşı haksız ve maksatlı suçlamalar yapan, saldırıda bulunan çarpık zihniyetli bir kişi!
* * *
Peki Sabri Uzun’u o göreve kim getirmişti?
Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti.
Şemdinli Komisyonu kurulduğunda Başbakan ne demişti?
- Olaylar nereye kadar gidecekse oraya kadar gidilecektir!
Aynı Başbakan, komisyonda ifade vermeden önce Sabri Uzun’a ne dedi?
- Ne biliyorsan anlat!
Sonra ne yaptı? Yanlış-doğru, bildiklerini anlattığı için Sabri Uzun’u görevden aldı.
Tavşana kaç, tazıya tut!
* * *
Genelkurmay’ın ağır sözlerini dahi anlayabilirim. Kurumlar kendilerini korumak isterler.
Ama Başbakan’ı anlamam, hele bu Başbakan’ı anlamam mümkün değildir; zira Başbakan olmadan önce yaptığımız sohbetlerde benzeri konular için eski hükümetleri kastederek söyledikleri hálá aklımda.
Neydi Başbakan’ın yapması gereken?
Van’da açılan davanın sonucunu beklemek.
Orada çıkacak sonuçlara göre değil Sabri Uzun’u görevden almak, hakkında cezai işlem dahi uygulayabilirdi.
Sabri Uzun’u görevden alan Başbakan, Van’daki davanın sonucunu da şimdiden ilan etmiştir!
- Bana zarar vermesin de, nerede patlarsa patlasın!
* * *
Hükümet, onu var eden her konuda yan çiziyor.
Türbana af meselesinde samimi olmadığı, Leyla Şahin’in eline hükümete yakın kaynaklarca tutuşturulan ve AİHM’de Şahin’in savunması olarak okunan layihadan belli.
İmam hatipliler 3 yıldır oyalanıyor. Meslek liseliler de arada kaynayıp gidiyorlar.
Şimdi de "hukukun üstünlüğü" bizzat hükümet tarafından ayaklar altına alınıyor! Neden?
Statüko ile uzlaşıp o kör makamda oturmaya devam etmek için!
Halbuki bir de hocaları Necmettin Erbakan’a danışsalar.
O da statüko ile uzlaşmak için 28 Şubatlara imza atmış, irtica ile mücadele edilsin diye Başbakanlık’ta hukuk dışı izleme büroları kurdurmuştu.
Peki sonu ne oldu? Yok oldu!
* * *
Emin Arslan, Hanefi Avcı, Sabri Uzun!
Kimse hükümete güvenerek işini yapmaya çalışmasın!
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2006
ÜÇ gündür bu köşede Dünya Bankası Türkiye Direktörü Andrew Vornink’in hazırladığı "Türkiye’de Eğitim Reformu" (www.worldbank.org) başlıklı raporunu irdeliyorum. Zira, en önemli meselemiz olan insan sermayesini gereği gibi geliştirmeyi bir türlü beceremiyoruz. 21. yüzyılda kendi kendimize atabileceğimiz en büyük kazık yüzyıla uygun insan yetiştirememek olacaktır!
İrdelediğim rapor hep doğru gözlemlerde bulunmuyor ama soğukkanlı hazırlanmış ve bizi dışarıdan seyreden bir rapor.
* * *
Rapor özetle: Dünyada analitik düşünmeye yönelik, sorun çözen, ezber bozan, karmaşayı göğüsleyen, rahat ve doğru iletişim kuran işlere talebin arttığını, elle yapılıp basit tekrar gerektiren işler yerine akıl gücü ile yapılan işlerin ön plana çıktığını söylüyor.
Türk eğitim sistemi ise bu niteliklere sahip insan yetiştirmekten çok uzak!
Bunun içindir ki Türkiye’de emeğin verimliliği oldukça düşük ve daha beteri insan sermayesi emeğin verimliliğine doğru dürüst bir katkıda bulunamıyor.
Meslek lisesi mezunları emeğin verimlilik meselesine olumlu katkıda bulunabilirlerdi ama göstergeler bu iddiayı da doğrulamıyor. Meslek lisesi mezunları normal liseleri bitirip üniversiteye devam edemeyenler kadar ücret alabiliyorlar. Türkiye’de nispeten yüksek ücreti üniversite mezunları alıyor. Zaten üniversite kazandırma ihtimali çok düşük olan meslek liseleri iyi ücret de kazandırmadığı için, gençler açısından hiç cazip olmuyor.
* * *
Öte yanda ÖSS de insan sermayesinin gelişmesine yönelik ölçümler yapmadığından öğrencileri çağdaş dünyaya hazırlamaktan çok ama çok uzak. ÖSS "özel dershane" sistemini yaratmış ve ortalama 5.000 dolar karşılığında bu dershaneler hiçbir işe yaramayan ama okul kazandıran bilgi satıyorlar.
Üniversiteleri de, dershanelerde "çok seçimli sınav kazanma" becerisi edinmiş, ödeme gücü olan ailelerin çocukları kazanıyor!
Türkiye’de eğitim insanımızı 21. yüzyıla hazırlayamadığı gibi ülkedeki çarpık gelir dağılımını beter körüklüyor!
* * *
Türkiye’de eğitim sektöründe yaşanan garabet kendini eğitimin finansmanında da açıkça gösteriyor.
Dünya Bankası raporu diyor ki:
Türkiye’nin eğitim harcamalarının GSMH içindeki payı sevindirici olarak %7 oranı ile çok yüksektir. Hatta dünyadaki en büyük paylardan birisidir. Fakat payın yüksekliği kamu harcamaları nedeniyle değildir, çünkü kamu harcamaları diğer AB ve OECD ülkelerinin biraz altındadır. Türkiye’nin eğitime bu denli para harcamasının esas nedeni, özel harcamaların payının çok büyük olmasıdır. Çoğunlukla aileler sınava hazırlık kurslarının ücretlerini, çocuklarının ilköğretim ve orta öğretimdeki ilave desteklerini ve vakıf üniversitelerindeki öğretim ücretlerini karşılamaktadırlar. Dershane kurslarına her yıl harcanan para miktarı neredeyse genel orta öğretim okulları için devletin ayırdığı tüm eğitim bütçesine eşittir. Bu, harcamalarda çok büyük bir dengesizliktir.
* * *
Üç gün üst üste bir rapor çevresinde Türkiye’nin insan sermayesi konusundaki zaaflarını birer birer sıralamaya çalıştım. Amacım, kısardöngü içinde itişenleri belki de birleştirecek bir tartışma ortamı hazırlamaktır.
Türkiye’nin bu eğitim anlayışı, bu insan sermayesi gelişimi, bu verim(sizlik) seviyesi ile 21. yüzyılda hayallerini gerçekleştirebileceğini hiç sanmıyorum!
Yazının Devamını Oku