18 Mayıs 2006
ÖNCE iki ayrıntı:"EFG İstanbul Başekonomisti Baturalp Candemir’in hesabına göre 2-15 Mayıs tarihleri arasında TL % 17.2 değer kaybetti. Brezilya parası % 4.6 ile bizi izledi. Diğer yükselen ekonomilerin uğradığı ortalama kayıp %2’nin altındadır." (Metin Münir-Milliyet-17.05.2006)
* * *
"Müsaadenizle önce Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın www.tcmb.gov.tr adresli resmi web sitesinde yer alan sözlükten bir alıntı yapacağım önce:
’Devalüasyon: Ulusal paranın yabancı paralar karşısındaki değerinin azalmasını ifade eder’..." (İsmet Berkan-Radikal-17.05.2006)
Bu iki saptamadan sonra söyleyebiliriz ki; Türkiye’de son günlerde yaşananlara devalüasyon dememek için kör cahil olmak gerekir!
* * *
Dalgalı kurda "devalüasyon yapılmaz" ama pekálá "devalüasyon olur"! Eğer, bir ülkenin parasının değeri 13 günde %17.2 değer kaybediyorsa, burada bir anamoli vardır. Dalgalı kurda paranın değeri ufak oranlar içinde oynar, ani hareketler göstermez. Son günler göstermiştir ki; Türkiye’de gerçek anlamda dalgalı kur yoktur!
Son dönemde Başbakanlık ofisini kasıp kavuran bir ruh hali var:
Cehaletin pervasızlığı!
* * *
Dünyadaki ekonomik konjonktür her ülkede bir dalga etkisi yaptı, yapmaya devam ediyor. Ama, EFG’nin başekonomisti Baturalp Candemir’in verdiği rakamlar Türkiye’nin çok özel bir durumu olduğunu gösteriyor.
Birileri Başbakan’a söylesin ki, bu özel durumun farkına varmak onun asli görevidir.
Ekonomik tepkiler bağırıp çağırarak önlenemez! Ekonomi ne başbakan ipler, ne de hiddetten etkilenir!
Ne oluyor? Bir kısır döngü hep yaşanıyor!
Hükümet önce kendini muktedir sanarak pervasızlaşıyor, örneğin arada bir ABD’ye kafa tutuyor. Silleyi yedikten sonra da sus pus oluyor! Son dönemde hükümetin İran konusunda nasıl tamamen ABD’nin dümen suyuna girdiğini hepimiz izliyoruz.
Hükümet son dönemde IMF karşısında da pervasızlaşmaya başladı. Bir türlü 2005 yılına ait faiz dışı fazlanın hangi oranda olduğu ilan edilmedi.
Tıpkı 1 Mart tezkeresinde söz verildiği gibi Başbakan kurumlar vergisi oranını % 30’dan % 20’ye indireceğine dair de söz verdi. Şirketler ilk üç aylık hesaplarını % 20 üzerinden hazırladılar. Ama kanun bir türlü çıkmadı.
IMF’in borçlarını "bir kerede ödeyelim" diyen aklı evveller dahi çıktı.
Mali disiplin göz ardı edilmeye başlandı. Yabancı bankalar korkutuldu. Sonunda ne oldu?
Şu rakamlara da göz atalım:
"Üç milyar 800 milyon dolar piyasada fırtına yaratmaya yetiyor. Toplam sıcak paranın sadece yüzde beşi... Türkiye’de toplam 70 milyar dolar sıcak para var. Bunun büyük bölümü Arap sermayesi. Kalan 20 milyar doları Avrupa ve IMF kaynaklı." (Yalçın Doğan-Hürriyet-17.05.2006)
Türkiye’deki sıcak paranın sadece %5’i ülkeyi terk ediyor ve ülke sarsılıyor!
Birileri yine hükümetin dersini veriyor!
* * *
Son dönemde pervasızlaşan hükümete çeki düzen verme gayretleri var!
Dışarıdan birileri de hükümete ölümü gösterip sıtmaya razı etmek üzere harekete geçiyorlar!
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2006
DÜN AKP’nin kendisinin de hükümet proje/politika üretemediği için rahatsız olduğunu yazdım.<br><br>Hükümet, sadece ülkenin geneli için değil, kendi tabanı için de politika üretemiyor! * * *
AKP’yi iktidara taşıyan temel faktörlerden birisi eski hükümetlerin "yoksulluk ve yolsuzluk" meselelerinde aciz kalması ve hatta malı götürdüğüne dair yerleşik inanç oldu.
İddiam odur ki, hükümet bu alanda da tabanı için politika/proje üretememektedir!
Tabanın bu durumu dışa vurmaması ("kol kırılır yen içinde kalır") laikçi kesimin zerre kadar sosyoloji bilimi ile ilgilenmediği için muhalefetin muhafazakár tabanda hálá "öteki" kalmasıdır.
* * *
Bugün hükümetin ekonomi politikalarına değineceğim. Ancak amacım katiyen son günlerde dolar ve Euro’daki adeta devalüasyon seviyesinde seyreden yükselişin teknik analizini yapmak değil. Bu analizleri yapan çok kıymetli arkadaşlarımız var.
Benim amacım hükümetin son dönemde ekonomi alanındaki tutarsız politikalarına parmak basmak, siyasetteki yanlışların ekonomiyi de nasıl etkilediğini göstermek.
* * *
İktidarının ilk yılında AKP’den beklenen hem ekonomik, hem de siyasi alanda istikrarlı tavır alması idi. Tek parti iktidarı bu konuda umut veriyordu ama AKP’nin geçmişi hem ulusal, hem de uluslararası arenada rol alan ekonomik aktörlerce sorgulanıyordu.
AKP, iktidarının ilk yılında hem IMF reçetelerini, hem de AB’ye uyum yasalarını çok sıkı takip ederek piyasalara hem ekonomik, hem de siyasi tercihleri konusunda açık ve net mesajlar verdi.
Ekonomik aktörler kısa sürede rahatladı ve Türkiye tekrar yükselen yıldızlar kategorisine girdi. Ülkeye para akmaya başladı.
Ancak, iktidarının ikinci yılından itibaren ve özellikle AB’den müzakere vizesi aldıktan sonra taban ile tavan arasındaki tercihlerini taban lehine kullanmaya, popülist politikalara dönmeye başladı.
IMF reçetelerinin krizi tedavi ederken işsizlik konusunda aciz kalması, refaha katkıda bulunamaması; ekonomi alanında de popülizme dönüşün itici motoru haline gelmeye başladı.
Bugün itibarıyla:
1) IMF’ye kafa tutmanın tabanda puan getireceğine inanan, bundan dolayı IMF’nin vaz ettiği politikaları savsaklayan bir görüntü veriyor.
2) Mali politikalar gevşetildi, bütçede "faiz dışı denge" ile fazla ile ilgilenilmez hale gelindi. Belli ki seçim yılında harcamalar aldı başını gidiyor.
3) Ancak, en önemlisi; AİHM’nin türban kararına verilen tepki, Başbakan’ın abuk demokrasi anlayışını gösteren beyanları, cumhurbaşkanlığı kavgası, içki ve haremlik-selamlık türü tartışmalar, denetlenemeyen yolsuzluklar ve nihayet erken seçim tartışmaları vb. üç yıl önceki soruyu tekrar gündeme getirdi.
- AKP Türkiye’yi nereye götürmek istiyor?
* * *
Taban-tavan ikilemi ile Washington-Tahran-Bağdat hattında devamlı bocalayan hükümet son bir yıldır IMF-AB hattında da bocalamaya başladı.
Başına gelebilecek en büyük belanın uluslararası arenada güven kaybı olduğunu, bunun da en tipik göstergesinin uluslararası piyasalarda oynayan aktörlerin ülkeden kaçışı olacağını herhalde hükümet içinde bilen insanlar vardır!
Şu an itibarıyla hükümet ne tabana (işsizlik-yolsuzluk) ne de tavana (sıkı ekonomi politikaları) yaranabiliyor!
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2006
DEĞİŞMEZ bir ilke var:İktidarlar kabahati başkasında aramaya başladıklarında, hükümet olmaya devam etseler dahi, iktidar erki olarak tükeniyorlar!
AKP aylardır "düğmeye basıldı" diye tutturdu.
Sanki, karşılarındaki sistematik muhalefetin ne olduğunu, neye rağmen iktidar olduklarını bilmiyorlardı da yeni öğrenmişlerdi.
Başta Başbakan olmak üzere bakanların bir bölümü adeta paranoya duygusu içindeler.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile konuştuğunuzda Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın, YÖK’ün birleşip doğrudan kendisini hedef almak için ittifak kurdukları duygusu içine giriyorsunuz.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2006
ANAMI kendi ellerimle toprağa vermemin üstünden tam 20 yıl geçti. Şimdi 55 yaşındayım. O öldüğünde 60 yaşında idi. Demek ki, onunla vedalaşırken ben 35 yaşında imişim. Arada ne sular aktı, ne fırtınalar koptu, ne sevgiler yaşadım, ne sevgiler yok oldu, ne vuslatlar gördüm, ne ayrılıklara razı oldum; kimleri unuttum, kimler beni unuttular ama onu hálá özlüyorum!
Hem de hep burnum sızlayarak, gözlerim dolarak, ellerim tir tir titreyerek özlüyorum.
Duygum ve tepkilerim hiç geçmiyor, hiç değişmiyor.
Özlemimi Anneler Günü’nde yazıyorum; ama onu hep yád ediyorum.
Anasını yitirenler ne demek istediğimi anlarlar.
* * *
Kendimi kötü hissettiğimde hemen bir hayal álemi kurarım. O álemde her şey istediğim gibidir, her şey benim denetimim altındadır; o anlarda zaten gerçek hayatta yaşadıklarım geçici, zihnimdeki dünya kalıcıdır!
Psikolojide adı ne olursa olsun, kendimi yalnız hissettiğimde aklıma hemen anam gelir.
Yalnızlık böğrüme çöktüğünde ona sığınırım. Onunla konuşurum. Sanki onun varlığını hissederim. Aynı odada birlikte soluk alırız, aynı havayı paylaşırız.
* * *
O, anayurdu ile atayurdu farklı olanların yaşadıkları ruh haliyle bir ömür boyu baş etmek zorunda olanların, Rumeli’den Anaeli’ne göçenlerin yavrusu idi. Ne oraya, ne buraya ait olamayanların çocuğu idi.
Teneke evin evladı idi!
İlkokul mezunu bir Tekel işçisi olduğu için kendini başka bir çulsuzla, yine bir Rumeli kızanı olan babamla evlenerek "kurtarmaya" yeltenmişti.
Ne de olsa babam lise mezunu idi ve Ankara’da devletin bankasında memur idi.
Arkasında koskoca devlet kapısı vardı!
Anam bunların "kurtulmak" için yeterli olmadığını kısa sürede anladı; ama başka çaresi olmadığını bilecek kadar da zeki idi.
Yapılacak tek bir şey vardı!
Beni "kurtarmak"!
Ben onda olmayan bir şeyi edinerek kurtulabilirdim: Okuyarak!
Benim okuyup adam olmam gerekiyordu.
Bunun için çok ama çok büyük çaba gösterdi, büyük fedakárlıklarda bulundu.
* * *
Ben, hiçbir şey için olmasa dahi, bu çabası için ona borçluyum.
Borçlu öleceğim, üstelik orada da borcumu eda edemeyeceğim. "Paçamı kurtardıktan" sonra onu ağzımın tadıyla evimin köşesinde oturtamadığım için borcumu hiçbir zaman ödeyemeyeceğimi bilmenin sıkıntısını hep sırtımda taşıyacağım.
* * *
Bir erkek olduğum, fıtratıma iktidarın vahşi cazibesi kazındığı, iktidarın korunması için yıkılması gerektiğine iman ettiğim için, var etmenin kutsandığı, var edinilenin sakınıldığı analık duygusunu hiçbir zaman anlayamayacağım.
Ama bir şey biliyorum. Kendi güzelliklerini bizzat kendi gözleriyle görmek için biz kullarını yaratan Cenab-ı Allah, kendisine aracı olarak anaları seçmiş. Yaratma gücünü onlarla paylaşmış. Yaratanın ise yarattığını esirgememesi mümkün değil.
Allah kullarını analara emanet etmiş!
* * *
Anası sağ olanlar! Lütfen onları kırmayın. Ben zamanında çok kırdım!
Ama şimdi biliyorum ki; dönülmez ufkun ardında telafisi yok!
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2006
BAŞKANLIĞINI Selçuk Pehlivanoğlu’nun yaptığı Türk Eğitim Derneği’nin (TED) Dr. Gökhan Tuzcu’ya hazırlattığı "Avrupa Birliği’ne Giriş Süreci ve Eğitimde Vizyon 2023" (www.ted.org.tr) başlıklı özlü çalışmayı irdelemeye bugün de devam ediyorum. Dün Türkiye’nin okullaşma oranı açısından tüm seviyelerde AB ortalamasının gerisinde kaldığını belirtmiştim. Ancak, en çarpıcı fark eğitime yapılan yatırımda ortaya çıkıyordu:
"AB genelinde GSMH’nın % 5,5’i eğitime ayrılırken, Türkiye’de % 3,5’i ayrılmaktadır.
- AB genelinde öğrenci başına yılda ortalama 6.000 $ harcama yapılırken, Türkiye’de 650 $ harcama yapılmaktadır.
Diğer bir deyişle, AB ülkelerinde insan kaynaklarına yapılan yatırım, Türkiye’de yapılan yatırımın 10 katıdır."
* * *
Raporu irdelemeye bugün de devam ediyorum:
AB; zorunlu öğrenim tamamlandığında en az iki yabancı dil öğrenilmiş olmasını, dikey eğitimden çok ara meslek elemanı yetiştirmeye yönelik yatay eğitimi ve nitelikli meslek eğitiminin yaygınlaştırılmasını zorunlu tutmaktadır.
Biz bu hedeflerden çok ama çok uzağız!Öte yandan, tarama sürecinde, ülkemizin de uyum sağlaması AB Komisyonu tarafından vurgulanan Lizbon 2010 Hedeflerini gerçekleştirmemiz gerekmektedir.
Buna göre, 2010 yılına kadar, örneğin;
Eğitimi terk oranını % 10’a indirebilmemiz gerekmektedir. Halbuki Türkiye’de hálá 7,6 milyon insanımız okuma-yazma bilmemektedir.
Ortaöğrenimini tamamlayan 25-64 yaş grubu ortalaması % 80’lere çıkarılmalıdır. Halbuki 2005 OECD Raporu’na göre Türkiye’nin bu yaş grubunda lise öğrenimi gören nüfus oranı henüz % 25 civarındadır.
Hayat boyu öğrenmeye katılım oranının AB düzeyinde çalışan yetişkin nüfus için en az % 15 düzeyinde olması gerekmektedir. Türkiye’de hayat boyu öğrenme konusunda maalesef henüz bir politika bile belirlenmemiştir.
* * *
Raporda çarpıcı bir mukayese de var. Polonya ile Türkiye eğitime yaptıkları yatırımlar açısından karşılaştırılıyor.
Polonya; GSYH’nin %5.4’ünü eğitime ayırırken biz 2004 yılı itibarıyla %3.8’ini ayırıyoruz.
Polonya okul öncesi eğitimde öğrenci başına 2.747 $ harcarken biz sadece 1.496 $ harcıyoruz. İlköğretimde öğrenci başına harcama Polonya’da 1.496 $ iken bizde 460 $. Ortaöğrenimde öğrenci başına onlar 1.438 $ harcarken biz yalnız 760 $ harcıyoruz. Yükseköğrenimde ise fark iyice büyüyor. Polonya yükseköğrenimde öğrenci başına 4.262 $ harcarken biz 1.380 $’da kalıyoruz.
Polonya bize oranla, yükseköğrenimde öğrenci başına 3 misli fazla para harcıyor.
Buna mukabil onların nüfusunun %67’si ortaöğretim mezunu iken bizim nüfusun sadece %16’sı ortaöğretim mezunu. İlköğretimde ise oran beklendiği gibi tersine dönüyor. Bizim nüfusumuzun %76’sı ilköğretim mezunu iken onların nüfusunun sadece %22’si ilköğretim mezunu. Üstelik raporda yayınlanan oranlar Polonya için 1998 yılını, bizim için 2004 yılını yansıtıyor.
* * *
Türkiye’nin insana yatırım alanında hem parasal hem de içerik açısından çok daha büyük gayret göstermesi lazım. Bizde ne oluyor? Eğitimde reformun bu hükümetçe ana motoru ilan edilen hem İlköğretim Genel Müdürü’nün hem de Talim Terbiye Kurulu Başkanı’nın başı yine bu hükümet tarafından yeniyor! Hem de pis dedikodular üretilerek!
Yarın da bu kepaze olayı yazacağım.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2006
TÜRKİYE’nin 21. yüzyılda dünyada hak ettiği yeri alabilmesinin en önemli şartı, insana doğru yatırım yapmasıdır. Türkiye, eğer global dünyada yerini almak istiyorsa, insana yatırım konusunda dünyada nerede durduğunu doğru saptamak ve varını yoğunu eğitime yatırmak zorundadır.
* * *
Ben "eğitim" konusunda elime geçen her türlü çalışmayı okurla paylaşmayı, bu raporlardan çıkan sonuçları kamuyla paylaşmayı ödev biliyorum.
Bu bağlamda bugün ve yarın; başkanlığını Selçuk Pehlivanoğlu’nun yaptığı Türk Eğitim Derneği’nin (TED) Dr. Gökhan Tuzcu’ya hazırlattığı "Avrupa Birliği’ne Giriş Süreci ve Eğitimde Vizyon 2023" (www.ted.org.tr) başlıklı özlü çalışmayı irdeleyeceğim.
Amacım, kayıkçı kavgalarıyla ülke yönetmeye kalkanların ürettiği sığ düşünceler dışında Türkiye’de "doğru tartışmaların" da üretildiğini okura göstermektir.
* * *
AB’ye giriş sürecinde; 35 konu başlığını kapsayan tarama ve müzakere sürecine girilmiş bulunulmaktadır. Müzakerelerin amacı, belirlenen konularda Türkiye’nin AB ilke ve standartlarına çokboyutlu uyumunu sağlamaktır.
Elimdeki çalışmaya göre; tarama sürecinin tamamlanmış 15 konusundan birini oluşturan "eğitim-kültür" dosyası, iddia edildiğinin aksine müzakere sürecinin "kolay" başlıklarından biri olmayacak, bilakis Türkiye’ye köklü yapısal dönüşümler kadar fiziki planda büyük atılımlar da gerçekleştirilmesi yükümlülüğünü getirecektir.
* * *
2001 yılı itibarıyla;
AB genelinde nüfusun yalnızca % 1’i okuma-yazma bilmezken, Türkiye’de % 13’ü okuma-yazma bilmemektedir. Diğer bir deyişle Türkiye’de okuma-yazma bilmeyen 7.6 milyon kişi vardır. Dahası Türkiye’de eğitim çağında olup (6-20 yaş) da okuma-yazma bilmeyen kişi sayısı 1.6 milyondur.
Okulöncesi eğitimde AB genelinde % 75 okullaşmaya ulaşılmışken, Türkiye’de % 8 okullaşmaya ulaşılabilmiştir.
İlköğretimde AB genelinde % 100 okullaşmaya ulaşılmışken, Türkiye’de % 94 okullaşmaya ulaşılabilmiştir. Ayrıca Türkiye’de ilköğretim çağındaki çocukların 1.1 milyonu okuma-yazma bilmemektedir.
Ortaöğretimde AB genelinde % 90 okullaşmaya ulaşılmışken, Türkiye’de % 50 okullaşmaya ulaşılabilmiştir.
* * *
Yükseköğretimde AB genelinde % 50 okullaşmaya ulaşılmışken, Türkiye’de açık ve ikili öğretim ile sınavsız girilen meslek yüksek okulları da dahil edildiğinde ancak % 30 okullaşmaya ulaşılabilmiştir.
AB genelinde öğretmen ve derslik başına ortalama 20 öğrenci düşerken, Türkiye’de 30 öğrenci düşmektedir. Ayrıca Türkiye’de bu konuda bölgeler ile kırsal-kentsel merkezler arasında büyük dengesizlikler vardır.
AB genelinde GSMH’nin % 5.5’i eğitime ayrılırken, Türkiye’de % 3.5’i ayrılmaktadır.
AB genelinde öğrenci başına yılda ortalama 6000 $ harcama yapılırken, Türkiye’de 650 $ harcama yapılmaktadır.
Diğer bir deyişle, AB ülkelerinde insan kaynaklarına yapılan yatırım, Türkiye’de yapılan yatırımın 10 katıdır.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
ŞAHSİ kanaatime göre, eski Cumhurbaşkanı ile cari Başbakan arasında "türban meselesi" çerçevesinde yapılan tartışmada iki taraf da samimi değil. Recep Tayyip Erdoğan, aritmetiksel olarak elinde imkán olmasına rağmen "mesele"yi çözememeyi ülkenin şartlarına bağlıyor, "asker müsaade etmiyor" demeye getiriyor ve bir türlü çözülmeyen bir meseleye sahip çıkarak, iktidarda olduğu halde muhafazakár taban önünde çaresizliğini vurguluyor.
Hadi diyelim ki, içeride "derin-devlet" çözüme engel!
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) de derin devlet mi türbana engel oldu?
İddiam odur ki:
Leyla Şahin’in "türbanı yüzünden üniversiteden atıldığı" gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda hedefi, davayı kazanmak değil, kaybetmek idi. En azından onu Başbakanlık ofisi böyle yönlendirdi!
* * *
Ne demek istediğimi gerekçelendirmek üzere Leyla Şahin Hanımefendi’ye bazı sorular sormak istiyorum. Kendisi AİHM’ye gidecek kadar medeni bir insan olduğuna göre bu sorulara da cevap verecektir. Bu köşe, vereceği cevaplara açıktır.
* * *
AİHM’nin ilgili dairesi, Leyla Şahin’in "din özgürlüğü" açısından yaptığı ve üniversitede türban takma hakkını demokratik bir hak olarak savunduğu itirazını reddetmişti.
Ancak, AİHM’de bir alt dairede verilen bu kararı Büyük Daire’ye taşımak için Leyla Şahin’in ilk avukatının hazırladığı dilekçeyi, 5 hákimli bir jüri (panel) kabul etti. Bu istisnai bir durumdu. Bu durumda önceki kararın bağlayıcılığı kalmamıştı.
Leyla Şahin büyük avantaj kazanmıştı!
Şimdi sorularımı sıralıyorum:
1) Dava, Büyük Daire’ye taşınınca yeni bir layiha (savunma) verme safhasına gelindi.
Bu savunmada "din özgürlüğü" açısından, önceki dairede (alt daire) alınan kararın davacı Leyla Şahin tarafından kabul edildiği ve davanın Büyük Daire’de sadece "eğitim özgürlüğü" açısından incelenmesinin talep edildiği doğru mu?
2) Büyük Daire’ye giden yeni layiha, Ankara’da bir akademisyen grubu tarafından mı hazırlandı? Bu grubun oluşturulmasını Başbakanlık ofisi mi yönlendirdi?
3) Halbuki, davayı Büyük Daire’ye götüren ve 5 hákimli jüriye verilip kabul edilen dilekçede alt dairenin din özgürlüğü açısından verdiği kararın yanlış olduğu iddia edilmiyor muydu?
4) Büyük Daire’ye dilekçeyi hazırlayan ilk avukat, yeni layihayı "Ankara’daki akademisyen grubun" değiştirmesi üzerine davadan çekildi mi?
* * *
5) Büyük Daire’nin yeni layiha karşısında verdiği kararın 73. ve 102. paragraflarında açıkça; din özgürlüğü çerçevesinde verilmiş (önceki) daire kararının sizin tarafınızdan kabul edildiği ifade edilmekte midir?
Büyük Daire, sizin alt daire kararını kabul etmenize dayanarak önceki daire kararını aynen kabul etmedi mi?
6) Jüriye ilk avukat tarafından verilen dilekçede yer almasına ve lehinize olmasına rağmen, Anayasa’nın 153. maddesine göre "Anayasa Mahkemesi’nin içtihatla kanun (hukuk) yaratamayacağı" ve Anayasa’nın 90. maddesine eklenen son cümle çerçevesinde, AİHM’nin "Türk mevzuatını değil, doğrudan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) esas alması gerektiği" iddiaları da Ankara’daki akademisyen grup tarafından savunmadan çıkarılmadı mı?
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2006
TÜRKİYE en son bir adet cari başbakan ile bir adet eski cumhurbaşkanı arasında yapılan, samimiyetten yoksun, bir sorunsala (türban) çözüm üretme niyetinden tamamen uzak bir "kayıkçı kavgası" ile uğraşadursun, ben insana yatırım yapan ülkeleri kıskanmaya devam edeceğim. Dün İrlanda’yı yazmaya başladım. Bu ülke 1950’lerde, Türkiye’ye çok benzediği bir dönemde, dışa açılarak üretimi içinde ihracatın (dış satımın) payını %70’lere çıkarmış, nüfusu içinde %40-45 oranında olan köylülüğü %8-9’lara indirmiş.
* * *
İrlanda dış dünya ile rekabete dayanan ekonomisini "bilgi odaklı ekonomi" olarak tarif ediyor. Bilimin yönlendirdiği sektörlerde uzmanlaşmayı kendine hedef seçiyor. Bu nedenle elektronik, ilaç sanayii ve mühendislik alanlarında uzmanlaşıyor.
Bilimsel çalışmaların teşviki, araştırma-geliştirme için altyapının kurulması ve biyoteknoloji İrlanda’nın geleceğini bağladığı alanlar.
"Bilgi odaklı ekonomi" neticelerini anında vermiş. Örneğin, 1960’ların sonunda araştırma yapan ilaç firmalarını ülkeye çekmeye başlayan İrlanda bugün itibarıyla dünyanın en büyük 20 ilaç firmasından 16’sının doğrudan yatırım yaptığı bir ülke haline gelmiş.
Dünyada en fazla satan 25 ilaç arasında 12 tanesi bu ülkede üretiliyor.
Sadece son yıllarda Wyeth (biyo-ilaç) 1.269 milyar, Amgen 1 milyar, Centocor 700 milyon, Abbot 406 milyon Euro’luk yatırım yapmışlar. İlaç sektörü bugün itibarıyla İrlanda’da 120 firma ile temsil ediliyor, milli gelirin %70’ini oluşturan ihracat rakamları içinde %46 (yarı yarıya) paya sahip. İlaç ihracatı rakamları 37.5 milyar Euro’yu buluyor ve sektör 4 milyon nüfuslu ülkede 24.000 kişi istihdam ediyor.
* * *
"Bilgi odaklı ekonomi" ne demek?
Üretimde bilimin/bilginin/araştırmanın ön plana geçmesi demek.
Bilgiye dayalı üretim yapmak için de araştırma yapabilecek, yüksek teknoloji kullanarak üretebilecek "bilgili insan" yetiştirmek gerek.
İşte ben İrlanda’nın en çok bu alandaki başarısından etkilendim, bu alandaki hamlesini kıskandım.
İrlanda insana ciddi yatırım yapan bir ülke!
* * *
Her şeyden önce İrlanda ekonominin ihtiyacına uygun eğitim yapıyor. Dünyada rekabete uygun eğitim yapma konusunda en başarılı 2. ülke. Nüfusun %25’i tam zamanlı eğitim alıyor. Yüksek öğrenim görme oranı %50!
4 milyon nüfuslu ülke sadece 2004 yılında 48.000 kişi üniversitelerden mezun olmuş.
Bilim ve teknoloji alanında verdiği mezun sayısı Avrupa Birliği ortalamasının %9 üstünde.
Tekrar nüfusu vurgulayarak yazıyorum. 4 milyon nüfuslu ülkede 8 üniversitede 75.000, 15 Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde 52.000, özel yüksek okullarda 7.000 öğrenci eğitim görüyor.
Bizdeki TÜBİTAK’ın karşılığı olan İrlanda Bilim Vakfı biyo-teknoloji başta olmak üzere bilimsel araştırma yapan kişi ve kuruluşlara 646 milyon Euro vermiş!
İrlanda son 7 yılda sadece araştırma-geliştirme için 2.4 milyar Euro harcamış. Şu anda araştırma-geliştirmenin milli gelir içindeki payı %1.6 iken bu oran 2010’da %2.5’a çıkacak.
Kamu harcamaları içinde %13.2 oranı ile Avrupa Birliği içinde eğitime en fazla para harcayan ülke yine İrlanda.
* * *
Türkiye siyasilerin söylediklerini tartışan ülke!
İrlanda siyasilerin yaptıklarını tartışan ülke!
Yazının Devamını Oku