18 Haziran 2006
RECEP Tayyip Erdoğan, "KKTC’ye izolasyonlar kalkmadığı sürece ne havaalanlarını, ne limanları açarız. Bunu herkes böyle bilsin" diyor. Olsun varsın; bu sözleriyle 29 Temmuz 2005 tarihinde imzaladığı Ek Protokol’ü inkár etmiş oluyor ama tabanın kaymasını önlediğini zannediyor ya!
Olsun varsın; altında Türkiye Cumhuriyeti’nin imzası olan Gümrük Birliği Anlaşması’nı unutmuş gözüksün, oyları kaptırmadığını zannediyor ya!
Olsun varsın, Kıbrıs’ta izolasyonun Türkiye’nin gönlünde yattığı şekilde kalkması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu kararına ihtiyaç duyulsun.
Başbakan, AB’ye kafa tutarak tabanını okşadığını zannediyor ya!
* * *
Bundan takriben bir yıl önce hükümet, limanları Rumlara açmayı kapsayan Ek Protokol’ü imzaladığında, 31.07.2005 tarihinde şunları yazmışım:
"Ek Protokol’ü imzalayan hükümeti tebrik ediyorum!
Şimdi hükümete dört koldan saldıracaklar. Kıbrıs’ı satmakla, AB’den hiçbir şey almadan bir kez daha taviz vermekle, hatta ’vatana ihanet etmekle’ suçlayacaklar.
Üzerine beter gelecekler. Etrafında geniş bir muhalefet çemberi örecekler.
Ancak, hükümet büyük bir cesaret ve özveri ile protokolü imzaladı.
Hükümetin, yaşayacağı tüm sıkıntıları göze alarak Türkiye’nin doğru rotasında ilerlemesi için attığı bu imza çok önemlidir. Kutlarım.
...Kendi tabanını da kuşatan ulusalcı/milliyetçi rüzgárın etkisiyle ’Ek Protokol imzasını’ 3 Ekim’e dek sallayıp sallamayacağı tartışılırken atılan bu imza Türkiye’yi de, hükümeti de tüm zorluklarına rağmen doğru yörüngesinde tutacak bir harekettir.
...Bu imzayla hükümet atı aldı ve Üsküdar’ı geçti. Ardından kopacak toz duman, sadece ’mağlup olduğunu fark edenlerin psikolojik travmalarının’ dışa yansıması olacaktır..."
Geçen hafta bir sohbet sırasında AKP’nin dış ilişkiler konusunda aktif bir milletvekili, birkaç dostun yanında kendisine "limanlar konusu" açıldığında yekten "açamayız!" dedi.
"Neden?" diye sorulduğunda, önce "Devlet müsaade etmiyor" diye cevap verdi. Bu cevabının sohbet ettiği insanları tatmin etmediğini görünce bu sefer, "Genel seçimlerden sonra imzalarız" dedi. Nedeni ise AKP seçimden önce limanları Güney Kıbrıs yönetimine açarsa seçimi tek başına kazanamayacaklarını düşünmesi idi!
Başbakan o milletvekilini doğruluyor.
"Efendim bunlar Kıbrıs’ta limanları verecekler, havaalanlarını açacaklar, Ek Protokol’ü imzalayacaklar gibi çirkin muhalefetin içerisine girmek çok yanlış..." derken attığı imzayı dahi inkár edebiliyor.
* * *
Ben 28 Şubat’ta mağdur edildiği için Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıktım. Bir liberal-demokrat olarak da başta "AB politikaları" olmak üzere bugün peşine düştüğü statükoya karşı çıkan tüm tavırlarına destek verdim.
Ancak son bir yıldır AKP, statükonun girdabına kapıldı gitti!
Bu girdabın etkisiyle Milli Görüşçü tabana sarıldı, popülizmin pençesine düştü!
Başbakan, Kıbrıs’ta statükonun tüm tehdidine rağmen, "Annan Planı"na destek verdiğinde, bugünkü korkularının tersine, milletten aldığı desteği hiç kaybetmediğini dahi unutmuş gözüküyor.
Ben AKP’den liberal politikalardan vazgeçtiği gün koptum.
Kendilerini liberal-demokrat addeden bazı dostlarımın, katıldığım bazı TV programlarında AKP’yi savunmalarını da hayretle izledim.
Bakalım, izleyelim; liberal-demokratlar şimdi nasıl tepki verecekler?
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2006
AKP’nin toplumun diğer katmanları ile devamlı sürtüşmesinin siyasi nedenleri olduğu kadar düşünce sistematiği farkı da sürtüşmeyi körüklüyor. İnsanlar, gerek resmi okul eğitimi ile, gerek hayat okulu eğitimi ile düşünmeyi öğreniyorlar.
Düşünmek de çevreyi algılamayı ve yorumlamayı sağlıyor. İnsan "düşünerek" hayata anlam veriyor. Ancak, düşünmek öğrenmeye dayanan bir eylem ve kendine ait bir sistematiği var. Örneğin, insanlığın ulaştığı en yüksek düşünce tekniği "şüpheciliğe" dayanıyor.
Şüpheci düşünce metodolojisinde insan çıplak bilgiden bile şüphe ederek işe girişiyor ve ulaştığı kanaatleri (hipotezleri) devamlı sorgulayarak kabulleniyor.
Çağdaş insan kanaatini doğrulayarak değil, yanlışlamaya çalışarak (şüphe ederek) edinmeye çalışıyor. Şüphecilik demokrasinin temel öğesini de vurguluyor: Farklılık! İnsan kendi kanaatlerinden şüphe edebilirse, başkalarının farklı olabileceğini kabullenebiliyor.
* * *
Klasik düşünce ise esasında bir sistematiğe değil, hatmedilen bir şablona (cetvel) dayanıyor. Şablon bilgiye ulaşmak ve onu yorumlamak için insanların eline birer cetvel veriyor ve nasıl ki evde uzunluğunu bir cetvel ile ölçtüğümüz eşyaların boyutu hakkında herhangi bir şüphe duymuyoruz, klasik düşünce de insanın hakkında şüphe duymayacağı kanaatlere ulaşmasını temin ettiği iddiasını taşıyor.
Marksizm, faşizm ve nihayet dünyevi olguları sadece dini önermelerle anlama çabası olarak tarif ettiğim ve dini inanıştan çok farklı olduğunu düşündüğüm dinci düşünce hep tek doğruyu bulduğu iddiası taşıyan düşünce sistemleri (şablonları).
* * *
21. yüzyılda insanlar şüpheci düşünce ile klasik düşünce sistemleri arasında sıkışıp kalıyorlar. Bazıları klasik düşünce sistematiğinden şüpheci düşünce sistematiğine samimi olarak geçiyorlar ve değişiyorlar. Kimileri ise değişmiş gibi yapıp, esasında bir türlü değişmeyi beceremiyorlar.
* * *
İki arada bir derede kalan insanlara en iyi örneklerden birisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan!
Bazen devlet kökenli yerleşik değerlere, tabulara karşı muazzam bir şüphecilik taşıyor, bazen de klasik düşünce sistematiği içinde sıkışıp kalıyor.
Örnekleri çok ama ben ne demek istediğimi bir tek örnekle anlatmaya çalışacağım:
Başbakan’ın kendi partisinin milletvekili Mahmut Koçak’a reva gördüğü "urun kellesini!" tavrı buna çok güzel bir örnektir!
* * *
Kendi mağduriyet günlerinde Recep Tayyip Erdoğan Kuran’ın şûra kurulması-başkalarına danışılması emrine sadık bir görüntü veriyordu.
Gasp edilen haklarına karşı hemen herkese başvuruyor, onların desteğini istiyordu. Bu zor günlerinde ben de yanında yer aldım.
Aynı Recep Tayyip Erdoğan ikbal günlerinde ise Kuran’ın "ul’ul emre itaat ediniz!" mealli öğretisini kendi şablonu haline getirdi.
Kendine itaat etmeyen herkesi siyaseten yok etmeye çalışıyor!
Daha önce kendisine reva görülen muameleyi o şimdi başkalarına reva görmekten zerre kadar sıkıntı duymuyor!
O, zamanında düşüncesini ifade ettiği için mağdur duruma düşmüştü.
Şimdi Mahmut Koçak’ı düşüncesini ifade ettiği için mağdur etmeye çalışıyor!
AKP’den atmaya kalktığı Mahmut Koçak’ın suçu ne?
Recep Tayyip Erdoğan’ı fikri seviyede eleştirmek!
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2006
FEHMİ Koru’nun Bilderberg’e gitmeyeceğine dair oldukça yüklü miktarda bahislere girdim. Ancak kaybettim, epey paradan oldum. Ne yapalım; kendim ettim, kendim buldum!
Halbuki, bu iddialara girerken çok basit varsayımlarda bulunmuştum. Fehmi Koru’nun da her insan gibi iç tutarlılığı olduğunu zannediyordum. Hele hele, her an etrafa adeta birkaç metre yukarıdan bakıyormuş gibi duran edasının bu daveti kabul etmeye hiç izin vermeyeceğini düşünüyordum.
Meğerse yanılmışım, hem de çok kötü yanılmışım!
* * *
Amerikalı zenci bir arkadaşım vardı. Amerika’da en çok zencilere kızardı.
"Biz" derdi, "içi beyazlarla dolu otobüse binmeye çalışan insanlarız. Binemediğimiz sürece içeridekilere ağzımıza geleni söyleriz. Ancak, aramızdan binenler olunca, onlar daha önce içeridekilere hiç sövmemişler gibi gider bir koltuğa otururlar ve yollarına devam ederler."
* * *
Fehmi Koru’nun Bilderberg’e gidişi beni ilk yanıltması değil.
Ben Fehmi Koru’nun Bilderberg ile iddialarına da kanmıştım. Geçen yıl Bilderberg’e giderken "herhalde ben de artık ya paşa olurum, ya da müsteşar" duygusu içindeydim.
Bilderberg bana yaramadı, hiçbir şey olamadım.
Ancak, acayip bir şey oldu, sanki Bilderberg’in bir şeyhi varmış gibi, bir duam kabul oldu.
Bilderberg’e gidemediği için has(r)etinden prangalar eskittiğini düşündüğüm Fehmi Koru’nun bu yıl çağrılması için geçen yıl Bilderberg taşına uçkur bağlamıştım. Kendisi için dua ettiğimi de Aksiyon Dergisi’ne açıklamıştım.
Allah var; Bilderberg şeyhi güçlü bir şeyhmiş, dualarım kabul edildi!
Fehmi Koru beni iki kere yanılttı ama Bilderberg’e gitmeden evvel "Çağrılacağım benim de kulağıma geldi, ama henüz davetiye almadım", derken meğerse herkesi yanıltıyormuş.
Zira, Bilderberg’i dizi yapacağı belli yazısının ilkinde "katılma davetini aldığımdan bu satırları yazdığım şu saate kadar ’acaba gitmeyeyim mi’ hissi bende hiç uyanmadı" da diyor.
Ben Bilderberg’in önce söylenti yayıp, sonra resmi davet yaptığını ilk defa Fehmi Koru’dan öğreniyorum!
Fehmi Koru daveti hemen kabul etmiş ama "imajını çizdirmeyi" geciktirmek ve belki de gidişine kulp takmak için kamuoyunu oyalamış!
* * *
İnsanların yanılma hakları tabii ki vardır. Hepimiz düşüncelerimizi zaman zaman değiştiriyoruz. Ne kadar önyargılı, ne kadar yanlış donanımlı olduğumuzu fark ediyoruz.
İnsanların yanlıştan dönmesi bir erdem.
Ancak, insanın yanlışından döndüğünü ilan etmesi gerekir.
Hem özeleştiri yapması, yanlışı nedeniyle itham ettiği insanlar varsa onlardan özür dilemesi lazım!
Fehmi Koru’nun ithamlarına maruz kalmış bir kişi olarak bu özrü ondan bekliyorum.
Zira ben Fehmi Koru’nun "medya fahişesi" olduğunu katiyen düşünmüyorum!
* * *
Fehmi Koru önce "dışarıdan" yazdığını, bu sefer de "içeriden" yazacağını söylüyor.
Bir konuda "iki doğru" olmayacağına göre, Fehmi Koru yazdıklarının birinde yanıldığını kabul edecektir.
Fehmi Koru, dizini okurken seni ciddiye almak istiyorum.
Bunun için kamuoyuna bir özeleştiri, bir de özür borcun var!
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2006
ELİMDE Arı Hareketi’nin yayınladığı bir bildirge var. Bugünlerde Türkiye’nin iyi yönetilmediğini, hatta hiç yönetilmediğini iddia eden birçok kuruluş ve kişi var. Ancak, Arı Hareketi’nin bildirgesi bazı yönleriyle dikkatimi çekti ve bugün bildirgenin bu bölümlerini sizinle paylaşmak istiyorum.
* * *
"...3 Kasım 2002 genel seçimleri, yerleşik siyasi partilerin, liderleri ve kadroları ile tasfiyesiyle sonuçlandı. Eski anlayışa tepki gösteren seçmen, ’yeni siyasi anlayışın temsilcisi’ olduğunu iddia eden bugünkü iktidar partisini yüzde 34’lük oy desteğiyle tek başına iktidara taşıdı.
Toplam seçmenlerin % 21’ini oluşturan 8.63 milyon kişinin sandığa gitmediği bu seçimde kullanılan oyların yüzde % 46.33’ü de parlamentoya yansımadı.
...Yakın siyasi tarihimizin en kapsamlı kadrolaşma hareketi bu hükümet döneminde görüldü. Atamalarda liyakat değil, siyasi görüş ön planda tutuldu. ’Geçici ve sözleşmeli personel’ adı altında kamu kurum ve kuruluşlarına personel alımı yapıldı. 2004’ten bu yana yaratılan kadro sayısı 43 bine, bürokratik atamalar ise bir önceki hükümetin yaptığı atamaları 4’e katlayarak 6.650 kişiye ulaştı. Bunların yalnızca % 47’si Cumhurbaşkanı’nın onayına sunuldu.
* * *
...Hükümet programında ifade edilmesine karşın, katılımcı demokrasi ilkesi ile ilgili önemli bir gelişme kaydedilmedi. Tek parti iktidarı ve parlamento çoğunluğuna sahip olmanın verdiği rahatlıkla sivil toplumla işbirliğine gidilmekten kaçınıldı. Sivil toplum kuruluşları arasında "bizden olan ve bizden olmayan" gibi bir ayrıma dahi gidildi.
...İktidar partisi seçilme yaşının 25’e düşürülmesi konusunda da samimi olmadığını gösterdi. Seçim bildirgesinde, gençlerin siyasete katılımı ile ilgili yer alan "Seçilme yaşını 25’e indireceğiz" vaadi yerine getirilmedi.
Gençlik STK’larının yoğun talebine rağmen, gençlik politikalarının uygulanmasında önemli rol oynayacak ve Türk gençliğini uluslararası platformda temsil edecek olan ’Ulusal Gençlik Konseyi’ kurulmadı..."
* * *
Arı Hareketi; başta sivil toplum, medya, iş dünyası, sendikalar olmak üzere toplumun tüm kesimlerini ülkenin geleceğine sahip çıkmaya, ilk kez oy kullanacak 4 milyon genç seçmen ile birlikte tüm seçmenleri yapılacak ilk genel seçimde sandığa gitmeye, böylece son seçimde % 79 olan katılım oranını, % 90’ın üzerine çıkarmaya, geçmişteki performansları nedeniyle gelinen noktada sorumlukları bulunan muhalefet partilerini vizyon ve söylemlerini geliştirmeye, kadrolarını kadınlar ve gençler başta olmak üzere yeni isimlerle takviye etmeye ve seçimlerde görüşleri kendilerine yakın partilerle işbirliği yapmaya, eski siyasetçileri ise artık eski kurallarla siyaset yapmalarının mümkün olmadığını göz önünde bulundurarak ve kişisel beklentilerini bir kenara bırakarak bu sürece destek vermeye çağırıyor.
* * *
Arı Hareketi başından beri çalışmalarını takdir ederek izlediğim bir sivil toplum kuruluşu. Siyasetle yakından ilgilenen ve ciddi çalışmalar yapmaya niyetlenen eğitimli gençlerin bir araya geldiği bir yapı sergiliyor.
İktidarla ilgili verdikleri ve yukarıda alıntı yaptığım bazı rakamlar bana çok ilginç geldi. Zira, verilen rakamlar iktidarın ne kadar yanlı ve dışlayıcı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Çağrıları ise herkesin kendine ders payı çıkararak okuması gereken bir çağrı!
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2006
BUGÜN Hürriyet-İnsan Kaynakları Gazetesi’ndeki köşemde yazdıklarımı okuyanlar, Türkiye’nin doğru dürüst bir bilim politikası geliştirememesinden ne kadar üzüntü duyduğumu görürler. Ben toplumların en önemli sermayesinin insan sermayesi olduğuna inanıyor ve 21. yüzyılda ülkelerin en büyük yatırımı insana yaparak bilgi odaklı ekonomi peşinde koşmaları gerektiğini düşünüyorum.
Bizim gibi bilimi siyasetin emrine veren ülkelerin hali belli. Bir ülke ne zaman ki siyaseti bilimin emrine verir, işte o ülke o zaman "muasır medeniyet" olur.
* * *
Müteşebbis insanlar bulundukları ülkelerin itici motoru oluyorlar. Onlar sayesinde ülke ileri gidiyor, insanlar ekmek yiyor. Eğitime yatırım yapan insanlar ise ayrı bir heyecan veriyor. Zira, eğitim kurumları bana ibadet yerleri gibi ulvi duygular veriyor.
Sağ olsunlar, son yıllarda servetlerini eğitime vakfeden insanlarımız çoğaldı. Kadir Has gibi insanlar, yarattıkları eğitim kurumlarıyla ölümsüzlüğü yakalıyorlar.
Bir de Bahçeşehir Uğur Eğitim Kurumları Başkanı Enver Yücel gibi eğitimden para kazanmak üzere bu sektörde var olan insanlar var. Onlar, eğitime kár etmek amacıyla yatırım yapıyorlar. Enver Yücel’in dershanecilik ile başladığı yatırım atakları, kolejler zinciri ve bir üniversite ile devam ediyor. Enver Yücel geçen hafta birkaç gazeteciye yeni projesini tanıttı:
Bahçeşehir Fen ve Teknoloji Lisesi!
Bu lise her yıl Türkiye’nin en başarılı öğrencileri arasından sadece 48 öğrenciyi kabul edecek ve onları fen liseleri müfredatındaki temel fizik, kimya, matematik, biyoloji dersleri dışında bilgisayar bilimleri, WEB, Java ile programlama, genetik bilimi, istatistik, mekatronik sistemler gibi bir kısmının ne öğrettiğini dahi bilmediğim derslerle donatacaklar.
Öğrencilere ayrıca bir bilim adamının sahip olması gereken bilim felsefesi, bilim tarihi, bilgi toplumu gibi bilim ile düşüncenin, bilim ile sosyal hayatın iç içeliğini gösteren dersler verilecek.
Müfredatı uluslararası saygınlığı olan, Türk ve yabancı bilim adamlarından oluşan bir bilim kurulu hazırlamış ve ileride denetimleri onlar yapacak.
Ders verecek hocalar titizlikle seçilmiş. Lise seviyesindeki eğitimin bir bölümünü üniversite hocaları yürütecek.
* * *
Bize bu bilgileri aktaran lise müdürü Sinem Vatanartıran ve Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum’un duydukları heyecan, onları dinleyen gazetecilere de kısa sürede bulaştı ve hemen hepimiz aklımızın erdiği kadarıyla bu ulvi girişime fikri katkı yapmaya çalıştık.
Ben bu köşede bugünden iki duyuru yapmak istiyorum:
1) Gönlünde bilim adamlığı yatan ilköğretim seviyesindeki gençler, bu okul hakkında detaylı bilgi edinsinler (fentek@bahcesehir.k12.tr veya 0212-669 25 00). Maddi durumlarını ise hiç düşünmesinler. Okulu kazanacak her öğrenci muhakkak kabul edilecek ve ödeme güçlüğü olanların masrafları okul tarafından karşılanacak.
2) Gönlünde eğitim sevgisi yatan her işadamı muhakkak yeni bir okul yaptıracak diye kural yok. Kurulan sisteme göre, isteyenler bu okulda birer öğrencinin yıllık masrafını (takriben 25.000 YTL) karşılayacaklar.
"Bilim vermektir!" şiarına itibar edenler, okul ile temasa geçerek burslu öğrenci okutma işine soyunsunlar! Şimdiden 20 işadamı bu hayra katılmış.
* * *
Bilime katkıda bulunmak üzere bu güzel girişimi başlatan tüm Uğur-Bahçeşehir ailesini candan kutlarım!
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2006
ÖNCE bir düşüncemi nakletmek isterim. Dışişleri Bakanlığı’nın son dönem Ortadoğu politikasını büyük çapta destekliyorum. Ayrıca, Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Büyükelçi Oğuz Çelikkol ile Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Namık Tan’ın, arada bir Başbakan Başmüşaviri Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun katılımını da temin ederek bazı basın mensuplarıyla periyodik olarak yaptıkları bilgilendirme/tartışma toplantılarını da katılımcı demokrasi açısından çok hayırlı buluyor ve doğru/yanlış-tartışmalar/sorular çerçevesinde katiyen kaybetmedikleri nezaketleri ve engin sabırları için de kendilerini kutluyorum.
Diplomatlığın ne kadar zor bir meslek olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
* * *
Son dönemde Türkiye Irak’ta ve İran’da, hem aktif hem de yol gösterici rol oynuyor.
Bu durumdan haklı olarak yararlanarak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da ABD Başkanı’nı ABD’de ziyaret etmek istedi. Dışişleri, ABD’ye
- Bir maniniz yoksa münasip bir zamanınızda Başbakanımız ziyarete gelecek, diyerek başvuruda bulundu.
Benim bildiğim kadarıyla, ziyaret talebi kamuoyuna açıklanmadan evvel muhakkak karşı tarafın ön oluru alınır. Ben olurun alındığını; ama henüz zamanın saptanmadığını sanıyordum.
Ancak, "...Başbakan Erdoğan’ın, İran, Irak, İsrail ve Filistin sorunlarını görüşmek üzere ABD’ye acil olarak yapmak istediği ziyaret, Beyaz Saray’dan beklenen randevunun gelmemesi üzerine sonbahara kaldı. Erdoğan dün Meclis’te gazetecilerin ’ABD ziyaretinin temmuzda gerçekleşme olasılığını’ sormaları üzerine, ’Şimdilik yok gibi’ dedi. Bu ziyaretin ne zaman gerçekleşebileceği sorusuna karşılık da ’En geç sonbaharda’ yanıtını verdi..." (Hürriyet-07.06.2006)
Belli ki, ziyaret talebi nazikçe reddedilmiş! Neden?
Türkiye’nin ABD’ye Ortadoğu politikalarında olumlu katkılarda bulunduğu bir dönemde bu ziyaret talebinin ötelenmesini anlamak oldukça zor.
* * *
Ziyaretin öteleneceği haberini hafta başında Yasemin Çongar (Milliyet-05.06.06) ima etmişti. Ancak, gerekçe çok ilginçti.
Çongar, mealen Türkiye’nin son günlerde içine girdiği hassas dengeler çerçevesinde ABD’nin taraf tutar bir görüntü vermek istemediğini yazdı.
Ben Çongar’ın yazdıklarını; ABD, Başbakan’ı davet ederse hükümetin tarafını tuttuğu intibaı yaratmaktan çekiniyor diye anladım.
ABD, Türkiye’de kimi kırmaktan çekinebilir?
Açık yazalım, ABD böyle bir çekince duyuyorsa, hassasiyeti TSK’yı incitmemek olmalı!
* * *
Türkiye ile ABD arasında "seviyeli bir birlikteliğin" yeniden kurulduğu, ABD Dışişleri Bakanı Dr. Condoleezza Rice’ın Başkan Bush üzerinde büyük etkisi olduğu ve AKP Hükümeti ile yakın mesai içinde çalışmak istediği söyleniyordu. Gerçekten de Rice, İran’a yeni açılım yapacağı günde dahi bizim Dışişleri Bakanımızı arayarak destek istemişti.
Hükümete yakın kaynaklar; ABD’de hükümete tepkinin Pentagon (asker) kaynaklı olduğu; ama başkanlık sistemiyle yönetilen ABD’de Başkan’ın Dışişleri’nin sözünü dinlediğini iddia ediyorlardı.
Şimdi, çizilen bu resim yara aldı!
* * *
Ziyaret talebenin reddi, Türkiye’nin dışarıdan bakılınca nasıl bölük pörçük resim verdiğinin çok açık bir göstergesidir.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2006
TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı gerginliğin ortadan kaldırılması için bir sonraki cumhurbaşkanının kim olacağı üzerinde şimdiden mutabakat sağlanmasını istiyor. Söyledikleri başta makul gibi görünüyor. Şimdiden bir sonraki cumhurbaşkanının kim olacağını ve bu ismin mutabakat içinde tespit edildiğini bilirsek, ülke rahatlar diye düşünebiliriz. Peki ama mutabakat nasıl sağlanacak?
Galiba Başbakan ve muhalefet liderleri bir araya gelip, ortak bir isim tespit edecekler.
Ancak, bir sorun var!
Cumhurbaşkanını ne Başbakan, ne hükümet, ne de muhalefet liderleri seçecek!
Anayasa’nın 102. maddesi "Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir" diyor.
Cumhurbaşkanını TBMM seçer ve kimse ama kimse bu iradeye ipotek koyamaz.
Ne Başbakan, ne de başka biri TBMM adına pazarlık yapamaz.
Bugünden bu mutabakat aranacaksa, TBMM’nin şimdiden bir yıl sonraki seçimi gerçekleştirmesi gerekir. Kaldı ki üyeler 1 yıl sonra bugün kullandıkları oydan isterlerse yine de cayabilirler.
* * *
Cumhurbaşkanını 2 aşamalı bir seçimle doğrudan halkın seçmesini önerenler de var. Bu teklif de çekici ama gerçekçi değil. AKP, birinci turda %50’yi yakalayamayacağını, ikinci turda da, ilk turda diğer adaylara oy verenlerin (%51’in üzeri) kendi adayı karşısına çıkacak ikinci adaya yöneleceğini bilir.
* * *
TÜSİAD Başkanı’nın geçen hafta hükümet aleyhine getirdiği eleştirilere büyük çapta katılıyorum. Erken seçimin, ama aynı mantıkla zamanında yapılacak genel seçimin de ekonomik dengeleri daha beter bozacağı da doğru.
Yine de, başta AKP olmak üzere, hep beraber bir noktayı görmek zorundayız.
Bir sonraki cumhurbaşkanını bu TBMM’nin, dolayısı ile AKP çoğunluğunun seçmesi en tabii demokratik ve hukuki hakkı!
Ancak, ülkede cumhurbaşkanının AKP tarafından seçilmesi sonucunda devlet aygıtının tamamen AKP’nin eline geçmesinden korkan bir kitle de var.
AKP’nin oylarını %35 olarak kabul etsek dahi, geri kalan %65’te bu kaygı çok yüksek!
AKP’nin çapsız yöneticileri de bu kaygıyı artırmak için ellerinden geleni yaptılar.
Şu anda AKP örgütlerine "Cumhurbaşkanlığı seçimine dek uslu durun!" mesajı verildiğini de biliyoruz. AKP’nin Milli Görüşçü tabanı Mayıs 2007’yi "idareye el koyma" günü olarak bekliyor.
Demokratik teamüllerin çoğunluğu mutlu edecek bir çözüm üretemediği garip bir durum ile karşı karşıyayız.
Ben 6 aydır "erken seçim" diye tutturuyorum. 6 aydır 2006 yazının çok sıcak geçeceğini yazıp durdum.
Meramım, içinde bulunduğumuz çıkmazı demokrasiye halel getirmeden çözmektir.
AKP’li dostları da bütün samimiyetimle uyarıyorum. AKP’den çekinen ve çözemediği meselelerde kendi iradesi dışına çıkma teamülü yüksek bir kesimde "Bu işi kim çözecekse çözsün" nidaları giderek yükselmektedir.
* * *
Cumhurbaşkanını her halükárda TBMM seçecek!
Gelin, o TBMM’yi yenileyelim.
Seçimi AKP kazanırsa, diğerleri sesini mecburen kesecek, yok irade değişmişse AKP bu yeni gerçeğe rıza gösterecek. Aksi halde:
Yeni cumhurbaşkanı seçimini bu TBMM’ye yaptırmayacaklar!
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2006
1) Hemen her gün ortaya yeni bir çete çıkıyor. Çetelerin ne yapmayı hedeflediği bir türlü tam anlaşılamıyor; ama hepsinde iki ortak özellik var: i) Üyeleri arasında muhakkak emekli/muvazzaf askerler var.
ii) Emirlerinde TSK’dan çalındığı söylenen silah/mühimmat var.
Her zaman TSK’nın yanında duran Cumhuriyet Gazetesi’ne bile TSK bombaları atılmış.
2) Eski Cumhurbaşkanı/Genelkurmay Başkanı Kenan Evren açıkladı: TSK’nın komutanları, genç subayların alttan gelen tepkileri karşısında bazen darbe dahi yapabiliyorlarmış. Demek ki, "TSK’nın her zaman emir komuta zinciri altında ve birlik ve beraberlik içinde hareket ettiğine" dair iddia bazen şaşıyor. Emekli komutanın bu sözü şimdi söyleme ihtiyacı hissetmesi ise halihazırda TSK’nın yekvücut olmadığı intibaını yaratıyor.
3) Genelkurmay, yaptığı resmi açıklama ile Emniyet’in askerleri de içeren "Atabey operasyonunu" basından duyduğunu ilan etti. Böylece, Genelkurmay ile Emniyet Genel Müdürlüğü arasında da uyum eksikliği olduğu resmiyet kazandı.
* * *
4) Türkiye’nin en tepedeki işadamları derneği TÜSİAD, yaptığı açıklamalarda hükümete sert eleştirilerde bulundu. Bazı kişilerin görevlerine devam etmesinden büyük rahatsızlık duyduğunu açıkladı. Bu kişiler arasında Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in de olduğunu biliyoruz. İş dünyasının en tepesi, devletin en kritik görevinde oturan kişiye güvenmiyor.
5) TÜSİAD’ın güvenmediği kişiler arasında yer alan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de açıkça Cumhurbaşkanı, YÖK, Yargıtay ve Danıştay’a güvenmediğini, bu kurumların çalışmalarını devamlı engellediğini söylüyor.
6) Öte yanda yukarıda adı geçen devlet kurumlarının sadece Milli Eğitim Bakanı’na değil, hükümete topyekûn güvenmediği ayan beyan ortada.
7) Bülent Arınç’ın, Abdüllatif Şener’in, hatta Abdullah Gül’ün emir komuta zinciri dışına çıkarak kendi oyunlarını oynadığı, bizzat AKP içinde konuşuluyor. (Son örnek: AKP’nin Sivas Kongresi.) AKP yönetimi de birbirine güvenmiyor.
8) Başbakan, Dışişleri’nin en üst seviyedeki memurunu (büyükelçisini) azarlıyor, Dışişleri en ufak bir tepki dahi vermiyor.
* * *
9) Millet arasında kimileri hükümetin TSK’ya, kimileri de TSK’nın hükümete kumpas kurduğuna inanıyor.
10) Recep Tayyip Erdoğan’ın Yaşar Büyükanıt’tan, diğerinin de ötekinden hazzetmediği yine kamuoyunda açıkça konuşuluyor.
11) "Laikçiler" "şeriatçılardan", diğerleri de ötekilerden korktuğunu, hazzetmediğini, her türlü kalleşliği beklediğini her ortamda açıkça beyan ediyorlar.
12) "Darbe olur mu, olmaz mı?" diye insanlar birbirlerini sokakta durdurup soruyorlar.
13) Anayasa’nın 104. maddesi Cumhurbaşkanı’nın görevlerini sıralarken "....Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir" diyor. Cumhurbaşkanı en son Danıştay cinayetinin ardından konuştu ve cinayeti şeriat yanlılarının işlediğini ima etti. Ardından Cumhurbaşkanı’ndan tık çıkmadı.
* * *
1 Mart tezkeresi-Kürt realitesi-Şemdinli olayları-Terörle Mücadele Yasası-HAMAS’ın ani Ankara ziyareti-Cumhuriyet Gazetesi’ne saldırı-Danıştay cinayeti-Sauna, Bursa ve en son Atabey çetesi!
* * *
Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete!
Üstelik, alametin şoförü de yok!
Yazının Devamını Oku