Cüneyt Ülsever

İsrail-İran savaşı

16 Temmuz 2006
ORTADOĞU’daki savaş, sonunda Irak’ın dışına sıçradı ve 21. yüzyılda da enerji havzalarının merkezi olmayı koruyacağı varsayılan Ortadoğu’yu kimin yöneteceği konusunda mücadele nihai safhasına bir adım daha yaklaştı. Bu köşede bir yıldır yazıyorum.

Bush döneminde, İran’daki rejimin değiştirilmesi için, ABD elinden gelen her şeyi ama her şeyi deneyecek.

Savaş, güçlerini eşit hissedenler arasında çıkar.

21. yüzyılın başında, 20. yüzyılda Batı ekseninden kopan İran, Ortadoğu’da dizginleri ele geçirmek için kendini her zamankinden fazla hazır hissediyor:

1) Irak Savaşı’nda ABD’nin bu ülkeye düzen ve dirlik getirme konusunda gösterdiği olağanüstü çapsızlık İran’ın Ortadoğu’da Şii eksenini her geçen gün daha güçlü hale getirebilmesini sağlıyor.

2) Dünyada Çin’in enerji talebini, Rusya’nın enerji arzını en hızlı artıran ülkeler haline gelmeleri ABD’yi her geçen gün beter rahatsız ediyor ve ayrıca:

a) enerji talebinin enerji arzından daha hızlı yükselmesi petrol fiyatlarını olağanüstü artırarak İran hazinesine muazzam bir kaynak aktarıyor,

b) İran’a, Ortadoğu egemenliğini destekleyecek olası yeni müttefikler edinmesini sağlıyor.

* * *

İleriye dönük tahminlerin ele alındığı tüm simülasyonlar 2025-2030 arasında dünyada dengelerin Çin-Rusya-Hindistan lehine değişeceğini gösteriyor.

Dünyadaki şartlar böyle devam ederse; Çin+Hindistan’ın önümüzdeki 20-25 yılda ABD+AB’in dünyadaki ekonomik payını geçeceği varsayılıyor ve dünyanın merkezinin Doğu’ya kayabileceğinin hesabı yapılıyor.

İran bu olası gelişmeleri çok dikkatli okuyan bir ülke.

O halde, Batı gözü ile dünyaya bakıldığında rejimler ve coğrafyalar açısından "dünyadaki şartları" yeniden tanzim etmek gerekiyor!

* * *

İran’ın önümüzdeki 6-12 ay içinde havadan vurulması için İsrail engelleri şu anda önden temizliyor.

İran’ın olası sıcak bir çatışmada elinde iki koz var:

1) Petrol (Hürmüz Boğazı)

2) Terör (HAMAS ve Hizbullah)

* * *

Olası bir sıcak gelişmede İran terör yöntemini daha da öne çıkararak ABD ve İsrail’ın canını fena halde yakabilir.

Ama HAMAS ve Hizbullah’a şimdiden büyük darbe indirilir, etkin oldukları ülkelerin altyapısı (Lübnan ve Suriye) berhava edilirse, İran’ın elinden terör silahı büyük çapta alınabilir.

ABD’nin olası İran saldırısı için önü açılabilir.

* * *

Öte yanda, İsrail’in saldırıları İran’ın, Hizbullah’ın ve HAMAS’ın silahlı kanadının (Maşel) da işine geliyor.

İran, şimdilik kendi topraklarında riske girmeden ABD ve İsrail karşısında mazlumu oynuyor.

Hizbullah Lübnan’da sarsılan otoritesini yeniden kazanma olasılığını yakalıyor.

HAMAS hem Filistin’deki beceriksiz yönetimini kamufle etme fırsatı yakalıyor, hem de askeri kanat sivil kanat önünde daha aktif rol alıyor.

Suriye ve Lübnan’da halk şaşkın ama Hizbullah’a destek verenler, İran ile ittifak içinde, görevlerini ifa ettiklerini düşünüyorlar.

Türkiye’yi çevreleyen yangın her geçen gün büyüyor!
Yazının Devamını Oku

Asıl olan an(mı)dır!

13 Temmuz 2006
DÜNYA futbolunun en büyüklerinden olduğu tartışma götürmeyen Fransız Zidane’ın kariyerinin son maçında rakip takım oyuncusuna kafa atması insanın aklına ister istemez "Asıl olan andır!" sözünü getiriyor. Acaba dünya çapında bir futbolcu bir "an" (saniye hatta salise) içinde tüm hayatını şekillendiren kariyerini yerle bir mi etmiştir?

Kaldı ki, belki de insanın tüm hayatını etkileyebilecek bir kaza da bir "an" içinde oluşmaz mı? Hatta, uzun bir hastalık sonunda oluşsa dahi, ölüm de bir "an" içinde gerçekleşmez mi?

* * *

Kimi düşünürlere göre, insanın huzuru yakalayabilmesi için zaman kavramından kopması gerekir!

Zira, zaman kavramı gerek kişiye geçmişi sorgulatarak, gerek geleceği dert edinerek kendi ile hesaplaşma duygusu verir ki, bu duygu da adına endişe denen ve insanı kemiren bir temel duygunun ana kaynağıdır.

Endişe de huzurun baş düşmanı, zıttı, hatta inkárıdır.

Kaç yıl sürerse sürsün, tıpkı sağanak yağmurun dahi damlalardan oluşması gibi, koskoca bir hayat "an"ın aritmetiksel toplamından oluşur.

İnsan sadece "an"ı yaşayarak ömrü sürdürebilirse, ne geçmişle ilgili dertlenecek, ne gelecek ile ilgili hesaplaşma duygusuna girecek; dolayısıyla insanı tüketen endişeden uzak bir ömür sürecektir.

"An"ı anbean yaşamayı becerebilen insanlar kendilerini hayatın doğal akışı içine bırakabilirler ve sorgulama yapmadan bir hayatı huzur içinde sürdürebilirler.

Kaldı ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre "ölen sadece zamandır", o halde ölümden endişe duyan insanlar zamandan koparlarsa endişenin ana kaynağını da bertaraf edeceklerdir.

* * *

Yukarıda yazdıklarıma büyük çapta inanan bir insanım, zamandan kopmak için "zaman zaman" zihinsel gayret de gösteririm.

Var olmanın sınır çizgilerini çizen "doğum" da, "ölüm" de "an"ın eseri, ancak ben yine de "an"ın bütün bir hayatı tayin etmesi fikrini benimseyemiyorum.

Zaten, "an"ın tüm hayatı tayin etmesi fikri "an"a atfedilen "zamandan kopma" iddiası ile çelişiyor.

Zira, eğer "kafa atma eylemi" Zidane’ın boynuna hayatının geri kalan bölümünde yapışıp kalacaksa, o geçmişinden, dolayısıyla zamandan kopmadan yaşamak zorunda bırakılacak.

* * *

İnsan "an"ın aritmetik toplamında yaşıyor ama katma değerini, kár-zarar hesabını, sevapları ile günahlarının karşılaştırmasını "an"ların toplamında yapmak zorundayız.

İnsan "an"larda yaşasa dahi, yine de insan bir bütündür.

* * *

Şu anda Zidane’ın bir Dünya Kupası finalinde, muhteşem kariyerinin son gününde, nedeni ne olursa olsun, rakip futbolcuya kafa atması çok yakışıksız bir olay ve onun açısından bedbaht bir "an"dır, ama Zidane tarihe bir bütün olarak geçecektir.

Tıpkı, zamanında bazı "an"larına çok kızdığımız siyasilerin tarihe bütün olarak geçmeleri gibi!

* * *

Futbol yazıları yazmam, zira futboldan anlamam. Sadece "Allah’a şükür Fenerli" olmakla övünürüm.

Bu yazıyı sadece Zidane’a gösterilen haksız muameleyi hayatımızın çeşitli safhalarında birbirimize layık gördüğümüz için kaleme aldım.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın çıkmazı!

12 Temmuz 2006
RECEP Tayyip Erdoğan’ın Çankaya serüvenine genellikle ters açıdan bakıyoruz. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmasının ülkeyi ne kadar gereceğini tartışıyoruz. Ancak, bir de aynı olguya başka bir açıdan bakalım.

Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmazsa bu neye mal olur?

* * *

Türkiye’de siyasi yapı parlamenter demokrasi üzerine kurulu.

Bu sisteme göre seçimlerde en fazla oy alan partinin genel başkanı başbakan oluyor. Seçimde en fazla oy almış partinin genel başkanı başbakan olmazsa bu garabet bir durum yaratır ve kanunlara aykırı olmasa da Türkiye’de yaşanan geleneğe ters düşer.

Genel başkan, başbakanlığa bir başkasının atanmasını isterse bu kişiye "O halde sen ne diye genel başkanlık koltuğunda oturuyorsun?" diye sorarlar.

* * *

Turgut Özal cumhurbaşkanı olana dek geçen sürede, Celal Bayar’ın ardından, millet tarafından seçilmemiş kişilerin cumhurbaşkanı olması demokrasi açısından hemen hepimizi rahatsız ediyordu. En fazla oy alan partinin genel başkanı olarak Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olması Türk demokrasi geleneğinde bir yanlışı düzelttiği için, şahsına itirazlar olsa da, sistem açısından doğru bulunmuştu. Rayına oturtulan gelenek Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olması ile süreklilik kazanma olanağı kazanmıştı.

Demirel’den sonra Bülent Ecevit’in cumhurbaşkanı olamaması sadece onun anayasal açıdan yeterliliği ile ilgili idi. (Madde 101: Yükseköğrenim görmüş olmak.)

* * *

Recep Tayyip Erdoğan Anayasa’daki tüm şartlara sahip ve tek başına iktidar olmuş bir partinin genel başkanı.

Eğer o 2007 Mayıs’ında cumhurbaşkanı olmazsa, belki ülkenin %65’ini temsil eden kesimleri rahatlatır ama bir de meseleye demokrasinin tüm şartlarını yerine getirip partisini iktidar yapmış %35 açısından bakalım!

Eğer Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmaz ve bir başkasını aday gösterirse AKP’ye oy vermiş kitle "Erdoğan ne biçim bir lider, bizim emanetimizi taşıyamıyorsa neden genel başkanlık yapıyor?" diye soracaktır.

Ayrıca bu insanlar benzer oy oranları ile Turgut Özal’ın, Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olabilmesini, ancak cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi oylarının sayılmamasını çifte standart olarak görecekler.

"Bu ne biçim demokrasi, sıra bize gelince kurallar değişiyor!" diyerek itiraz etmeyecekler mi?

* * *

Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmazsa liderliği tartışılır bir genel başkan haline gelecek ve üstelik ülke bu kez başka bir yönde gerilecek.

AKP’ye oy veren kitleler Erdoğan’ın aday olmamasını çeşitli baskılara bağlayacaklar, 28 Şubat türü bir dönemin geri gelip gelmediğini sorgulayacaklar.

Kimileri de Erdoğan’ın bu baskılara dayanamadığını düşünecekler ve onun cesaretini, dolayısıyla liderliğini sorgulayacaklar.

"Madem cesareti yoktu, neden liderliğe soyundu?" diye soracaklar.

* * *

Erdoğan cumhurbaşkanı olursa %65 rahatsız olacak!

Erdoğan cumhurbaşkanı olmazsa %35 rahatsız olacak!

Her iki durumda da Recep Tayyip Erdoğan epey zorlanacak.

2007 yılının mayıs ayına dek Erdoğan kendisini iki arada bir derede hissedecek!

Allah yardımcısı olsun!
Yazının Devamını Oku

AKP ve toplumsal baskı

11 Temmuz 2006
ÜLKELERİ "açık hapishane" haline getiren ortamlar; faşist, komünist, şeriatçı vb. despot düzenlerin yazılı kanunları olduğu kadar "yazılı olmayan kurallar"ıdır. Geçen hafta gazetelere yansıdığına göre; İran’da bir yetkili, Türk hanım gazeteciye, İran’da kadınların başlarını örtme mecburiyetleri olmadığını söylemiş ama eminim İran’da hiçbir kadın başını açmaya cüret edemez. Neden?

Zira, o ülkede herkesin soluduğu toplumsal baskı herhangi bir kadının sokakta başı açık gezmesine izin vermez de ondan!

* * *

Tunceli’de TBMM Başkanı Bülent Arınç ve Devlet Bakanı Nimet Çubukçu önünde folklor oynayan kız çocuklarına türban takılması ile ilgili herhangi bir kural olmadığı gibi, muhakkak ki ikisi de bu konuda herhangi bir istekte bulunmamışlardır.

Vali de herhalde durumdan önceden haberdar değildi.

Belli ki bir işgüzar "durumdan vazife çıkarmış".

* * *

Toplumlar, kendilerinden güçlü olduğunu varsaydıkları siyasiler, liderler, bürokratlar, zenginler vb. karşısında iki nedenle onların dümen suyuna gitmeyi tercih ederler:

1) Güçlü olana yağ çekmek,

2) Güçlü olandan korkmak.

Bu tür tepkilere güruh psikolojisi de eklenince tepkiler geometrik olarak büyür.

Örneğin, kalabalık önünde "güçlü"yü, sadece bir kişi alkışlamaya başlasa, diğerleri hemen ona katılırlar.

Kendine yağ çekilmesine dayanan "güçlü" de kelaynak kuşu misali çok nadir rastlanan bir insan türüdür.

Faşizmin en kirli yüzü hem korkuya, hem de biada kucak açan bir rejim olmasıdır.

Son dönemde insanlarımız arasında "İslami hassasiyetinin" yüksek seviyede olduğunu gösterme merakı oldukça arttı.

Eskiden lüks araba sınıfı içinde addedilen "cip"lerde mini etekli hanımefendiler arz-ı endam ederken, şimdi aynı cipleri kullanan türbanlı hanımların sayısının süratle arttığını gözlemliyorum.

Türbanlı hanımlar aniden zengin olmaya mı başladılar?

Yoksa, eski mini etekli hanımlar hidayete mi erdiler?

Keza, sokakta da türbanlı hanım sayısı her geçen gün artıyor.

Toplumda gönüllü dindar sayısı mı artıyor, yoksa bazıları kendilerini bu şekilde giyinmeye mecbur mu hissediyorlar?

* * *

Katıldığım bir toplantıda koskoca bir vali yardımcısının bir AKP milletvekili önünde yaptığı "garabet konuşmanın" ne kadarının vali yardımcısının gerçek görüşü olduğu, ne kadarının yağ çekmeye yönelik olduğu çözememiştim.

* * *

Bülent Arınç’ın öğrenci kızların örtünmesi ile ilgili herhangi bir talimatı olmadığından, olamayacağından eminim.

Ancak, bu konuya o kadar çok vurgu yaptı ki, ama kendisine yağ çekmek, ama hışmından korktukları için birileri kızları kapamayı akıl etmiş.

* * *

Lider-vatandaş ilişkisi imam-cemaat ilişkisi gibidir!

İmam da, lider de hem söylediklerinden, hem de davranışlarından sorumludur.
Yazının Devamını Oku

AKP’nin Anavatan’a yaptığı haksızlık

9 Temmuz 2006
ELİMDE Anavatan Partisi tarafından hazırlanan bir bilgi notu var. Bu not AKP’nin, hasmı olarak gördüğü Anavatan’dan hak ettiği devlet yardımını esirgediğini iddia ediyor. Notu Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in dikkatlerine özetleyerek sunuyorum: * * *

"...27.06.1984 tarih ve 3032 sayılı Kanunla 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na eklenen Ek 1. madde ile genel barajı aşarak TBMM’ye giren partilere, aldıkları oyla orantılı olarak her yıl devlet yardımı yapılması öngörülmektedir... Söz konusu Ek 1. maddede Anavatan iktidarında 07.08.1988 tarih ve 3470 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle de seçimlerde genel barajı aşamayan ancak % 7’den fazla oy alan partilere devlet yardımı yapılması zorunluluğu getirilmiştir... Yine Anavatan’ın tek başına iktidar olduğu dönemde çıkarılan 31.10.1990 tarih ve 3673 sayılı Kanun’la Siyasi Partiler Kanunu’na eklenen geçici 16. maddeyle, istismarı önlemek için seçimlere girme hakkını elde edecek şekilde teşkilatlanmasını tamamlamış olmak kaydıyla, belli sayıda milletvekiline sahip olan siyasi partilere de, ’Ek Madde 1’de öngörülen esaslar dairesinde devlet yardımı yapılması imkánı getirilmiştir.

Bu kapsamda en az 10 milletvekiline sahip olan partilere, Ek Madde 1’de öngörülen esaslar dairesinde en az devlet yardımı alan siyasi partiye yapılan yardım kadar; 10’dan az olmakla birlikte en az 3 veya daha fazla milletvekiline sahip olan partilere de en az devlet yardımı alan siyasi partiye yapılan yardımın 1/4’ü tutarında devlet yardımı yapılmıştır.

Anavatan iktidarlarında çıkarılan bu kanunların öngördüğü devlet yardımı alma hakkından bugüne kadar, siyasi görüşü ne olursa olsun gerekli şartları taşıyan tüm partiler yararlanmıştır ve yararlanmaya devam etmektedir.

* * *

Hatta halen iktidarda olan AKP de bu yardımdan yararlanmıştır. Üstelik kurulduğu 2001 yılı ile 2002 yılında henüz herhangi bir seçime girmediğinden belli sayıda milletvekiline sahip olma şartını kullanarak bu yardımı almıştır.

Erdoğan’ın Başbakan ve AKP’nin tek başına iktidar olduğu dönemde ise bu hak siyasi partilerin elinden alınmıştır.

Ne zaman? Anavatan 13.10.2005 tarihinde yirmi iki milletvekiline ulaşarak TBMM’de grup kurmuştur. Böylece Anavatan, Siyasi Partiler Kanunu’nun Geçici 16. maddesi uyarınca devlet yardımı almaya hak kazanmıştır.

Anavatan, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun Geçici 16. ve Ek 1. maddeleri uyarınca bir seçim döneminde devlet yardımı almak için gerekli şartları taşıması nedeniyle 01.04.2005 tarihinde Maliye Bakanlığı’na başvurmuştur.

Bu arada AKP’nin iki yıl yararlanarak devlet yardımı aldığı Geçici 16. Madde’yi yürürlükten kaldıran 29.4.2005 tarih ve 5341 sayılı Kanun, Cumhurbaşkanı’nın vetosuna rağmen TBMM’de tekrar görüşülerek kabul edilmiş ve 07.05.2005 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Anavatan, Geçici 16. Madde yürürlükte iken yardım alma hakkını
kazanmıştır."

* * *

Ancak Anavatan Partisi bu ödemeyi bir türlü alamıyor. Hem de iki kere mahkemeye gidip iki davayı da kazanmasına rağmen alamıyor.

Ankara 3. İdare Mahkemesi aldığı 31.01.2006 tarihli kararla Anavatan’ın lehine karar veriyor. Ankara 1. İdare Mahkemesi bir kez daha 28.04.2006 tarihli kararıyla, söz konusu yardımın 2006 yılı ödemesinin yapılmasına hükmediyor. Maliye Bakanlığı’nın bu karara karşı Ankara Bölge İdare Mahkemesi’ne yaptığı itiraz ise 31.05.2006 tarihli kararla reddediliyor.

Bu kararlara rağmen ödeme yapılmıyor. Adalet Bakanı’na soruyorum:

Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti midir?
Yazının Devamını Oku

Stratejik ortaklık

6 Temmuz 2006
ABDULLAH Gül ve Condoleezza Rice, Washington’da "Stratejik Vizyon Belgesi"ni açıklıyorlar. Asıl adı "Stratejik ortaklığı karşılıklı güven temelinde daha ileriye götürme ve derinleştirmeyi amaçlayan vizyon belgesi" olan belgenin (Hürriyet-05.07.2006) ne olduğunu anlamak biraz zaman alacak.

ABD ile Türkiye arasında "stratejik ortaklık" ilk kez Turgut Özal ile baba George Bush arasında Körfez Savaşı ardından 1991’de dile getirildi ve ekonomi, siyaset, kültür, eğitim, bilim gibi çok geniş alanları kapsaması düşünülen ortaklık hiçbir zaman káğıda dökülmedi ve bir belge haline gelmedi. (Bkz: "Camp David Ruhuna Göre Stratejik Ortaklık" yazıları -Cüneyt Ülsever: Hürriyet-15, 16 ve 18 Haziran 2005.)

Bill Clinton da 1999 yılında Türkiye’yi ziyaret ederken "stratejik ortaklık"tan dem vurdu; ama yine ortaya yazılı bir metin konmadı.

Diplomatlar iki ülke arasında bir "genişletilmiş ortaklık" (enhanced partnership) imzalanmamış bir belgenin var olduğunu söylüyorlar.

* * *

Bu belge Türkiye’de uzun süre tartışılacak. Kimi beğenecek, kimi beğenmeyecek.

Ancak, uzmanlar bu belgenin bir anlaşma olmadığını, bundan dolayı imzalanmayacağını söylüyorlar.

Belge, bir yol haritası!

Belge, iki ülkenin ortak görüşlerini genel çizgilerle şekillendirdikten sonra esasen meseleleri nasıl tartışacaklarını şekillendiriyor.

Bugüne dek Türkiye-ABD ilişkilerinde her kafadan bir ses çıkıyor ve taraflar birbirlerinin görüşlerini düşünce kuruluşları ve medya üzerinden öğreniyorlardı.

Düşünce kuruluşları ve medya yine ilişkileri yorumlamaya devam edecekler.

Ancak, bu belgeyle taraflar, resmi görüş oluşturmak için izleyecekleri yöntemi tarif ve tayin edecekler.

Taraflar ortak görüş oluşturmak üzere izleyecekleri yöntemi belirliyorlar. Ancak, her konuda ortak veya aynı görüşe sahip olmak zorunda değiller. Zaten böyle bir zorlama da mümkün değil. Taraflar bu belgeyle önceden kabul görmüş yöntemlerle ele aldıkları meseleleri tartışacaklar ve ortak bir görüşe ya varacaklar ya da varamayacaklar.

Biz de neyin "ortak vizyon" olduğunu, neyin "ortak vizyon" olmadığını açık ve resmi olarak öğreneceğiz.

* * *

"Stratejik ortaklık belgesi" basında ve akademik dünyada uzun süre tartışılacak ve herhalde hakkında bir kanaat oluşacak.

Ben bu tartışmaya girmeden evvel, yukarıda yazdığım üzere, önce neyin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Konuyu hazmettikçe analizlerimi de size aktaracağım.

* * *

Ancak, şu safhada bir soruyu kafamdan atamıyorum.

İki ülke arasında "ortak vizyon"u tarif eden ve bugüne dek var olan büyük bir eksikliği giderme iddiasındaki bu belgeyi taraflar bu kadar önemsediklerine göre, neden iki ülkenin liderleri (Erdoğan ve Bush) değil de dışişleri bakanları açıklıyorlar?

"Türkiye-ABD ilişkilerinin el kitabı" olarak da adlandırılan ve ilişkilerin temel direği olacağı söylenen iki sayfalık belgenin sahipleri, neden iki ülkenin liderleri değil?

İl kongrelerine bile karışan Recep Tayyip Erdoğan, kendi müracaatına rağmen ABD’ye davet edilmemeyi ve bu belgenin sahibi olmamayı nasıl hazmetti?

* * *

Sanırım bu soruların cevapları, belgenin kendisi kadar önemli!
Yazının Devamını Oku

Laikliğin önemsemediğimiz yönü

5 Temmuz 2006
HÜRRİYET’in haberine göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Alevilere Sünni İslam ağırlıklı din dersinin zorunlu tutulmasını din ve vicdan özgürlüğüne aykırı bulmuş. Haberde:

"...Türkiye’deki iç hukuk yollarından sonuç alamayan Hasan Zengin’in başvurusu üzerine AİHM, Alevilere, Sünni İslam bilgileri içeren zorunlu din dersini din ve vicdan özgürlüğüne aykırı buldu. Sonbaharda açıklanacak kararda, ’Farklı inançların kendi dinlerini öğrenme hakkı ortadan kalkıyor’ denildi... (Mahkeme) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, din ve vicdan hürriyetini güvence altına alan 9. maddesine aykırı olduğunu belirledi. AİHM’nin aldığı kararın en geç sonbaharda açıklanması bekleniyor." deniyor. (04.07.2006)

Türkiye din dersinde "din kültürü ve ahlakı" okutulduğunu iddia ederek bu dersi herkese zorunlu kılıyordu. Halbuki bu ders uygulamada Sünni ağırlıklı bir ders olup, ağırlıkla ibadeti öğretiyor.

AİHM’den bu kararın çıkacağını öngören hükümet son zamanlarda din dersi kitaplarına Alevilik ile ilgili bazı ek bilgiler koymaya kalkmıştı ama Aleviler bu konuda kendilerine hiç danışılmadığını iddia ediyorlar.

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na da büyük çapta Sünni anlayış hakimdir.

* * *

Ortak bir alışkanlığımız var. İnsanlarımız bazı ulvi kavramları sadece kendilerine yontuyorlar.

"Özgürlük" diye haykıran kendi özgürlüğünü, "demokrasi" diye haykıran kendi haklarını kastediyor.

Birbirimizin haklarını kendiliğinden teslim etme alışkanlığımız çok gelişmiş değil.

Nitekim, "din ve vicdan özgürlüğü"nün eksikliğinden en fazla şikayet eden siyasi partilerden birisi de AKP’dir. 28 Şubat sonrası ortamda onu iktidara taşıyan nedenlerden birisi işte bu hassasiyetidir.

Ancak son üç yılda üzülerek gördük ki; AKP’nin ve hatta ona hayatiyet veren tabanın "din ve vicdan özgürlüğü"nden kasti sadece Sunni Müslümanların kısıtlanan haklarıdır.

Sadece AKP’li siyasiler değil, insanımız da "öteki" addettiği Alevilere karşı oldukça duyarsız.

Şimdi bu duyarsızlığı, bir kez daha yabancı bir kurum, AİHM düzeltiyor veya düzeltmeye çalışıyor.

* * *

Çok değil, 1-2 yıl önce laikliğe saygılarından zerre kadar şüphe etmeyeceğim oldukça eğitimli insanların çalıştığı bir kurumda bir okul arkadaşımın "Alevi olduğunu" ağzımdan kaçırınca arkadaşım beni bir köşeye çekmiş ve benden "Alevi olduğunu" başkalarına duyurmamamı istemişti. Alevi arkadaşım yıllardır bu kurumda çalışmakta idi ve kökenini diğerlerinden gizlemek ihtiyacı duyuyordu!

* * *

Bu ülkede vergi toplarken Sünni, Alevi, Yahudi, Ermeni, Rum vb. ayrımı yapılmıyor. Herkes medeni bir ülkede olması gerektiği gibi kanunlar önünde eşittir ve herkes din, etnisite, mezhep vb. farklılıklarına rağmen eşit oranda vergi öder.

Ancak, iş devletten hizmet almaya gelince bu eşitlik korunmuyor.

Ülkemizde hem devlet "Din hizmetini ben vereceğim" diyor, hem de bazı vatandaşları dışlıyor.

Bence ülkedeki temel garabetlerden birisi de budur ve bu konuda hem siyasiler, hem de çoğunluğu oluşturan Sünniler oldukça duyarsız bir tutum izlemektedir.

Dilerim, Hürriyet’in sonbaharda açıklanacağını duyurduğu AİHM kararı vesilesi ile Türkiye eksikliklerinden birisini düzeltme imkánı bulur!
Yazının Devamını Oku

AKP’nin hal-i pür melali!

4 Temmuz 2006
3 Kasım 2002 günü Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verenlerin AKP’den bekledikleri kabaca şunlar idi: 1) Yolsuzluklara son verilecek, yolsuzlukların üzerine gidilecek.

2) İşsizlik ve yoksullukla mücadele edilecek. Başbakan bunun için 3 yıl süre istemişti.

3) AB’ye üye olmak için büyük mücadele verilecek.

4) Askerin siyasi alanda etkinliği azaltılacak.

5) İslami hassasiyete kulak verilecek; türbanlı gençlerin üniversitede okuması için mücadele edilecek, imam hatiplilerin önündeki katsayı engeli kaldırılacak.

6) Özgürlüklere sahip çıkılacak.

7) Kürt meselesinin üzerine gidilecek.

8) Milli Görüş terk edilecek, taban bütünüyle kucaklanacak, vb...

Ben de 3 Kasım günü AKP’ye oy veren yüzde 34 gibi bu beklentilerle partiyi destekledim.

Nasırın nasıl acıttığını en iyi nasır ağrısı çekenler bilir zannettim!

AKP statükoya savaş açmış idi ve çevreyi sırtlayıp merkeze taşıyacaktı!

Bugün 4 Temmuz 2006!

Aradan tam 3.75 yıl veya 44 ay veya kabaca 1335 gün geçmiş!

Bırakın "ittifak" safsatalarını, "cumhuriyet elden gidiyor" teranelerini ve sadece elinizi vicdanınıza koyarak yukarıda sıraladığım 8 beklentiden AKP’nin kaçını yerine getirdiğini kendi kendinize sıralayın. Ben fikrimi söyleyeyim:

AKP aradan geçen bunca zaman içinden yukarıda sıraladığım beklentilerin hiçbirini karşılamadı, karşılayamadı!

* * *

Seçimle işbaşına gelmesinin ardından 3.75 yıl veya 44 ay veya kabaca 1335 gün sonra AKP değil yolsuzlukların üzerine gitmek, Yüce Divan’a yolladıkları birer birer paçalarını kurtarırken, kendisi de Ali Dibo oyunlarının içine daldı.

İstihdam katiyen artmaz iken, herkesin cebindeki para sadece bir haftada yüzde 20 eridi.

Bugün AB ile dost muyuz, düşman mıyız, ayırt etmek mümkün değil.

Türbanlı gençler AİHM önünde bizzat hükümet tarafından satıldı, imam hatipler ile açıkça dalga geçildi. Milli Görüş gömleğini giymemiş herkes dışlandı.

* * *

Ancak, beni en fazla sukut-u hayale uğratan husus, AKP’nin kör koltuk uğruna statükoya teslim olmasıdır. Özgürlükleri değil artırmak, eldeki hakları dahi gasp etmesidir.

Bu köşeyi takip edenler bilir; ben AKP ile TSK arasındaki çekişmeyi kimin kazanacağını Terörle Mücadele Yasası (TMY) tayin edecek diye yazıp durdum.

TBMM’nin yaz tatiline girdiği geçen hafta TMY’deki değişiklikler TBMM’den geçti ve Adalet Bakanı’nın "İnşallah bu maddeleri uygulamak zorunda kalmayız" sözleriyle AKP statükoya tamamen teslim oldu!

Çok değil, 1 yıl önce Başbakan, Apo’nun çağrısına uyarak Kürt meselesini "demokratik cumhuriyet" kuralları içinde çözme sözü verdi, Kürt meselesini kabul etti. Bugün ise TMY’yi hal ve gidişinden şüphe edilecek her Kürt’e kök söktürecek şekilde hayata geçirdi!

Şemdinli Savcısı’nın satılması, İstihbarat Başkanı’nın sırtı sıvazlanıp ardından kapı önüne konması, altına imza atılan ek protokol inkár edilerek Rum Kesimi’ne limanların açılmaması, Türkiye’ye AB kapısının kapatılması, statükoya giden yolda ara istasyonlardı.

* * *

Başbakan bu tavizlerle Cumhurbaşkanlığı’nı kapacağını sanıyor!

"Yok aslında birbirimizden farkımız!" demeye çalışıyor. Statükoya alkış tutuyor.

3 tam ve dahi üç çeyrek yıl sonra AKP’nin hal-i pür melali:

"Ona buna olan AKP’ye de oldu, AKP kendi cüppesi altında kayboldu" durumudur.
Yazının Devamını Oku