3 Mayıs 2006
BEN sık sık gündem dışına çıkarak, aklıma göre önem verdiğim konular üzerinde yazmaktan büyük keyif alıyorum. Beni en fazla bir toplumun insan sermayesi etkiliyor. Bu nedenle "insan" hakkında sık sık hem bu köşede, hem de Hürriyet-İnsan Kaynakları Gazetesi’nde yazılar yazıyorum.
Yazılarım arasında en fazla ilgiyi de; ister teknik olsun, ister psikolojik veya felsefi; bu tür yazılar çekiyor.
Türkiye’de ne kadar büyük bir başarı ile ufak meseleleri "mesele" haline getirdiğimizi görebilmek için de arada bir yurtdışına çıkmak gerekiyor.
* * *
Geçen hafta Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD)’nin davetlisi olarak birkaç gazeteci arkadaşla birlikte İrlanda’ya gittim. İyi de ettik.
İnsanı merkeze alan politikaların nasıl mucizeler yarattığını bizzat gözlerimle görmek bana büyük keyif verdi.
Dublin’de geçirdiğim günler bana keyif vermesine verdi ama ne yalan söyleyeyim; İrlanda’yı kıskanmadan da edemedim.
* * *
İrlanda 1920’lerde bağımsızlığını kazanmış bir ülke. 1930-50 yılları arasında koyu bir korumacılık uygulamış. Tarım ağırlıklı ekonomisi İngiltere’ye patates ve koyun satarak geçinmeye çalışmış. Bu dönemde nüfusunun %40-45’i tarım sektöründe istihdam ediliyormuş. İrlanda 1920-50 yılları arasında devamlı dış göç vermiş, İrlandalılar başta ABD ve İngiltere olmak üzere yurtdışında "ekmek" aramışlar.
Bizimle çok benzer bir geçmişi paylaşan İrlanda, 50’li yıllardan sonra politikalarını altüst etmiş; kendi Turgut Özal’larını bizden 30 yıl önce keşfetmeye başlamış.
İrlanda 50’li yıllarda ihracatı teşvik eden politikalara yöneliyor, ihracat yapan firmalardan %0 vergi almaya başlıyor.
Yatırımcıya bakir alanları açıyor, yabancılara fabrika yapacak araziler temin ediyor.
1965’te İngiltere ile "serbest ticaret anlaşması" yapıyor, 1973’te AB’ye giriyor.
Biz de 1980’lerde ihracatı teşvik etmeye başlıyor ve ihracat rakamlarımızı katlıyoruz ama İrlanda başka bir iş daha yapıyor.
İhracatta teşvik edeceği sektörleri belirliyor ve sadece bunlar üzerine odaklanıyor.
Seçtiği sektörler: Elektronik, ilaç sanayii ve mühendislik!
Seçilen alanlar tamamen bilimsel araştırmaya açık sektörler!
Dolayısı ile insan sermayesinin, insan aklının, insanın fark yaratma güdüsünün ön plana çıktığı, insan beyninin teşvik edildiği sektörler İrlanda mucizesine katkıda bulunmuş.
* * *
Bu politika değişimi kısa sürede neticesini vermiş ve ihracatın gayri safi hasılanın (milli gelir) içindeki payı 1973’te %37 iken, 1983’te %56’ya çıkmış, 1993’te %65’e ulaşmış ve nihayet 2004’te %68 gibi devasa bir orana ulaşmış!
Bugün 4 milyon nüfusu ile İrlanda AB içinde en fazla net ihracat yapan ülke!
Bu dönemde İrlanda eğitime muazzam bir yatırım yapmış, 1967’den beri herkes bedava orta eğitim alıyor, üniversite eğitimi büyük teşviklere mazhar oluyor.
* * *
İrlanda’nın nereden nereye geldiğini ise The Economist dergisinin İrlanda hakkındaki iki değişik yargısı belirliyor.
Dergi; İrlanda için 1987’de (Avrupa’yı kastederek) "zenginlerin en fakiri" terimini kullanırken, 1997’de "Avrupa’nın parlayan ışığı" ifadesini kullanıyor.
Yarın İrlanda’nın insana yaptığı muazzam yatırımı irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2006
21. yüzyılın geleceğini Ortadoğu, Ortadoğu’nun geleceğini Washington-Bağdat-Tahran hattı belirlerken; Türkiye’nin geleceğini de Güneydoğu belirleyecek. Türkiye’de kıyamet de Mayıs 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilirken kopacak.
AKP, hem Güneydoğu (Terörle Mücadele Yasası-TMY), hem de Tahran konusunda iki arada bir derede.
Şu an için ölüm gösterilip sıtmaya razı olarak ayakta duruyor.
* * *
Mayıs 2007’de Türkiye’de kıyamet kopacak. Zira, iç ve dış güçler, AKP’nin istediği kişiyi (Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir AKP’li) katiyen seçtirmek istemeyecek; ama AKP, TBMM’deki ezici çoğunluğuyla istediği kişiyi Cumhurbaşkanı seçemezse, bu sefer de sembolik bir iktidar haline gelecek ve tüm otoritesini yitirecek.
Bu durumda parti yeni bir lider arayışına girmek zorunda dahi kalabilir.
Türkiye üzerinden siyaset yapan dış unsurlar da AKP’ye olan tüm güvenlerini yitirdiler. Türkiye çok önemli olduğu için tamamen AKP ile kuşatılmış bir Türkiye’yi onlar da istemez. Bu açıdan AKP merkezli bir Cumhurbaşkanı onların da işine gelmez.
* * *
Eğer AKP, Cumhurbaşkanı’nı kendi seçmeye kalkarsa iki tehditle karşı karşıya kalır:
1) İstanbul Belediyesi döneminden başlayarak ve bu dönemi de kapsayarak tüm yolsuzluklar çarşaf çarşaf orta yerlere dökülür. Maşallah, merkezi ve yerel AKP yönetimleri bu konuda çok bol malzeme vermeye hazırlar.
2) AKP içinde bölünme süreci başlar.
Zaten özü itibarıyla bir koalisyon olan parti içinde çeşitli unsurlar kopma sürecine girerler. Kürt kökenli milletvekilleri TMY’yi, milliyetçi kökenli milletvekilleri "PKK sempatizanlığı"nı, kimileri yolsuzlukları, kimileri parti içindeki laiklik anlayışını öne sürerler.
Kimilerinin de içine gerek liderlik, gerek Cumhurbaşkanlığı konusunda "neden ben değilim" diyen kurt düşer!
* * *
Recep Tayyip Erdoğan böyle bir dönemde esas muhalif/rakiplerinin AKP içinde olduğunu bizzat müşahede eder.
Partinin omurgasını oluşturan milli görüşçüler bile Ankara (merkez) ve İstanbul (belediye) kanadı olarak ayrışabilirler.
"Yok ben vazgeçtim, istediğiniz kişiyi Cumhurbaşkanı seçelim!" demeye kalkacak AKP yönetimi ise tamamen biter. Dünyanın hiçbir yerinde sahip olduğu mutlak çoğunluğu başka bir iradenin eline teslim eden iktidarı "iktidar" olarak kabul etmezler.
* * *
Şu an itibarıyla AKP’nin ciddi herhangi bir rakibi yok. Parti; Güneydoğu, Tahran, Cumhurbaşkanlığı badirelerini topyekûn aşmak istiyor ve dizginleri tamamen kaptırmamak istiyorsa, erken/baskın seçimi göze almalıdır.
Gerek medyanın, gerek CHP’nin "laiklik elden gidiyor" nakaratı üzerine oturttuğu muhalefet şimdilik AKP’nin en büyük şansıdır ve bu nakarat, kendisinden şikáyetçi olsa dahi, AKP’yi millet indinde "ne de olsa bizden biri!" yapmaktadır.
Millet önünde iman tazeleyecek bir AKP iktidarına ne Ortadoğu meselesinde, ne Güneydoğu meselesinde, ne de Cumhurbaşkanlığı seçiminde kimse dayatamaz.
* * *
Dilerim, AKP’liler bu yazının samimi bir yazı olduğunu kabul ederler!
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2006
BAŞBAKAN istediği kadar var gücüyle erken seçim isteyenleri kınasın, erken/baskın seçim her geçen gün, ivedilikle AKP açısından, kaçınılmaz hale geliyor. Başbakan bu Meclis yapısıyla Cumhurbaşkanı seçimini göğüslemek ve büyük ihtimalle kendini Köşk’e atmak istiyor; ama şartlar her geçen gün onu bu hedeften uzaklaştırıyor.
Hedefi yakalamanın tek yolunun, erken/baskın seçim olduğunu artık Başbakan da görmek zorunda.
Neden?
* * *
Elime geçen her fırsatta söylüyorum.
Ortadoğu’nun ve mutlaka Türkiye’nin önümüzdeki 2 yılda 25-30 yıllık geleceğini Washington-Bağdat-Tahran hattı belirleyecek.
Bağdat’ta hükümet kurulur kurulmaz Washington’un açık hedefi, Tahran haline gelecek.
Her geçen gün daha güçlü inanıyorum ki, Tahran da hedef haline gelmeyi arzuluyor.
Kimse ama kimse şu sözleri göz ardı etmesin:
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad: "Kendimize inanırsak süpergüç olabiliriz" (Hürriyet-29.04.2006).
Ben Bush dönemi bitmeden ABD’nin illa ki Tahran’ı vuracağına iman etmiş bir kişiyim.
* * *
Gelelim Türkiye’ye. Yine bilen bilir ki Türkiye’yle ilgili tezim de şu:
Güneydoğu’yu kim yönetirse Türkiye’yi o yönetecek! Hep beraber izliyoruz ki; hükümet -özellikle Başbakanlık ofisi- yaptığı inanılmaz gaflarla Güneydoğu’da her geçen gün inisiyatifi elinden beter kaçırıyor.
Finali Terörle Mücadele Yasası (TMY) belirleyecek.
Hükümet hem TMY, hem de Tahran konusunda iki arada bir derede. TMY’yi değiştirmeye kalktığında "özgürlükleri reddetmek"le, dolayısıyla ona seçim kazandıran imajını toptan çizdirmekle suçlanacak, inisiyatifi hepten kaybedecek.
Değiştirmez ise; bu sefer 2005 yazından beri üzerine yapışan "PKK ile işbirliği" yapma suçlaması altında ezilecek.
* * *
Ancak, hükümet esasen Tahran meselesinde iki arada bir derede kalacak.
ABD, ama BM ile ama tek başına; ama sivil ama askeri yaptırımları illa ki Tahran’a uygulayacak.
Yukarıda yazdım, Tahran da sanki bunu istiyor.
İşte ikilem burada yatıyor.
Türkiye, hükümetin inisiyatifi dışında, sivil ve/veya askeri yaptırımlara şöyle veya böyle destek verirse, tokmak başkalarının elindeyken hükümet davulu kendi boynuna asacak ve İslami hassasiyeti güçlü tabanı karşısında çok ama çok zor durumda kalacak.
Yok, ipleri eline almaya kalkar ve ABD yaptırımlarına engel olmaya kalkarsa, bu sefer tavan fena halde kızacak!
* * *
Şu an itibarıyla iç ve dış güçlerin çattığı tavan, hükümete ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasını başarıyla uyguluyor.
Böyle bir konjonktürde; ne dış, ne de iç güçlerin AKP’ye tek başına Cumhurbaşkanı seçtirmeyeceğini AKP iyi hesaplamalı.
Bu sarmaldan sıyrılmanın tek yöntemi, erken/baskın seçim!
(Salı devam edeceğim)
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2006
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Ankara ziyareti ardından yeni bir yakınlaşmadan bahsedilmeye başlandı. Kimilerine göre: "...Ortak vizyonumuz, ortak hedeflerimiz ve ortak çalışmalarımız var... Yakın işbirliği içindeyiz. Ortak bir ’stratejik vizyon belgesi’nin hazırlanmasında görüşbirliği sağladık."
Kimilerine göre:
"...Rice ve Gül’ün görüşmelerinde Türkiye ile Amerika arasında bir ’ortak vizyon belgesi’ hazırlanması kararlaştırıldı."
İster "stratejik vizyon belgesi" deyin, ister "ortak vizyon belgesi"nden bahsedin, ben bunun iki hükümet arasında nasıl hazırlanacağını anlayamadım.
İki ülkenin askerleri ortak tavır alabilir; ama Türkiye’de seçilmiş hükümet, ABD’nin hükümeti ile nasıl işbirliği yapacak, anlayamadım.
* * *
Stratejik vizyonu şekillendirecek koşullar ne?
ABD, 21. yüzyılda da dünyada en güçlü ülke olarak kalabilmek için Ortadoğu’daki rejimleri kendi lehine tekrar şekillendirmek istiyor.
Enerjinin yüzde 65’ine sahip bu bölgeyi yükselen yeni ittifaka (Çin-Rusya-Hindistan) kaptıramaz. Hindistan’ı geri kazanmak için bu ülkenin nükleer enerji geliştirmesine bile razı.
Ortadoğu’yu da bu amaçla hallaç pamuğu gibi atıyor.
Şu ana dek de oldukça başarısız.
Irak’ı yüzüne gözüne bulaştırdı, Filistin’de BOP resmen çuvalladı.
Bush yönetimi şaşkın, ülkesinde devamlı prestij kaybediyor. Ama bir daha seçilme ihtimali yok. "Neo-conların" tarihi misyonu, dünyayı fiziki güç kullanarak yeniden düzenlemek. Önlerinde en fazla 2.5 yılları var.
Bunlar dağıtacak, ardından gelen toplayacak!
Ancak, eğer bu yönetim ABD’nin istediğini elde edemezse, sonraki dönemde gelecek yeni yönetim, "Ben vazgeçtim!" diyemez.
Zira, dünyanın yeniden düzenlenmesini isteyen ABD’nin (derin) mutfağı, siyasi garsonlar değil! Garsonlar sadece mutfakta pişeni servis ediyorlar.
* * *
Bu açıdan bakıldığında İran’da değiştirilmesi gereken; nükleer enerji üretmekten vazgeçecek irade değil, bizzat o iradeyi savunan rejimin kendisidir.
Ahmedinecad şöyle veya böyle bir garson olabilir; ama İran’ın da çok güçlü bir mutfağı var ve bu mutfak 21. yüzyılda İran’ın geleceğini "doğu ittifakı" (Çin-Hindistan-Rusya) içinde görüyor.
Onlar, 2025-2030 yıllarında Çin+Hindistan ekonomisinin ABD+AB ekonomisini geçeceğini, dengenin doğuya kayacağını hesaplıyorlar. Bu ittifaka oynarlarsa Ortadoğu’nun "efendisi" olabileceklerini hesaplıyorlar. Çapsız ABD yöneticilerinin Ortadoğu’da Şii ittifakını her geçen gün daha fazla büyüttüğüne inanıyorlar.
ABD’nin İran’ı vurmasını, rejimin güçlenmesi açısından faydalı dahi görüyor olabilirler!
* * *
Bu durumda herhangi bir şekilde ABD ile İran’ın "anlaşması" sadece ve sadece İran’daki rejimin bekası anlamına gelir ki, bu da ABD’nin açık mağlubiyeti demektir.
Mesele, İran’ın nükleer enerji üretmekten değil, şimdiki rejimden vazgeçmesi/vazgeçirilmesidir.
* * *
Şimdi soruyorum:
Bu şartlar altında Türkiye’de İslami hassasiyeti yüksek oylarla seçilmiş bir hükümet, Müslüman İran’ı vurmak tarihi misyonu olan ABD ile nasıl stratejik ortak olacak?
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2006
TÜRKİYE’de din eğitiminin sorunlarını irdelemeye bir çalışma çerçevesinde devam ediyorum. Çalışmaya çeşitli kuruluşların bir araya gelmesi ile oluşturulan Eğitim Reformu Girişimi önayak olmuş, çalışma "Türkiye’de Din ve Eğitim: Değişim İhtiyacı" (Eylül 2005) adı altında Prof. Dr. Üstün Ergüder’in başkanlık ettiği Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (Eylül-2005) tarafından gerçekleştirmiş.
* * *
Çalışmaya göre:
1982 Anayasası’nın 24. maddesinde belirtildiği gibi "...Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır." Bu doğrultuda 16 Haziran 1983 tarihinde değiştirilen Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 12. maddesine göre de "Türk milli eğitiminde laiklik esastır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır denmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından belirlenen programlar çerçevesinde yapılan "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" derslerinde öğrencilere diğer bilgilerin yanı sıra dua ezberletilmekte ve namaz, oruç, zekat ve hacca ait uygulamaya yönelik bilgiler öğretilmektedir. Nitekim, programların özel amaçları içerisinde ilköğretim 4. sınıfta öğrencilerin belirlenmiş duaları ezberlemesi, 6. sınıfta ise namaz kılmayı öğrenmesi gereği yer almaktadır. Dolayısıyla, "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersi kapsamında "din eğitimi" yapılmaktadır.
* * *
Öte yandan, gerek 1982, gerek 1961 anayasalarında (Md. 2) Türkiye Cumhuriyeti "...demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olarak nitelenmiştir. 1982 Anayasası’nın 2. ve 24. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, Anayasa’ya göre laik devletçe üstlenilmiş bir görev olarak "din kültürü ve ahlak bilgisi" öğretiminin belirli bir dinin (veya mezhebin) benimsetilmesi amacına yönelik olamayacağı anlaşılır.
Ayrıca 24. maddede "dini inanç ve kanaat"ten söz edilmesi dini inanç kadar dini inançsızlığın da kapsandığını ortaya koymaktadır.
Bu durumda Anayasa’nın lafzına ve ruhuna uygun olanın, gerçekten genel bir din kültürü ve ahlak öğretimi, yani "din eğitimi" değil "dinler hakkında eğitim" yapılması olduğu açıktır.
* * *
Anayasa’nın lafzına ve ruhuna uygun olan; çeşitli dinlerin karşılaştırılmalı olarak tanıtıldığı bir öğretimdir. Böyle bir öğretim kuşkusuz önemli bir tarihsel bakış içerecektir. Bu öğretimde İslamiyet, Hıristiyanlık, Musevilik (ve ilgili mezhepler) yanında Budizm, Hinduizm vb. de yer tutacaktır.
Böyle bir yaklaşım içinde din sosyolojisi, din ve ekonomi ilişkisi gibi konular da önem taşıyacaktır. Ayrıca dine dayalı ve dine dayalı olmayan ahlak anlayışları da hem tarihsel bir perspektifle, hem karşılaştırılmalı olarak incelenecektir. Böyle bir öğretimde dinlere özgü tapınma kuralları ve biçimleri de karşılaştırılmalı olarak açıklanacaktır. Örneğin farklı dinlerin önemli günleri ve bayramları karşılaştırılmalı olarak öğretilecektir.
Böyle bir öğretim öğrencilerin bilgisini zenginleştireceği gibi, farklı din ve kültürlerdeki insanlara yönelik anlayış ve hoşgörüsünü de güçlendirecektir.
* * *
Türkiye’de "laiklik konusunda bir uzlaşma" olmadığını iddia eden AKP yöneticileri büyük oranda haklıdır. Ancak, Milli Eğitim’in din derslerinde sadece Sünniliği gözeten müfredatı savunması AKP’nin "din özgürlüğü" konusunda sadece Sünnilerin haklarını savundukları görünümünü vermektedir.
Artık bu yanlıştan dönmenin vakti çoktan gelmiştir!
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2006
CUMHURİYETİMİZİN kurulması ve dolayısıyla laikliğin, rejimin ana unsurları arasında sayılmasının üzerinden 83 yıl geçti ama laiklik üzerinde bırakın bir mutabakat sağlamayı, hálá itişip kakışmayı bir türlü bitiremedik. Türkiye’de laiklik:
1) Dinin devlete karışmasının önüne geçmek adına bizzat devletin din kurumuna karışması,
2) Ayrıca bir mezhebin diğer mezhep ve dinler üzerine egemenlik kurması nedeniyle hálá kendi ayakları üzerinde duramamaktadır.
AKP sık sık iktidar olduğunu unutup, çeşitli ortamlarda laikliğin aksayan 1. maddesi hakkında şikáyetçi oluyor; ama aynı iktidar aksayan 2. maddeyi devamlı gözardı ediyor.
Nitekim, ortaöğretimde Alevilere zorla "Sünni din eğitimi" verilmesi karşısında yapılan itirazı Danıştay, itirazcı lehine sonuçlandırmıştır. Şimdi mahkemeye gidecek tüm Aleviler, evlatlarının zorunlu din dersinden muaf tutulmasını temin edecektir.
* * *
Türkiye’de "din eğitimi" ivedilikle laiklik açısından gözden geçirilmelidir.
Benim eğitim konusuna ne kadar önem verdiğimi, bu köşeyi bir nebze olsun takip edenler bilirler. Bugün ve yarın, "din eğitimi" konusunda yapılmış özlü bir çalışmayı kamuoyunun dikkatine sunacağım.
Çalışmaya çeşitli kuruluşların bir araya gelmesiyle oluşturulan Eğitim Reformu Girişimi önayak olmuş, çalışmayı "Türkiye’de Din ve Eğitim: Değişim İhtiyacı" (Eylül 2005) adı altında Prof. Dr. Üstün Ergüder’in başkanlık ettiği Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi gerçekleştirmiş.
* * *
Rapora göre; din ve eğitim ile ilgili konular ve uygulamalar Avrupa’da ve dünyada farklılık göstermekte. UNESCO tarafından 2003’te yayınlanan bilgilere göre araştırma yapılan 142 ülkenin 73’ünde din ve eğitim, okulun ilk dokuz yılı süresince öğrencilerin müfredatına en az bir kere zorunlu ders olarak giriyor.
Tüm farklılıklara rağmen, Avrupa ülkelerinde önemli bazı ortak özellikler de var.
Birçok ülkede dinle ilgili dersler, zorunlu veya seçmeli olarak okutulmaktadır.
Örneğin, "din eğitimi" Avrupa ülkelerinden Avusturya, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan ve İrlanda’da zorunlu, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya’da seçmeli olarak yapılmaktadır.
"Dinler hakkında eğitim" ise Danimarka, İngiltere ve İsveç’te zorunlu olarak verilmektedir. Arnavutluk, Fransa, Karadağ ve Makedonya’da ise okullarda din dersi olmayıp, "dinler hakkında eğitim" seçme dersler içinde yapılmaktadır.
* * *
Bununla beraber, birçok ülkenin vatandaşları arasında inançların ve değerlerin farklılaştığı ve çoğulculuğun arttığı gözlemlenmektedir.
Bu soruların irdelendiği kamusal tartışmalar daha çok insan haklarının yorumlanmasına, devletin rolünün belirlenmesine, resmi ve özel eğitim kurumlarına ve dini kuruluşlara odaklanmaktadır.
Kısacası, Batı’daki "din eğitimi" konusunda egemen eğilim, çoğulculuğu ve vatandaşlar arasında dini farklılaşmayı, hatta dinsizliği gözeten bir eğitimdir.
* * *
Türkiye’de ise vergi toplarken din veya mezhep farkı gözetmeyen devletin gerek din hizmeti, gerek din eğitimi verirken tek bir mezhebi diğerlerine üstün tuttuğu aşikárdır.
Yarın bu konuyu irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2006
ASKERİ müşterekte birleşen HSYK, savcıyı meslekten men etti. O gün, zaten ülkemizde mehter adımlarıyla ilerleyen hukuk devleti, bizzat hukukçular tarafından katledildi. Ancak, o kararda cezalandırılan savcı değildir, belirli çevrelerce Yaşar Büyükanıt’a komplo hazırladığına inanılan hükümetin kendisidir.
O gün itibarıyla vazifesini ifa etmekten bizzat men edilen Başbakan’ın kendisidir.
Ona buna olan/Tayyip’e de olmuş/Tayyip haki paltosu altında kaybolmuştur!
* * *
Maalesef, Başbakan ve akıl daneleri ne zaman bir oyun kurmaya kalksalar hep altında kalıyorlar.
Zinada da, hızlı trende de, alt kimlik-üst kimlikte de, HAMAS’ta da, imam hatipte de, türbanda da altta kalan hep Başbakan oluyor.
Zira, biat adabı içinde hem akıldan hem samimiyetten yoksun insanlarla çalışıyor.
Kimse bana savcının cesur iddianamesinin içine Büyükanıt adının iyi niyetle sıkıştırıldığını anlatmasın!
İddianamede Büyükanıt bölümü bütünden o kadar kopuk ki, sonradan eklendiği aşikár.
Halbuki, aklıevveller eklektik bir ilave yapmaya kalkmasalar, iddianameyi somut delillere dayandırarak lokal seviyede tutsalardı, davanın doğal süreci içinde zaten herkes "iki astsubayın kendi başlarına eylem yapamayacaklarına hükmedecekti".
Köylü kurnazlığı bu süreci okuyamadı, sonunda ne çarptı bilemem ama Şemdinli’nin altında hükümet kaldı.
Başbakan ve dostları büyük oyunu göremedikleri için habire kaybediyor, her geçen gün daha az etkin hale getiriliyorlar!
Kendi düşen ağlamaz; ancak beni bu kadar kolay adam satmaları çok rahatsız ediyor.
Önce Hanefi Avcı, sonra Emin Arslan, şimdi de önce Sabri Uzun, en son Ferhat Sarıkaya!
Cemaatten olmayanların kullanma süresi bittiğinde fırlatılıp atılmasına ulema açık cevaz veriyor!
* * *
Bu köşeyi takip edenler bilirler. Sürekli üç tezi savunuyorum:
1) Güneydoğu’yu yöneten Türkiye’yi yönetecek!
2) Bağdat-Tahran hattı Şemdinli’den geçer.
3) ABD, "Tahran-Bağdat trenini" Türkiye’de hangi istasyonda durduracağı konusunda kararsız.
Çocukları iki gruba bölerler, ellerine bir halat verir, ortaya bir çizgi çizerler.
Çocuklar halatı çekiştirerek diğer grubu ortadaki çizgiden kendi yanlarına çekmeye çalışırlar. Beceren oyunu kazanır!
Türkiye’de aynı oyun oynanıyor.
Türkiye’deki oyunu nihayetinde kimin kazanacağını Terörle Mücadele Yasası tayin edecek deyip de duruyorum.
Şimdi bakın son dönem gelişmelerine:
1) Şemdinli hakkında TSK aleyhine iddia üreten herkes düştü, hükümet sadece seyretti.
2) Hükümet 7 ay direndi; ama şimdi Terörle Mücadele Yasası TBMM’de.
3) Sınıra 200 bin civarında asker yığılıyor.
4) Nihayet, ABD PKK ile ilgili istihbarat bilgileri vermeye başladı.
* * *
Kimse bana 200 bin askerin dağda terörist avlayacağını anlatmasın.
Artık sembolik bir Başbakanımız var!
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2006
BİR liderde aranan vasıflar:1) Yöneteceği kişiler tarafından kendinden (iç grup) sayılması -insanlar kendinden saymadıkları (dış grup) insanları takip etmiyorlar-. 2) Ancak kendinden yine de üstün görmesi -liderin vizyon/proje sahibi olması-.
3) Ülkemizde çok derin yaşanan devlet-millet ikileminde millet tarafında yer alabilecek kadar cesur olmasıdır.
Kanımca bu üç vasfın hepsi Turgut Özal’da vardı.
Bugün dizimin son yazısında "cesaret" niteliğini ele alacağım ve onu yine Süleyman Demirel ve Recep Tayyip Erdoğan ile mukayese edeceğim.
* * *
Onun en koyu muhalifleri bile cesaretini teslim ederler. Örneğin, Oktay Abi, hakkında yazdığı eleştiri dolu yazısında:
"...Özal kuşkusuz son derece zeki ve siyaseten gözükara denebilecek türden bir insandı" diyor. (Bkz: Oktay Ekşi-Hürriyet-18.04.2006: "Ardından")
Türkiye gibi ülkelerde siyasetçinin cesareti, devlet-millet ikileminde aldığı tavırla ölçülür.
Daha açık yazalım; Türkiye’de siyasetçinin cesareti, 1960’tan beri 3.5 adet askeri darbe yaşamış ülkemizde sık sık siyasete müdahale eden askere karşı tavrıyla sınanır.
Bu açıdan baktığımızda yine Oktay Abi’nin yazısına dönersek (Oktay Ekşi-ibid):
1) "...Orgeneral Doğan Özgöçmen’in Genelkurmay Başkanlığı’na getirilmesine göre kurgulanmış olan terfi sistemini Temmuz 1987’de bozup Orgeneral Necip Torumtay’ın bu göreve getirilmesini sağlaması, o koşullarda cesaret isteyen bir tutumdu."
2) Aynı Necip Torumtay 3 Aralık 1990 günü, Körfez Savaşı’na aktif katılımı savunan Özal ile ters düştüğü için Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa etmişti. Bizim alıştığımız tersidir.
3) Turgut Özal, askeri kısa şortla teftiş ederken de çok cesur ama bir o kadar da anlamlı bir tavır sergiliyordu.
4) Nitekim iktidarı askerden aldığı ve ölende dek başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptığı 1983-1993 döneminde askerin siyasette ağırlığı hemen hiç hissedilmemiştir.
* * *
Askerden iki kez (12 Mart ve 12 Eylül) muhtıra yiyen ve her ikisinde de "şapkasını alıp giden", üstüne üstlük bir kez de askerin muhtıra vermesinde kendilerine yardımcı (28 Şubat) olan Süleyman Demirel’in cesaret konusunda sınıfta çaktığı aşikárdır.
Vatandaşı azarlarken, medyaya çatarken hiddet ve şiddetini esirgemeyen Recep Tayyip Erdoğan de maalesef otorite karşısında edilgen bir tavır sergilemektedir.
1) ABD ile her ters düştüğünde bu ülkeye ama giderek ama elçi göndererek alttan almayı hüner saymaktadır. Nitekim Haziran 2005 ABD ziyaretinde özür mahiyetinde "söyledikleri" Amerikalıları bile şaşırtmıştı. En son Zapsu ABD’de (tepe tepe) "kullanılmasını" teklif ettiğinde sessiz kalarak Zapsu’yu doğrulamış oldu.
2) HAMAS’ı davet eden Erdoğan, ABD’den zılgıtı yiyince misafirleriyle karşılaşmamak için Ankara sokaklarını arşınlarken herhalde artık "Kasımpaşalı Erdoğan" değildi.
3) Kürt meselesine önce sahip çıkıp milleti bu konuda 6 ay oyaladıktan sonra şakkadak resmi söyleme dönen; "Şemdinli nereye kadar giderse oraya kadar gideceğiz" dedikten sonra "arkandayım" dediği İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’u harcayan, komutanla iki saat baş başa konuştuktan sonra "180 derece çark eden" de yine kendisidir.
* * *
Mukayeseli bir yazıda Recep Tayyip Erdoğan’ı illa ki birine benzetmek gerekirse onun Turgut Özal’dan çok Süleyman Demirel’e benzediğini söyleyerek bu yazı dizisini bitiriyorum.
Yazının Devamını Oku