22 Şubat 2006
28 Şubat’ın yarattığı "tepki siyaseti"ni AKP doğru değerlendirdi ve Erdoğan-Gül-Arınç üçlüsü önce Milli Görüş’ü parçaladılar, sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın muhteşem pragmatik güdüleri ile Erbakan’dan umudu kesen muhafazakarların, Erbakan’a bir türlü ısınamamış genç Anadolu Aslanlarının, liberal demokratların, yolsuzluk çamuruna batmış partilerinden kopan merkez sağ seçmenin 3 Kasım’da desteğini aldılar. AKP’yi, omurgası Milli Görüşçülerden oluşan bir koalisyon kurarak iktidara taşıdılar.
Ancak, yine de bir eksik vardı! İktidar olmuşlardı ama gerek içeride, gerek dışarıda tam anlamı ile meşruiyet kazanamamışlardı. Gizli ajandaları olup olmadığı hálá tartışılıyordu.
Rüştlerini ispat etmeleri için imdatlarına Kopenhag Kriterleri ve IMF reçeteleri yetişti.
Hükümet bu iki politikaya ipe sarılır gibi sarıldı! Ülke kazandı.
Ancak, en büyük kazanımı AKP elde etmişti: Meşruiyetini pekiştirdi!
* * *
Meşruiyet Hükümet’e önce bir rahatlama, sonra da hedef değişikliği getirdi. 3 Kasım’dan beri dış müşteriye servis veren iktidar artık iç müşteriye dönmek zorundaydı. Şimdi sıra onlardaydı. 17 Aralık sonrası AKP de "yok birbirimizden farkımız!" şiarına sığındı ve tabanına hizmet dağıtmaya başladı.
Devletin özünde "başkalarının parasını başkaları için harcama kapısı" olduğunu keşfetme sırası kendine geldiğine inanan AKP, özellikle yerel yönetimler üzerinden kendi tabanına arpalık dağıtmaya başladı, kadrolar Milli Görüşçüler tarafından dolduruldu.
Bürokraside garabet bir "vekalet" sistematiği devreye girdi. AKP’ye diğer partilerden katılanlar açıkça dışlandı, partiden kopmaları için özel gayret gösterildi.
İç müşteriye hizmet verme gayreti eninde sonunda büyük ihaleleri de rant kapısı haline getirince partinin bütün cilası dökülmeye başladı.
"Şimdi sıra bizimkilerde!" anlayışı ile AKP diğerlerine benzemeye başlayınca ortaya klasik bir rantiyer partisi çıktı ama benim AKP ile en büyük sıkıntım partinin son 6 aydır büyük bir hızla anlamsızlaştırılmasıdır!
AB ve IMF’in "yol haritası" tüketilince hep beraber görmeye başladık ki, parti liderlik başta olmak üzere siyaset üretemiyor! Çapı ve aklı proje üretmeye elverişli değil!
Şimdi su soruları sorun kendinize:
AKP hükümeti kendi tabanının 3 yıldır hangi (iş, aş, türban, imam hatipler v.b.) sorununu çözmüştür?
AKP denince ileriye dönük olarak aklınıza hangi proje geliyor?
AKP, tabanın iş ve aş sorunları üzerine henüz hiçbir çözüm üretemediği gibi, türban ve imam hatip gibi konuları da amaçlı olarak çözmemektedir.
AKP’nin ileriye dönük sadece ve sadece bir tek projesi vardır:
Recep Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı yapmak!
Bu hedef sadece onun değil, AKP içinde alternatif üretmeye çalışanların da ortak hedefidir!
* * *
Parlamenter demokrasilerde hükümet Başbakan’ın liderliği ile kimlik bulur.
İktidarı Başbakan’ın hayalleri ve ufku ileri taşır!
Bugün itibarıyla Başbakan’ın Türkiye’nin en can alıcı konularında; istihdam, yatırım, Kürt meselesi, Ortadoğu, Kuzey Irak, İran, Suriye ve en son gördüğümüz gibi HAMAS vb. kafasında herhangi bir "politika" yoktur.
Onun için, HAMAS meselesinde olduğu gibi, sabah başka, öğlen başka davranıyor, onun için kendisini sorgulayan herkese adeta kişiliğine saldırılmış gibi ateş püskürüyor!
Yarın "yarın"!
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2006
SON dönemde yaşananlar, AKP’nin bir transformasyondan geçtiğini gösteriyor. Bu transformasyon, köklü bir değişim veya aslına geri dönmek olarak görülebilir. Hatta, çok basit bir yaklaşımla hükümetin ve özellikle Başbakan’ın, tıpkı metal yorgunluğu gibi, çok erken de olsa iktidar yorgunluğuna yakalandığı da söylenebilir. Ancak, hızlı bir seviye değişimi olduğunu kimse inkár edemez.
Önümüzdeki üç gün AKP’yi üç değişik açıdan analiz etmeye çalışacağım. Zira, AKP liderliğinde Türkiye’nin bir yol ağzına geldiğini düşünüyorum ve özellikle bu yılın ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin çok ama çok ısınacağına inanıyorum.
Analizimi üç boyuta oturtacağım: Dün, bugün ve yarın!
Bugün "dün"ü yazacağım.
* * *
AKP’nin kısa geçmişine bakıldığında onu yaratan en önemli faktörün 28 Şubat dönemi olduğu görülecektir.
Başında ABD’den de onay aldığına inandığım 28 Şubat dönemi, şahsi kanıma göre, üç olası gelişime ve onların tetiklediği varsayımlara tepki olarak doğmuştu: Erbakan ve arkadaşları i) rejimi değiştirmeye yönelebilirlerdi (statüko), ii) ülkeyi Batı ittifakından çıkarmaya çalışabilirlerdi (ABD), iii) yükselen muhafazakár Anadolu burjuvazisi yeni bir paylaşım talep edebilirdi (İstanbul burjuvazisi)!
Erbakan’a tepki duyan statüko, ABD ve İstanbul burjuvazisi, bir güçlü müttefik arkasında rahatlıkla birleştiler: TSK!
TSK, Erbakan ve ekibini püskürtmeyi başarıyla gerçekleştirdi. Ancak, dikte etmekten başka bir yönteme akıl yoramayan o dönemin çapsız generalleri ve onların sayesinde iktidar olan daha çapsız kukla siyasiler, üç alanda çok büyük hata yaptılar.
i) "Rejimi koruma" güdüsünü "din karşıtlığı" görüntüsü veren siyasete çevirdiler. ii) Ekonomik mücadeleyi bazı siyasi ve askeri aktörlerin adını kirleten bir rant ekonomisi haline getirdiler. iii) Cumhuriyet ile demokrasi arasında ilki lehine o kadar açık tavır koydular ki, ruhunda zerre kadar demokratik kriterlere bağlılık hisseden insanları dahi karşılarına aldılar.
Kanımca, en büyük hatalarını da İstanbul’un başarılı belediye başkanını zırva bir bahaneyle mahkûm ederek gerçekleştirdiler.
Bugün açıkça ortaya çıktığı gibi, asker-sivil bürokratlar, Recep Tayyip Erdoğan’dan şahsi donanım ve becerilerini fazlasıyla aşan bir kahraman yarattılar!
* * *
28 Şubat döneminin ne istemediğini bilse de, ne istediğini bilmeyen "ortak aklı", bir yandan mahkûm ettiği Erbakan’ı bölmek için alternatif ararken, diğer yanda uluslararası arenanın yükselen "sert İslamcı siyasete" karşı "yumuşak İslamcı siyaset" alternatifi üretmeye başlaması, gözleri Türkiye’de Erdoğan’a çevirdi.
Recep Tayyip Erdoğan bu dönemde muhteşem pragmatik güdüleri ile Erbakan’dan umudu kesen muhafazakárları, Erbakan’a bir türlü ısınamamış genç Anadolu Aslanlarını, liberal demokratları, yolsuzluk çamuruna batmış partilerinden kopan merkez sağ seçmeni ve nihayetinde 11 Eylül sonrası Müslüman dünyada kendine yeni bir müttefik arayan ABD’yi kendi safına çekmeyi becerdi.
Erdoğan-Gül-Arınç üçlüsünün Milli Görüş’ü farklılaştırarak Necmettin Erbakan’ın partisini bölmeleri, tarihte nadir görülen bir tabu parçalamasıdır!
AKP, 3 Kasım’da Erdoğan’ın muazzam pragmatizmi sayesinde birleştirdiği milletin ne istediğini değil, neyi istemediğini ortaya koyduğu bir seçimde iktidar oldu!
Yarın, "bugün".
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2006
BU ülkede muhalefete hiç ihtiyaç yok. Gün geçmiyor ki hükümet kendi ayağına yeni bir kurşun sıkmasın. Kürt meselesini önce ortaya atıp sonra yutan bu hükümet, alt kimlik-üst kimlik tartışmalarında birbiriyle çelişen salvolarla kendi ayağına taş dolayan yine bu hükümet, mal varlığı tartışmalarını çıkaran illa ki hükümet, durduk yerde vatandaşa söven de aynı hükümet!
Şimdi de ortaya bir "HAMAS meselesi" çıktı!
HAMAS'ı Türkiye'ye çağıran, sonra da ortadan toz olan yine ve yine bu hükümet!
* * *
HAMAS'ı Türkiye'ye davet etmek, tek başına yanlıştır veya doğrudur diye tartışılamaz. Kişi kendine seçtiği ideoloji çerçevesinde HAMAS'ı davet etmeyi doğru veya yanlış bulur.
Ama, bir hükümet izlediği dış politikada tutarlı olmak, tahmin edilebilir olmak, güvenilir olmak zorundadır.
Başka türlü ciddiye alınmaz, uluslararası arenada ortak politikalara dahil edilmezsiniz.
* * *
İç içe geçen ilişkiler yumağında, madem ki ülkeler birbirine bağlı (interdependent) davranmak zorundadırlar, o zaman her bir ülke kendine yakın hissettiği ülkeler bloku ile birlikte hareket etmek durumundadır. Batılılar, Müslüman ülkeler, Ortadoğu veya Uzakdoğu ülkeleri, hatta hiçbirine bağlı değilmiş gibi davrandığını söyleyen bağımsızlar, ister istemez bir birliktelik-ittifak içinde hareket ederler.
Türkiye bugüne dek kendisine Batı ittifakını seçmiş ve ona uygun davranmıştır.
Hükümet, isterse bu ittifaktan ücretini ödemek kaydıyla çıkabilir ve istediği yeni bir ittifaka, yine ücretini ödemek kaydıyla girebilir.
* * *
Ancak, ittifakların birine aitmiş gibi gözüküp diğeriyle flört etmeye kalkarsanız veya ait olduğunuzu söylediğiniz ittifaka ters düşen hareketleri sorumsuzca ve tek başınıza yapmaya kalktığınızda bu hareketinizi hazmetmezler ve muhakkak sizden çıkarırlar.
Bu hükümet tutarsız dış politikalarıyla her geçen gün Türkiye'yi yeni bir güven erozyonuna uğratmaktadır. Şark kurnazlığı ancak şarkta geçerlidir.
ABD, İsrail ilişkileri, AB'ye vb. bakış, hep tutarsız atılımlardan oluşuyor!
1 Mart Tezkeresi ile ABD'ye nanik yapılmış; ama geçen haziran ayında Başbakan yalvar yakar ABD'ye gidip bugün için göz ardı ettiği "stratejik ortaklığı" iman tazeler gibi tekrar ilan etmiştir.
İsrail'e önce terörist devlet denilmiş, sonra İsrail'le arayı bulmak için önüne gelen herkes aracı yapılmış, sonunda da İsrail'den diplomatik bir dille özür dilenmiştir.
* * *
Şimdi en son yaşanılan "HAMAS rezaleti"ne göz atalım!
Dışişleri, HAMAS'ın geleceğini bal gibi biliyor; ama bilmiyormuş gibi yapıyor; siyasi kanat değil askeri kanat çağrılıyor; adamların Batı'nın en fazla gıcık olduğu Suriye istihbaratının yardımıyla gelmesi kabul ediliyor (bkz: Cengiz Çandar-Bugün, 17.02.2006); iki taraftan birisi bangır bangır "seni arabulucu olarak istemiyorum" diye bağırırken "istersin, istersin" diyerek arabuluculuğa soyunuluyor; 6 ay önce yana yakıla "valla billa stratejik ortağız!" diyerek ayağına gidilenler iplenmeyerek "kişilikli" politika üretiliyor!
Meseleye HAMAS ayağından da bakalım. Adamlar davet ediliyor; ama davet sahibi sabah verdiği randevudan aynı gün öğlende ürküyor ve cayıyor. Orta yerde avuçlarında bir avuç nasihatle kalakalıyorlar!
Ne Musa'ya, ne İsa'ya, hatta ne de Muhammed'e yaranamamak işte bu olsa gerek!
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2006
İKİ gündür yazıyorum. AKP, kendini seçen tabana hizmet üretemiyor. Görüşüm odur ki: "... İktidar hem türban, hem de imam hatipler konusunda, tavana karşı duyduğu kaygılar çerçevesinde, tabanı oyalıyor."
Bu görüşe destek vermek amacıyla, Leyla Şahin’in "türbanı yüzünden üniversiteden atıldığı" gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yaptığı başvuruda hedefinin davayı kazanmak değil, kaybetmek olduğunu iddia ediyorum.
Kendisi böyle istemediyse dahi, onu yönlendirenler, davayı kaybetmeyi hedefliyorlardı.
* * *
İşte gerekçelerim:
1) AİHM’nin ilgili dairesi, Leyla Şahin’in "din özgürlüğü" açısından yaptığı ve üniversitede türban takma hakkını demokratik bir hak olarak savunduğu itirazını reddetmişti.
2) Ancak, AİHM’de bir alt dairede verilen bu kararı Büyük Daire’ye taşımak için Leyla Şahin’in ilk avukatının hazırladığı dilekçeyi, 5 hákimli bir jüri (panel) kabul etti. Bu istisnai bir durumdu. Bu durumda önceki kararın bağlayıcılığı kalmamıştı.
3) Dava, Büyük Daire’ye taşınınca yeni bir layiha (savunma) verme safhasına gelindi. Ama Ankara’da bir akademisyen grubu tarafından hazırlandığı söylenen yeni layihada Leyla Şahin, alt dairedeki iddiasını tersyüz etti. İlk avukatın itirazlarına rağmen:
Yeni layihada "din özgürlüğü" açısından, önceki dairede (alt daire) alınan kararın davacı Leyla Şahin tarafından kabul edildiği belirtildi ve davanın Büyük Daire’de sadece "eğitim özgürlüğü" açısından incelenmesi talep edildi.
Halbuki, davayı Büyük Daire’ye götüren ve 5 hákimli jüriye takdim edilen dilekçede, alt dairenin din özgürlüğü açısından verdiği kararın yanlış olduğu iddia ediliyordu. Ayrıca, Büyük Daire’nin usul açısından davayı kısmi hale getirmesi mümkün değildi. Zaten Büyük Daire’ye dilekçeyi hazırlayan ilk avukat da bu safhada davadan çekilmişti.
Yeni layiha ile adeta bile bile lades yapılıyordu!
* * *
4) Beklendiği şekilde, Büyük Daire de Leyla Şahin aleyhine karar verdi.
Büyük Daire’nin kararının 73. ve 102. paragraflarında açıkça; din özgürlüğü çerçevesinde verilmiş (önceki) daire kararının Leyla Şahin tarafından kabul edildiği ifade edilmektedir.
Büyük Daire, kararını Leyla Şahin’in alt daire kararını kabul etmesine dayandırmış ve önceki daire kararını din özgürlüğü açısından reddederek aynen tekrarlamıştır.
* * *
İlginçtir, jüriye verilen dilekçede yer almasına rağmen; alt dairenin Türk Anayasa Mahkemesi’ne de dayandırdığı kararının aksine, Anayasa’nın 153. maddesine göre "Anayasa Mahkemesi’nin içtihatla kanun (hukuk) yaratamayacağı" ve Anayasa’nın 90. maddesine eklenen son cümle çerçevesinde, AİHM’nin "Türk mevzuatını değil, doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) esas alması gerektiği" iddiaları da Ankara’daki akademisyen grup tarafından yeni layihaya konulmadı.
Halbuki, bu iki madde çok açık bir şekilde Leyla Şahin’in lehine idi ve jüri de bu maddeleri ihtiva eden dilekçeyi kabul etmişti.
* * *
Leyla Şahin’i AİHM Büyük Daire önünde savunan layihayı hazırlayan Ankaralı akademisyen grubu, sanki tüm gücüyle davayı kaybetmek amacı gütmüştür!
AİHM kararına kızmış gibi yapan Başbakan ("ulema karar versin!") da hiç samimi değil!
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2006
HER geçen gün artan dozda dışa vurulan kaba tepkiler çerçevesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın ruh haline bir duygunun hákim olduğu rahatlıkla söylenebilir: Stres! Esasında yabancı bir terim olan stres kelimesinin en yakın Türkçe karşılığı ise "aşırı gerginlik"!
Psikoloji biliminde stresin ana kaynağı olarak "denetlenemeyen dış çevre" kabul ediliyor.
Kişi kendi becerisi ve yetenekleri ile kavrayamadığı, denetleyemediği, yönlendiremediği dış çevre ile karşılaştığında strese giriyor ve ne düşünce dünyasını, ne duygu dünyasını, ne de sarf ettiği sözleri denetleyebiliyor.
Başbakan ve hikmeti kendinden menkul danışmanlarına hákim olan duygu yukarıda tarif edildiği şekilde stres!
* * *
Demokrasi tarihimizde ender görülen bir oy çokluğuna sahip, yakın gelecekte herhangi bir ciddi rakibi öngörülemeyen AKP iktidarının liderinin ruh halinin "aşırı gerginlik" olarak tarif edilmesi ilk bakışta çelişkili gibi gözüküyor.
Ancak, kişi kendi "durumunu" nasıl kavrarsa, onun için esas olan odur!
Başbakan da sayısal gücüne rağmen kendini hem bir kuşatılmışlık duygusu altında hissediyor, hem de bilinçaltına kendine hayatiyet veren tabanına hizmet veremediği duygusu hákim. Bir yandan tavandan her an bir salvo beklerken, diğer yanda memnun edemediği tabanı her an kaybedebileceği duygusu Başbakan’ı sonradan pişman olsa da, denetleyemediği bir ruh haline sokuyor.
* * *
Dün yazdım:
"Nedir tabanın AKP iktidarında beklentileri?
Önce iş ve aş!
Sonra dini hassasiyetlere cevaz veren özgürlüklerin artırılması!
AKP bu iki alanda da tekliyor, hizmet üretemiyor!"
Dün iktidarın hem türban, hem de imam hatipler konusunda, tavana karşı duyduğu kaygılar çerçevesinde, tabanı nasıl oyaladığını yazdım.
Bugün ise "iş ve aş" alanlarında iktidarın nasıl teklediğini açıklamaya çalışacağım.
Üstüne üstlük, hükümeti her gün artan bir ivme ile sıkıştıran "yolsuzluk" iddiaları da yangına körükle gidiyor.
* * *
AKP iktidar olduğunda; tavanla taban arasında sıkıştığı ana konulardan birisi ekonomik meseleler (kriz) idi.
Hükümet, ekonomik meselelerin çözümü için IMF reçetelerinden başka bir panzehir olmadığını akıllıca gördü ve reçeteleri uygulamaya devam etti.
Ancak, tabanın beklentileri ile IMF’nin önerileri çelişmekte idi ve bunun içindir ki Başbakan iktidara geldiğinde sıkıntılarını çözebilmek için tabandan 3 yıl istedi. Şimdi 3 yıl geçti! Ekonomide büyük başarılar sağlandı ama başarılı ekonomi politikaları artan "istihdam" ve "gelir artışı" olarak henüz tabana dönmedi.
Hükümet tabanın her iktidardan beklediği "iş ve aş" meselesinde tabanına tatminkar bir hizmet veremedi.
* * *
Başbakan bir çiftçiye çok kızdı ve ona hakaret etti. Neden?
En çok onlara karşı mahcup da ondan!
Hükümetin "tarım politikaları" lime lime dökülüyor, çiftçi gerçekten çok zor günler yaşıyor ve hükümet bu konuda hem hazırlıksız, hem de çaresiz!
İşte bunu bilmek Başbakan’ı büyük strese sokuyor!
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2006
BU köşede defalarca yazdım ve iddia ettim. AKP, kendi tabanına yönelik politikalarında tekliyor ve tabandaki tepki 2006’da giderek büyüyecek. Ben AKP’nin 2006’da erken seçim yapmasını kendi çıkarları açısından faydalı görüyorum ve bu partinin 2007’ye sarkan bir (normal) seçimde oldukça oy kaybedeceğine inanıyorum.
Benim hálá beklentim, AKP’nin bu sonbaharda "baskın seçim" yapması! Neden?
Başta Başbakan olmak üzere hükümet çok yoruldu ve hizmet üretemiyor da ondan!
AKP, AB’den tarih alarak, 17 Aralık 2004’te ulusal ve uluslararası arenada meşruiyetini kazandı ve müzakereleri de başlatarak 3 Ekim 2005’te bu meşruiyeti pekiştirdi.
Ancak, aynı AKP kendi tabanına yönelik siyaset üretiminde devamlı tekliyor.
Tabana yönelik siyasette tekleme, her geçen gün daha fazla belirgin hale geliyor.
AKP yatsın kalksın ulusalcı-Kemalist muhalefete şükretsin. Onların "kaba laikçi" muhalefeti, tabanda sadece safların sıklaştırılmasını sağlıyor.
* * *
Nedir tabanın AKP iktidarından beklentileri?
Önce iş ve aş.
Sonra dini hassasiyetlere cevaz veren özgürlüklerin artırılması.
AKP bu iki alanda da tekliyor, hizmet üretemiyor.
* * *
Önce ikinci meseleyi ele alalım:
Taban, dini hassasiyetine 28 Şubat döneminde büyük sekte vurulduğuna ve AKP’yi iktidar yaparken bu alanda yolunu açacağına inanıyordu.
İmam hatipler ve türban da dini hassasiyete saygının simgeleri haline gelmişti.
Hükümetten hem türbana, hem de imam hatiplere üniversite yolunu açması bekleniyordu.
Hükümet 3 yıllık iktidarı döneminde değil bu yolları açmak, daha beter tıkadı.
Hatta bilerek ve kasıtlı tıkadı!
Hükümet, Leyla Şahin’in AİHM’ye "türbanla üniversiteye giremediği" için yaptığı başvurunun reddedileceğini başından beri biliyordu. O kadar iyi biliyordu ki, Abdullah Gül’ün hanımı kendi şikáyetini geri çekmişti, Fazilet Partisi hakkında verilen karar zaten bir emsaldi ve nihayet AİHM’nin diğer dinlerle ilgili daha evvel aldığı benzer kararlar vardı. Bütün bunlara rağmen Leyla Şahin, davasında ısrarcı olması için kışkırtıldı!
Neden? AKP "türban meselesi"nin çözülmesi için gayret sarf etmek istemiyor, bu uğurda statükoyla çatışmayı göze alamıyor da ondan.
AKP türban meselesinin, çözülmek yerine mesele olarak kalmasını, tabanda delik açılması pahasına tercih ediyor!
* * *
Öte yanda "imam hatip meselesi" ve "YÖK meselesi"ni hem namus meselesi yapan, hem de bu meselelerin çözülmemesi için özel bir gayret sarf eden bir Milli Eğitim Bakanı var.
Bakan sanki bu alanlarda adım atmamak için özel gayret sarf ediyor.
En son imam hatiplerin akşam liselerini bitirerek üniversiteye girmesini sağlayan kararı ortaya attığında, hukukçu olmadığım halde, bunun bir aldatmaca olduğunu, bu kararın Danıştay’dan döneceğini daha ilk gün yazmıştım. Benim dahi öngörebildiğim yamuk çözümü(!) koskoca Milli Eğitim Bakanlığı’nın öngörememesini bilgisizliğe bağlamak mümkün değildir. Ben kasıt arıyorum.
Kasıt, "meseleyi çözmeme" stratejisidir!
İmam hatipliler bir kez daha göz göre göre aldatılmışlardır.
Yarın da "yolsuzluk ve yoksulluk" bağlamında tekleyen AKP’yi irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2006
ARI Hareketi gençlik üzerine özlü çalışmalar yapan bir kuruluş. Her yıl çeşitli etkinliklerle gençleri hem bir araya getiriyor, hem de onların bilinç seviyesini yükseltmek üzere sürekli çalışmalar yapıyor. Bu faaliyetlerinden birisi de gençleri Avrupa Birliği ile ilgili olarak bilgilendirmek üzere bu yıl ikincisi yayınlanan "Avrupa Ajandası/Öğrenci Ajandası".
Geçen yıl 100.000 basılan ajanda bu yıl da ilk baskısında 50.000 adet basılmış. Bu yılki baskıyı Bahçeşehir-Uğur Eğitim Kurumları desteklemiş. Yönetim Kurulu Başkanı Enver Yücel, desteğin "toplumsal sorumluluk projesi" kapsamında verildiğini söylüyor.
* * *
Bahçeşehir Üniversitesi, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği için gösterdiği gayretlere en fazla katkıda bulunan üniversitelerimizden birisi.
Geçen cuma günü Uğur Dershaneleri ile Arı Hareketi'nin Bahçeşehir Üniversitesi'nde ortaklaşa düzenledikleri basın toplantısında, Infacto Research Workshop tarafından gerçekleştirilen, İstanbul, İzmir ve Ankara'yı kapsayan ve 16-19 yaş arası 5738 öğrenciyle yapılan "Gençliğin AB'ye Bakışı" başlıklı araştırmanın sonuçları açıklandı.
Ne yalan söyleyeyim, sonuçlar beni hayal kırıklığına uğrattı!
* * *
Benzeri 2003 yılında yapılan araştırmanın bulgularına göre, 2003 yılı baz alındığında, gençliğin AB'ye bakışı 2005'te hiç de iç açıcı değil.
Gençlerin hálá % 60'ı, ülkenin genel ortalamasıyla paralel olarak AB'yi destekliyor; ama 2003'e göre trend (eğilim) sanki baş aşağı dönmüş durumda.
* * *
AB hakkındaki bilgi 2003'e oranla "çok bilgili" kategorisinde % 68 (%7.5'ten % 12.6'ya yükselmiş), "biraz bilgili" kategorisinde ise % 10 artmış! (% 59.5'ten % 66'ya çıkmış.)
Bu çok güzel bir gelişme.
Ancak, Avrupa Birliği'ne bir bütün olarak (ekonomik, siyasi, sosyal, değerler bütünü) bakanların oranı % 13 (% 59.2'den % 52.2'ye gerilemiş), genel destek de yine % 13 (% 70.5'ten % 62.1'e düşmüş) azalmış, buna mukabil "AB'yi istemeyenlerin" oranı radikal bir çıkışla % 70 artmış!
AB'ye "hayır" diyenler, 2003 yılında % 16 iken bu oran 2005 yılında % 27.1'e yükselmiş.
AB'ye hiç üye olamayacağımızı düşünenler % 15 artarken, 2020 yılına kadar olamayacağımızı düşünenler de tam tamına % 221 oranında artmış.
2003 yılında AB'ye hiç üye olamayacağımızı düşünenler % 30.2 iken, bu oran 2005'te % 34.8'e yükselmiş. 2020 yılına kadar üyelik beklemeyenlerin oranı ise iki mislinden fazla katlanarak % 16.1'den % 35.7'ye çıkmış.
* * *
Araştırmacılar, ilan edilmeyen ara araştırmalar dikkate alındığında, oranların belirli bir yöne doğru eğilim göstermek yerine zikzaklar çizdiğini söylüyorlar; ama unutulmasın ki bu olumsuz gelişme hükümetin AB'ye muazzam yakın bir tavır aldığı ve tarihimizdeki en büyük kazanımları elde ettiğimiz (17 Aralık ve 3 Ekim) dönemin ardından yaşanıyor.
* * *
Rapordaki bir diğer şaşırtıcı sonuç da gençler kendilerini % 57 oranında Batılı sayarken (Avrupalı % 42.3, Akdenizli % 11.2 ve Balkanlı %3.5), Türkiye'nin Avrupa'da hemen hemen hiç hatırı sayılır dostu olmadığını varsaymaları.
Gençlerin % 57.4'ü "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" diye düşünürken, Almanya'yı % 13 oranında Türkiye'ye en yakın ülke olarak görürken, İtalya sadece % 2.9, İngiltere % 2.6, Fransa % 0.8 oranında sempati topluyorlar.
Dilerim, birileri bu çarpıcı sonuçların nedenlerini irdeler!
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2006
BİR "çılgın"ın tek başına tüm dünyayı kaosa sürükleyebildiğini ispat eden tarihi örnekler çok. Ancak, her halükarda "çılgın" tavırların bile kendine ait bir gerekçesi olduğu da aşikar. Ahmedinecad’ın bir çılgın olduğu, pervasız bir popülizme soyunduğu, bizzat ABD’nin İran’a kakaladığı bir ajan olduğu iddiaları çekici gündemler yaratıyor.
Ancak hepsinin ötesinde Ahmedinecad, İran gibi binlerce yıllık devlet geleneği olan bir ülkenin cumhurbaşkanı!
O halde, bir çılgının hezeyanları ötesinde, söylemlerinin bir "tahayyül"ün akla dayanan stratejileri ve taktikleri olduğunu düşünmek de boşa harcanmış bir mesai olamaz.
* * *
İran’ın dünyayı kavramada ideolojik bir saplantısı olduğu malum.
İran; "İslam’ın evrensel hakimiyeti" inancına dayanmakta ve bu ideali dayatmakta ısrarlı. Bu uğurda da kendine lider rolü biçiyor. Bu inançla arenada ABD ve İsrail karşıtı bir tutum alarak kendine taban buluyor.
Batı ve hatta biz Türkler bu tahayyülü bugüne dek uçuk ve kaçık bulduk, dudak büktük
Ancak, belki de şimdi bu tahayyülün somut koşulları oluşuyor. Şöyle ki:
* * *
1) Soğuk savaş sonrası ABD tek başına kalmış iken, şimdi uzun vadeli çıkarları ABD ve AB ile mutlaka çelişecek olan Çin ve Hindistan sahneye çıkıyor. Geleceği okumaya çalışan bilimsel çalışmalar (similasyonlar) 2025-2035 arasında Çin+Hindistan’ın dünya ekonomik üretiminde ABD+AB’yi geçeceğini gösteriyor. Çin ile Hindistan arasında ekonomik, siyasal, askeri ve hatta sosyal alanları kapsayan bir "stratejik ortaklığın" şimdiden kurulmuş olduğuna dair duyumlar had safhada. "Rakibimin rakibi doğal müttefikimdir" şiarının İran’ı da bu ittifak içine sokmasına akli hiçbir engel yok.
2) Bir yanda Çin dünyada enerji talebini en hızlı yükselten ülke olurken, Rusya da son dönemde enerji arzını en hızlı yükselten ülke konumuna girdi. Ukrayna, Gürcistan ve Kafkaslar’da ABD tarafından kuşatıldığını gören Rusya da İran ile dünyada "enerji arzını" denetlemeye yönelik bir ittifak yaratamaz mı?
3) Gelelim Ortadoğu’ya:
a) Neredeyse 70 $’ı bulan petrol fiyatları İran’ı her geçen gün mali açıdan çok ama çok güçlendiriyor.
b) Irak’ta çamura saplanmış bir ABD görüntüsü İran’a muazzam bir moral gücü veriyor. ABD, El Kaide’yi Afganistan’dan kovmak üzere çıktığı serüvende terör örgütünü Irak’ın ortasına kendi elleri ile yerleştirmiş ve dünya siyasetinde çok daha başat bir örgüt haline getirmiş görünümde!
c) Irak’ta Şii yükselişi, Lübnan’da Hizbullah, hatta Filistin’de Hamas vb. her geçen gün İran’ın anti-Amerikan cephesini genişletiyor. Bir yanda ABD müttefiki Suudi Arabistan ve Türkiye çevrelenirken, öte yanda diğer müttefik İsrail yalnızlaştırılıyor.
d) Önce Fransa örneğinde, sonra Hz. Muhammed karikatürlerine verilen tepkide yaşadığımız gibi İran’ın ekmeğine yağ süren bir "ideolojik savaş" ("emperyalist Batı’ya karşı mazlum Müslümanların ittifakı") Müslüman dünyaya egemen olmaya başlamıştır. Eğer, İran "Şii-Sünni çelişkisini" Ortadoğu’da taktiksel bir ittifaka çevirebilirse, son yıllarda sürekli tırmanan "Batı-Müslüman ülkeler çatışması"nın Müslüman ülkeler açısından "lider ülkesi" haline gelebilir.
* * *
Belki dünyada değil ama Ortadoğu’da, Batı’nın emperyalist tahakkümünden kurtulmuş "saf ve gerçek İslam’ın evrensel hakimiyeti" tahayyülünün olasılık ihtimalini en fazla artırdığı bu dönemde İran büyük bir satranç oyunu oynuyor olamaz mı?
Yazının Devamını Oku