14 Ocak 2007
BEN bir TED’liyim. Bununla gurur duyuyorum. İlkokulu o zamanki adıyla Türkiye Eğitim Derneği’ne (TED) bağlı Ankara Maarif Koleji’nde okudum. Okulumda öğrencilerin "uyuşturucu partisi" yaptığı ortaya çıkınca benim de canım yandı. Çok üzüldüm. Bu görüntüler benim okulumdan yansımamalıydı. Ama medya bu görüntüleri, TED’in toplu kıyımına-yargısız infazına çevirmeye kalkınca önce kırıldım, sonra yapılan haksızlık karşısında kızmaya başladım.
Benim duygularımı çok doğru anlatan bir TED yöneticisinin mektubunu alınca da onu yayınlamaya karar verdim.
* * *
"Günü kurtarmak, incelemeye, araştırmaya bile gerek duymadan, sorunu geçici çözümlerle savuşturmak... Siyasetten ekonomiye, toplumsal sorunlardan günlük yaşantımıza her yanımızı habis bir ur gibi saran hastalığımız.
Son günlerin en çok konuşulan manşetlerinden biri, Ankara’da bir özel okul tuvaletinde çekilen ve kendisine ’uyuşturucu partisi’ başlığıyla (uyuşturucu ve parti kelimelerini yan yana kullanmak ne kadar doğruysa) yer bulan haber de işte bu hastalığımızın en somut örneklerinden biri. Suçlu arandı, bir dedektif misali ’hangi okul’ sorusu araştırıldı, yanıt bulundu, Türkiye rahat bir nefes aldı!
* * *
Uyuşturucu, gençliğimizi tehdit eden tehlikelerin en başında geleni. Peki, bu haberin bir anda gündeme oturma hızına bakılırsa ülkeyi yönetenler, medya, emniyet güçleri, anne babalar hepimiz bu tehlikenin yeni mi farkına vardık acaba! Ya da bu sorunu, eczanelerde, dükkánlarda, kısaca sokakta reçetesiz, üstelik üç kuruşa satılan bir spreyi ’oyun’ gibi ciğerlerine soluyan gençlerle mi keşfettik?
Gençlerine örnek birer rol model olamayan politikacıların; çığ gibi büyüyen işsizliğe dur diyemeyen, yapboz tahtasına dönen sınav sistemleriyle gençlerini kurban pazarında koyun seçer gibi eleyen, para tuzağı dershaneleri bir gelir kapısı olarak gören ülke yöneticilerinin; çocuklarının "oyun hakkı"nı görmezden gelip onları yarış atına çeviren anne babaların hiç mi suçu yok?
* * *
Ve medya. Haber alma ve haber verme özgürlüğü, demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır. Ama reyting savaşları uğruna şiddet, kan ve gözyaşıyla beslenen, uyuşturucu haberlerini yayınlarken bile neredeyse ’kullanım kılavuzu’ yayınlayacak kadar tehlikeli bir yayıncılık anlayışıyla Türkiye daha kaç günü kurtaracak?
Saddam’ın tekrar tekrar, en ince ayrıntısına kadar ekrana gelen idamını izledikten sonra kendini ipte sallandıran küçücük bedenlerin; beyinlerini uyuşturan, sorunlarını silahla vuruşarak, bıçaklayarak, taciz ederek, gasp ederek ortadan kaldıran gençliğin görüntüleriyle dehşete düşmeden önce hepimizin durup düşünmesi ve galiba biraz da suçu kendimizde aramamız lazım."
* * *
Bu mektup isyan bayrağını göndere çekiyor! Beni, bu isyandan medyanın da pay alması, hatta en fazla payı alması daha çok ilgilendiriyor.
Bir yarayı teşhis ederken bütün vücudu yakmak!
Medyanın görevi bu mudur?
Teşhis tedaviye önayak olur, peki ama histerik bir teşhir nelere önayak olur?
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2007
BAŞBAKAN için tek bir gündem var: Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi! Seçim turlarının başlayacağı 16 Nisan’a dek kimsenin canını sıkmaması lazım.
Ne askeri, ne milleti, ne sağcıları, ne de solcuları kızdıracak; ne milliyetçileri, ne Kürtçüleri, ne Sünnileri, ne de Alevileri ürkütecek hiçbir şey yapmaması gerekiyor.
Bunu garanti edecek en iyi yöntem, hiçbir şey yapmamaktır!
Zira, yanlış yapmamanın garantisi, hiçbir şey yapmamaktır!
Hiçbir meselede politika üretmeyeceksin ki yanlış yapmayasın!
İşte Başbakan bunu yapıyor. Yani hiçbir şey yapmıyor.
Hatta yapılana da engel oluyor.
Recep Tayyip Erdoğan giderek Süleyman Demirel’e benzemeye başladı.
Sadece laf üreterek, hiçbir iş yapmadan, hiçbir politika üretmeden, ne anlama geldiği anlaşılmayan cümleler kurarak işi idare etmeye çalışıyor.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan’ın Süleyman Demirel’e özenmesi kendi bileceği iş. 40 yıl Demirel’in laf salataları peşinden koşan milletin şimdi Erdoğan’ın laf salatalarının peşine düşmesi de milletin bileceği iş!
Ama ben, Recep Tayyip Erdoğan padişahlığa özendiği ve Bakanlar Kurulu’nun da onun sadık kulları gibi ağzından çıkan her söze "hee!" dedikleri zaman çok kızıyorum.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan’ın padişahlığa özendiği son örnek, elektrik dağıtımı ihalesini resen ve tek başına iptal etmesidir. Zira, "Özelleştirmeyi alan şirketler elektriğe zam yaparlar, bu da bizim üstümüze kalır". Başbakan’ın tüyler ürperten ve üstelik yanlış gerekçesi bu!
Enerji Bakanı Hilmi Güler, ihalelerin iptal edildiğini gazetelerden öğreniyor, Bakanlar Kurulu toplantısının ardından da "elektrik dağıtım özelleştirmesi gibi son derece hayati önemdeki bir konunun seçim öncesinde aceleye gelmemesi gerektiği"ni söylüyor.
Böylece de kendi açtığı ihalenin aceleye geldiğini, özensiz olduğunu itiraf ediyor!
Ben Enerji Bakanı’nı takdir ederdim. Ama, bu açıklamayı yapmak zorunda kaldığında onun yerinde olmayı hiç istemedim.
Bir makam koltuğunun, insanların kimliğiyle bu kadar rahat oynayabilmesi beni hep çok rahatsız eder.
Zaten o da işin garabetinin farkında ki topu Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na atıyor. OİB de seçim sonrasına kalan ihaleler için bir yıldan fazla "erteleme" yapılamayacağı ve yapılan bal gibi "iptal" olduğu halde, katılımcı firmaları daha fazla ürkütmemek için "erteleme" sözünü kullanıyor.
Gerekçe de "altyapı" kurmak! Bu sefer de sormak lazım:
Devlet altyapı yatırımlarını yüklenecekti ise özelleştirmenin amacı neydi?
* * *
Normal bir demokraside Başbakan "koordinatör" rolünü oynar. O tıpkı bir senfoni orkestrası şefi gibidir. Orkestrada herkesi yönetir, ama hiçbir enstrümanı çalmaz.
Eğer mücbir bir nedenle ihale ertelenecek veya iptal edilecekse, bunun altyapı çalışmasını ilgili kurum yapar (OİB), o da ilgili bakanlığa (Enerji Bakanlığı) bildirir, bakan konuyu Başbakan’a açar, o da konuyu olumlu görüşü var ise Bakanlar Kurulu’na taşır.
Başbakan tam tersini yapıyor. Kişisel hedefine halel getireceğini düşündüğü her konuda tek başına karar alıyor.
Bakanlar Kurulu konuyu göstermelik görüşüyor. İlgili kurumlar ve bakan karar alındıktan sonra kendi akıllarına bile yatmasa bir münasip "kulp" hazırlıyorlar, daha doğrusu hazırlamak zorunda kalıyorlar.
İnsanlar bu arada kişiliklerinden çok şey yitiriyorlar, ama ne gam.
Padişahım sen çok yaşa!
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2007
1 Mart tezkeresine zamanında da, şimdi de sahip çıkan azınlıktan birisiyim. Ancak, hiçbir zaman BOP’a veya GBOP’a inanmadım. Bunu da açıkça yazdım. Ama yine de bazıları beni "ABD emperyalizmine yardımcı olmakla" suçlamaktan bıkmadılar.
İki gündür gazeteler ve TV’ler İngiliz kaynaklarına dayanarak Irak petrolünü ABD ve İngiltere’nin nasıl paylaşacağını, bu uğurda Irak’ta Petrol Kanunu’nun nasıl değiştirileceğini yazıyorlar.
Bugün Irak’ın 2003 yılının Mart ayında ABD tarafından işgalinden önce 19-20 Şubat 2003 tarihinde yazdığım "Irak Meseleleri" başlıklı yazımdan alıntılar yapacağım:
* * *
"Savaş aşağılık, iğrenç bir kavram... Ancak, tozun dumana karıştığı... bazılarının da hálá ne olduğunu anlamadığı bir ortamda, oturup biraz da acı gerçekleri hatırlamakta fayda var.
Bu kaçınılmaz savaşın üç ana nedeni var:
1) Dünya sabit enerji stokları ile gelişmiş ülkelerin kendi arasındaki üretim/enerji tüketimi oranlarındaki çelişki.
2) Ortadoğu ve Kafkaslar’da siyasi yapının değiştirilme ihtiyacı.
3) Yeni düşman: Uluslararası terör.
Bu üç mesele; hem birbirinden bağımsız, hem de birbirini tetikleyen meselelerdir.
* * *
Önce üretim-enerji çelişkisinden başlayalım:
a) 2000 yılı itibarıyla, ABD dünya ekonomik üretiminin % 26’sını yerine getiriyor. ABD’den sonra dünya üretimine sıra ile Japonya % 16, Almanya % 8, Fransa % 5 oranında katkıda bulunuyor... Rakamlara ABD kökenli ulusötesi işletmeleri katarsanız, ABD’nin dünya üretimindeki payı % 75-90 seviyelerine yükseliyor.
b) Gelişmiş ülkeler hep birlikte dünya ekonomik üretiminin % 77’sini karşılıyorlar ve dünya enerji tüketiminin % 48’ine hükmediyorlar.
Dünya üretiminin % 26’sını karşılayan ABD, tüketimin % 28’ine hükmediyor. Tek başına gelişmiş ülkelerin petrol tüketiminin % 58’ini yapıyor.
c) Ancak, bu pay ABD’ye yetmiyor. Zira, ABD Enerji Bakanlığı’nın hesaplarına göre:
ABD enerji tüketimi içinde ithalatın payı 2000 yılında % 55 iken bu pay büyüyen ekonomi karşısında 2025 yılı itibarıyla % 70’e çıkacak.
d) Bunun anlamı açık: ABD "en büyük"’ kalabilmek için her geçen gün kendi toprakları dışındaki petrole daha fazla bağımlı hale gelmekte.
Petrol üretilemeyen ve stoka dayanan bir meta olduğuna göre, esas çelişki ve savaş; sahip olmadıkları petrolü tüketen (% 48) gelişmiş ülkelerde!
Bir yanda ABD, diğer yanda Almanya, Fransa ve diğerleri yeniden paylaşım savaşı veriyorlar. ABD, kendi hesaplarına göre, dünyadaki petrol tüketim payını (ithalatını), önümüzdeki 25 yılda (% 55’ten % 70’e) % 28 artırmak zorunda.
Bu da matematiksel olarak; sabit stoktan diğer gelişmiş ülkelerin daha az pay alması demek...
...f) Tüm bunlara mukabil, dünya petrol stokunun % 65.3’ü Ortadoğu’da, % 6.2’si Kafkaslar’da, % 6.1’i Kuzey Amerika’da. S.Arabistan, tek başına dünya petrol rezervlerinin % 25’ine sahip, Irak ise % 10.6 pay ile dünyada ikinci.
Üstelik, bu petrol rezervleri yeryüzüne en yakın stoklar olduğu için en ucuz petrol bunlar.
Kaldı ki, Irak’ta hálá ulaşılamayan stoklar var.
* * *
...Bu savaş ivedilikle bir ’’petrol savaşı". Bitmemiş, bir türlü bitmeyen 2. Dünya, hatta 1. Dünya savaşlarının devamı!..."
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2007
"YÜRÜMEZ!" diyenler ya başka bir ülkeyi kastediyorlar, ya da resmen üfürüyorlar. Türkiye’de peynir ekmek gemisi lafla yürür!
Hatta, sadece lafla yürür.
Türkiye’de siyasiler sadece laf üreterek, karşılıklı atışarak ülkeyi yönetiyormuş gibi yaparlar.
Türkiye’de medya da siyasilerin ne dediğini tartışarak, arada bir de kendi aralarında atışarak gündem üretiyormuş gibi yaparlar.
Siyasiler, gazeteciler neden böyle yaparlar?
Millet bunu yiyor da ondan! Hatta bayılıyor da ondan!
* * *
Emine Hanım-Olcay Hanım ekseninde kimin kime ne dediği, kimin kime nasıl geçirdiği, Hülya Avşar-Gülben Ergen kapışmasının milletten esirgendiği bir dönemde icabında milletin bir ihtiyacını karşıladığı için kadın bakan kadınları tokuşturarak millete hizmet ediyor!
Ama gemi yürüten laflama burada mı bitiyor? Haşa!
* * *
MİT Müsteşarı da kurumunun 80. yılında laflıyor, onun lafları da günlerce tartışılıyor. Çok önemli sözler sarf edilirmiş gibi yapılan konuşmanın içeriği yıllardır ortalıkta dolanır durur. Bunları MİT Müsteşarı söyleyince hepimiz mal bulmuş Mağribi gibi lafların üzerine atladık. Halbuki MİT Müsteşarı’nın görevi, dedikodu istihbaratı yapan bir kurumun bilgi paylaşan bir kuruma dönüşmesi gerektiğini söylemek değil, bizzat dönüşümü yapmaktır.
Gerekeni yapmadan, gereken hakkında laflamak, peynir ekmek gemisinin pekálá lafla yürüdüğünün göstergesidir.
* * *
Başbakan da sadece laflayarak, hatta koordinatörlük görevini tamamen bir kenara koyup tek başına ve en çok mesai arkadaşlarını sık sık şaşırtıp sadece laflayarak hiçbir şey yapmadan Mayıs 2007’yi bekliyor.
Muhalefet ne yapıyor? O da sadece laflayarak Mayıs 2007’yi bekliyor.
Başbakan "istemem, yan cebime koy!" diyerek laflıyor.
Muhalefet "merak etme, ben çoktan razıyım, ama ekmeği sana karşı çıkarmış yaparak yiyorum" diyerek laflıyor.
Siz de meşrebinize göre; ya Başbakan’ın cumhurbaşkanı olmasını istediğiniz için birinin laflarını, ya da istemediğiniz için diğerinin laflarını can kulağınızla dinliyorsunuz.
Belli ki hep birlikte Mayıs 2007’ye dek laflayarak birbirimizin boğazına sarılacağız ve bundan zerre kadar rahatsız olmayacağız.
* * *
Bakmayın siz kimin kime ne dediğine! Herkes Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında mutabık.
1) Tayyip Erdoğan, Başbakanlık görevi çok ağır geldiği için cumhurbaşkanı olmak istiyor.
2) Muhalefetin tümü Erdoğan’dan arındırılmış bir AKP’yi daha kolay lokma olarak gördükleri için onun cumhurbaşkanı olmasını istiyor. Hatta Mayıs 2007’den önce erken seçim falan da istemiyorlar. Onlar Erdoğan’sız bir genel seçim istiyorlar.
3) Tayyip Erdoğan’ın arkadaşları da onu cumhurbaşkanı yapmak istiyor. Böylece hem koordinatsız bir koordinatörden kurtulacaklar, hem de kişisel rüyalarının önü açılacak.
Herkes esasında cumhurbaşkanlığı konusunda mutabık olduğuna göre pastayı büyütmek için sadece laflamak gerekiyor. Nasılsa seçmen laflamayı yiyor, saflarını sıklaştırıyor!
* * *
Bakın bugün ben hiçbir fikir üretmeden, sadece laflayarak bir makale yazdım!
Size de hiç düşünmeden okumak kaldı!
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2007
OKURLARIM arasında bana felsefi derinliği olan mektuplar yollayan bir kesim var ki onlardan çok şey öğreniyorum. Bazen yolladıkları mektupları sizinle paylaşacak kadar heyecanlanıyorum. Geçen haftalarda toplumun "Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olsun"cular ile "Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmasın"cılar arasında bu kadar net ve kolay bölünmesi karşısında millete serzenişimi nakletmiş ve "Milletler layık oldukları idarelere kavuşurlar" hükmünü tekrar etmiştim. Kendimi de; Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması için herhangi bir demokratik engel görmeyen ama onu bu görev için gerekli donanıma da sahip bulmayan azınlık içinde tarif edip bu gruba da "iki arada bir deredeciler" demiştim.
Bu yazılara olağanüstü sayıda tepki geldi. Bugün aralarından birisini kısaltarak yayınlayacağım. Zira benim ne demek istediğimi benden iyi anlatıyor.
* * *
"...Ben 1980 yılında 12 Eylül adı verilen ve ’ülkemizi kurtaran’ askeri harekátın hemen akabinde üniversite hayatına başlamış bir kişiyim... Ülkemizin halihazırda yaşadığı sorunların ve açmazların temelinde hep 12 Eylül Harekátı denilen meşum askeri müdahale bulunmaktadır. Bu askeri müdahalenin izlerinin ülkemizden silindiğini söylemek hem büyük bir bilgisizlik, hem de büyük bir aldatmacadır... Ülkemizdeki liberal düşünceye sahip insanların, okuyan insanların karşısına hemen iki adet irtica çıkıvermektedir: Birincisi İslamcı irtica, ikincisi Kemalizm irticası.
İslamcı irtica Muaviye döneminden bu yana olagelen ve iktidarı paylaşmama ve Müslümanları tamamen etki, baskı ve kontrol altında tutarak onlardan yararlanma, iktidarın maddi getirilerini alabildiğine sömürme güdüsüne dayanan bir hareket olup, sadece ülkemizle değil tüm İslam dünyasıyla ilgili bir gericilik hareketidir.
Kemalizm ise maalesef sadece ülkemizle ve ülkemiz insanıyla ilgili bir gericilik hareketi olup hepimizin geleceğine, çocuklarımızın daha müreffeh, daha zengin bir ülkede yaşamasına mani olmuş, hálá olmaya çalışan, dünyayı Atatürk büstlerine, 10 Kasım’da anlamsız bir şekilde sokaklarda esas duruşta bulunmaya indirgemiş (daha çok şey sayılabilir) bir gericiliktir. Kemalizm gericiliği her şeyden önce ülkemizin kötü yönetilmesine kılıf teşkil ettirilmiş bir gericilik olup (...) bugün için gereksiz sözcük ve sloganlarla süslenmiş bir harekettir. Kemalizm, ülkenin militerler tarafından başta savunma ve ulusal güvenlik gibi profesyonelleşme isteyen önemli konularda manipüle edilmesinde araç olarak kullanılmıştır.
Kemalizm nedir, biliyor musunuz? Mustafa Kemal Paşa’nın hayatında hiçbir zaman önermediği ve vazetmediği, önayak olmadığı her şeydir. Mustafa Kemal Paşa, sağlığında Kemalizm gibi bir ideolojinin altyapısının hazırlandığını duysa idi, eminim onu hemen yok ederdi.
* * *
Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına mani olabilecek (bir sürü) eksiklikleri vardır ve olabilir de. Nitekim 27.12.2006 tarihli yazınızda bu eksiklikleri yazdınız... (Öte yanda) askerlerin Tayyip Erdoğan’ı irticai kesimlere yakın olmakla suçladıkları biliniyor, peki Sultanbeyli’de geçtiğimiz yıllarda Refah Partili Belediye Başkanı’na nispet olsun diye ilçenin orta yerine Atatürk heykeli diktiren tugay komutanının irticasından kimse söz ediyor mu? Unutuldu gitti. Halen oraya buraya Atatürk köşesi, Atatürk büstü, anıtı vs. yaptıranlar ise hálá aramızda...
* * *
Türkiye’de 5 yıl başbakanlık yapmış bir kişi Cumhurbaşkanlığı makamına rahat rahat oturur. Oturmalıdır ve bunun önünde hiçbir engel olmamalıdır."
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2007
TÜRKİYE’de Saddam’ın idamı henüz reel-politik boyutlarda ele alınmıyor. Ben iki gündür kendi yorumumu yapmak için uğraşıyorum ve ayrıca reel-politik yorumlar yapan düşünürlerin görüşlerini kendi köşemde nakletmeye çalışıyorum. (Örn: Ömer Taşpınar)
Bugün de jeostrateji uzmanı emekli general Sedat İlhan’ın çok önemli bulduğum bir makalesinden (*) alıntılar yapacağım.
* * *
"Olası Bir Bölgesel Çatışma Beklentisi:
Geçen aylarda yaşanan olayları basit bir İsrail-Hizbullah çatışması olarak görmek, kanımca olayı Türkiye açısından çok hafife almak olacaktır. Durumu en basite indirerek ifade etmek gerekirse bu çatışma, Avrasya zenginliğini ulusunun yaşam düzeyini yükseltmek için bir jeostratejik kazanım olarak gören ABD ile Ortadoğu’da tesir sahasını genişleterek bir başka jeostratejik kazanım peşinde olan İran arası bir yeni ’Jeostratejik Kazanım Savaşı’ uygulamasıdır. Bu savaş sinsi bir şekilde sürdürülmektedir.
ABD-İsrail arasındaki stratejik ortaklık; dayanışmanın her veçhesini içeren bir beraberliktir. Bu nedenle değerlendirmelerimizde İsrail’e; ABD’nin bir parçası, onun ulusal çıkarlarının Ortadoğu’daki uzantısı ve ileri karakolu nazarıyla bakabiliriz.
Aylarca süren Irak Araştırma Komisyonu’nun raporunun hemen arifesinde, ABD Dışişleri Bakanı Condeleezza Rice, sanki bu raporda, İran-Suriye ile ilişkileri sürdürme önerisi ve büyük güçler arasında bir ’Güçler Arası Elbirliği Stratejisi’ yokmuş gibi davranmaktadır. ’İleride Irak demokrasiyle istikrara kavuşunca bambaşka bir Ortadoğu olacak. Olay bir stratejik çıkar ilişkisidir. Yeni bir stratejik anlayış yaratılmaktadır’ sözleriyle savaşın sürdürüleceğini belirtmiştir. Bugün yarın hemen oluşmasını beklemeyebiliriz, ancak böyle bir olasılığın sürekli göz önünde bulundurulması Sürdürülebilir Politika için önemlidir.
* * *
Bu durumda Amerika; İsrail beraberliğini, Afganistan ve Irak’ı işgalini, Lübnan’daki Hıristiyan ağırlıklı sayılabilecek iktidarın desteğinde politikasını sürdürürken, buna karşın İran; Irak ve diğer Ortadoğu Arap ülkelerindeki Şii topluluklara; Lübnan ve Türkiye’deki Kürt kökenli Hizbullah’ı ve Filistin’deki HAMAS’ı ekleyerek, bölgesinde bir büyük Şii hilali kurulması peşindedir.
Amerika’nın; Hürmüz Boğazı’ndan Suudi ve emirliklerin petrolünün muntazam akışını sağlamak, Kuveyt ve emirliklerdeki üslerini korumak için bölgede bulundurduğu Eisenhower ve Enterprise uçak gemileri, İran pilotsuz uçaklarınca sürekli olarak kontrol edilip resmedilmektedir. İran; Rus, Çin ve Kuzey Kore’nin teknik yardımları ile 2500 kilometre menzile kadar geliştirdikleri Shahap serisi füzelerle bütün bölgeyi ve özellikle İsrail’i etkileyebilecek güçte olduğunu göstermektedir. İran’ın 2015 yılında kıtalararası balistik füzeye ve uzay aracına sahip olması beklenmektedir.
Bugün ortaya çıkan bu sonucun değerlendirilmesini, etkin bir araştırma kuruluşu olan Amerika Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Hass şu şekilde özetlemiştir: ’ABD; askeri gücünün büyük bir kısmını Afganistan ve Irak’ta hareketsiz bir duruma getirerek, bölgedeki süper güç etkinliğinde şüpheler yaratmıştır. Buna karşın İran, bölgeyi kendi planları istikametinde etkilemeyi hedefleyen bir bölgesel güç olduğunu kanıtlamıştır.’ Bu Amerika’nın zayıf tarafıdır ve bir toparlanma süreci içinde olduğu düşünülebilir..."
* * *
Dilerim Türk medyası bayram ertesi emekli general Sedat İlhan’ın çok doğru ve önemli tespitlerine ve uyarılarına kulak verir!
(*) Makalenin tamamı haftalık Gözlem Gazetesi’nde yayınlanacaktır.
e-posta: ilhan.sedat@gmail.com
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2007
DÜN yazdım. Saddam’ın Başkan Bush’un yeni Irak politikasını ilan etmeden evvel idam edilmesi, lafta ne söylenirse söylensin, ABD’nin Irak meselesini çözme gayretlerinde 2007 yılında İran ile daha yakın işbirliğine gideceğinin işaretidir. Saddam’ın bu dönemde idamı ABD’nin İran’a zımni bir çağrısıdır. Irak’taki Şii-Sünni-Kürt denkleminde Sünniler artık tamamen arka planda kalma gerçeği ile yüz yüzedirler. Ya bu durumu sineye çekecekler, ya da beter saldıracaklar!
Ben 2007 yılında "Sünni asiler"in çok daha aktif hale geleceğini ve aralarında El-Kaide’nin parlayacağını düşünüyorum.
* * *
Ne kadar azınlıkta olursam olayım görüşüm aynıdır: 1 Mart Tezkeresi’nin TBMM’de reddi Türkiye’yi Ortadoğu denklemlerinden çıkarmıştır. O tarihten beri Türkiye Ortadoğu’da aktif aktör değil, konumunu korumaya çalışan pasif aktördür. Maalesef, ülkemiz bugüne dek Irak’ta ne çoğunluk Şiilerin, ne de kapı komşusu Kürtlerin kendi yanında gördüğü bir resim çizememiştir. En önemli başarısı Sünnileri seçimlerin içine çekebilmesi olmuştur. Ama artık Sünniler ile Şiileri tekrar hangi güçte bir zamkın yapıştıracağı belirsizdir.
* * *
Türkiye, Ortadoğu’nun kaderini etkilemek şöyle dursun, kendi pasif konumunu koruyabilmek için Irak’ta iki ana hedefe kilitlenmişti:
Irak’ın toprak bütünlüğünü ve Kerkük’ün özerkliğini korumak!
Baker-Hamilton Raporu her iki konuda da Türkiye tezleri ile paralellik gösteriyordu. Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak üzerine inşa edilen rapor büyük kaygı duyduğumuz ve bu yıl sonuna dek Kerkük’te yapılması kararlaştırılmış referandurumu askıya almayı teklif ederek Kürtleri çok kızdırıyordu ama Türkiye faktörünü hesaba kattığını da açıkça gösteriyordu.
Saddam’ın idamı her iki konuyu da zora sokmuştur.
Sünniler artık tamamen gözden çıkarıldıklarına inanacaklar, intikam saldırılarını artıracaklar, bu saldırılar ABD ile Şiileri (İran) daha fazla yakınlaştıracak, giderek Şiiler "meselelere" daha fazla el koyarak ABD’nin elini rahatlatırken Irak’ın en fazla söz sahibi kesimi haline geleceklerdir. Dolayısıyla İran Ortadoğu’nun yeni belirleyicisi olacaktır.
Öte yanda, Kuzey Irak’ta güçlü bir Kürt federe devleti İran’ın da işine gelmemektedir ama bir yanda Sünnilerden sonra Kürtleri de tamamen yitirmek istemeyen ABD’nin zorlaması, öte yanda Irak’a çok daha fazla hakim olmuş İran’ın rahatlayan eli Kerkük’ü Kürtlere teslim etme konusunda daha bonkör davranabilir. Hatta, Irak petrolünü ABD politikaları güden bir anlayışla paylaşacak Şiiler ve Kürtler Sünnilere karşı çeşitli ittifaklar da yapabilirler.
* * *
Bu senaryolar illa ki böyle çalışacak demiyorum ama Saddam’ın idamı dengeleri Sünniler aleyhine, Şiiler lehine çevirmiştir iddiasındayım. ABD işin içinden çıkamayınca sonunda bir tarafı diğer tarafa tercih etmiştir. İdamın bu döneme rast gelmesi başka türlü okunamaz!
Dışlanmış Sünnilerin intikam duygusu, Şiilerin "duruma el koyma" gayretleri, bu arada Kürtleri kaybetmeme çabaları bu dönemde her zamankinden daha fazla Irak’ın geleceğini belirleyici unsurlar olacaktır.
* * *
Ben de bir yıl öncesine dek ABD’nin İran’a saldırmasını bekliyordum. Son altı aydır yeni verilerle tersini düşünmeye başladım.
Galiba İran’ın ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası netice alıyor. Nükleer güce sahip ama medeni dünyaya kabul edilmek uğruna uzlaşmaya hazır bir İran’ın (H. Kisinger’in görüşü) Ortadoğu’da ABD ile ortak çıkarlar peşinde koşma ihtimali beni çok rahatsız ediyor.
Zira Türkiye bu durumu sadece seyrediyor!
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2007
BAYRAMLARDA hiç siyasi yazı yazmam. Bayramları çocuklara yakıştırdığım için çocuklarla ilgili neşeli yazılar yazmaya bayılırım. Ancak, bugün ve yarın böyle yapmayacağım. Özür dileyerek biraz canınızı sıkacağım. * * *
Başbakan, Saddam’ın idamının ardından "Irak, Türkiye için AB’den daha önemli mesele haline gelmiştir" diyor. Yerden göğe kadar haklıdır. Bu köşede uzun süredir 2007 yılında Türkiye dinamiklerini Irak’ın tayin edeceğini yazıp duruyorum.
Ben, Saddam’ın idamını kabaca şöyle okuyorum:
1) Saddam’ın bayram sabahı asılması, ABD’nin bu ay ilan edeceği yeni Irak politikasında bir milattır!
2) ABD, aylardır iddia ettiğim üzere Irak batağından çıkmak için İran (ve Suriye) ile anlaşmak üzeredir, hatta bu idam anlaşmanın altına atılan imzadır.
3) Bu idamla Irak’ın bölünmesi zımni kabul görmüştür.
4) ABD, Irak denkleminde Sünni unsurları devre dışına çıkarmış, "asi" Sünnilerin "hal"lini İran denetimindeki Şiilere vermiştir. Kürtler zaten çantada kekliktir.
5) İran liderliğinde Şiiler, "Geniş Ortadoğu"nun yönetimini her geçen gün daha ağırlıklı olarak devralmaktadırlar.
6) Sünni Araplar şaşkın birer seyirci, Şii İran ise aktif oyun kurucu haline gelmiştir.
7) Türkiye, Ortadoğu’da giderek daha da fazla önemsizleşecektir.
* * *
İki gündür Saddam’ın idamına bu gözle bakan yorumlara rastlamadığım için ben erken uyarı sistemini işletmek istedim. Bana göre, Saddam’ın idamıyla ilgili en doğru yorum Radikal Gazetesi’nde yayınlandı.(Bkz: Dr. Ömer Taşpınar: "Saddam’ın sonu ve İran’ın yükselişi"-01.01.2007.) Bu özlü makaleyi konuyla ilgilenen herkese tavsiye ederim.
* * *
Dr. Ömer Taşpınar, makalesinde İran’ın yükselişini genelde ABD’nin bölgedeki aymazlığına ve İran’ın akıllı politikalarına bağlıyor. Ben ise her ne kadar Bush yönetimi, İran ile doğrudan anlaşmayı reddetse de, "Nükleer konu ile Irak’ta işbirliği meselesini ayrı tutalım" diye Başkan’a tavsiyede bulunanların giderek daha hákim duruma geçtikleri görüşündeyim.
Beni bu sonuca götüren ipuçlarını ise şöyle sıralamak isterim.
1) İlk önce Henry Kissinger gibi hem dünyada hem ABD’de etkin düşünürler, İran’la kucaklaşma sinyali verdiler. (Bkz: "The Next Steps With Iran: Negotiations Must Go Beyond the Nuclear Threat to Broader Issues" -İran’la Atılacak Sonraki Adımlar: Görüşmeler Nükleer Tehditten Daha Geniş Meseleleri Kapsamalı- Washington Post- 31.08.2006.)
2) Irak Çalışma Grubu (Becker-Hamilton), raporunu yayınlamadan evvel yaptığı 9 aylık çalışmada İran ve Suriye yetkilileriyle defalarca görüştüğünü kabul etti.
Raporun mihenk taşının Irak’ta İran ve Suriye ile işbirliği yapılması teklifi olduğunu artık herkes biliyor. Ancak, yine de raporun Irak’ta Baas Partisi yetkililerini kazanmak için gayret gösterilmesi ve bunun için genel af çıkarılması teklifi, Saddam’ın idamıyla çelişkili.
3) ABD’nin yeni Savunma Bakanı Bob Gates’in eskiden beri İran’la diyalog taraftarı olduğu bilinen bir gerçek.
4) Saddam’ın idamından hemen önce: i) Bob Gates, Irak’a gitti ve çeşitli liderlerle görüştü, ii) Ardından ABD Başkanı, Başkan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Washington dışına bir araya gelip enine boyuna tartıştılar, iii) Yeni yıla girmeden ve Başkan Bush yeni Irak politikasını ilan etmeden önce bayram seyran dinlenmeden Saddam idam edildi.
Bu yeni durumun Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku