2 Temmuz 2006
KARAR bir yıl önceki Bilderberg Toplantısı’nda alındı: Düğmeye basılacak, hamam sıcağında cıvıyan sabun misali habire elden fırlamakta olan cumhuriyeti sıkı sıkı tutmak için ittifak kurulacak, Rahşan ittifakın bayraktarlığını yapacak, Yılmaz Büyükerşen en başkan, Mehmet Ağar as başkan, Yaşar Okuyan eş başkan olacak! Mesut Yılmaz ittifaka görünmeden destek verecek.
Ancak, düğmeye basılması için iki kişilik engel vardı:
1) Fehmi Koru
2) Bülent Ecevit
Bu iki kişi pekálá düğmenin ayarıyla oynayabilirdi.
Bunun için bir yıl beklendi.
Bu arada bir sonraki Bilderberg’e Fehmi Koru çağrıldı, o gece erken yattığı için barda kafalar çekilirken kararlar gözden geçirildi, Koru yediği ekmeğe "murdar" diyemeyeceği için onun muhalefeti pasifize edildi.
Tedbir olsun diye ayrıca içtiği suya muhalefet duygularını gözü yaşlı desteğe çeviren bir ilaç da katıldı. Bu iş o kadar ustaca yapıldı ki koskoca Fehmi Koru bile ne içtiğini anlamadı.
Bu arada diğer güçlü muhalif Bülent Ecevit’in özel bir teknoloji sayesinde kaderi ile oynandı. Zihni kapatıldı, artık hiçbir şeye itiraz edemez hale getirildi.
Hatta, ittifak fikri onun üzerine atıldı ki, herkes ittifakı ak güvercin sansın!
* * *
Ben adı geçen toplantıya katıldığım için bizzat duydum; ittifakın gövdesini Yaşar Okuyan sırtlayacak. Zira, ittifak ağır bir şeydir, her bünye kaldıramaz.
Okuyan’ın ana gövde olmasının nedeni hem MHP’den, hem ANAVATAN’dan, hem DYP’den oy alabilme kapasitesidir.
Sırf 2006’da ittifak kursun diye Okuyan yıllarca bu partileri gezdi, kendini tanıttı. Ancak milletin ezici çoğunluğunun gönlünde yatan aslanın Hür Parti adı altına örgütlenecek bir parti olduğunu görünce, Hür Parti’nin başına geçti.
Okuyan’ın kendi şehrinde belediye başkanlığı seçimlerini açık ara kaybetmesi de basılan düğmenin bir parçasıdır.
Sağ gösterip sol vurma misali!
* * *
Zaten, ittifak da sağ gösterip sol vurma amacıyla kuruldu.
Bilderberg’de, meşrep gereği, sol gösterip sağ vurma kararı alınmıştı ama Rahşan Hanım, "Benim imajıma uymaz, ben sağ gösterip sol vururum" diye itiraz edince ittifakın en güçlü kalesini kaybetmemek için çaresiz strateji değiştirildi.
Böylece, Bilderberg tarihinde en zor karar alındı: Sola cevaz verilecek!
Bilderberg’in gizli şövalyeleri, "Allah’ım bu ilk ve son olsun!" diyerek karara parmak bastılar.
* * *
Siz bakmayın tutmayan Süleyman Demirel, Deniz Baykal, Mehmet Ağar ziyaretlerine. Bunların hepsi ayak.
Yaşar Okuyan, Yılmaz Büyükerşen, Mehmet Ağar ağır toplar!
Hepsinin üzerinde ise Mesut Yılmaz’ın önlenemez ağırlığı var. Bilderbergciler biliyorlar ki, millet Mesut Yılmaz’ın adını duyunca dayanamaz; ittifaka oy verir, yüz verir, ne bileyim ben, gönlünden ne koparsa onu verir!
Zaten, eski Bilderbergci, "işin millet ayağını bana bırakın" diye haber gönderdi de Bilderberg düğmeye basma kararını o saat verdi.
Ne de olsa ittifakın en ağır topunun bizden olması lazım.
Bilderberg raconu böyle!
İttifakçılar söz verdiler; beni de kadrolu paşa yapacaklar!
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2006
GAZETELERE ve TV ekranlarına yansıyan bir resim beni çok etkiledi. Resimde Recep Tayyip Erdoğan ve Mehmet Ağar, Erdoğan’ın rahmete kavuşan ağabeyinin tabutunu taşıyorlar. Mehmet Ağar, Recep Tayyip Erdoğan’ı acılı gününde yalnız bırakmamış, Rize’ye kadar giderek cenazeye katılmış. "O da benim acılı günümde yanımdaydı" diyor ve gazetecilerin diğer sorularına da "Cenaze evinde siyaset olmaz!" mealli bir cevap veriyor.
* * *
"Bunda ne var?" diye sorabilirsiniz. "Acısı olan insanın yanında olmak insan olmanın doğal şartı değil midir?" diye de ilave edebilirsiniz. Haklısınız!
Ancak, siyasilerin rakip olmak ile hasım olmayı birbirine karıştırdığı bir ülkede benim memnuniyetime de bir nebze olsun hak vermeniz gerekir.
Ben beklerdim ki, Başbakan’ın acılı gününde tüm siyasi liderler yanında olsunlar!
* * *
Bu resim vesilesi ile başka bir duygumu da ifade etmek isterim.
Gazeteciler bazen yazdıkları, bazen de yazmadıkları ile eksik kalırlar.
Ben bir eksiğimi düzeltmek isterim. Vefat nedeni ile ben de, bazılarınız gibi, Başbakan’ın kardeşleri olduğunu adeta yeni fark ettim.
"Aile resmi" sahibi ile "partiden burnunu çekmeyen birader"inden çektiği kadar nasırından bile çekmeyenin insanları aptal yerine koyarak ve hafızalarını yok sayarak "vatan kurtarmaya" kalktıkları bir dönemde Başbakan’ın kaç adet kardeşi olduğunu dahi bilmemem benim bir eksikliğim olduğu kadar Erdoğan’ın kendisine teslim etmem gereken bir erdemdir.
Bu vesile ile bu eksiğimi tamamlamak isterim. Ciğeri yanan Başbakan’a hem sabırlar diliyor, hem de "biraderleri" siyaset sahnesinden sildiği için onu tebrik ediyorum.
Mehmet Ağar’ın jesti yaşadığımız dönemde çok ama çok önemli.
Siyasilerin hasım olmak ile rakip olmayı, gazetecilerin eleştirmek ile hakaret etmeyi sık sık birbirine karıştırdığı bu ülkede son dönemde peydahlanan "ittifak arayışları" beni sonunda çileden çıkardı.
Çapsız yönetimleri ile ülkeyi yerle bir eden, Ali Dibo’ların en pervasızına soyunan, biraderleri, karıları, kocaları, kayınbiraderleri ile ülkeyi arpalık yerine çeviren, halktan yedikleri zılgıtın nidaları hálá kulaklarda iken; vatanı kendinden menkul bilenler tekrar ortaya çıkınca insan sadece sinirlenmekle kalmıyor, kendini tutamaz hale geliyor.
Hele hele bu çapsız insanların "Cumhuriyet’i kurtarmak" bahanesi ile bölücülüğün en alasını yapmaya kalkmaları utanmazlığın en pervasız örneğini oluşturuyor.
* * *
Ben Hükümet’i beğenmiyorum. Eksikliklerini görmek ve eleştirmek en büyük görevim. Ama, benim hakkım sadece görüşümü ifade etmektir. Hükümetin hangi partiye, hangi insana teslim edileceğinin karar verici makamı sadece ve sadece millettir.
Hükümeti olmadık yerlere şikayet etmek, onun meşruiyetini sorgulayarak ittifak aramak hem doğru değildir, hem de millete saygısızlıktır. Bu tavır ayrıca demokrasiyi kendine yontmak ve de nihayetinde densizliğin dik alasıdır.
Birbirimizin yüzüne bakarak yaşamak zorunda olduğumuzu hiçbirimizin unutmaması gerekir. Demokrasi birbirine katlanmaktır.
Rakipler birbirlerini sadece ve sadece seçim sandığında yenecekler, yenilen de yeneni kutlayacaktır!
Mehmet Ağar herkese bir ders verdi. O, Erdoğan’ın sadece rakibi olduğunu herkese gösterdi. Yarın eleştirilerine devam edecektir.
Kendisini kutluyorum!
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2006
TÜRKİYE’de ne zaman hükümetler yönetimi yüzlerine gözlerine bulaştırırlar, hemen ortaya "birileri düğmeye bastı" teraneleri atılır. Son günlerde bir türlü durdurulamayan ekonomik patinaja kulp takılmaya çalışılıyor. Müspet düşünen akıllarını çok beğendiğim bazı yazarlar dahi "Acaba ABD düğmeye mi bastı?" diye sormadan edemiyorlar.
Onların amacı bu mu bilemem ama bu tip komplo teorileri hükümetin ekonomi alanında da beliren çapsızlığına perde örtme hareketi haline dönüşüyor.
Kimileri de bazı kızgın Amerikalıların Türkiye’yi ekonomi yolu ile yıpratmaya yönelik eski sözlerine dayanarak "Yerkürede dolaşan 100 milyarlarca dolarlık mega fonlardan sadece 10-15 milyar dolarını Türkiye ekonomisine bedel ödetmek için kullanmak, Washington için zor mu?" diye soruyorlar.
* * *
Bu tip analizler ve ilk bakışta anlamlı olduğu intibaı yaratan sorular şu varsayımlara dayanıyor:
1) ABD hükümetleri dünya piyasalarında yatırım yapan Amerikan kökenli binlerce para spekülatörüne anında ve tek bir tebliğ ile yön verebilirler.
2) Dünya ekonomisini; küresel ekonomik güçler ve kurallar değil, bir düğme başında oturan bir adet Beyaz Saray yetkilisi yönetmektedir.
3) Amerikalı olmayan spekülatörler de daima Amerikalı spekülatörlerin peşinden giderler.
4) Amerikalı spekülatörler de, diğer spekülatörler de kendileri için neyin doğru olduğunu bilmeyen emir erleridirler.
5) Spekülatörler, ABD hükümetlerinden o kadar korkarlar ki, kendi çıkarları aleyhine olsa dahi ABD’nin "vurun kellesini!" dediği ülkelere anında saldırırlar.
* * *
Komplo teorisyenleri "ABD’nin Türkiye ekonomisinden desteğini çektiği için panik yaşandığı" görüşünü de taşıyorlar.
Madem herkes ABD’nin ağzının içine bakıyor, ABD bize en fazla kızdığı "1 Mart Tezkeresi" döneminde neden desteğini çekmedi de bugünü bekledi?
Tersine o dönem Türkiye ekonomisinin "gülüm ayları" yaşadığı dönemler değil miydi?.
ABD neden o zaman vurmadı?
Komplo teorisyenlerine sorulması gereken temel soru ise ABD’nin AKP’yi yıkmak için neden şimdi harekete geçtiğidir!
Bizim akıl haritamıza göre amaç "intikam"dır! Bu akla göre Amerikalılar da, tıpkı bizler gibi, çıkarlarının değil, duygularının peşine takılıp giderler.
Halbuki, ABD’nin AKP’yi yıkmaya kalkması için AKP’nin kendisinin temel bir çıkarına engel olması gerekir.
Tersine, AKP hükümeti şu dönemde ABD’nin çıkarları doğrultusunda çok büyük gayret gösteriyor.
Daha doğrusu Türkiye’nin çıkarları ile ABD’nin çıkarları bu dönemde aynı yönde ve birbirini destekler mahiyette. Bu durumu Irak ve İran’da çok açık izliyoruz.
Kimse düğmeye basmadı, sadece uluslararası spekülatörler Türkiye’ye güvenlerini hem ekonomik hem de siyasi arenada büyük çapta kaybettiler!
Saha çamur değil! Hakem de satın alınmadı!
Kabahat bizim futbolcularda!
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2006
TÜRKİYE ile ABD ilişkileri hiçbir zaman "ABD böyle düşünüyor" diye özetlenecek kadar basit bir seviyede ele alınamaz. Kaldı ki ilişkiler; herhangi iki ülke arasında tek boyutlu bir çizgide özetlenemez.
Türkiye-ABD ilişkileri en azından kabaca üç boyutta ele alınmalıdır:
1) Dışişleri Bakanlığı ile State Department arasındaki diplomatik ilişkiler.
2) TSK ile Pentagon arasında askeri ilişkiler.
3) ABD Başkanı ile Cumhurbaşkanı veya Başbakan arasındaki lider ilişkileri.
Bu ilişkiler genelde birbiriyle çelişen ilişkiler değil, birbirini tamamlayan ve ihtisas alanları farklı ilişkilerdir.
Tabii ki ilişkilerin ana yönünü "lider ilişkileri" tayin eder; ama üçboyutlu ilişkiler bazen amaçlı olarak, bazen de kendiliğinden farklılık arz edebilir.
* * *
ABD açısından ilişkiler şu anda iki perspektif üzerine oturtulmaya çalışılıyor:
1) Türkiye, ABD için her zamankinden daha önemli.
2) Ancak, ABD perspektifi açısından; Başbakanlık ofisi tahmin edilebilir, dolayısıyla ortak politika oluşturmada güvenilir değil!
Bu dönemde "dondurulmuş lider ilişkileri" Başkan ile Başbakan arasında en fazla tercih edilen ilişki şekli!
* * *
Ancak, öte yanda parlayan bir ilişki de var.
State Department ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki sıcak ilişki!
Her ne kadar Abdullah Gül, başbakanlığı sırasında yaşanan "1 Mart kazası" ile ABD açısından güven erozyonuna uğramış olsa da, Dışişleri Bakanlığı sırasında oluşturulan "diplomatik ilişkiler" oldukça sıcak.
Ben bu farkı Başbakanlık ofisinin her konuda olduğu gibi "dış ilişkiler"deki çapsızlığına, tersine Dışişleri Bakanlığı’nın "dünyayı okuma" konusunda üstün başarısına bağlıyorum.
Başbakanlık’ta oluşturulan "Milli Görüş" ağırlıklı müsteşar-danışmanlar yumağı her konuda olduğu gibi ABD ilişkileri konusunda da oldukça duygusal, dolayısıyla ideolojik körlük içinde.
Aksine, Dışişleri duygusal algılamalar ve ideolojik tercihlerden uzak analizler yapıyor ve bu dönemde Irak ve İran meselelerinde ABD’nin dahi kapıldığı ideolojik bağnazlık taşıyan yaklaşımlardan çok daha soğukkanlı ve gerçekçi yaklaşımlar benimsiyor.
Akademik gelenekten gelen Abdullah Gül de kadrolarına fazla müdahale etmediği Dışişleri ile uyum içinde bir görüntü veriyor.
Açıkçası, 1 Mart Tezkeresi döneminde ağır eleştiriler getirdiğim Abdullah Gül’ü bu dönemde en başarılı hükümet üyesi ve hatta devlet geleneğini en doğru temsil eden bakan olarak görüyorum.
* * *
Türk-Amerikan ilişkilerinde şu an itibarıyla en fazla kapalı kutu görüntüsü veren ilişki, askeri ilişkiler.
Askeri ilişkiler de "1 Mart Tezkeresi dönemi"nde epey yıpranmıştı; ama TSK geleneği çerçevesinde bu yarayı diplomatik ataklarıyla büyük çapta aştı.
Şahsi kanaatime göre askeri ilişkilerin boyutunu Terörle Mücadele Yasası belirleyecek. Eğer, yasadaki düzeltmeler askeri güçlendirirse Pentagon, TSK’ya daha da yaklaşacak.
İran’da kıyametin kopacağına inandığım Bush’un son iki yılında yeni Genelkurmay Başkanı’nın elindeki gücü nasıl yorumlayacağı da bu ilişkileri derinden etkileyecek.
Ancak, kimse ABD’de "neo-con"ların gerilemesini, ABD mutfağının temel varsayımlarını değiştirdiğini sanmasın!
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2006
MESUT Yılmaz, Yüce Divan’da yargılandığı davada "Rahşan affı"ndan yararlanıp "kesin kararın ertelenmesi kararı" aldı. Yüce Divan, "Türkbank davasına fesat karıştırma" iddiasıyla başlayan davada iddiayı son safhada "görevi kötüye kullanma"ya çevirdi ve sonra kararı erteledi. Mesut Yılmaz bu kararla rahatladı. Kolay değil, uzun süredir sıkıntılı günler yaşıyordu. Gözü aydın!
Mesut Yılmaz kararı alır almaz, herhalde yaşadığı sevincin etkisi altında, basının sorularına verdiği cevaplarda, "İhtiyaç duyulursa siyasete dönerim!" demiş.
Ben hemen durumu özetleyeyim:
"İhtiyaç yok!"
* * *
Bu köşeyi takip edenler bilirler. Recep Tayyip Erdoğan’ın çapının bu ülkeyi yönetmeye yetmediğini açıkça yazıyorum.
Ülkenin ve hatta AKP’nin selameti için erken seçimi elzem gördüğümü yazılı basında ilk ilan eden kişiyim.
Ama Süleyman Demirel, Rahşan Ecevit, Yaşar Okuyan, İlhan Aküzüm vb. ülkeyi kurtarmaya soyununca kafamın tası atıyor.
Şimdi de Mesut Yılmaz’ın siyasete dönmeyi düşünmesi, beni sonunda çileden çıkardı!
* * *
Yukarıda saydığım isimleri gözünüzün önünden geçirip gözlerinizi kapayın.
Çağrışım metoduyla aklınıza gelen ilk kelimeleri sıralayın:
"Yolsuzluk", "aile resmi", "hanedan", "kriz", "batık bankalar", "enflasyon", "işsizlik", "yoksulluk" aklınıza gelen ilk kelimeler değil mi?
Bu siyasileri seçim sandığında millet gömmedi mi?
Merkez sağı bunlar kendi elleriyle AKP’ye teslim etmediler mi?
AKP, bunlar gitsin diye "negatif oylarla" seçilmedi mi?
Yaşar Okuyan kendi memleketi Yalova’da belediye başkanlığı seçimini dahi kaybetmedi mi? Yalovalılar kendisi hakkında ne düşünür?
* * *
Mesut Yılmaz’ı ele alalım. Turgut Özal’dan devraldığı "ANAP misyonu"nu son seçimlerde yerle bir eden kişi o değil mi?
"Turgut Özal sermayesini" hovardaca harcayıp kediye yükleyen bizzat kendisi değil mi?
Yüzde 10’larda seyreden Milli Görüş oylarının AKP’de yüzde 34’e fırlamasını temin eden iki kişi Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller değiller mi?
* * *
Anladığım kadarıyla siyasetin sihirli iksiri "itibar ihtiyacı" insanın kanına girince bir daha hiç çıkmıyor. Ülkeyi kendilerinden menkul bilmeye başlıyorlar!
Seçimi kaybeden her siyasi Ankara’da bir büro açıyor ve benzerleriyle günlerce, aylarca, yıllarca "geri dönecekleri günleri" beklemeye başlıyorlar.
Daha önce mensubu oldukları partilerden dışlanan "laci elbiseliler", çoktan mevta olmuş siyasi liderlerin etrafında toparlanıp "size ihtiyaç var!" demeye başlıyorlar.
Onlar da buna inanıyorlar! Ne de olsa onlar da insan. Eski şaşaalı günleri unutmak kolay değil!
Ancak, ben tüm "ittifak erbabına" açıkça söylüyorum: Size ihtiyaç yok!
Aksini mi iddia ediyorsunuz?
Hodri meydan! Çıkın meydana!
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2006
ŞEMDİNLİ davası, karara bağlandı. Ben bu yazıda "karar" hakkında herhangi bir hüküm ileri sürmek istemiyorum. Zira, kararın henüz Yargıtay safhası var. Ancak, karar çerçevesinde kopartılan fırtına beni gerçekten endişelendiriyor.
Karara hemen herkes kendi meşrebine uygun yorum getiriyor. Buna herhangi bir itirazım yok. İnsan bir kararı beğenip beğenmemekte serbesttir.
Ancak, mahkeme heyeti hakkında ortaya atılan ağır ithamlar, beni çok ama çok şaşırtıyor!
* * *
Kararı beğenmeyenler mahkemenin "hızlı karar" verdiği kanaatindeler. Yargının verdiği kararların çok geç verildiği, bunun için de değerini yitirdiği iddialarının genel kabul gördüğü bir ülkede bu kez "hızlı karar" eleştiriliyor.
Kararın hızlı verilmesi de bazı kesimlerce "yangından mal kaçırma" olarak yorumlanıyor.
Örneğin, eski Yargıtay Başkanı Vural Savaş, bir TV kanalında önce kararı eleştirmenin yanlış olacağını söylüyor, sonra da dayanamayıp kararı yerden yere vuruyor, kararı verenlerin de "cemaat ilişkilerini" dile getiriyor.
Kimdir Vural Savaş? Bir hukuk insanı. Yerden yere vurduğu karar da aynı hukuk kurumunun kararı.
* * *
Savaş kendini mi inkár ediyor? Hayır!
Vural Savaş ve diğerlerine göre "hukuk kararları" pekálá "işime gelen kararlar" ve "işime gelmeyen kararlar" olarak ikiye ayrılabiliyor!
Bir hukuk insanının hukuk kararları karşısında duygusal tepki vermesi, beğenmediği bir kararın ardında "taraf tutan yargı"nın bulunduğunu pervasızca söyleyebilmesi, bana nasıl bir hukuk devletinde, daha doğrusu nasıl bir devlette yaşadığım sorusunu sorduruyor.
Tekrar ediyorum, kararı beğenip beğenmemek özgür iradedir. Ancak, yargının tarafsızlığını yitirdiğini iddia edebilmek çok ağır bir itham.
Vural Savaş haklı ise de durum çok vahim, yok haksız ise yine durum çok vahim!
Bu ülkede birileri hukuk kararlarını beğenmedikleri zaman delil sunmadan hukuka bu kadar rahat saldırabiliyorsa, hele bu saldırıyı yapanın kendisi de bir hukuk insanıysa, o zaman hukuka nasıl saygı duyacağız? Nasıl hukukun üstünlüğünü savunacağız? Nasıl ülkemizin hukuk devleti olduğunu söyleyebileceğiz? İşimiz hukuka düştüğünde adaletin tecelli edeceğine nasıl inanacağız?
Vural Savaş ağır ithamında yalnız olsa, bu tavrını duygusallığına verip duymazlıktan gelebilirdim.
Ancak, kaç gündür benzer ithamların, ama doğrudan ama ima yolu ile telaffuz edilmesi, bana bu ülkede hálá birilerinin hukuk kararlarını yönlendirme hevesinde olduğunu gösteriyor.
Vural Savaş haklı olsa da, olmasa da bu yönlendirmenin var olduğu bizzat aynı meslekten gelen bir insan tarafından kabul ediliyor.
* * *
Ülkenin bir karpuz gibi ortadan bölündüğü aşikár.
"Dinciler" ile "laikçiler" birbirini alt etme sevdası içinde bel altına vurmaktan katiyen utanç duymuyorlar.
Her ikisi de yargıya müdahale etmek, yargıyı ayaklar altına almaktan çekinmiyorlar. Zira, her ikisinin de hukukun üstünlüğüne, yargı bağımsızlığına zerre kadar saygısı yok.
Varsa yoksa "ben" kavgası! "Ülkenin sahibi kim?" İşte mesele bu!
Ben de böyle bir ülkede yaşıyor olmaktan çok ama çok rahatsız oluyorum!
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2006
AŞAĞIDA Liberal Demokrat Parti (LDP) Genel Başkanı Cem Toker’in Başbakan’ın limanların Rumlara açılması vesilesi ile AB’ye çektiği rest konusunda tarafıma gönderdiği mektuptan ayrıntılar yayınlıyorum. Uzun süre aradan sonra LDP’nin ses vermesini mutlulukla karşıladığımı da belirtmek isterim. * * *
"...Mevcut hükümetin iç ve dış politikalara yönelik aldığı pek çok kararda veya eleştiriler karşısında verdikleri tepkilerde maalesef akıl ve mantık yerine duygusallık ve/veya maneviyat gibi unsurlar ağır basıyor.
Bizce, ikinci bir eksikleri de kamuoyu yaratmadan, konuları kamuoyuna akıl ve sağduyu çerçevesinde izah etmeden gündeme sokmaları, sert tepki alıp geri çekmeleridir.
...Dış politika kararlarında tek referans ülkenin ve halkımızın ulusal çıkarları olmalıdır.
AB ve Kıbrıs konusunun da bu çerçevede ele alınması şarttır. İlişkiler ve gelişmeler yolundayken mevcut hükümetin son derece makul ve başarılı bir yol izlediği görülürken, en ufak bir pürüz veya gerginlikte akıl ve sağduyuyu terk ederek, adeta içgüdüsel olarak, duygusal ve Batılıların alışık olmadığı Şark kurnazlığı içeren günü kurtarmaya yönelik tepkiler verdiğini görüyoruz.
Ek protokole atılan imza da yukarıda belirttiğim zihniyet sonucu düşünülmeden, stratejisi belirlenmeden günü kurtarmaya yönelik atılmış bir imzadır. Türkiye’yi bağlayıcıdır.
* * *
...Önerilerimiz:
1) KKTC’te uygulanan ambargo ve yaptırımlar ile limanların açılması konusu birbirinden ayrı tutulmalıdır. Zira ilki BM ve Güvenlik Konseyi’nin yaptırımıdır, limanlar konusu (ise) bilerek altını imzaladığımız AB üyelik süreci konusudur. Bu uzun süreçte zaman zaman "limanlar meselesi" gibi konular pürüz yaratabilir. Halkımızın günlük kısa vade politikalara değil büyük resme bakması gerektiği vurgulanmalıdır.
2) KKTC için Türkiye, Tayvan modeline benzer bir yaklaşıma destek arayabilir. Diplomatik olarak tanınmadan, dış ticarete olanak sağlanabilir.
3) Türkiye OECD, AGİK ve diğer bazı uluslararası organizasyonlar çerçevesinde zaten Güney Kıbrıs hükümetini tanımaktadır. Ek protokole koyulan şerh aslında bir şey ifade etmemektedir.
4) Tehditkár ve şantajcı bir üslup yerine hükümet, medya ve diğer kanallardan, limanların açılmasının Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerine getireceği kolaylıkları ve faydaları kamuoyuna anlatmalıdır.
5) Teknik olarak uygulanıp uygulanmayacağını bilmiyorum ama Güney Kıbrıs’a en uzak liman olan Trabzon limanı tahsis edilebilir, orada da liman işçilerinin protesto amacıyla yükü boşaltıp boşaltmayacakları bir bilinmeyen olarak kalabilir.
6) Uzun vadede, dış politika konuları güncel popülist siyasetten arındırılmalı, malzeme olmaktan çıkarılmalıdır. Görüşmeler kapalı kapılar ardında yapılmalı, referandum gibi sonucu önceden belli süreçler uygulanmamalıdır.
* * *
Ben Türkiye’nin liberal politikalara büyük ihtiyaç duyduğu kanaatindeyim. Kendileri büyük partiler olmasa da Liberal Demokrat Parti (LDP) ve Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) türü partilere bu dönemde her zamankinden fazla ihtiyaç duyulduğu kanaatindeyim.
Zira bu partiler Türk siyaset hayatında cesametlerinin çok ötesinde derin izler bırakmışlardır.
Kemalizmin devletçi geleneğine düşmeden hükümetin en doğru eleştirisini yapacak hareketlerin arasında bu iki parti de bulunmaktadır.
Dilerim, bu dönemde bu partiler daha çok ses getirirler!
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2006
DÜNYAYA ardını dönen, içine kapanmayı hüner sayan, "diğeri"nden ödü kopan, kendi dışında herkesi "düşman" gören, her türlü eyleminde kendini savunmada hisseden, pasif tutum almayı tavır zanneden her cins milliyetçi/ulusalcı çizgiden zerre kadar hazzetmiyorum. Bu çizgiyi ülkenin eteğine yapışmış, onu devamlı geri çeken bir akım olarak görüyorum.
Peki benim milliyetçi duygularım hiç mi yok?
Bal gibi var!
Ben, ülkesine dünyadan bakan, Türkiye’yi dünyaya taşıyan, yerinecekse de övünecekse de rakamlarla mukayese yapan, uluslararası ekonomik yarışı kendine şiar edinen, ülkesinde bilim adamı eksikliğinden yakınan, henüz aramızdan Nobel ödülü almış kişi çıkmadığı için başkalarını kıskanan milliyetçiliği baş tacı ederim.
* * *
Cumartesi akşamı 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyatı’na katılan ve 84 ülkeden tam tamına 355 öğrenci çeşitli dallarda yarışırken, onları içimden yükselen:
- İşte milliyetçilik budur, duygusuyla alkışladım.
Bütün dünyaya yayılan Fethullah Gülen Okulları bu ülkelerde Türkiye’yi seven, Türkçe öğrenmek için yarışan öğrenciler yetiştiriyor.
Bu okullar, bağlı oldukları ülkelerin kendi kuralları dahilinde eğitim veriyorlar ve denetleniyorlar.
Türkiye’nin içinde Türkçe ölürken, dünyanın her bölgesinde Türkçe dilinde yarışmak için çırpınan gençlerin var olduğunu hissetmek, insanı önce milliyetçi yapıyor, sonra da içini gururla dolduruyor.
* * *
Gerçek milliyetçilik, hamasi nutuklarla "Türk’e Türk’ün methiyesini" düzmek değildir.
Gerçek milliyetçilik, Türk’ün varlığını başkalarına gönülden kabul ettirmektir, onların önce aklına sonra da gönlüne yerleşmektir.
Yaşayan herkes bilir; başka bir ülkede bir süre için dahi bulunan, o ülkenin insanlarıyla kısa da olsa yarenlik eden hemen herkes artık o ülkeye bakış açısını değiştirir, o ülkeye daha başka bir gözle bakar, orada ne oluyor diye daha yakın ilgi duyar.
Hele hele yabancı bir ülkenin okulunda okuyan insanlar, bir ömür boyu o ülkeye kendilerini yakın hissetmekten kendilerini alamazlar.
* * *
Ben yarışmayı izlerken, hem her yaştan şirin çocukların arkadaşlığından pozitif enerji aldım, hem de ülkemizin binlerce dost kazandığını hissettim.
Bu çocuklar ileride, haliyle Türkiye’ye karşı olumlu duygularla dolu olacaklar, muhteşem Türkçeleri ile ülkemizde neler olup bittiğini izleyecekler.
Kimi ülkemizde edinecekleri arkadaşlarla ticaret yapacak, kimi uluslararası ortamlarda Türkiye’nin haklarını savunacak, kimi turizm elçisi olacak, kimi de ülkemize yapılacak ekonomik yatırımlara önayak olacak.
Kimi bir Türk’le evlenecek, kimi yaz tatillerini ülkemizde geçirmek için can atacak.
Eğer, bu çocukların doğru dürüst takibi yapılır, envanteri tutulursa; onların ait oldukları ülkelerle ticaret yapmak isteyen, o ülkelerde yatırıma girişen Türkler de o ülkeleri ziyaret ettiklerinde karşılarında Türkçe konuşan ticaret ataşeleri, ekonomi danışmanları, turizm rehberleri, yarenlik edecek bir dost, yol gösterecek bir rehber bulacaklar!
* * *
Bu girişimin ruhunu ateşleyen Fethullah Gülen’e, Olimpiyat Komitesi Başkanı Mehmet Sağlam Hoca’ya, ona maddi-manevi omuz veren tüm dostlara candan teşekkür ederim.
Benim gönlümde gerçek milliyetçiler onlardır.
Yazının Devamını Oku