31 Aralık 2006
BİLİYORSUNUZ; liberal eğilimleriyle dikkati çeken ve çok kıymetli bir bilim adamı olduğuna inandığım Prof. Dr. Atilla Yayla, kasım ayında İzmir’de, sonradan kendisini satan AKP’lilerin bir toplantısında Atatürk ile ilgili sarf ettiği radikal sözler nedeniyle oldukça ağır ithamlara maruz kalmıştı. Sonunda da bağlı olduğu Gazi Üniversitesi Rektörü, kendisini ders vermekten uzaklaştırdı.
Ben ilk önce basında çıkan tartışmalara katılmak istememiş, ancak rektörün kararını okuyunca bir yazı yazarak kendisini şu sözlerle eleştirmiştim:
"...Ancak, ne zaman ki Gazi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kadri Yamaç ’Anayasa’nın Atatürk ilkelerine bağlı öğrenci yetiştirilmesi ilkesi uyarınca Yayla’nın ders vermekten uzaklaştırıldığını’ söyledi, çok güçlü bir infial duygusuna kapıldım.
Özgür düşüncenin kalesi olması gereken bir kurum, bizzat Atatürk’ün ’Benim görüşlerimle bilimin söyledikleri arasında fark doğarsa, bilimin söylediklerini takip ediniz’ mealli sözlerini (Bkz. Genelkurmay kaynakları) ona sahip çıkmak adına unutursa ve ifade özgürlüğünü bizzat bir bilim kurumu iğfal ederse tepki vermemek mümkün değil..." (23.11.2006)
* * *
Yazımda Atilla Yayla’nın Atatürk ile ilgili eleştirilerine katılmadığımı da açıkça belirtmiştim. Hatta Atatürk’ten "bu adam" diye bahsetmesini açıkça kınamış, kendisini özür dilemeye davet etmiştim.
Atatürk’ü Atatürk’ten daha fazla bilen birçok köşe yazarı da "bu adam" sözünü dillerine dolamışlar, Atilla Yayla’yı yerden yere vurmuşlardı.
O sıralar Atilla Yayla dilinin döndüğü kadarıyla Atatürk’ten "bu adam" diye bahsettiğini hatırlamadığını söylüyordu.
Sonunda konuşmanın ses kayıtları çözüldü ve Atilla Yayla haklı çıktı!
Lafı, haberi dikkat çeksin diye, bir yerel gazetenin muhabirinin uydurduğu anlaşıldı.
Atilla Yayla, Atatürk için "bu adam" tabirini kullanmamıştı!
* * *
Bu yeni durumun haberi birkaç gazetede yayınlandı ama ben dahil, ona bu sözleri nedeniyle sitem eden hiçbir köşe yazarı, ne durumu düzelten bir yazı yazdık, ne de özür diledik.
Atatürk’ü Atatürk’ten çok seven, anlayan ve koruyan köşe yazarları ise hiç oralı olmadılar. Zira, onlar bir "Atatürk düşmanı" olarak Atilla Yayla’yı infaz etmişler, fikirleri kendi fikirlerine benzeyen okurlarından birer "yıldızlı pekiyi" almışlardı. Varsın olsun, haber yalan çıksın, ne yazardı. Her şey Atatürk uğruna yapılmamış mıydı?
* * *
Atilla Yayla’dan geçenlerde bir mektup aldım. Mektup çok sert bir dille yazılmıştı. Beni ona haksızlık ettiğim iddiasıyla kınıyordu. Ben de mektuba çok kızdım ve aynı sertlikte kendisine bir cevap yazdım. Benim cevabıma gelen ikinci mektubu ise çok daha yumuşak ve kendisini daha özlü ifade eden bir üslupla yazılmıştı.
Atilla Yayla olanlara çok üzülmüştü ve yanlış bilgiye dayanan eleştirimi düzeltmediğim için o da bana sitem ediyordu. Kendisine ağır çatan insanlara ise isyan ediyordu.
Bu mektupla onun ne kadar üzüldüğünü, haksız ithama uğrayan insanların nasıl bir ruh haline girdiklerini anladım. Evet ben, nasıl olsa gazeteler yazdı diye yalan habere hiç değinmemiştim. Ama, ben fark etmemiş olsam da o buna çok kırılmıştı. Kendisinden, okurlarım önünde özür diliyorum.
* * *
Bu yazı ile 2006 yılında yaptığım bir haksızlığı 2006 yılı çıkmadan düzeltmek istedim.
Herkese hayırlı yıllar, Müslümanlara mutlu bayramlar dilerim.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2006
ŞAHSİ kanaatime göre siyaset biliminde söylenmiş en özlü sözlerden birisi budur:<br><br>"Milletler layık oldukları idarelere kavuşurlar." (Maurice Duverger) Sanırım, Yüce Peygamberimizin de benzer bir sözü var, mealen aktarıyorum:
"Neysen öyle yönetilirsin!"
Bu hafta Cumurbaşkanlığı seçimiyle ilgili iki yazı yazdım:
Birinde demokrasinin gereği olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi için hiçbir engelin olmadığını belirttim; diğerinde kanaatime göre Erdoğan’ın şahsi özelliklerinin bu makamı doldurmaya yetmediğini söyledim.
Bu tavrımın da "böl ve yönet ilkesi" için ideal bir ülke olan Türkiye’de halihazırda kaba deyimlerle "laikçiler" ve "İslamcılar" olarak bölünmüşlüğün arasında "iki arada bir deredecilik" olarak adlandırılması gerektiğini vurguladım.
* * *
İki gündür yazılarımla ilgili bir sürü e-posta alıyorum.
Benim tutumuma destek veren ama azınlıkta olan istisna mesajlar dışında mektuplar ya birinci yazımı övüp ikinci yazımı kınıyorlar, ya da tamamen tersini yapıyorlar.
Ancak, yine de ortak bir özellikleri var:
Okurlar parlamenter demokrasinin kurallarını istedikleri yöne yontuyorlar.
Mektuplar Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı konusunda karpuz gibi ortadan bölünmüşken, koyu bir taassupta birleşiyorlar:
Biz demokrasiyi işimize geldiği gibi anlarız!
* * *
Ülkede e-posta kullananlar genel nüfusun yüzde 5’ini bile bulmayan elitleri oluştururken, isimlerinin önüne nedense "Doç. Dr." ibaresi koyma ihtiyacı duyanlar dahi mektuplarının "ama..." sözcüğüyle başlayan bölümlerinde demokraside işlerine gelen gedikler açmaya bayılıyorlar.
Hele hele bir "Doç. Dr."nin, rahmetli Menderes’in, milletvekillerine hitaben zamanında söylemiş olduğu "Siz isterseniz hilafeti dahi getirebilirsiniz" sözlerine atıfta bulunarak parlamentonun aldığı kararlara uyma mecburiyetimizi sorgulaması, tüylerimi diken diken etti. "Doç. Dr.", parlamentoda çoğunluğun, azınlığın temel haklarını reddeden kararlar alamayacağını, alamayacağı kararların zaten Anayasa’da açıkça belirtildiğini, Cumhurbaşkanı seçme yetkisinin ise sadece ve sadece parlamentodaki çoğunlukta olduğunu unutmuştu!
* * *
Mektuplar sayesinde bir kez daha gördüm ki, "Ölürüz de biteriz de Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yaptırmayız!"cılar ile "Çatlasan da patlasan da Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olacak"çılar esasında aynı hamurun değişik versiyonlarıdırlar.
Onlar gerçekte hep beraber "işimize geldiği kadar demokrasi"cilerdir.
* * *
Mektuplarda, her zaman olduğu gibi ağır kelam etmeyi hüner sayanlar ise mektuplarına adlarını yazamayacak kadar korkak insanlardan oluşuyor.
Benim iki yazımda ifade ettiğim; "şahsiyet yoksunu" insanları en kolay yönetmenin yolu onları bölmek ve kalıplar arasına saklamaktır, tezimi bu okurlar fazlasıyla doğruladılar.
Şahsiyeti gelişmemiş insanlara en kolay kimlik, onları bir güruhun arkasına takarak verilir.
* * *
Siyasilerin kürsülerde esip gürleme oyununun esasında çok tuttuğunu, safları pekiştirmek için insanlara sadece gaz vermek gerektiğini bu mektuplar bana bir kez daha gösterdi.
Korkarım, 2007’de yaşanacak kayıkçı kavgaları bizi bir kez daha ortadan ikiye bölecek. Zira baştan söyledim, milletler layık oldukları idarelere kavuşurlar.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2006
DÜN yazdım. Ben "iki arada bir derede"cilerden birisi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını bir haktan öte parlamenter demokrasinin gereği olarak görüyorum. Darbeli yıllarda oturmayan bir gelenek Turgut Özal ve Süleyman Demirel ile yazılı olmayan mecrasına oturmuştur. Arada Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanı olması sadece Bülent Ecevit’in hukuki bir şarta sahip olmaması nedeniyledir.
Erdoğan’a eşi nedeniyle karşı çıkılmasını anlamam hiç mümkün değildir. Bir devletin en önemli işlevi olan bütçeyi yapma yetkisine sahip Parlamento’nun cumhurbaşkanı seçecek temsil kabiliyetinin olmadığını söylemek ise su koyvermenin dik alasıdır.
* * *
Ancak, ben milli irade ile hemfikir olmak zorunda da değilim.
Onun için de "iki arada bir derede" kalan gruba aidim.
Ben Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını tasvip etmiyorum.
Bu görüşüm ülke istikrarını kaybeder veya kriz çıkar korkusuyla oluşmuş değil.
Bence Recep Tayyip Erdoğan’da bir cumhurbaşkanında olması gereken haslet, beceri ve donanım yok!
Erdoğan’ın pragmatik zekásını ve Allah vergisi karizmasını inkár edecek değilim.
Ancak; ruh hali ve donanımı cumhurbaşkanlığı için yeterli değil.
Köşk’e götüreceği danışman kadrosu da o tepeyi taşıyacak bilgi ve hünere hiç sahip değil.
* * *
Parlamenter demokraside cumhurbaşkanı i) tüm milleti kucaklayacak, ii) devletin organları arasında uyum sağlayacak, iii) dünyayı algılayacak, iv) Türkiye’yi dünyada temsil edecek niteliklere sahip olmak zorundadır.
Diyeceksiniz ki, bu niteliklerin çoğu şimdiki cumhurbaşkanında da yok.
Haklısınız, ama ben onun da Türkiye’yi taşıyamadığını düşünüyorum.
Recep Tayyip Erdoğan gerek karakteri, gerek aldığı eğitim gereği demokrasinin "Muhalifini dahi kucaklayacaksın!" diye emreden geleneğini taşımıyor. En ufak eleştiriyi şahsına yapılmış bir saldırı olarak görüyor. "Bizden olan" ve "bizden olmayan" ayrımı çok güçlü. Kendinden saymadığı insanlara zerre kadar güvenemiyor. Onun için "biat" "liyakat"tan daha önemli.
Buna bilgi ve felsefi anlamda derinlik eksikliği de eklenince şabloncu düşünen, anında kategorize eden ve kendinden emin olmadığı konularda çok çabuk kızan bir insan tipi çıkıyor ortaya.
Erdoğan’ın devlet kurumları ile denge kurma, onları uyum içinde çalıştırma görevini nasıl yerine getireceğini ise tahayyül dahi edemiyorum. Zira; YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi kurumları "doğal hasım" gören bir altyapısı var!
* * *
Bence en büyük eksikliği ise denetimini çok çabuk kaybetmesi. Sadece halka veya muhaliflerine karşı kaba çıkışlarını kastetmiyorum. Uluslararası arenada da benzer denetim dışı tepkiler veriyor.
Son bir örnek: Filistin’de seçimlerin yenilenmesine karşı çıkması haklı gerekçelere sahip. Ama, Filistin’de seçimleri yenileme girişiminin liderliğini İngiltere Başbakanı Tony Blair yapıyor. O kim? Türkiye’nin ve Erdoğan’ın AB içinde en büyük destekçisi. Blair’in hassas bir dönemde Türkiye’yi destek amaçlı ziyaretinin hemen ardından Erdoğan’ın seçimlere karşı çıkması hesapsız, duygusal ve diplomasiden çok uzak bir görüntü veriyor. Nitekim, İngiliz gazeteleri Erdoğan’ın Blair’in girişimini torpillediğini yazdılar.
* * *
Benim görüşüm böyle! Ancak, cumhurun başını cumhuru temsil eden parlamento seçer ve parlamentonun kararına kimsenin itiraz hakkı olamaz! Aksi mızıkçılık olur!
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2006
TÜRKİYE’de insanları şablonlar yaratarak yönetmek en kolay ve en etkin yöntem. Sağcı-solcu, Sünni-Alevi, Türk-Kürt, vb. Ben beni bildiğimden beri bir türlü "birey" (şahsiyet) olamayan Türk insanı bir gruba/takıma/cemaate ait olmaya bayılır. Tutulan futbol takımı, ait olunan köy/bölge/aşiret, tutulan parti, Türk insanına sadece futbol izleme keyfi, kültürel zenginlik veya siyasi tercih yapma olanağı vermez, aidiyet duygusu da verir.
Hatta, daha önemlisi insanı kimlik sahibi kılar!
Onu fotokopi makinesinde sözüm ona şahıs yapar!
Türk insanı şahsiyet (birey) olmaya o kadar uzak ki, beğenmediği köşe yazarının yanlışını katiyen onun şahsında aramaz. Örneğin, onu cahil olmakla veya gerçeği saptırmakla suçlamaz, "CIA ajanı", "iktidar yalakası", "ajan provokatör" olarak ait olduğunu var saydığı bir grup tarafından yönlendirilmekle suçlar. Zira kafası şablonlarla çalışır.
Ülkenin Başbakan’ı dahi, normal yurdum insanı olarak, bir köşe yazarını beğenmediği zaman ona "hain" demekten zerre kadar utanmıyor.
* * *
Son yıllarda geçerli şablon oyunumuz da laikçilik-İslamcılık oyunu!
Şimdi de şahsiyetlerimizi bu iki kampta arıyoruz.
"Türkiye laiktir, laik kalacak" veya "Kimse bizim başörtüsü hakkımızı elimizden alamaz" diye avaz avaz bağırdığımızda aidiyetimizi ilan ederek ve beraber olduklarımızla saflarımızı pekiştirerek çok mutlu oluyoruz.
11. Cumhurbaşkanı seçimine de şimdiden güruh psikolojisi ile endekslendik.
"Ölürüz de biteriz de Tayyip’i Cumhurbaşkan’ı yaptırmayız"cılar ile "Çatlasan da patlasan da Tayyip Cumhurbaşkanı olacak"çılar birbirini şimdiden yemeye başladılar.
* * *
Ben ise "iki arada bir deredeciler" ne olacak, onlara kim sahip çıkacak diye dertlenmeye devam ediyorum.
Laik ama laikçi olmayan, muhafazakár değerlere saygılı ama İslamcı olmayanların yeri neresi, siyasette karşılığı kim?
* * *
Ben kendimi bu insanlara daha yakın hissediyorum. Cumhurbaşkanlığı meselesini ele alalım:
Ben, Recep Tayyip Erdoğan’a "eş nedeni" ile karşı çıkanları hiç anlamıyorum. Türbanın Cumhurbaşkanlığı’na girememesi tartışması bende sembolik bir anlam dahi kazanmıyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın çoğunluk partisi lideri olarak Cumhurbaşkanı olmasını, sadece matematiksel bir hak değil, aynı zamanda parlamenter demokrasinin gereği bir mecburiyet olarak görüyorum.
Çoğunluk partisi liderinin kendi elleriyle bir başkasını Cumhurbaşkanı yapıp, kendisinin Başbakan olarak kalmasını parlamenter demokrasinin ruhuna aykırı buluyorum!
Parlamenter demokrasilerde Cumhurbaşkanı, Anayasa adına hükümetin icraatlarını denetlemekle yükümlüyken varlığını Başbakan’a borçlu bir Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’ın başı olduğu hükümeti nasıl denetleyeceği benim aklıma takılıp kalıyor.
Rahmetli Ecevit, Sezer’i sadece mecburiyetten Cumhurbaşkanı yaptı!
TBMM’nin temsil yeteneğini kaybettiğini iddia edip, erken seçim yapılmadan ve TBMM yenilenmeden Cumhurbaşkanı seçilmesini istemeyenlerin düşünce boyutlarını da anlamış değilim. Bu Meclis Cumhurbaşkanı seçemiyorsa, nasıl kanun çıkarıyor? Son bir yıldır çıkan kanunlar hükümsüz mü?
Ancak ben, Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını yine de doğru bulmuyorum.
Bunu da yarın tartışacağım.
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2006
KENDİ tarifine göre "dünyadaki uyuşmazlıklara engel olmak için" kurulmuş olan International Crisis Group (Uluslararası Kriz Grubu-UKG) çok değerli raporlara imza atıyor. Grubun, Baker-Hamilton başkanlığında hazırlanan "Irak Çalışma Grubu Raporu"na olumlu yaklaşan görüşlerine Milliyet’te Sami Kohen değindi (21.12.2006).
Ben de bugün Türkiye açısından dikkatle incelenmesi gereken Kerkük Raporu’na atıfta bulunacağım. (www.crisisgroup.org-18.07.2006)
Rapor Kerkük’te yaşananları, "mayalanan Kerkük savaşı" olarak tarif ederken Kürtlerin Kerkük’ü ele geçirme gayretlerine karşı Türkiye’nin askeri müdahaleyi de içeren zorlayıcı diplomasi uygulayabileceğine parmak basıyor.
Rapor özü itibarıyla Kerkük’ün Kürtlere bırakılmasının bölgedeki kaosu beter artıracağını vurguluyor.
* * *
Tavsiyelere ağırlık verilerek yazılan UKG raporlarında Kerkük için önerilen tavsiyeler ise şöyle:
1) Anayasanın emrettiği ve 2007 Aralık’a kadar yapılması gereken referandumun ertelenmesi. (Baker-Hamilton raporu da aynı doğrultuda tavsiyede bulunuyor.)
2) Kerkük Valiliği’nin ne Kürt Federe Bölgesi’ne, ne de doğrudan Merkezi Federal Hükümet’e bağlı olan, tek başına bir federal (özerk) bölge olarak belirlenmesi.
3) Kürtler, Araplar, Türkmenler ve Keldanilerin siyasi gücü eşit paylaştıkları bir düzen kurulması.
4) Geçmişte yaşanan suiistimallerin düzeltilmesi. Bundan kasıt: i) Eski dönemlerde zorla yerlerinden edilmiş insanların geri dönmesinin sağlanması. ii) Daha evvel bölgeye zorla yerleştirilmiş olanlardan ayrılmak isteyenlerin maddi olarak teşvik edilmesi. iii) Mülkiyet ihlalleri iddialarının sonuçlandırılması. iv) Eski Kerkük bölgesinin yeniden tesis edilmesi veya bu mümkün değilse bu haliyle korunması.
Sanırım adı geçen öneriler, Türkiye’nin "Kerkük Politikası" ile büyük çapta uyuşuyor.
* * *
Rapor Türkiye’ye de bazı doğrudan tavsiyelerde bulunuyor:
1) Barışçı çözümlere bağlanılması ve hamasi çıkışların azaltılması.
2) (Benim de ısrarla üzerinde durduğum) Türkiye ile Kuzey Irak arasında başta petrol ürünleri olmak üzere ticaretin teşvik edilmesi. Örneğin, Habur’un dışında ikinci bir sınır kapısı açılması. Kuzey Irak’a yatırımların teşvik edilmesi.
3) Kuzey Irak’a askeri güç gönderilmeyeceğine, Habur sınır kapısının veya Bakü-Ceyhan boru hattının kapatılmayacağına dair garanti verilmesi.
* * *
Rapor Kuzey Irak’a da şu tavsiyelerde bulunuyor:
1) Kürt kamuoyunun Kerkük üzerindeki beklentileri konusunda, Kerkük’ün özerk yönetimi dahil, taviz vermeye ve uzlaşmaya yönlendirilmesi.
2) Nisan 2003’ten beri sürdürülmekte olan Kerkük Valiliği’nin Kürt unsurlarca yönetimine son verilmesi ve eşit koşullarda yönetim için BM özel temsilcisiyle işbirliği yapılması.
Kerkük’ün tamamen ele geçirilmesini Bağımsız Kürdistan’ın kurulmasından en önemli mihenk taşı olarak gören Kuzey Irak yönetiminin bu tavsiyelere kendiliğinden uyması çok zor gözükebilir, ama Türkiye’nin de kendisine yapılan tavsiyelere uyma kararlılığı Kuzey Irak’ı daha gerçekçi politikalar takip etmeye ikna edebilir!
* * *
2007’nin Türkiye açısından "Irak yılı" olacağına dair inancımı teyit eden gerekçelerimi bu hafta boyunca 4 yazıda yayınladım.
Bundan sonrası, Türk kamuoyunu yönlendirenlerin duyarlılığıdır!
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2006
IRAK Çalışma Grubu’nun (Baker-Hamilton) hazırlamış olduğu Irak Raporu Türkiye’de çok az tartışıldı ama dünyada epey yankı buldu. Kimileri raporun ölü doğduğunu; ABD’nin Irak’tan asker çekerek askeri yönetimi Iraklıların eline vermesinin esasında Sünnileri yok etmeye ant içmiş Şiilerin merkezi otoriteyi devralması anlamına geleceğini, öte yanda İran ve Suriye ile işbirliği yapmanın sadece bir fantezi olduğunu söylüyorlar.
Kimileri de Bush yönetimin de İran ve Suriye ile işbirliği yapmaya soğuk baktığını, Ocak’ta ilan edilecek Bush’un yeni Irak politikası çerçevesinde Irak’a ilave asker gönderileceğini söylüyorlar. Onlar Bush’un yeni-muhafazakarların "zafere kadar savaş" umdesinden vazgeçmeyeceği görüşündeler.
Ancak, ABD’nin Irak’ta asker sayısını artırarak savaşı kazanacak moral, kamuoyu desteği, yetişmiş asker ve hatta mali gücünün olmadığını savunanlar da var.
Zaten Demokrat ağırlıklı bir Kongre’nin bütçe artışına onay vermeyeceği de söyleniyor.
* * *
Rapor, komşu ülke büyükelçilerinin görüşlerine de yer vererek, Irak’ta başlayan Sünni-Şii çatışmasının bütün bölgeye sıçrama, Sünni yönetimlerin İran’ın yönlendireceği bir ayaklanmayla karşı karşıya kalma ve El Kaide’nin Irak’a tamamen yerleşme ihtimallerine parmak basıyor.
Ortadoğu topyekûn karıştığında petrol üretiminin düşmesinin global ekonomiyi nasıl olumsuz etkileyeceğine, ABD’nin bölgede kontrolü tamamen yitirdiğinde esasen tüm dünyada önderlik sıfatını kaybedeceğine de vurgu yapıyor.
* * *
Gönül, böylesine muallak bir ortamda, Türkiye’nin sadece diplomatik seviyede değil, medyada da kamuoyu yaratarak raporda yer alan bazı hususlara vurgu yapmasını ve bunu dünyaya duyurmasını istiyor.
Raporun önerileri arasında Türkiye’nin çıkarına olan bazı maddeler kanıma göre şöyle:
1) Merkezi otoriteye vurgu yapılması.
2) Petrol gelirlerinin nüfussal ağırlığa göre ortak kullanılmasının savunulması.
3) Kerkük’te 2007’de yapılacak referandumun ertelenmesi.
4) Komşu ülkeler ve dünyadaki ileri devletlerle ortaklaşa bir çözüm komisyonu kurulması. (The Iraq International Support Group- Irak’a Uluslararası Destek Grubu)
* * *
Raporun İran ve Suriye ile işbirliğine çok fazla atıfta bulunması beni de rahatsız etti. Ancak, artık onlarla işbirliği yapılmadan "Irak meselesi"nin çözülemeyeceğini de görüyorum.
* * *
Benim en çok üzerinde durduğum husus Türkiye’nin Irak için kurulacak uluslararası bir komisyona aktif olarak katılması, hatta komisyonun kurulması için önderlik etmesidir.
Bu açıdan Başbakan’ın İran ve Suriye ziyaretlerini çok önemsiyorum.
Ancak, ABD Başkanı’nın da ne yapacağını bilmediği bir dönemde Türkiye kendi kamuoyunu Irak’a Uluslararası Destek Grubu’na yönlendirebilse ve dünyaya "Irak meselesi"nde gerçekçi çare arayışlarının komşu ülkelerin başı çekeceği bir uluslararası komisyonda ele alınması olacağını vurgulayabilse çok daha iyi olur!
Türkiye Uluslararası Destek Grubu’nun aktif destekleyicisi olacağını ve bu konuda toplumsal desteğin hükümetin ardında olduğunu dünyaya gösterebilse, Irak’ta dizginleri tekrar ele geçirme fırsatımız doğabilir.
Eğer, Bush yönetimi Baker-Hamilton Raporu’ndaki önerileri göz ardı eder ve yine bildiğini okursa, Irak’ın bölünmesi kaçınılmazdır!
Zaten paramparça olan Irak’ın fiilen bölünmesinin bölgedeki etkisi ise kaostur!
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2006
OCAK ayında Başkan Bush ABD’nin yeni Irak politikasını açıklayacak. Yeni politikada nelerin yer alacağını bilmiyoruz. Ancak, Irak’a endekslenmiş ara seçimlerde partisi ağır yenilgi aldıktan sonra Bush’un Irak Politikaları’nda bazı değişikliklere gitmek zorunda kalacağı ve yeni politikaların Baker-Hamilton başkanlığında Irak Çalışma Grubu’nun 9 ayda hazırladığı Irak Raporu’nu, önerilerin hiçbirisine uymasa dahi, referans alacağı bir gerçek.
Raporun ana hatları gazetelerde bol bol yazıldı. 2008 yılında askerin bir kısmını çekmek, kalan ABD askerinin sadece Irak ordusuna eğitim ve danışmanlık vermesi, Suriye-İran ile ortak hareket etmek, komşu ülkeler ve büyük ülkelerle işbirliğine gitmek raporun ana hatları.
Kerkük’te 2007 yılında yapılacak referandumun ertelenmesini önermesi bizi sevindirir, Kuzey Irak’taki Kürtleri kızdırırken, İsrail-Filistin meselesinin BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararları ve Başkan Bush’un 2002 Haziran’ında ortaya attığı iki devletli çözüm önerisi etrafında ele alınması da İsrail’i kızdırdı.
* * *
Bugün raporda yer alan bazı ayrıntılara işaret etmek istiyorum:
Rapora göre ABD bugüne dek Irak’ta 400 milyar $ harcamış. Masraflar aylık ortalama 8 milyar $ tutuyormuş. Savaş gazilerinin ve kaybedilen malzemelerin rehabilitasyonu için harcanacak para ile birlikte savaşın ABD’ye toplam maliyeti 2 trilyon $ olarak hesaplanıyormuş!
ABD’nin şu anda Irak’ta 141.000 askeri var. 2006 Aralık ayı itibarıyla ölen asker sayısı 2.900, önemli bölümü ağır yaralı olmak kaydı ile Irak’ta yaralanan asker sayısı ise 21.000.
ABD askeri dışında Irak’ta 27 koalisyon ülkesinden 16.500 asker daha bulunuyor ki bunların 7.200’ü İngiltere’ye ait.
Ayrıca ABD’nin en kalabalık büyükelçiliği Bağdat’ta. 1.000 kişi ABD Büyükelçiliği’nde çalışıyor. Ülkede ayrıca 5.000 yabancı müteahhit var.
2006 yılı sonu itibarıyla Irak Ordusu’nun eğitimleri tamamlanmış, gereçleri temin edilmiş 10 tümen, 36 tugay ve 118 taburdan oluşması bekleniyordu. Irak’ın güvenliğini 188.000 polis ve 138.000 asker olmak üzere 326.000 güvenlik elemanı sağlayacaktı ama bu hedeflerin hiçbiri tutturulamadı.
ABD’li askerlere karşı Mehdi Ordusu, Bedir Tugayı, bazı Sünni direnişçilerin ve El Kaide militanlarının yürüttükleri saldırılar Ocak 2006’da günlük ortalama 70 iken bu rakam Ekim 2006’da 180’e yükselmiş.
ABD askerlerinin öldürdüğü veya Sünni-Şii çatışmasında ölen Iraklı sayısı ise aylık ortalama 3.000! Demek ki işgal tarihinden beri (Mart 2003) kabaca 132.000 Iraklı ölmüş!
BM kayıtlarına göre 26 milyon insanın yaşadığı tahmin edilen Irak’ta savaştan beri 1.6 milyon insan Irak içinde göçe zorlanmış, başta eğitimli insanlar olmak üzere 1.8 milyon insan da yurtdışına kaçmış.
* * *
Rapor istikrarlı bir Irak için üzerinde milli mutabakat sağlanması gereken anahtar sorunları şöyle sıralıyor:
1) Baas (Saddam) etkinliğini azaltmak için önceden uygulanan politikaların gözden geçirilmesi (Sünni Baas mensuplarının topluma ve devlete kazandırılması), 2) Hükümete karşı savaşmış olanlara af getirmek, 3) Ülkenin petrol gelirlerinin adil paylaşılması, 4) Milislere silah bıraktırılması, 5) Anayasa’nın tadil edilmesi, 6) Kerkük’ün geleceğinin tayin edilmesi.
* * *
Sünni ve Şii Arapların ve Kürtlerin birbirleri ve aynı zamanda kendi aralarında vuruştukları bir Irak’ta yukarıda zikredilen 6 anahtar konuda milli mutabakat nasıl sağlanır, işte bunu bilen ise halihazırda yok!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2006
TÜRKİYE’de anlamakta hálá güçlük çektiğim bir ruh hali var: "Türkiye dünyanın merkezidir, o halde Türkleri sadece Türkiye’de olanlar ilgilendirir." Hatta, bazılarına göre dünya halkları da sadece Türkiye’de olan bitenlerle ilgilenmek zorundalar. "Türkiye’de olanlar" ise çoğunlukla "Türkiye’de söylenenler". Kim ne demiş, neden demiş, haklı mı, haksız mı demiş! Tartışılan bu! Konumuz siyaset de olsa, magazin de olsa "söylenenler" ve "söylentiler" üzerinden haber, yorum ve tartışma üretmeye bayılıyoruz.
Allah’tan geçen hafta AB’nin Türkiye ile müzakereleri dondurması söz konusu idi de Türkiye somut bir olguyu tartışma fırsatı yakaladı.
* * *
Dünya Irak’ı tartışıyor, Türkiye neredeyse oralı değil!
Benim görüşlerini ilgiyle izlediğim bazı dış politika uzmanları (Örn. İlter Türkmen, Semih İdiz, Ferai Tınç, Sami Kohen), Ortadoğu uzmanları (Örn. Cengiz Çandar), ABD uzmanları (Örn. Yasemin Çongar) dışında her gazetede en az 20 köşe yazarından bu konuda hemen hemen hiç ses çıkmıyor. Popüler konuları yazmayı çok seven yazarlar neredeyse Irak’ta olan bitenlerle hiç ilgilenmiyorlar. Herhalde onlara göre Irak yazmaya değer bir konu değil.
Okurların bir kısmı da garip! "Neden Ortadoğu’ya bu kadar taktın, neden popüler konularda fazla yazmıyorsun?" diye sual ederek gizliden gizliye sitem ediyorlar.
Halbuki ben Ortadoğu’nun Türkiye’nin de en önemli konularından birisi olduğunu düşünüyorum. Yaşananlara "3. dünya (bölüşüm) savaşı" diyorum.
* * *
2007 yılında Türkiye’yi en fazla etkileyecek konu, Irak Savaşı’ndaki gelişmeler olacaktır!
Türkiye; AB ile dondurulan müzakere sürecinden çok etkilenecek, düşen büyüme düşmeyen cari açıkla birleşince istihdamı, yatırımları, tüketimi, borsayı, tasarrufları belirleyecek.
Bütün bunlar "bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete" kıvamında yol aldığımız Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çarpan etkisi yaratacak.
Ancak, Türkiye’nin dünyada ve Ortadoğu’da gelecekte oynayacağı rol, iç dengelerin yeniden dağılımı Irak’taki gelişmelerle şekillenecek.
* * *
İsmet Paşa’nın deyimiyle 2007’de yeni dünya kurulacak, Türkiye de yeni dünyada yerini alacak! Türkiye yeni dünyada yeni yeri belirlenirken ya aktif rol alarak yerinin belirlenmesinde başat rol alacak, ya da pasif durarak kaderine razı olacak!
* * *
James A.Baker-Lee H.Hamilton başkanlığında Irak Çalışma Grubu’nun hazırladığı "Irak Raporu" yayınlandığında Türk medyasında çok tartışılacak, sıkı didiklenecek sandım. Hadi diyelim, araya AB ile sıkı pazarlıklar girdi, raporun tartışılması ertelendi.
Ben hálá enine boyuna tartışılmasını bekliyorum.
Raporun Türkiye’de güçlü bir tonda tartışılması, kendi doğrularımızı bulmadan öte Ocak 2007 başında, rapor çerçevesinde, kendi politikalarını ilan edecek Bush yönetimini etkilemesi açısından da önemli.
"Türkiye kendine biçilen role ne diyor?"
Raporun Irak meselesinin çözümünde Türkiye’yi bir müttefik olarak görmemesini çoktan kabullendim, rapor Türkiye’yi i) olası bir çıban başı (Kuzey Irak), ii) belki Sünni faktörlere biraz etki yapabilecek orta çapta bir ülke, iii) sade bir sınır komşusu olarak ele alıyor.
"Meselenin" çözümünde İran ve Suriye’ye Türkiye’den çok daha fazla bel bağlıyor, çağrıda bulunuyor.
Ben, bu hafta bu raporu irdeleyeceğim!
Yazının Devamını Oku