17 Aralık 2006
RECEP Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını benim bilmem mümkün değil ama ben "o" olsaydım, kesin Cumhurbaşkanı olurdum. Önce Allah’a böyle bir dönemde ülkeye Yaşar Büyükanıt gibi Genelkurmay Başkanı, Ahmet Necdet Sezer gibi (benden önceki) Cumhurbaşkanı verdiği için şükrederdim.
Baksanıza, ikisi de topa girmeye bayılıyorlar.
AKP’li seçmenin saflarını pekiştirmesi için AKP’nin bir şey yapmasına gerek yok, ikisinin sözleri en küskün AKP’liyi bile tekrar yuvaya döndürüyor.
Deniz Baykal’a da şükrederdim. Zira, onun elinde Cumhurbaşkanlığımı durduracak tek güç var ama yürek yok.
Olsun varsın, TBMM AKP çoğunluğu ile istifaları kabul etmesin, eğer CHP sine-i millete dönerse o Meclis’in seçeceği Cumhurbaşkanlığı kimseye helal olmaz, 7 yıl o koltukta rahat oturamaz. Hep suratına kakarlar!
Ama Allah’tan Deniz Baykal’da bu konuda partisini ikna edecek hamur yok!
* * *
Ben Recep Tayyip Erdoğan olsaydım:
1) Cumhurbaşkanı seçiminden sonra 6 ay hanımefendimi Köşk’e taşımaz, hiçbir kabule götürmezdim. Sabah evden Cumhurbaşkanlığı’na işe gider gibi çıkar, akşam mesai çıkışı eve geri dönerdim. Evimi şehrin dışına taşır, Ankaralıları işe giderken trafikte bunaltmamak için Köşk ile evim arasında helikopter kullanırdım.
2) Cumhurbaşkanı seçildiğim oturumda, aynı gün TBMM’de "erken seçim" kararı da çıkarır, "erken seçim mi, alın size erken seçim!" derdim.
Erken seçimi haziran sonunda yapmak artık işime gelirdi. Zira:
i) Aday olduğum günden itibaren muhaliflerim bana veryansın edeceği için 2002 yılında partime oy verip sonradan kızanlar, muhalefetin darbe çığırtkanlığından tutun, ipe sapa gelmez iddiaları, hakaretleri karşısında bu sefer bana muhalefet eden herkese beter kızmaya başlayıp "ben de size inat oyumu yine AKP’ye vermezsem!" derlerdi. 2002’de bana destek verip desteğini sonradan kesen liberal taifesi de karşı tarafın insafsız antidemokratik tutumu karşısında yine benim partimi desteklemek zorunda kalırdı.
* * *
ii) Erken seçim, AKP içindeki olası bir liderlik çatışmasını da gündemden kaldırır, çözmese bile erteler. Tamam, Abdullah Gül halefim olmak için en güçlü aday ama diğer partililer de insan, onların da rüyaları-hülyaları var. Araya uzun bir süre girerse onların nefsini kaşıyacak çok insan çıkar. Ama erken bir seçim, parti içinde herkesi uzlaşmaya iter.
* * *
Aday olursam ülke karışırmış!
Yok böyle bir şey! Türkiye 2007 yılı itibarıyla zaten durdu. AB ile müzakerelerin 2007 yılı için dondurulmasıyla zaten ok yaydan fırladı. Ekonomide yaşanacaklar zaten yaşanacak!
Birkaç muhalif gazeteci söver sayar, emekli ve genç subaylar tehdit eder, belki Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı açık salvo atar, borsa ola ki baş aşağı döner ama darbe olmaz. Olsa olsa 28 Şubat usulü AKP’yi bölmeye kalkarlar, ama zaten erken seçim bölücülere zaman tanımayacağı gibi ben de onlara çoktan yeniden seçileceklerini vaat etmiş olurum.
Hakkımda koparılacak her türlü gürültünün partiye oy olarak döneceğine, bundan dolayı yine herkesin seçilebileceğine "o gün"den kısa süre önce milletvekillerimi beşer beşer kabul ederek hepsini ikna ederdim.
Ben Recep Tayyip Erdoğan olsaydım bu fırsatı kaçırmazdım.
Ardından da beni Cumhurbaşkanı yapan "üçlü"ye teşekkür mesajı yayınlardım!
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2006
DÜN AB ile müzakerelerin bazı başlıklarda açılmamasının, iki seçimden geçecek Türkiye için 2007 yılında AB ile ilişkilerin dondurulması anlamına geleceğini yazdım. AB, 2007 yılında çetin seçimler yapacak Türkiye’den bir yıl bir şey beklemeyecek ve onu kendi haline bırakacak.
Kimseleri ürkütmemek için 301. maddeyi bile değiştiremeyen hükümetin statükoya tamamen teslim olduğu bir ortamda, Türkiye "meselelerini" tamamen kendi iç dinamikleriyle çözmeye çalışacak!
Türkiye içine kapandığı anda da devlet aygıtının Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yapmamaya yemin etmiş kesimi, beter saldırgan hale gelecektir. Baksanıza, müzakerelerin belirli başlıklarda tıkandığının belli olmasından sadece birkaç saat sonra, emekli paşalar Erdoğan aleyhine harekete geçtiler, Cumhurbaşkanı Nisan 2007’de erken seçim istedi.
AKP çok yanlış bir hesap yaptı, nazlı AB ile uzlaşmamanın kendisine puan getireceğini zannederek bir oyun oynadı, ama arkasında duracak AB desteğinin ona nasıl bir hayatiyet verdiğini düşünemedi. Son anda durumu fark ederek çark etmek istedi, ama bu manevrayı da o kadar beceriksizce yapmaya kalkıştı ki, içeride de dışarıda da kimseye yutturamadı.
Şimdi Mayıs 2007’ye dek kurşun yağmuruna tutulacak!
* * *
Dışa dönük liberal tutumunu terk eden, statükoya göre siyaset üretmeye kalkan hükümetin ekonomik alanda da problem yaşayacağını bu köşede defalarca yazdım. Nitekim, 2006’nın üçüncü çeyreğinde, ekonomik büyümenin anormal derecede düştüğü ortaya çıktı.
Ekonomistler bunun çeşitli nedenlerini sıralayabilirler, ama hepsi hükümetin içe kapanan siyasetinin, daha doğrusu Türkiye’yi taşıyacak siyaset üretememesinin içeride ve dışarıda yatırımcıyı ürküttüğünü, onların da bekleme dönemine girdiğini kabul edecektir.
Hükümet, Türkiye’yi durdurduğunun farkında değil!
AB ile müzakerelerin dondurulmasına, dolaylı yatırımları kucaklayan borsanın nasıl tepki vereceği ise şirketler yıl sonu bilançolarını çıkardıktan sonra yıl başından itibaren belli olacak.
* * *
Doğrudan ve dolaylı yatırımların bir arada sekteye uğradığı bir Türkiye, i) Düşen üretim seviyesiyle belki azalacak cari açığın dahi finanse edilememe tehlikesi, ii) Zaten istihdam seviyesi düşük ülkemizde daha fazla işsizlik, iii) Azalan tüketim seviyesiyle daha beter zora girecek küçük üretici, köylü ve esnaf ile bir arada yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Bu zorluklar, Türkiye ve AKP için çok kritik iki seçimin yaşandığı yıl göğüslenecek!
* * *
Yaz başında hükümetin kendi çıkarları açısından Kasım 2007 seçimlerini erkene alması gerektiğini yazdım. Zira sadece erken seçim Türkiye’nin gerilimini yumuşatır ve Başbakan’ı Cumhurbaşkanlığı’na çok daha kolay taşır.
Biliyorum, Recep Tayyip Erdoğan, erken seçimin onu Cumhurbaşkanlığı’na seçecek sandalye sayısını AKP’ye bir kez daha vermemesinden korkuyor. Cepteki oyların cazibesi, onun geniş boyutlu hesap yapmasına engel oluyor.
Ancak, iki gündür çizmeye çalıştığım ülkeyi içine kapatan tablonun Türkiye’ye de, AKP’ye de çok daha büyük fatura çıkaracağını en azından bazı AKP’liler hesap etmek zorundalar.
Cumhurbaşkanı ne niyetle nisanda erken seçim istiyor, bilemem.
Ancak, ağırlaşan siyasi ve ekonomik koşulların hem Türkiye’yi, hem AKP’yi önce Mayıs 2007’ye, sonra da Kasım 2007’ye taşıması çok ama çok zor.
* * *
Ben kendi gerekçelerimle çağrımı yapıyorum:
Türkiye’yi sadece ilkbaharda yapılacak bir seçim rahatlatır!
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2006
KORKARIM, Türkiye’nin tamamen içe kapanacağı, iki seçimle su yüzüne çıkacak iktidar kavgasını bildik çarıklı erkan usulleri ile çözmeye çalışacağı ve en önemlisi belden aşağı vurmanın tekrar mubah sayılacağı bir döneme giriyoruz. 2006 yılı sonunda alınan kararla müzakerelerin 8 başlıkta açılmamasının, limanlar açılmadan açılan başlıkların kapatılmamasının 2007 yılı için AB ile müzakerelerin dondurulması anlamına geldiğini hep beraber yaşayarak göreceğiz.
2007 yılında AB’nin Türkiye ile fazla ilgilenmediğine de şahit olacağız.
Arkasındaki AB desteği eksilen hükümet de iktidar mücadelesinde ne kadar büyük güç kaybına uğradığını 2007 yılında anlayacak.
* * *
Parlamenter demokrasilerde hükümetin asli sorumlusu ve sahibi başbakandır. Onun için hükümetler başbakanların adı ile anılırlar.
Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti vizyonsuz ve misyonsuz olduğu için kendini ve ülkeyi 2007 yılında iç çalkantılarla dolu tehlikelere gebe bırakmıştır.
Sürekli son anda işleme konan sözüm ona pragmatik çözümlerle işi idare etmeye çalışan hükümet yine bir son dakika girişimi ile "liman açma" atağında fena halde çuvallamış, teklifi yüzüne gözüne bulaştırmıştır. Bu son dakika girişimi bir gol ise golü kendi kalesine atmıştır, bu bir kurşun sıkma ise kurşunu kendi ayağına sıkmıştır.
10.12.2006 tarihli yazımda; sözüm ona hem iç dengeleri hem AB’yi oyalama taktiğine girişen hükümetin kimseyi aldatamayacağını yazmıştım, nitekim AB Dışişleri Bakanları liman açma teklifini kaale bile almadılar.
* * *
Özünde doğru olan girişim sonuçta başarısız olmuştur. Zira:
1) İki limanı açma jesti son anda ve sözlü yapılarak Hükümet’in samimiyeti şüphe altına sokulmuştur. Kaldı ki 301. madde konusunda hükümet sözünün aksine kılını bile kıpırdatmamıştır.
* * *
2) Hükümet tutarlı bir devlet görünümü çizemediği gibi tersine devlet organlarının kendi arasındaki itişmenin yedi düvele duyurulmasına vesile olmuştur.
Genelkurmay’a ve Cumhurbaşkanı’na bilgi verilmemesi anlaşılır bir durum değildir.
Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı hakkında sarf ettiği söz kabalıktan öte parlamenter demokrasilerde "kuvvetler dengesi"ni hiç anlamadığını göstermiştir.
Bazıları liman açma girişimi devlet politikasından kopma değildir diyorlar. Bazıları bu teklif Genelkurmay Başkanı’nı ilgilendirmez diyorlar, tepkisini eleştiriyorlar.
Bu köşeyi zerre kadar takip edenler Genelkurmay başkanlarının siyasete müdahale eden söz ve davranışlarını ne kadar açık eleştirdiğimi bilirler.
Ancak, bu kez Genelkurmay Başkanı yerden göğe haklıdır.
Teklif; Kıbrıs’ı bütünü ile çözme ve meseleyi tekrar BM’ye taşıma olarak özetlenen devlet politikasından bal gibi sapmadır. Ayrıca:
i) Koşulsuz açılacak limanlar karşılığında Ercan’ın açılmasını bekleyeceğimiz süre arasında Türkiye tek taraflı karar almış durumda olacaktı. Bu süre içinde "izolasyonların kaldırılması ve limanların eş anlı açılması" prensibi işlemeyecekti.
ii) Kaldı ki bir yıldır "ölürüm de liman açmam" diyen bir hükümet bu kararını aniden değiştirdiyse tabii ki devletin organlarına bilgi verecektir.
* * *
3) AB açısından sözlü teklifin ciddiye alınmaması da doğaldır. Bizzat Başbakan Finlandiya’nın sözlü teklifine tepkisi sorulduğunda "Ortada yazılı bir teklif yok ki neyin nesini konuşacağız" diyen kişidir.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2006
BU köşede birkaç kez yazdım. Biz Güneydoğu’da PKK belasıyla uğraşırken, bölgede halk arasında, belki de çok daha derinlerde kök salacak bir hareket gelişiyor:<br><br>Hizbullah! Bu hareket PKK’nın tersine, en azından şimdilik, silaha-şiddete başvurmuyor, doğrudan sosyal yapıya hitap ediyor ve fukaralık ile uğraşıyor.
Vatandaşa sağlık, eğitim hizmeti götürüyor, aş sağlıyor.
Halka yaklaşım modelleri de tıpkı Lübnan Hizbullah’ı, Filistin HAMAS’ı gibi!
7 Aralık 2007 günü yazdığım "2007’de Türkiye: Öneriler" başlıklı yazıda şu ifadeleri kullanmıştım:
"Güneydoğu PKK’dan temizlenirken bölgede yükselen örgüt olarak Hizbullah’ın kucağına düşmemesi için tedbirlerini de şimdiden almalıdır. (A-la Turka Hizbullah hakkında özel bir yazıyı 10.12.2006 Pazar günü yazacağım)."
10.12.2006 günü hükümetin limanlar konusunda attığı adımı özünde doğru ama çok beceriksiz atılmış bir adım ve ötesi samimiyetsiz bir tavır olarak gördüğüm için "Ne Dediği Anlaşılmayan Hükümet" başlıklı bir yazı yazdım. Şimdi tekrar Hizbullah’a dönüyorum.
* * *
Son MGK toplantısında da ele alınan Hizbullah meselesi hakkında gözlemimi doğrulayan bir sürü mektup bizzat Güneydoğu’da yaşayanlardan geldi. Bugün mektuplardan birisini yayınlamak istiyorum:
"Merhaba Sayın Ülsever.
Yazılarınızı elimden geldiğince aksatmadan okumaya çalışıyorum. Yapmış olduğunuz doğru tespitlere de yürekten katılıyorum. Ayrıca böylesine ögretici bir gazeteci profili çizdiğiniz için de sizi kutluyorum.
Sn. Ülsever; en son yazınızda Güneydoğu’daki Hizbullah gerçeğine dikkat çekmişsiniz. (Hoş, yöneticilerimiz olayı kulak ardı ediyor ya!)
Ben 5 yıldır Diyarbakır’da ikamet ediyorum. Hizbullah’ın bu bölgedeki örgütlenme çalışmalarının bu kadar hızlı ve kapsamlı olduğuna ilk defa şahit oluyorum.
Örgütlenme biçimleri tıpkı Ortadoğu’daki gibi!
İlde, yoksulluk sınırını bırakınız, açlık sınırında yaşayan yüz binler var. İşte bu insanlara el atmış durumdalar. Hizbullah bunlara hastane, ilaç, gıda yardımları yapıyor. Bu arada esas amacı olan şeriat devleti kurma özlemini de bu insanlara enjekte ediyor. Bunda o kadar başarılılar ki, kendilerinden yardım alan vatandaşın birisi geçenlerde diyordu ki, ’Eğer gerçek şeriat bunların anlattığı gibiyse canım kurban olsun şeriata!’
Düşünebiliyor musunuz? Adam ’Canım kurban olsun’ diyor. Bir bakıma canlı bomba olma istenci bilinçaltına yerleştirilmiş durumda. Eğer devlet gerekli önlemleri almazsa çok yakın bir gelecekte bölgede Hizbullah vahşeti kol gezecek.
Öyle bir durum olacak ki, PKK’yı mumla arayacağız.
Biliyorum, iç karartıcı bir tablo çizdim. Ama ne yazık ki gerçekler böyle.
Başarı dileklerimle saygılar sunarım."
* * *
Yıllar önce Danimarka’da bir konferans sırasında ABD’li "Hizbullah uzmanı" bir siyasal bilimciye Türk Hizbullah’ı sormuştum. O da kendisinin sadece Lübnan Hizbullah’ı üzerine uzmanlaştığını, Türk Hizbullah’ını Türk Devleti’ne sormam gerektiğini söylemişti!
Türkiye, belki de kendi yarattığı belayla yıllarca uğraştı. O zamanlar Türk Hizbullahı, "terör" kelimesinin bile hafif kaldığı bir "vahşet örgütü" idi. Bunun için de marjinal kalıyordu.
Şimdi strateji değiştirmiş, gönüllerde kök salmaya çalışıyor.
Türk Devleti’nin bir an evvel cevabını bulması gereken çok önemli bir soru var:
Hizbullah’ın Güneydoğu’daki sosyal faaliyetlerinin finansmanı nereden geliyor?
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2006
BENİ en fazla, hükümetin "ne şiş yansın, ne kebap!" şiarlı ikili oyunları rahatsız ediyor. Yeri geldiğinde "Kürt realitesi" tanınıyor, yeri geldiğinde "tek bayrak, tek toprak, tek millet" politikasına dönülüyor.
Türban için AİHM’ye gidiliyor, toslayınca "bu işe ulema karışır" deniyor.
"Zina, Ceza Yasası’na girecektir" deniyor, AB’den salvo gelince son anda çark ediliyor.
HAMAS davet ediliyor, ancak Başbakan ABD’den zılgıtı yiyince Ankara sokaklarında öbek öbek HAMAS’tan kaçıyor.
* * *
Memleketin hayrı için değil, AB’den müzakere tarihi alarak AKP’ye meşruiyet kazandırmak için Kıbrıs Rum Kesimi’ne limanların açılacağına dair Ankara Antlaşması çerçevesinde 2006 yılı sonuna tarih verilerek liberal salvo atılıyor, ardından milliyetçi söylemlere teslim olunarak statüko savunuluyor.
Koskoca Başbakan, "Ölürüz de KKTC’de izolasyonlar kaldırılmadan limanları açmayız" diyor. Ardından, bu köşede defalarca vurgulandığı gibi "AB ile müzakerelerin tıkanması en fazla AKP’ye rahatsızlık verir" görüşü ağırlık kazanınca, Başbakan sözünü yutuyor ve hükümet "koşulsuz olarak bir veya iki limanı bir yıllığına Kıbrıslı Rumlara açacaklarını, karşılığında KKTC’de Ercan Havalimanı’nın açılmasını bekleyeceklerini" AB’ye sözlü beyan ediyor.
Koşulsuz liman açılması" teklifine muhalefet şiddetle itiraz edince yine aynı Başbakan bir kez daha dönüp "Kıbrıs’ta verilecek bir karış toprağımız yok" diyebiliyor.
Teklifin olumlu değerlendirilmesine bir itirazım yok; zaten ben baştan beri limanların Rumlara koşulsuz açılması gerektiğini düşünen gruba aidim, ama hükümetin bir yıl bekledikten sonra son anda sırf kendi canını kurtarmak için bu adımı atması; yazılı teklif vermeyerek çarıklı erkan havalarına girmesi; hiç kimseye haber vermeden teklifini iletmesi sadece aynı anda hem AB’yi, hem de iç dengeleri idare etme stratejisinin eseridir.
Göreceksiniz, kimse yutmayacak!
* * *
Şimdi bir soluklanın ve Türkiye’nin şu resmine dışarıdan bakın.
Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanlığı, bakanlar, AKP’li milletvekilleri, muhalefet tekliften haberdar olmadıklarını beyan ediyorlar, ama Dışişleri yetkilileri Genelkurmay’a ve Cumhurbaşkanlığı’na bilgi verdiklerini söylüyorlar.
Hükümette ise tık yok!
Bu garabet karşısında Türkiye’yi izleyen bir yabancı ne düşünür?
"Birileri yalan söylüyor ama kim?"
* * *
Başbakan 2007 Mayıs’ına altyapı hazırlamak için bir yandan hiçbir şey yapmamanın, yanlış yapmamanın en iyi panzehiri olduğunu düşünüyor, öte yandan Ortadoğu’daki denklemde olmadığını bildiği halde (bkz: Irak Çalışma Grubu’nun Irak Raporu) kurduğu temaslarla ABD’ye şirin gözükmeye çalışıyor; bir yandan milliyetçi çizgide at koşturuyor, diğer yandan PKK’ya mayısa kadar susmaları karşılığı sözler veriyor; bir yandan AB’ye 2007 Kasım’ını bekle diye mesajlar gönderiyor, karşı taraf yemeyince bu sefer "koşulsuz liman açma" oyunu oynuyor.
AB’yi veya ABD’yi bilmem ama ben, Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki hükümete güvenmiyorum!
Zira, Başbakan’ın bilgi ve vizyonu, Türkiye’yi de dünyayı da kavramaktan çok uzak. Sözüm ona pragmatik bir anlayışla sadece ve sadece kendi siyasal hesaplarını güderek çark etmeyi büyük hüner zannediyor. Türkiye’ye ne kadar zarar verdiği umurunda değil!
Ben, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına sadece bu nedenle karşıyım!
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2006
İKİ gündür bu köşede 2007 yılında Türkiye’nin iki seçimle iki önemli eşiği aşacağını, bu eşikleri aşarken iki önemli potansiyel krizle yüzleşeceğini yazıyorum. 1) AB’nin müzakerelerle ilgili kararını ekonomi aktörlerinin nasıl algılayacağı,
2) Irak iç savaşı çerçevesinde kimin hangi rolü oynayarak Türkiye’yi nereye taşıyacağı
ülkemizin bu iki potansiyel krizi nasıl aşacağını gösterecek.
* * *
Türkiye’nin artık AB ile müzakereleri pürüzsüz sürdürmesi söz konusu değildir. Bu konuda Türkiye’nin şimdi yapacağı tek şey hasarı asgariye indirerek (açılmayacak fasıl sayısını 8’in altına düşürerek) ekonomik aktörlerin AB kararını öngörülen bir kriz (tahammül edilebilir bir kriz) olarak algılamalarını sağlamaktır.
Bunun için yapılacak en pratik iş ünlü 301. maddede son anda bir değişiklik yapılmasıdır.
Ancak, kanaatime göre Türkiye’nin krizin maliyetini azaltmak için yapabileceği en önemli çıkış Irak’ta aktif rol oynayacak en yakın Müslüman müttefik olduğunu Batı’ya göstermektir.
* * *
Türkiye 2007 yılında Irak’ta başat rol oynamalıdır ve buna muktedirdir. Ancak, Irak’ta çözüm arayan aktif müdahil olmadan önce, Türkiye eş zamanlı iki atılım yapmalıdır.
1) Kendi Kürt meselesini çözmemiş bir Türkiye’nin Ortadoğu’da yeteri kadar ciddiye alınması mümkün değildir.
2) Türkiye bir an önce Kuzey Irak’la hem ekonomik, hem siyasi anlamda yakın ilişkiler kurmalı, Kuzey Irak’ın hamisi ve garantörü rolüne soyunmalıdır.
* * *
1) Mehmet Ağar’ın "dağdan ovaya inmek" deyişi ile algılanan formül, uygulaması cesaret isteyen ama en doğru formüldür. PKK’nın çok zayıf olduğu bu dönemde Türkiye aktif ve geniş kitleleri kucaklayacak politikalar uygulamalıdır. Türkiye kendi çıkarlarını zerre kadar zedelemeyecek, akan kanların faillerini katiyen kapsamayacak ama hatadan dönmeyi de kucaklayacak bir affı gündemine alabileceğini tüm dünyaya göstermelidir.
Güneydoğu PKK’dan temizlenirken bölgede yükselen örgüt olarak Hizbullah’ın kucağına düşmemesi için tedbirlerini de şimdiden almalıdır. (Alaturka Hizbullah hakkında özel bir yazıyı 10.12.2006 Pazar günü yazacağım.)
* * *
2) İran Irak’taki Şiilerin, Arap Müslümanlar (Suriyeli Sünni Baas dahil) Irak’taki Sünnilerin hamiliğine soyunurken Türkiye Kuzey Irak’a karşı güttüğü soğuk ve mesafeli ilişkiyi bir an önce hamilik ve garantörlük ilişkisine dayanan sıcak ilişkiye çevirmelidir.
Şu anda Türkiye ile Kuzey Irak arasında, istisnalar dışında, ne siyasi seviyede ne de ekonomik seviyede yakın bir ilişki vardır.
Halbuki, Türkiye işadamlarını Kuzey Irak ile işbirliği yapmaya özendirse hem Kuzey Irak’ı, hem de kendi Güneydoğu’sunu çok büyük çapta rahatlatacaktır.
Öte yanda Kuzey Irak’ın kendi petrolünü dünyaya nakledeceği en sağlam kapı Türkiye’dir.
Türkiye bir an evvel kendi toprakları üzerinden Batı’ya Kuzey Irak petrolü nakletmek üzere teknik tedbirler almalı ve gereken anlaşmaları yapmalıdır.
Öte yanda Türkiye bölgeye Kuzey Irak’ın varlığına halel getirilmesi durumunda buna göz yummayacağını diplomatik bir dille anlatmalıdır.
* * *
Yukarıdaki politika önerilerini hayata geçirecek Türkiye işte o zaman Ortadoğu’da aktif roller yüklenebilir, çözüm getirici bir ülke olarak algılanarak hem Batı (AB) hem Doğu (Ortadoğu) için vazgeçilemez bir ülke haline gelir!
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2006
2007 yılında Türkiye iki seçimde iki önemli eşiği atlayacak, ancak bu eşiği nasıl atlayacağını, görüşüme göre: 1) AB’nin müzakerelerle ilgili kararını ekonomi aktörlerinin nasıl algılayacağı,
2) Irak iç savaşı çerçevesinde kimin hangi rolü oynayarak Türkiye’yi nereye taşıyacağı belirleyecek.
Bu köşeyi takip edenler uzun süredir bu iki konu üzerinde durduğumu bilirler.
* * *
Dün ekonomiyi işledim (1):
i)14-15 Aralık’ta AB’nin alacağı nihai kararı piyasaların öngörülen bir kriz veya öngörülmeyen bir kriz (tahammülü aşan kriz) olarak algılaması, ii) uluslararası piyasalarda dolarda öngörülen oranda düşüş olması veya düşüşün öngörüleni aşması, iii) ekonomik aktörlerin Türkiye’yi dış açığı nedeniyle diğer yükselen piyasaların ardına koyması veya ayırt etmemesi Türkiye’yi 2007 yılında çok büyük oranda etkileyecek.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim ekonomideki olası olumsuz gelişmelerden çok etkilenecek.
Ekonomi Bakanı ne derse desin; ekonomi ile siyaset arasında çok sıkı bir bağ var!
* * *
Bugün Ortadoğu’yu (2) işleyeceğim:
Mahmut Ahmedinejad ile ilgili olarak medya dalga geçen yazılar yazarken, İran’ı çılgın bir ülke olarak adlandırırken ben 21. yüzyılın Ortadoğu’da parlayan yıldızı olarak İran’ı gördüğümü yazıyordum.
"2007 yılında ABD ile İran Irak üzerinden anlaşabilirler" diye yazdığımda benimle dalga geçenler olmuştu.
2007’de dünyada en önemli meselenin "Irak meselesi" olacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor.
2007 yılının eşiğinde Irak meselesinde Türkiye ile ilgili görünüm şöyledir:
"Irak’ta ne yapılmalı?" sorusuna cevap ararken kimse Türkiye’yi aktif aktör olarak görmemektedir. Irak ile ilgili çözüm arayışlarında Türkiye daha çok "Önerilen çözüme ses çıkarmaması için ne yapmak lazım?" sorusu içinde yer almaktadır.
Başbakan’ın son İran atağı çok önemlidir ama Türkiye’nin aktif gündemden düştüğü bir döneme rastgelmiştir.
* * *
2007 yılında Irak’ta ne yapılması gerektiğini tartışan merkezler belirli konularda ayrılıyorlar ama birleştikleri çözüm önerileri de var. Paylaşılan öneriler:
1) ABD 2007 yılında peyderpey Irak’tan çekilmelidir.
2) İran ve onun yörüngesinde Suriye Irak’ta etkin rol oynayabilir, bu konuda bu ülkelerle işbirliği yapılabilir.
3) Taraflar yavaş yavaş Irak’ın bölünmesine rıza göstermeye başlamalıdırlar.
* * *
Ortadoğu’da en büyük ve en etkin ülkenin İran ve İsrail olacağının altının açıkça çizildiği bir dönemde artık Irak’ta kimin kimin himayesine gireceği tartışılmaktadır.
2007 yılında Irak’taki Şiileri İran’ın himayesine vermeye, Sünnileri Arap dünyasına emanet etmeye niyetlenilirken (Kuzey Irak), Kürtleri de yine İran himayesine almaya yavaş yavaş soyunmaktadır.
Biz ise hálá Kuzey Irak’a soğuk bakmaya devam ediyor, Kürt olduğu için Irak Cumhurbaşkanı Talabani’yi ülkemize davet etmeye nazlanıyoruz.
Öte yanda Güneydoğu’muzda Hizbullah’ın yükselişini de şimdilik seyrediyoruz!
Yarın 2007 yılı için önerilerimi sıralayacağım!
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2006
BU hafta üç yazıyla Avrupa Birliği, Türkiye hakkında nihai kararını (14-15 Aralık) vermeden önce 2007’de Türkiye’yi neler bekliyor, Türkiye 2007’de nelerle karşılaşabilir, ne gibi tedbirler almalıdır; aklımın erdiği kadarıyla bunları tartışacağım. AB’nin, Türkiye limanlarını Güney Kıbrıs’a açana dek müzakerelerde bazı fasılları açmama, açılan fasılları da kapatmama kararının büyük çapta dışa açılan ve istikrarlı görünümüyle yabancı sermaye çeken Türkiye ekonomisini nasıl etkileyeceği, benim 2007’de en çok merak ettiğim konu.
"Siyaset ayrı, ekonomi ayrı" diye düşünen ekolün tam tersi bir ekole bağlı olduğum için AB’nin müzakerelerde bazı fasılları askıya alma kararının İMKB’de dolaşan yabancı sermayeyi ürkütmesi ve dış ticaret açığını finanse eden dolaylı dış yatırımların Türkiye’den kaçmaya kalkması, bana göre 2007’nin en büyük riski.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim, Türkiye için 2007’de atlayacağı en büyük eşikler ama ben en büyük riski ekonomide görüyorum.
Bunun için bu hafta boyu irdeleyeceğim 2007 beklentilerine ekonomiyle başlayacağım.
Bugün üç farklı yazarın, benim kaygılarımı destekleyen bazı görüşlerini aktarıyorum.
* * *
Faik Öztrak, ekim ayını irdelediği yazısında ekonomik göstergelere göz atarken önemli noktaları bir araya getiriyor: (Milliyet-04-12.2006)
"...Doların hızlı değer kaybının, aynen geçtiğimiz nisan ayındaki gibi, başta Latin Amerika olmak üzere gelişmekte olan ekonomilerin finansal piyasalarını da olumsuz etkilemeye başladığı görülüyor. Diğer taraftan geçtiğimiz ay sonunda ham petrol fiyatları yeniden yükselmeye başladı. Bu ortamda özellikle bizim gibi yüksek cari açığı olan ekonomilere yönelik endişelerin diğerlerine göre daha hızlı arttığı dikkatleri çekiyor...
Ekimde aylık ithalat artışı yüzde 10.8’le bu yılın en düşük artışı oldu. Ancak ihracatın bu yıl ilk defa geçen yılın altına düşmesi sonucunda aylık dış ticaret açığı yüzde 33 oranında arttı. Sonuçta yıllık dış ticaret açığı hızlı artışını sürdürerek ekim ayında 52.7 milyar dolara ulaştı. Böylece bu yılın tamamı için yapılan 52 milyar dolarlık son resmi dış ticaret açığı tahmini de onuncu ayda aşılmış oldu."
* * *
Doların değer kaybının öngörülür seviyelerde seyretmesinin dünya piyasalarını fazla etkilemediğini, hatta hesaplı değer kaybının dünya ve ABD ekonomisini olumlu etkilediğini düşünen Osman Ulagay yine de bir kaygısını aktarmadan edemiyor: (Milliyet-04.12.2006)
"...Dünya ekonomisinin belki de en önemli fiyatı olan dolar fiyatının, öngörülenin dışında oynaklık göstermesi ve yere çakılması, çok hassas dengeler üzerinde duran küresel finans sistemini bir anda çok ciddi bir sınavla karşı karşıya getirebilir. Bu nedenle doların seyrini dikkatle izlemekte yarar var..."
* * *
Erdal Sağlam da Türkiye’de piyasaların, AB’nin müzakerelerin durduracağı fasıllar konusunda bir eşikten bahsettiğini söylüyor:
"...Bankaların araştırma raporlarında, usul usul, AB’den çıkacak kararın aslında ne olursa olsun bu aşamadan sonra iyi bir haber olamayacağı ama piyasalar açısından açılmayacak başlık sayısının 5’e indirilmesinin sevindirici olacağı söyleniyor..."
Sonra da çok ilginç bir saptama yapıyor: (Hürriyet-04.12.2006)
"...14-15 Aralık zirvesinden çıkacak karar, ne yapıp edilip, hem hükümet hem de piyasalar açısından menfaatler çakıştığı için, kötü bir habermiş gibi gösterilmemeye çalışılacak. Ama yılbaşından sonra, yani 31 Aralık 2006 bilançoları tamamlandıktan sonra, gelecek kötü haberler için kimse aynı garantiyi veremez. Bir de sık sık AB Dönem Başkanı Almanya’nın sekter tutumlarının ortaya çıkacağını bir düşünsenize..."
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku