Ayçe Bükülmeyen

Türkiye’de öğretim üyeleri açlık sınırında yaşıyor

5 Ekim 2008
BİLİMİNSANI Prof. Dr. Çiğdem Yenisey ile sohbet ettik bu hafta. Çiğdem Hanım’ın çalışmalarından ve öğretim üyelerimizin genel durumundan bahsederken bilime en yakın durmamız gereken bir çağda neden bu kadar ayrı düştüğümüz çıktı ortaya.

Æ Ne üzerine eğitim aldınız?

Æ Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde biyokimya dalından bilim doktoru olarak mezun oldum. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin mediko laboratuvarını kurdum. Bu sırada da doktoramı yaptım.

Æ Şu anda hangi görevdesiniz?

Æ Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı’na kurucu başkan olarak atandım ve 2001’den beri de başkanıyım. Her sene tek başıma 12-13 yurtdışı yayın çıkarıyorum.

Æ Yurtdışında nerelerde eğitim gördünüz?

Æ Nato’nun Belçika’da bulunan İlerlemiş Çalışma Enstitüsü’nün Yunanistan ve Türkiye’deki toplantılarında bulundum. Bu toplantılara 6 kez katıldım ve sunumlar yaptım. Oradaki bağlantılarım ve hazırladığım projem sayesinde Tübitak-Nato B1 bursunu kazandım.

Æ Size neler sağladı bu burs?

Æ Tübitak-Nato B1, yurtdışı doktora sonrası araştırma bursu. Ben, ABD’nin önemli üniversitelerinden Thomas Jefferson Üniversitesi’ne gittim. Burası özellikle kanser araştırmaları yapıyor. Orada hematoloji, kanserin yayılması ve durdurulması üzerine çalışmalar yaptım.

Amerika’da bile benim kadar yayın yapan profesör azdır

Æ Şu anda hangi konuda çalışmalar yapıyorsunuz?

Æ 65 yurtdışı yayınım var. Türkiye’dekilerle yayın sayım 100’ü geçti. Belki ABD’de bile benim kadar yayın yapan profesör azdır. En çok cerrahlarla Serbest Radikaller, Radikal Hasarlar yani yaşlanmayı artırıcı etkenler üzerine deneysel çalışmalar yapıyoruz. Ayrıca Uluslararası Kanser Araştırmaları Derneği üyesiyim. Bu konuda da çalışıyorum. Çalıştığım ekiple birçok ödül kazandık bu konuda.

Æ Özel sektörün araştırma ve geliştirmeye katkısı var mı?

Æ Özel sektörün, en azından tıbbi alandakilerin Üniversitelerle yoğun bağı yok. Dokuz Eylül üniversitesi’nde bu alanda çalışmalar var ama artması gerek. Benim üniversitem Adnan Menderes de küçük olmasına rağmen, araştırma merkezi bol, çalışma imkanı ve gerekli ödenekler verilen bir üniversite.

Gerekli koşullar sağlanmadıkça burslu eğitimler boşa gidiyor

Æ Döndükten sonra neler yaptınız?

Æ Tübitak burs verirken, Türkiye’ye döndüğünüzde orada aldığınız eğitimle ilgili çalışma koşulu koyuyor. Kanserin büyümesinin önlenmesi için ilaç geliştirilmesinde çalıştığım için döndüğümde bu konuda çalışmak istedim. Fakat oradaki çalışmalarımı yapamadım. Çünkü henüz aynı laboratuvar ortamı yoktu. Son birkaç yıldır bu çalışmalar yapılabiliyor.

Æ Böyle olunca bursla aldığınız o eğitim boşa gitmiş olmuyor mu?

Æ Burada ABD’deki çalışma ortamını bulamıyoruz. İmkanlar kısıtlı. Tübitak bursu alanlara bu imkanların sunulmasına çalışılmalı. Aksi takdirde o bursla alınan eğitimi yansıtmamız mümkün olamıyor. Şartlar sağlanana kadar yıllar geçiyor.

Çok az kazanıyoruz, çalışmalarımızın

parasını çoğunlukla kendimiz ödüyoruz

Æ Neden akademik kariyer yapmayı seçtiniz?

Æ Bir ara özel sektöre geçmeyi düşünmüştüm. Ama hocam iyi bir akademisyen olacağımı düşündüğünden beni kalmaya ikna etti. Ama maddi yönden hiç iyi yapmadığımı düşünüyorum.

Æ Neden?

Æ Çünkü üniversite hocaları hiç iyi durumda değil. Ben profesör olarak 2,310 YTL alıyorum. Oysa Devlet Hastanesi’ne giden bir uzmanın 5 bin YTL aldığı oluyor. Ben 26 yıllık devlet memuru, 2 yıllık profesörüm. Aldığım para çok düşük. Emeğimizin karşılığı bu değil. Kongreleri, çalışmaları takip etmemiz gerekiyor fakat bunlar için her zaman ödenek sağlanamıyor. Çoğu zaman biletlerimizi, masraflarımızı kendi cebimizden karşılıyoruz. Hatta öğretmen indirimlerinden bile yararlanamadığımız oluyor.

Æ Nasıl yani?

Æ Mesela, kızımı okula yazdırırken öğretmenlere indirim yapılır ibaresi görmüştüm okulda. Ben öğretim görevlisiyim deyince ama öğretmen değilsiniz denmişti. Ama şu unutuluyor ki öğretmenleri, doktorları, doçentleri biz yetiştiriyoruz.

Bizim insanımız en az Amerikalılar kadar, hatta daha çok zeki

Æ Hiç ABD’ye yerleşmeyi düşündünüz mü?

Æ Bir ara düşündüm ama ailemden ayrılmak istemedim. Çocuğum olduktan sonra çocuğum ülkemde yetişsin istedim. Ama bir bilim insanı olarak oradaki şartları da özlüyorum. Bilime ayrılan para daha fazla, her imkan elinizin altında. Ama biz Türkiye’de de birşeyler yapılacağını göstermeye çalışıyoruz.

Æ Türkiye’de bilimin gelişmesi, araştırmaların artması için nasıl bir ortam olmalı?

Æ Projeler için istediğimiz paraları almak bir yana geçimimizi zor sağlıyoruz. Geçim derdinden doğru düzgün çalışmalar yapılamıyor. Türkiye’de öğretim üyeleri şu an açlık sınırında yaşıyorlar. Bir yardımcı doçent 1,400 YTL aylık alıyor. 1,500 YTL döner sermaye alsa bile yine de ailesini geçindirmesi çok güç. Bizim insanlarımız en az Amerikalılar kadar, hatta daha bile zeki ama uygun ortam olmadığından aynı seviyede çalışmalar yapılamıyor.
Yazının Devamını Oku

Star IŞIGI herkese verilen bir şey değil

28 Eylül 2008
NÜKHET DURU, geçen hafta konser için İzmir’deydi. Şarkılarıyla büyüdüğüm bir sanatçı olmasının yanında bir kadın olarak yakından nasıl göründüğünü de merak ederek gittim röportaja. Oldukça iyi görünüyordu. Zaten samimiyeti ve rahat tavırları her kusuru örtecek kadar sıcak bir ortam yarattı. > İzmir konseriniz nasıl geçti?

> İzmir’den başlattık yeni projemizi. Bir yıla yayılan ve Türkiye’nin her şehrine gitmeyi planladığımız bir konsept. Karşıyaka’daki konserimde beni izleyen herkesin bir noktada buluştuğunu hissettim. Mekanların insanlar gibi aurası olduğuna inanıyorum. Karşıyaka Açıkhava Tiyatrosu’nda, düzeni itibariyle herkesin mutlu olduğunu düşünüyorum.

> İzmir sizin için ne ifade ediyor?

> İzmir’in bir kokusu vardır kendine has. Ben onu hemen ayırt ederim. Ege’nin bambaşka bir denizi var. Ege iklimi, mitolojisi, tatlı çalkantısıyla beni çok seviyor. Ege’yi çok seviyorum.

> Uzun süredir konser vermiyordunuz. Özel bir sebebi var mıydı?

> 15 yıldır fazla konser yapmıyorum. Albüm farklılıkları, çeşitli pazarlama stratejileri, kendi özel meselelerim gibi çeşitli sebeplerle sık konser veremedim, ama mesleğimi devam ettirdim. Bunca zamandır beni görmeyen izleyici kendime ne katmışım, neler kazanmışım, görsün istiyorum. Yaptığımı daha bilerek yaptığımı hissediyorum hatta eskiden söylediklerimin anlamını bilmiyordum şimdi biliyorum. Çünkü bana büyük sözleri söylemek çok erken nasip oldu. 18 yaşında Türkiye’nin en iyi şarkıcısı ödülleri almak şaşırtıcıydı ve ben o yaşta Sebahattin Ali söylüyordum. İçgüdüsel olarak söylüyordum sanırım o yüzden şimdi daha ballı söylüyordum.

> Neler var bu yeni projede?

> Konser akustik, ritmler daha ağırlıklı. Mesela bir kuyruklu piyano var, tahta bas kullanılıyor. Akustik gitar, davul ve benzeri perküsyon aletleri yeralıyor.

> Sizi diğer sanatçılardan ayıran özelliğiniz neydi?

> Ben hep Türk besteleri söyleme mücadelesi verdim. Hiç yabancı şarkı çevirip söylemedim. Bu çok meşakkatli yoldu. Dünyada sevilmiş beğenilmiş bir eseri Türkçe sözle iyi uyarladığınızda doğrudan bir hit çıkarmış oluyorsunuz. Oysa benim şarkılarım göle maya çalma gibiydi. Bu direncin karşılığını aldık. Çünkü bu şarkılar hem herkesin anılarında bir çizik, hem de bize ait oldu. Her sanatçının farklı stratejileri vardı ama hepimiz ortak nehirde bulunuyorduk. Sezen, ben ve Erol Evgin’i ayrı tutmak gerekli.

STAR OLMAK İÇİN İYİCE FIRINLANMAK GEREKLİ

> Şarkılar gibi şarkıcılar da çabuk ünlü olup çabuk unutuluyor şimdi..


> Star kavramına uyumlu kişi az geliyor. Star ışığı herkese verilen bir şey değil. Kimilerinin üzerine star gömleği giydirilmeye çalışılıyor ama eğer öyle değilse zaten taşıyamıyor. Biraz fırın görmek, pişmek gerekiyor. Biz çok sıkı fırınlandık. Dinlendirip dinlendirip bir daha fırınlandık. Biz çıktığımızda seyirci de, biz de çok toyduk. Zeki Müren’den sonra Türkiye’de sahne gösterileri ilerledi. Biz biraz daha ileri götürdük.

Beni böyle genç gösteren

ruh ve düşünce yapım

> Yıllar geçiyor siz hiç değişmiyorsunuz. Ne yapıyorsunuz, söyleyin ki biz de yapalım.

> Herkes aynı kadere sahip bir kere. Yaşlanmak, yaş aldıkça kendine ne katıyorsan o derece önemsizleşiyor. İnsanlar tamamen fiziksel algılıyorlar ama beni böyle gösteren aslında ruhumun ve düşünce yapımın geldiği yer. Fiziğim hep mütenasipti. Yani hiç acaip güzel olmadım, hiç acaip çirkin olmadım. Ama fiziğin oturması, kendini daha doğru tutmak, nerenin daha etkili olduğunu bilmek bunlar çok önemli. Tabii içki, sigaradan uzak durmak da önemli. Hayatım boyunca da doğru zamanda uyudum, doğru zamanda uyandım.

> İyi de işiniz icabı geç yatmanız gerekmiyor mu?

> Doğru ama çalışmadığım hergün çok sade, çok dingin yaşadım. Ama deli gibi de çalıştım. Çalışma hayatımla özel hayatım arasında siyahla beyaz kadar fark vardır. Gençliğimde geçirdiğim büyük rahatsızlıktan sonra sağlık konusuna yoğunlaştım. Hangi besinler faydalı, hangileri enerji verir, hangileri cilde iyi gelir, nemini korur öğrendim, kendimde uyguladım. Başarılı olunca yakın çevremde de uyguladım.

> E, bize söylemeyecek misiniz?

> Kitabım çıkacak. Ama henüz bitmedi. Kitabı anektodlar, örnekler ve sebep sonuçlarla herkesin kendi formülünü yaratabileceği bir şekle getiriyorum. Çünkü her beden başka bir şey ister.

ALKIŞLA MOTİVE OLUYORUM, SEZEN KAYIT SIRASINDA HERKESE ALKIŞ TUTTURURDU

> İçinizde ukte kalan birşey var mı?

> Yok, daha yapacağım. Canlı performanslarımı farklı projelerde yinelemek istiyorum hatta canlı performans denince en çok akla gelen kişi olmak istiyorum. Zaten ben kariyerimi bunun üzerine kurmuştum. Hiçbir zaman albüm öncelikli bir sanatçı olmadım. Hep canlı yorum şarkıcısı oldum.

> O zaman sahnede performansınız daha iyi diyebilir miyiz?

> Aynen öyle. Stüdyoda albüm yerine konserde canlı okuduğum albümler yapmak istiyorum. Çünkü ben stüdyoda farklı okuyorum, seyircinin önünde kendimi kaybediyorum. Alkış sevgisi belki. Hatta Sezen ile bir dönem kayıt yapıyorduk, oturtuyordu 7-8 kişiyi karşıma "bu alkış sever, hadi alkışlayın" diyordu, öyle kayıt yaptırıyordu bana. İnsanlarla gözgöze geldiğimde içimdeki sevgi ve sevinç coşuyor ve daha iyi söylüyorum.

SanatImda

ÖZGÜR OLMAYA HAKKIM OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM

> Televizyon programınız nasıl gidiyor?

> Program gibi yapmıyorum. O günkü havam neyse onu yansıtıyorum. Herkes o kadar fazla bir şeymiş gibi davranıyor ki günümüzde samimiyet unutuldu. Aslında bana hergün program yapma teklifi geldiğinde, ’Ben öyle hergün zapt-ı rapt altına alınamam’ dedim. ’Ne istiyorsan onu yap’ dediler.

> Yeni albümünüzle ilgili neler söyleyeceksiniz?

> Aslında maxi single ama o kadar görkemli oldu ki albüm diyoruz. Yani bir şarkıyla başlamıştık ama 12 şarkıya çıktık. Biraz daha yumuşak ve kenardan gittiğim sanat hayatımı öne çıkardığım bir çalışma oldu. Biraz daha ipleri sıkı tutacağım. 10-12 yıldır ne istersem onu yapıyordum ama sonra baktım ki bu kadar özgür değilmişim ya da olmamalıymışım. Seyircim, beklentiler, örnek teşkil etme durumu, yok bu kadar özgür olmamalıyım dedirtti bana.

GENÇLİĞİMDEKİ BÜYÜK RAHATSIZLIK DİRENCİMİ ARTIRDI

> Siz bulunduğunuz yerde olmak uğruna neler yaşadınız?

> Emek vermek gerekiyor. Benim de sıkıntılar yaşadığım zamanlar oldu ama derine indiğimde ne şöhretin, ne acının ne de sevincin o kadar ciddiye alınacak birşey olmadığını öğrendim. Hepsinin bir süresi var onlar geçiyor. En büyük acıların bile üzerine kül serpilebiliyor. Dayanılıyor.

> Çocukluğunuzda anne babanız ayrılınca önemli bir hastalık geçirmişsiniz. Bunu da öyle mi atlattınız?

> Genç kızlığa geçerken paralize olmuştum 6 ay kadar. Hemen yenemedim ama ayağa kalktıktan sonra bir otokontrol girdi devreye. Çünkü önümde iki yolum vardı. Ya vazgeçip gidecektim ya da çok sevdiğim şeyleri yapabilmek için direncimi yükseltecektim. Direncimi yükseltmeyi seçtim.

ŞİMDİKİ SANATÇILAR HER SENE FELSEFE DEĞİŞTİRİYOR

> Eski şarkılar daha çok aklımızda yer ediyordu. Yenileri hemen unutmamızı neye bağlıyorsunuz?

> Eski şarkılar bu kadar çabuk tüketilmiyordu. Yeni şarkılar o kadar flu biçimde yaratılıp, o kadar farklı yayın organlarında çabucak tüketiliyor ki, daha öğrenmeden modası geçiyor. Ses özelliği, tavır özelliği, şahsiyet özelliği yok. Biz görüntümüzle, fiziğimizle de bir tarz yaratıyorduk. Şimdi her sene herkesin imajı değişiyor. Falanca sanatçı sarışın mıydı, esmer miydi şaşırıyorum. Şarkılarda da bu geçerli. Geçen sene söyledikleri felsefenin tam tersini söylüyorlar bu sene.
Yazının Devamını Oku

Özgürlüğüm iki tane marka ayakkabıdan daha önemli

21 Eylül 2008
ZEYNEP Tunuslu hayatımda tanıdığım en doğal insanlardan biri. Özgürlüğün, yalınlığın ve sadeliğin önemini öyle güzel anlatıyor ve uyguluyor ki onun yanında tüm maddi şeyler boş ve anlamsız geliyor. Alaçatı’da, nihayet sakin ve çok keyifli bir pazar gününde, sabah kahvesi eşliğindeki sohbetimizi paylaşıyorum sizlerle.

>> Modacılığınıza dair ilk hatırladığınız perdeleri kesmenizmiş. Kimse dur demedi mi?

>> Bilakis babam ilk desenlerime çok yardım etmişti. İlk böcekler ve sinekleri yapmıştım desen olarak. Kocaman kocaman sinekleri yapıp tişörtlerime koymuştum. İlk tişörtlerimi Vakko’ya satmıştım. Hemen satılmışlardı. 21 yaşımda Hacettepe Filoloji’de okurken okulu bıraktım ve modayla uğraşmaya karar verdim. Kısa bir süre Milano’da Marangoni’de etüt ettim modayı. Gelip Mudo’da çalıştım sonra da kendi işimi kurdum ve hala devam ediyorum.

>> Son kitabınızın adı 13. Özel bir anlamı varmı 13’ün?

>> Oğlum 13 yaşında. İlk kitabımı 13 sene önce yazdım. 13’ü seviyorum. Bu yüzden kitabıma 13 adını verdim. Yazmak hoşuma gidiyor. Keyifli bir çalışma oldu benim için..

>> Neler var kitabınızda?

>> İçinde kadın öyküleri var. Hatta bildiğim, gözlemlediğim Alaçatılı bir kadının öyküsü de var. İmza günümü hem İstanbul, hem de Alaçatı’da yaptım. Kitabımla çok güzel övgüler aldım. Hemen hepsi gerçek hikayeler. Sadece elbise yapmakla kalmıyorum, gözlemlediğim herşey içime geçiyor. İnsanların sosyal durumları, ruhları, aşkları, kullandıkları renkler. Sokaktaki bütün kadınlar ilgimi çekiyor.

>> Babanızın görevi nedeniyle çocukluğunuzda yaşadığınız Diyarbakır sizi nasıl etkiledi?

>> Babam Hava Ataşesi olduğundan çok gezdik. 2 sene İzmir’de kaldık. 11 yaşımdaydım, burada okudum. Foça, Urla, Çeşme, Efes Antik Şehri bütün yapıtlarımda var. Bir şekilde ortaya çıkıyorlar. Moskova’dan gelip Diyarbakır’a yerleşmiştik. Moskova’nın soğuk, karlı havası, altın rengi kubbelerinden sonra Diyarbakır’ın kırmızı gülleri, kurbağaları, rengarenk kadınları ne kadar farklı gelmişti anlatamam. 2 sene orada yaşadık. Ne kadar güzel bir hayattı. Diyarbakır benim ufkumu açtı.

Babam pilottu ama çok iyi dikiş dikerdi

>> Anneannenizden çok etkilendiğinizi hep söylüyorsunuz..

>> Anneannem minyatür sanatçısıydı. Çok sanatçı ruhlu biriydi. Minyatür ve hat sanatını yapmak için kağıdı sevmek, kaleme saygı göstermek, çalışmak gerekli. Çok ince bir iş icra ederdi.

>> Ailenizde başka sanatçılar var mı?

>> Babam pilottu ama çok iyi dikiş diker, resim yapardı. Annem hala Yeditepe Üniversitesi Sanat Tarihi’nde öğretim görevlisi. Şanslı ve zengin bir ailede büyüdüğüm için çok mutluyum.

Ticari şeyler yapmıyorum bu bir tercih meselesi

>> Yaptığınız işlere hiç ticari yaklaşmıyorsunuz. Hayatınızı nasıl finanse ediyorsunuz?

>> Ticari şeyler yapmıyorum. Bu bir tercih meselesi. Aslında herşeyin en kalitelisini seviyorum her insan gibi. Ama bir çiçeğe bakmak da beni doyuruyor. Benim özgürlüğüm iki tane marka ayakkabıdan daha önemli. Eksik olursa ölmem. Yapmak istediğim herşeye inanıyorum.

>> İnsani hırslarınızı nasıl törpülediniz?

>> Zenginlik sadece para veya bıraktığımız arsalar değil. İnsanı zenginleştiren şeyler böyle uğraşlar. Ben dünyanın neresinde olursam olayım kendime bakabilirim. Kek yaparım, dans ve takı dersi verebilirim. Bunlar benim bileziklerim. Sadeliği de çok seviyorum. Hiçbir zaman büyük hırslarım olmadı. Beş tane fabrikam olsun, 10 tane arabam olsun. Bundan çok memnunum.

Oğlum Kanat ’’Alaçatı’yı İstanbullular bozdu’’ diyor

>> Alaçatı ve Çeşme sizin için ne ifade ediyor?

>> İstanbul çok yorucu bir şehir. Boğaz’da yaşayamadıktan, Mısır Çarşısı’na gidemedikten sonra bir anlamı yok. Niyetim 4-5 sene sonra, yani oğlumun eğitimi bitince buraya Alaçatı ya da Çiftlikköy’e yerleşmek. O da Alaçatı’yı, köydeki arkadaşlarını çok seviyor. "Çocukluğumuzda Alaçatı ne güzeldi, İstanbullular bozdu" diyor.

>> Burada neler yapıyorsunuz?

>> Buranın rüzgarı çok önemli. O rüzgar beni yeniliyor. Sörf yapmayı seviyorum. Alaçatı sokaklarında fırıncıyla konuşmak, kahveciyle sohbet etmek. Bunlar benim için çok önemli. Çeşme’de birkaç tane taşev yaptım. Yapım aşamalarında ve dekorasyonlarında çalıştım. Yıkılmış bir evi yeniden yapıp ayağa kaldırdım.

Film ve belgesel işini çok seviyorum

>> Sinemaya büyük ilginiz olduğundan bahsetmişsiniz. Bu konuda çalışmanız oldu mu?

>> Yazdıklarımı film yapmak istiyorum. Yönetmen olmak istiyorum. Daha önce ’8 buçuk’ adında kısa metraj bir film yapmıştım. 21 dakikalık bir çalışmaydı. Modayla ilgili bir festivalde gösterildi. Türkiye’deki sekiz ünlü insanın birkaç soruya cevaplarını içeriyordu. Bu konunun üzerine gidip biraz daha iyi filmler yapmak istiyorum. Film işini ve kamera arkasında olmayı seviyorum.

>> Televizyona program yapmayı düşünüyor musunuz?

>> Ben belgesel yapmak istiyorum. Türkiye’nin el değmemiş yerleri, çok anlaşılmamış değerlerini yansıtmak istiyorum. Yörenin yemekleri, kıyafetleri, kültürü çok ilgimi çekiyor. Ama tabii şu anki medya çok ilgi gösterir mi bilmiyorum.

Nişantaşı kızı değil Alaçatı kızıyım

>> Bir çok şey yapıyorsunuz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

>> Bir sürü şey istiyorum hayatta. Görsel bir dünyada yaşıyorum. Sadece moda bana yetmiyor. Film işi bildiğim ve sevdiğim bir konu. Bizim ülkemizde herkes herşeyi olmayı çok seviyor. Ama ben tasarımcıyım. Hayatı bir bütün olarak görüyorum.

>> Neler etkiliyor sizi?

>> Her zaman kendimizi beslememiz gerekiyor ki bizim ülkemiz, Anadolu kültürü çok zengin. Ben de bir Anadolu kızıyım. Kesinlikle İstanbul, Nişantaşı kızı değilim, Alaçatı kızıyım, buralara aitim. Bu yüzden buradaki herşey beni çok heyecanlandırıyor.

Kadınları alışverişe götürüp moda kurbanı olmalarını engelliyoruz

>> Zeynep Tunuslu ile Alışveriş Turları fikri nasıl ortaya çıktı?

>> Dünyada "How To Shop" (Nasıl alışveriş edilir) denilen bir danışmanlık şekli var. Çünkü metropol insanlarının alışverişe vakti yok. İş hayatı için birkaç tane klasik elbiseye ihtiyacı var. Uygun fiyatla birşey arayacak zamanları da yok. Ben zaten sık yurt dışına gidiyordum ve her seferinde arkadaşlarım birşeyler istiyordu. Artık Baracuda Tur ile bunu profesyonel hale getirdim

>> Neler yapıyorsunuz bu turlarda?

>> En az 20 kişiyi Abu Dabi, Milano, Los Angeles ya da Hong Kong’daki büyük outletlere götürüyoruz. İndirim zamanlarına denk getiriyoruz. Gelenlere ne alması konusunda, ucuza buldum derken moda kurbanı olmaması için rehberlik de yapıyorum. Hem iyi şeyleri ucuza ediniyorlar, hem de aldıkları kıyafetler Türkiye’de sadece onlarda oluyor. Mesela Dubai’de abiye kıyafetler çok ucuz. Diktirmeye değmiyor. Aslında erkekler için de iyi. Çünkü yurt dışına gidildiğinde eşleri mağazalara bakarken onlar sıkılır. Oysa bu şekilde arkadaşlarıyla ya da yalnız gelen kadınlar tam gün sadece alışveriş yapıyorlar. Daha çok evlenecek çocuğuna çeyiz hazırlayan anneler geliyor.
Yazının Devamını Oku

Çin Denizi’nde bir Türk yelkeni

14 Eylül 2008
ERTUĞRUL İÇİNGİR ülkemizin en başarılı sörf sporcusu. Sadece Türkiye’de değil, dünya sıralamasında da 6’ncılığa kadar yükselerek üst üste üç kez olimpiyalara katılmış. 2008 Pekin Olimpiyatları’nda yarışan İçingir’in 2012 Londra Olimpiyatları’nda da ülkemizin gururu olmasını umuyorum.

>> Sörfe nasıl başladınız?

>> Adana’da doğdum büyüdüm. 10 yaşımdayken ailemle Bodrum’a tatile gelmiştik. O yıllarda sörf bilinmiyordu. Babam bir hafta sörf dersi aldı ve sonrasında hiç bırakmadı. Ben de 11 yaşımda sörfe başladım. 15 yaşımda yarışlara girmeye başladım ve hemen başarı elde etmeye başladım.

>> Başka bir iş yaptınız mı?

>> Hayır. Aslında Tarsus Amerikan Lisesi’ni bitirip windsurf spor bursuyla ABD’ye ekonomi okumaya gittim, sörfle de yoğun ilgilendim, 99’da Türkiye’ye döndüm. Çünkü hayalim olimpiyatlara gitmekti. Zaten federasyona başvurdum ve aynı yıl içinde olimpiyatlar için kalifiye sporcu olarak seçildim.

>> Amerika’da nerede sörf yaptınız?

>> Florida’da yaptım ama Hawaii de çok uygundu. Oradayken, ’96 Atlanta Olimpiyatları vardı ve dünyanın en iyi sörfçüleri antrenman yapıyordu. Ben de onlarla çalışma imkanı buldum, bu önemli bir deneyim oldu benim için. Bu sayede Türkiye’de windsörfü gerçek bir sporcu gibi yapan ilk ben oldum.

>> Bugüne kadar hangi dereceleri aldınız?

>> 16 yaşımda gençlerde Türkiye Şampiyonu oldum. 17 yaşımda büyüklerde Türkiye 2. oldum ve o zamandan beri her Türkiye Şampiyonası’nda derece aldım. 10 kez Türkiye Şampiyonu oldum ve 3 kez olimpiyatlara katıldım. 12 yıldır Türkiye’de olimpik sörfte rakibim yok.

Pekin’de hayal kırıklığı oldu

çünkü çok iddialı gitmiştim

>> Aslında sörf dendi mi akla gelen birçok isim var. Hatta sizinkini pek bilmiyorduk bile..

>> Haklısınız ama Türkiye’den olimpiyatlara gidecek kalifiyedeki tek sörf sporcusu benim. Dünya sıralamasında benden başka Türk sörfçü ilk 50’ye giremedi. Ben 6.lığa kadar yükseldim. Farklı sınıflarda başarılar oldu ama Türkiye’de olimpik ve profesyonel sınıflarda, yurt dışında başarı göstermiş benim dışımda sörfçü yok. Sınıfım olmamasına rağmen Alaçatı’da profesyonel sınıftaki Dünya Şampiyonası’nda 2006’da dünya 13. oldum. Bu da bu sınıfta Türkiye’nin en iyi derecesidir.

>> Olimpiyatlarda bugüne kadar hangi dereceleri aldınız?

>> İlk 2000 Sydney Olimpiyatları’na katıldım, derecem kötüydü. 2004’te Atina’da 11. olup en iyi derecemi aldım. 2008 Pekin’de ise 22. oldum. Aslında bu büyük hayal kırıklığı oldu, çünkü çok iddialı gitmiştim. Özellikle son 6 - 8 ay çok sıkı çalışmıştım. Ama eksiklerim varmış, belki çalışmalarımı son döneme çok sıkıştırdım. Bir de maalesef yarıştan bir gün önce malzememle ilgili büyük bir sorun yaşadım ve bilmeden bir kural hatası yaptım. Çok demoralize oldum ve büyük sıkıntı yaşadım. O gece uyumadan ve ertesi gün hiçbir şey yemeden yarışa çıktım. Benim için hiç iyi olmadı.

2008 Pekin Olimpiyatları’nda

Usain Bolt ile tanıştım

>> Pekin Olimpiyatları’nda nasıl bir ortam vardı?

>> Olimpiyatlarda 36 kişi yarışıyor. Bir haftada 10 yarışa katıldık. Bunların ortalamasıyla derecemiz belirlendi. Pekin’de bir aya yakın kaldım. Biz Qingdao’daki Yelken Olimpik Köyü’nde kaldık. Ayrıca 100 ve 200 metre rekoru kıran Usain Bolt gibi önemli sporcularla tanıştım.

>> Olimpiyatlara katılıp Türkiye’yi temsil etmek nasıl bir duygu?

>> Sporun tüm branşlarına bakarsanız Türkiye’den sadece 67 kişi olimpiyatlara katılma hakkı kazanmış. Sörfte bir tek ben bu hakkı elde ettim. Bu çok güzel tabii. Ama iki bayan sörfçümüz de Wild Card (federasyonun başvurusuyla gelişmekte olan ülkelere tanınan bir hak) ile olimpiyatlara katıldı. 2000’de eşim İlknur İçingir, 2008’de ise Sedef Köktentürk katıldı.

Olimpiyatlara hazırlanmak büyük finansman gerektiriyor

>> Dünya klasmanındaki diğer sporcular nasıl hazırlanıyorlar?

>> Her sporcunun kendi ülkesinden antrenman arkadaşı var. Olmayan birkaç ülke var biri de biziz. Birbirine yakın dereceleri olan sporcular birlikte çalışıp birbirlerini motive ediyorlar. Ben hem ailemi 11 ay bırakamıyorum hem de finansal olarak buna gücüm yetmiyor. Mart itibariyle bir Hollandalı antrenörle çalışmaya başladım. Birçok yanlışımı öğrendim. Alışkanlık olan bu hataları değiştirmeye çalışıyorum. Bu antrenör dünyanın en iyilerinden biri. Belki biraz ara verirsem taşlar yerine daha iyi oturacak.

>> Bütün bu çalışmalar için finansmanı nasıl sağlıyorsunuz?

>> Sponsorlarım, kulübüm Fenerbahçe ve federasyon destek oluyor. İlk başladığımda 50-60’lardayken sponsorların desteğiyle dünya 6.lığına kadar yükseldim. Benim başarımda çok büyük payları var. Mesela; Federasyon Dünya Şampiyonası sırasındaki 2-3 haftayı karşılıyor, 1-2 aylık kamp süresi içinse kulübüm ve sponsorlarım destek oluyor.

2012 Londra Olimpiyatlarına da katılacağım ama motivasyonumu geri kazanmalıyım

>> Bundan sonrası için planlarınız neler?

>> Yorulduğumu düşünüyorum. 33 yaşımdayım, üç olimpiyata katıldım. 1-2 sene ara vermeyi ve slalomda devam etmeyi düşünüyorum. Olimpiyatlardan döneli üç hafta oldu. Motivasyonumu geri kazanmak istiyorum. Olimpik seviyede spor çok zor ve yoğun. Fizikselin yanında psikolojik olarak da zor.

>> Bir daha olimpiyatlara katılmayacak mısınız yoksa?

>> 2012’de Londra Olimpiyatları var. Planlarımda katılmak var ama henüz belli değil. Katılmak istiyorum çünkü Türkiye’de olimpiyatlara katılacak başkası yok. Hatta 2 yıl öncesine kadar bu alanda çalışan 10-12 kişi de olimpik sınıfı bıraktı. Yani yetişen de yok.

>> İstanbul’dan taşınıp Alaçatı’ya yerleşmişsiniz. Burada hayat nasıl geçiyor?

>> 2002’den beri Alaçatı’da yaşıyoruz. Eşimle otel işletiyoruz. İlk geldiğimizde biraz çalışıp döneriz diyorduk şimdi ise 1- 2 hafta bile dayanamıyoruz İstanbul’a, kaçar gibi geri dönüyoruz. Artık buradan ayrılmayı düşünmüyoruz.

Profesyonel sörfü sadece zengin ülkeler yapabiliyor

>> Sörfte olimpik sınıf nasıl bir branş?

>> Bu sınıfta herkes standart, aynı malzemeyi kullanıyor. Hiçbir düzenleme yapılamıyor. Federasyonlar daha fazla destekliyor. Daha uzun bir yarış. Diğer branşlarda, mesela slalomda, yarış en fazla 8 dakika. Oysa olimpik sınıfta 35-40 dakika sürüyor, bu yüzden yüksek kondüsyon gerektiriyor. Daha fazla ülke bu branşla ilgileniyor, çünkü daha ucuz, devletler destekliyor. Olimpiyatlarda yer alan branş. Oysa profesyonel sörfü sadece zengin ülkeler yapabiliyor.

>> Olimpiyatlara nasıl hazırlandınız?

>> Aslında Alaçatı, hazırlanmak için çok uygun bir yer ama tek kişi olmak sorun yaratıyor. Benim seviyemde, dünyanın ilk 15’inde olabilecek bir antrenman arkadaşı bulabilsem Alaçatı harika çalışma yeri olurdu. Tek başına sadece kondüsyonumu koruyabiliyorum. O yüzden kendi seviyemde ya da daha iyi sporcularla çalışabilmek için farklı yerlere gidiyorum. Geçen sene 3 ay Yeni Zelanda Oakland’da kaldık. Dünya Şampiyonası da olduğundan iyi sporcular oradaydı. 2006’da Yeni Zelanda ve Avustralya’da, 2007’de Brezilya’da çalıştım. Kış sezonunda güney yarımküreye gidip, yüksek seviyedeki sporcularla buluşup çalışıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Vadeli işlem Borsa’mızı kaptırmayalım

7 Eylül 2008
IŞINSU KESTELLİ, Türkiye’nin ilk kadın Borsa Başkanı. Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası’nı geliştirmeye çalışmasının yanı sıra İzmir’de kalması ve İzmir’in gelişmesi için de yoğun çaba harcıyor. Bu konuda en büyük desteği de biz İzmirlilerden bekliyor. > Çalışma hayatınıza nasıl başladınız?

> Amerikan Koleji’nden sonra Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Fakültesi Para ve Banka Bölümü’nü bitirmiştim. Hemen Raks’ın ihracat bölümünde çalışmaya başladım. Sonra DYO’da üç yıl satış koordinasyonda çalıştım. Sonra Turyağ’a genel müdür asistan sekreteri olarak geçtim.

> Neden daha düşük bir pozisyona geçmeyi kabul ettiniz?

> Master yapmaya karar vermiştim. Daha rahat bir işte çalışmayı düşündüm. Gerçi maaşım oldukça yüksekti. Fakat işin umduğum gibi olmadığını anladım, satın alma bölümüne geçtim. Bölümdeki en uyduruk işler benimdi ve sıkıcıydı. Pes etmedim, üç yıl sonra bölümün müdürü oldum.

> Oysa şimdiki gençler bırakın sabretmeyi direkt tepeden başlamak istiyorlar.

> Kesinlikle; direkt müdür olarak başlamak istiyorlar. Bir şey yapmadan hemen yükselmek peşindeler. İnanılır gibi değil. İş, maaş beğenmiyorlar, hatta hemen kendileri iş kurmaya kalkıyorlar. Girişimcilik çok güzel ama önce tecrübe edinmek, o işte pişmek gerekli. Ben 13-14 yıl özel sektörde çalıştıktan sonra kendi işimi kurdum. Bilgi, iş ilişkisi birikimi edindikten sonra kendi işimi kurdum. Paranız olsa bile zor, ki biz çok para ile kurmadık işimizi. Ama tecrübemiz, çevremiz, bilgimiz vardı.

TURYAĞ İZMİR’DE BİR EKOLDÜ AVRUPAİ ŞİRKET İÇİ İLİŞKİLERE ALIŞAMADIM

> Turyağ’da çalışmak bir ayrıcalıktı, hatırlıyorum..

> Doğru, ben hafta sonları bile işe giderdim. Diğer arkadaşlarım da gelir hem sohbet eder, hem çalışırdık. İşe her gün koşarak giderdim. Şimdi kendi işime bile koşarak gelmiyorum. Turyağ çok keyifli bir yerdi. Zaten Henkel’de daha Avrupai ilişkiler söz konusu olunca, ortam biraz daha mekanikleşince hiç alışamadım.

> Neden ayrıldınız?

> Türk Henkel, Turyağ’la birleşince benim İstanbul’a gitmem gerekti. Bu aynı zamanda terfi anlamına geliyordu. Haftada dört gün İstanbul’da çalışmak üzere anlaştım. 1,5 yıl böyle devam etti. Hem İzmir’de, hem İstanbul’da evimiz vardı. Ama şunu anladım ki 35 yaşından sonra İstanbullu olunmuyor. Maalesef İstanbul’a alışamadım. Bir de Turyağ’daki ortamla orası bana çok farklı geldi.

> Kendi işinizi kurmaya nasıl karar verdiniz?

> Mayıs 98’de bu işten ayrılıp bir arkadaşımla kendi işimi kurdum. Bitkisel yağ üzerine yurtdışından bir firmanın temsilcisiyiz. Ülker, Unilever gibi firmalar müşterilerimiz arasında.

İMKB 30 YILDIR HİÇ BİR ŞEY YAPMAMIŞ BİZ YAPINCA ELİMİZDEN ALMAK İSTİYOR

> VOB yerel bir kuruluş değil aslında, değil mi?

> Değil, burada kuruldu sadece. Ama ben VOB’un İzmirli marka olmasını, birlikte anılmalarını istiyorum. Zaten VOB dünyada da tanınmaya başladı. İzmir’in de VOB ile tanınmasına uğraşıyoruz. İzmir’de olmamız dezavantaj değil her anlamda avantaj. Hele elektronik ortamda nerede olduğunuzun hiç önemi yok.

> VOB’un kamuoyunda daha fazla tanınması gerekli mi sizce?

> Son dönemde böyle bir ihtiyaç doğdu. İstanbul’un finans merkezi olması nedeniyle VOB’un orada olmasını isteyenler oldu. Buna meydan vermemek için kamuoyu oluşturmamız gerekli. Elimizdeki kontratlar İMKB’ye verilmeye çalışılıyor. Biz kurmuşuz, çalışmışız, para kazanmaya başlayınca ’hadi alayım’ demek haksızlık. 30 yıldır İMKB hiçbir şey yapmamış, biz yapınca akıllarına geldi. Bu yüzden VOB’un İzmirli kamuoyuna ihtiyacı olduğunu düşündüğümden basına daha çok çıkıp tanıtıma başladım.

İSTEYEN HERKESE EĞİTİMLER VERECEĞİZ

> VOB’un işlevi konusunda neler söyleyebilirsiniz?

> Aslında gerçekten çok teknik. İsteyen herkes aracı kurumlar vasıtasıyla işlem yapabilir. Piyasalarla çok ilgisi olmayanlar için anlaşılması zor olabilir. Ama tanınması ve anlaşılması için isteyen herkese eğitim vermeyi düşünüyoruz. Bunu zaten bankalara, finans sektörüne yapıyoruz. Artık bu eğitimleri halka da yansıtacağız. 481 10 80’den kayıt yaptıran herkes bu eğitimi alabilecek.

> İçinde bulunduğumuz piyasa ve finans koşullarında VOB nasıl bir konumda bulunuyor?

> Tarım sektöründe, bizim ürünlerle ilgili örneğin pamuk, buğday kontratlarımız başladığında kendilerini bizim borsada koruma altına alabilecekler. Dövizde de aynı şey geçerli. Belki ihracatçı belirsizlikten dolayı kolay pozisyon alamıyor ama bizim borsamızda daha rahat pozisyon alabilirler. Özel sektör için de özel eğitimler yapıyoruz.

MESLEK ÖRGÜTLERİNİ ÖNEMSİYORUM ÜŞENMEDEN KEYİFLE ÇALIŞIYORUM

> İzmir Ticaret Borsası’nda yer almanız nasıl gerçekleşti?

> Henkel’de çalışırken Bitkisel Yağlar Komitesi’ne girdim. Sonra yönetim kuruluna seçildim. Bazen, ’Bir de orada mı çalışacaksın, işin mi yok’ derler. Ama ben sosyal olduğum ve üşenmediğim için belki keyifle gidiyordum toplantılara. Meslek örgütlerine katılımın çok iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Hem benim katkım oluyor, hem de bana katkısı oluyor.

> Başkanlığınıza giden süreç nasıl gelişti?

> 1995’ten beri İzmir Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Üyesi’yim. İlk kadın meclis ve yönetim kurulu üyesi oldum. 2002’de başkanvekili oldum. VOB’daki başkanlığım hem İTB’yi temsilen, hem de TOBB adına gerçekleşti.

KADIN BAŞKAN OLUNCA İSTEMESEM DE ÖN PLANA ÇIKMA DURUMUM OLDU

> İlk kadın Borsa Başkanı olmanız konusunda neler diyeceksiniz?

> Açıkçası ben kadın olarak yer alayım diye düşünmedim. Her şey kendiliğinden gelişti. Geçtiğimiz günlerde Girişimci Kadınlar olarak Ankara’ya gittik. Burada bazı hanımlar, "Kadınlara örgütlerde kota olmalı" diyor ama ben kabul etmiyorum, hatta aşağılanmışlık olarak görüyorum. Erkeklerden eksik bir yanımız mı var ki böyle bir ayrıcalık talebinde bulunalım. Kim mesleğinde daha başarılıysa, iyiyse o örgütlerde yer alsın.

> Eşit şartlarda olup öne çıkabilmek daha önemli yani..

> Kesinlikle. Kadınlarımızın bu konuda biraz daha çalışması gerekli. Erkeklerden bir şey bekleyerek, talep ederek bir yere varamayız. Çalışarak kendimiz kazanmalıyız bu hakları.

> VOB’un kadın başkanının olmasının nasıl bir yansıması oluyor sizce?

> Kadın başkan olunca istemesem de ön plana çıkma durumum oldu. Doğal olarak böyle gelişti çünkü henüz tek kadın benim. Ama ben kesinlikle başka kadınların da böyle örgütlere girip başkanlık yapmasını istiyorum. Ben ön planda olmayı seven bir insan değilim. Ama belki kadın başkan olunca VOB’da daha çok yer aldı basında. Belki tanınmasına katkısı olmuştur.

İZMİR’DE VİZYON SORUNUMUZ VAR

> İzmir’in bazı şehirlere göre az gelişme göstermesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

> Maalesef vizyon sorunumuz olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl sağlanır, doğuştan mı gelir, eğitimle mi olur açıkçası bilemiyorum. Ama vizyonumuzu daha geniş tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Bazen çok küçük düşünüyoruz ve cesaretsiz davranıyoruz. Olmazsa olmaz ama biz riski göze alamıyoruz. Benim biraz gözüm kara.

> Eşiniz ve ailenize nasıl yansıyor bu yoğunluğunuz?

> Pozitif yansıyor kesinlikle. Eşimin desteği tartışılmaz. Sürekli beraber olmak zorunda hissetmeyiz kendimizi. Kendi hobilerimiz, özel alanlarımız var. Oğlum Ege de babasıyla çok vakit geçiriyor. Optimist, yelken yapıyor, balığa gidiyor. Ege, bebekliğinden beri yoğun çalışmama alışkın. Pozitif bir çocuk olduğundan şikayet etmiyor. Sadece seyahatim yedi günü geçerse huysuzlanmaya başlıyormuş.
Yazının Devamını Oku

Siyaset kadını korkutuyor

31 Ağustos 2008
İLETİŞİM, önemini iyi kavrayamadığımız ama aslında hayatımızın her alanında, her an kullandığımız bir bilim dalı. Hatta, Arkas Holding Kurumsal İlişkiler Direktörü Berna Kumaş’a göre aynı zamanda bir sanat. Bu konuda, İzmir’de çok önemli firmalarda görev yapan Berna Kumaş, kadının siyasetteki yeri ve siyasal davranışı üzerine de çalışma yapmış. Æ Hangi eğitimleri aldınız?

Æ Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden sonra E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Ana Bilim Dalı’nda master yaptım ve "Türk Kadınının Siyasal Hayata Katılımı ve Siyasal Davranışı" konulu tez hazırladım. Akademik kariyer düşünüyordum, fakat çalışma hayatından daha çok keyif alınca özel sektörde kariyer yaptım.

Æ Siyaset iletişimi ile özel olarak ilgilenmenizin bir nedeni var mıydı?

Æ Amacım siyasete girmekti. Lise yıllarında bile politikaya girme hedefim vardı. Ailemde siyaset çok konuşulurdu. Özellikle kadınların siyasal davranış biçimlerini seçme sebebim buydu.

Æ Şu anda politikaya nasıl bakıyorsunuz?

Æ 1990’da Konak Belediyesi Halkla İlişkiler ve Protokol Müdürlüğü yaparken parti yapılarını inceledim. Özellikle kadınların parti içindeki konumuna bakınca politikada olamayacağımı anladım. Tabana dayalı delege sistemi var. Bizlerin yapabilmesi pek mümkün değil. Ama siyaset bence ilişki yönetimi demek. Yani doğru kişilerle doğru ilişkiler kurmak ve bunu süreç içinde yönetebilmek.

Æ İletişimi becerebilen bir toplum muyuz?

Æ Bence Türk toplumunun temel sorunu "geri bildirim" istememesi, bunu eleştiri gibi görmesi. Bu yorumu yabancılardan da çok duyuyorum. Eleştiriye gelemiyoruz. Biz diyalogları değil monologları seviyoruz. Ya anlatan, ya da dinleyen konumundayız. Karşılıklı konuşmayı çok sevmiyor ve beceremiyoruz. Çünkü eleştiri ya da farklı fikir karşısında tolerans sınırlarımız geniş değil.

Æ Halkla İlişkilerci(!!) artık gerekli gereksiz her yerde var. Kavramda mı sorun var, ismin de mi?

Æ Bu kavram çok çürütüldü. Doğru algılanıp içi doldurulmadan o kadar moda bir deyim olarak kullanıldı ki, anlamlandıramadıkları her işe ’Halkla İlişkiler’ dediler. Gelişen iş dünyasında geliştirildi. İletişim, ya da kurumsal iletişim deniyor. Çünkü artık stratejiler var. Sosyal sorumluluk birimleri kuruluyor. Kurumsal itibar, imaj gibi kavramlar öne çıktı. Artık firmanın sadece maddi varlıkları değil, toplumdaki itibarı da ticari hayatını, marka değerini etkiliyor.

KADININ EN BELİRGİN SİYASAL DAVRANIŞI SADECE OY VERMEK

Æ Siyasette kadınların yerine baktığımızda neler çıkıyor ortaya?

Æ 20 yıl önce tezimi hazırladığımdan bugüne siyasette kadının durumunda pek değişim yok. Meclisteki 550 milletvekilinden 48’i kadın. Kadın hakları verildikten sonraki ilk seçim olan 1937 ara seçiminde oran yüzde 4,5’muş, bugün sadece yüzde 8. Yani gelişme iç açıcı değil. Kadının en belirgin siyasal davranışı oy verme ki buna bile yüzde 35 civarında katılıyor.

Æ Kadınlarımız neden bu kadar siyasetten uzak kalıyor sizce?

Æ Siyaset kadını korkutuyor. Gerçi herkes siyaseti konuşuyor, çünkü günümüzde siyaset bile magazinleşti. O yüzden kadınlar da konuşuyor ama kadınlar belki anneliğin ve iş hayatının getirdiği yük sonucu siyasetten uzak kalıyor. Tabii profesyonel insanların siyasette yer alması da mümkün değil. Çünkü söylediklerimiz çalıştığımız şirketlere, sosyal konumlarımıza mal edilebiliyor. Daha sessiz kalmak zorunluluğu doğuyor. Dolayısıyla eğitimli, çalışan, topluma katkı koyan kadınlar birçok konuda ses çıkaramıyor.

İLETİŞİMİN BOYUTU BENİM HAYAL GÜCÜMÜN ÖNÜNDE GİDİYOR

Æ İletişimin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Æ Biz üniversitedeyken Alvin Toffler’ın "Şok" kitabını okutmuşlardı. Orada bilgisayardan, ofise gitmeden evde çalışmaktan bahsediyordu. Bize korkunç gelmişti. Oysa 20 yıl bile geçmeden bırakın evden çalışmayı, evinden birkaç ülkede operasyon yöneten yönetici var. Bu harika tabii. İletişimin boyutu benim hayalimin önünde. Birebir ilişkileri tercih etsem de teknoloji işimizi kolaylaştırıyor. İstanbul’daki çalışanlarımızla oraya gitmeden video-konferansla görüşebilmek bir lüks. Ama yanyana iki masada oturan kişilerin birbirlerine mail atarak yada msn’den yazışarak konuşmaları da bir o kadar garip. Yeni nesil yazmayı konuşmaya tercih ediyorlar.

İZMİRLİ BİR PROFESYONELİM TOPLANTILARIMI ANTALYA’DA YAPMAK ZORUNDAYIM

Æ İzmir’in kendini anlatma ve tanıtma anlamında sorunu mu var?

Æ Sorun var. Bir kere kendimizi konumlandıramıyoruz. Kültür, turizm, sanayi şehri mi belirsiz. Sadece doğa, güneş, tarih diye bu şehri tanıtmamız mümkün değil. Expo’ya bu anlamda üzüldüm. Çünkü şehir, uzun zamandır bu kadar tek vücut olmamıştı. İzmir’i hareketlendirecek bir proje olacaktı.

Æ Peki sizce bu durumda neler yapılmalı?

Æ İzmir’in tanıtımını, devlet politikasında yer edinerek, dış politikamızla özdeşleştirerek düşünmek gerekli. Dış yatırımları çekebilecek hale gelmeliyiz. ’Kongreler şehri olsun’ diyoruz ama yatak, salon problemini çözemedik. Ben profesyonel olarak toplantılarımı İzmir’de rahat yapamıyorum, Antalya ya da İstanbul’a gitmek zorunda kalıyorum. Çünkü tek salonda hem toplantı, hem yemek hazırlamaya çalışılıyor. Antalya’da aynı anda 4 salon veriyorlar.

ŞİRKETLERİN DE İNSANLAR GİBİ KARAKTERLERİ OLMALI

Æ Kurumsal iletişim kurumların iç ilişkilerini mi, dış ilişkilerini mi kapsıyor?

Æ Bir kurumun iç ilişkileri kötüyse bu mutlaka dışarı da yansır. İkisini birbirinden ayırmak pek mümkün değildir. Tabii bunun için şirketin kurumsallaşmış olması gereklidir. Sadece bir logo ve renkler kurumsallaşmayı ifade etmez. Şirketlerin de insan gibi karakter oluşturması gereklidir.

Æ İzmir’de kurumsallaşma ne durumda sizce?

Æ Olumlu çalışmalar var. Ama kurumsallaşma bir yatırım demek; binanıza yatırım, insan kaynaklarına yatırım, çalışma ortamına yatırım gibi birçok kalem var. Belki her şirket kendi ölçeğinde bunu yapıyor ama yüzde yüz kurumsallaşmış firma o kadar fazla değil.

KİBARLIK VE ZARAFET SİYASETTE İTİBAR GÖRMÜYOR

Æ Siyasette iletişim nasıl olmalı?

Æ Hedef kitleyi belirlemek ve profilini iyi analiz etmek çok önemli. Tanımak ve sorunlarını da iyi bilmek gerekiyor. İşadamına başka, çiftçiye başka, kadına başka söylemler gerekebiliyor. İşte halk dili denilen de bu. Maalesef bizim kültürümüzde bazen kabadayı dili de prim yapabiliyor. Ama doğru iletişimle doğru kişiye doğru mesajı verebilirseniz başarılı olabilirsiniz diye düşünüyorum.

Æ Kibarlık ve zarafet bizim siyaset dünyamızda pek itibar görmüyor..

Æ Rakibinizin kim olduğu da önemli. Amerika’daki başkanlık seçimleri iyi örnek. Kendi içlerindeki önseçimleri, partilerin çekişmeleri, liderlerin tartışmaları herşey planlanmış ve hesaplanmış. Barack Obama’nın gömleğinin kolunu kıvırmasından karısının elbisesinin rengine kadar, her sözü ve davranışı planlanıyor. Retorik denilen bir kavram var, bu uygulanıyor. İletişim bir sanat.

Æ Peki herşeyi planlarsak doğallığı kaybetmiş olmaz mıyız?

Æ Kişi bu davranışları kişiliğine oturtabilmişse doğallığı kaybetmiyor. Ses tonunu ayarlamak, uygun davranışları hayatının her alanında kullanabilmek meziyet. Başarabilen kişi doğal ve başarılı olur.
Yazının Devamını Oku

Saksafonla birşey söylemeye çalışıyorum

24 Ağustos 2008
İLHAN ERŞAHİN tanıdığım en doğal ve komplekssiz insanlardan biri. Zaten resimlerimiz de kendisine uygun olarak son derece doğal oldu. İsveç ve Türkiye arasında büyürken müzikle ilgilenmeye başlayıp profesyonel yaşamını ABD’de sürdürmeye başlayan Erşahin’in Nublu adlı kulübü New York gece hayatının en önemli beş kulübünden biri olarak gösteriliyor. Kurduğu müzik gruplarıyla dünyanın birçok yerinde konserler veren İlhan Erşahin gerçek anlamda özgür ve özgün bir sanatçı.

Saksafon çalmaya ne zaman başladınız?

- 16 yaşında başladım. Daha önce müzikle ilgilenmemiştim. Direkt saksafon çalarak başladım.

Müziğe başlama hikayeniz nedir?

- Hep müzik dinliyordum. Özellikle saksafondan etkileniyordum. Ian Jury’nin konserine gitmiştim. O konserde saksafondan çok etkilendim ve çalmaya başladım. O sıralarda okuldaki arkadaşlarım bir grup kurmuşlardı ve bir saksafoncu arıyorlardı. Onlara katıldım.

Annenizin İsveçli babanızın Türk olması kişiliğinizi nasıl etkiledi?

- Annem İsveçli olduğu için İsveç’te büyüdüm, yazları Türkiye’ye geliyordum. Belki de bu yüzden kendimi çok fazla dünya vatandaşı olarak görüyorum. Ülkelerin sınırları, partiler beni ilgilendirmiyor. İnsanlık, hayat, yaşam benim için önemli.

New York’a neden gittiniz?

- Aslında Amerika’ya müzik eğitimi için gitmiştim. Biraz müzik eğitimi aldım ama biraz da okuldan kaçtım. Sonra orada kaldım.

MÜZİĞİMLE KENDİMİ KEŞFETME ÇABASINDAYIM

Hangi gruplarla çalıştınız?

- Önce birçok farklı grupta ve barda saksafoncu olarak çalıştım. Farklı sanatçılarla turnelere çıktım. 1997’de Wax Poetic grubunu kurdum. Yani aslında gruptan çok bir projeydi. O zamandan beri kendi müziğimi yapıyorum. Kendimi keşfetmeye başladım.

Kendinizi keşfetmeye başladıktan sonra neler değişti?

- Ben saksafoncuyum, biraz da keyboard çalıyorum. Kafamdaki melodileri beste yapıyorum. 2 yıl önce Nublu adında bir plak şirketi kurdum. Aynı isimde bir de gece kulübüm var. Stilimiz biraz farklı. Ben bu stile Nublu diyorum.

Neler var bu stilin içinde?

- Her şey var. Çünkü New York Manhattan’da büyüdüğümüz, orada dünyanın her yerinden insanla tanıştığımız için her kültürden etkileniyoruz.

Biraz füzyon mutfağı gibi mi?

- Evet öyle de diyebiliriz. Ama o mutfağın içinde bizim kendi stilimiz de oluşmaya başladı. Birkaç senedir bunun üzerine gidiyoruz. Birçok müzisyeniz, hep birlikte bunun için çalışıyoruz.

YILDIZLAR GECE

KULÜBÜMÜZÜN

MÜDAVİMLERİ

Gece kulübü zor iş değil mi?

- O da biraz tesadüf diyebilirim. Daha önce çaldığım gece kulüplerinin sahipleriyle uğraşıyordum hep. Zaten kendi grubumuz, kendi müziğimiz kendi arkadaşlarımız var neden küçük bir kafe açmayalım diye düşündüm. O kafe daha sonra gece kulübüne dönüştü. 6 senede bayağı bilinir oldu.

New York’ta gece hayatına yön veren 5 kulüpten biri olarak gösteriliyormuş..

- Evet. Oradan bir sürü müzik, grup çıktı. Nora Jones, Brazilian Girls, Kudu, Forro in the Dark.

Nora Jones sizinle ne kadar çalıştı?

- Nora Jones daha önce Wax Poetic grubumuzun solistiydi. Grammy almadan önce 2 yıl bizimle çalıştı. Sonra kendi kariyeri üzerinde çalışmaya başladı.

Kulübünüze çok ünlü kişiler geliyormuş..

- Bir sürü insan geliyor. Dennis Hopper, Jacqueline Bisset, Matt Dillon, Keanu Reeves, Kevin Spacey hep geliyor. David Bryne, Shakira, Gilberto Gil geldi. Çok underground bir yer, herkes geliyor ama sadece 160 kişilik olduğu için bazen insanları alamıyoruz.

BİR ÜLKENİN EN MEŞHUR SANATÇISI BÜLENT ERSOY İSE BENCE ÇOK GARİP

Türk müziği hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Ben Türkiye’yi, Türk müziğini çok seviyorum. Fakat o kadar yetenekli, iyi insanlar, gençler olmasına rağmen televizyonda hep o berbat pop şarkıları. Gazetelerde hep çıplak kızlar, garip sanatçılar(!). Hayat bu değil, dünya bu değil. Her şey yapmacık, sahte. Bir ülkenin en meşhur sanatçısı Bülent Ersoy ise bence çok garip. Popçu erkekler bir acaip, kadın gibi dans ediyorlar. Başka dünyadan gelmişler gibi.

Pop kültür topluma nasıl yansıyor sizce?

- Hep bir eller havaya durumu var. Oysa o insanlar sonra evlerine gidiyor ve kahır çekiyorlar. Ülkede birçok problem var ama kimse bundan bahsetmiyor. Herkes daha çok para, sponsor, daha çok ün peşinde. Bunun bir yerde durması gerekli.

SANAT ADINA

YAPILAN BİRÇOK

ŞEY BENCE ÇÖP

Sanat sadece eğlenme, dağıtma olarak algılanıyor bizde değil mi?


- Ben sadece eğlenme, müzik için çalmıyorum, bir şey söylemeye çalışıyorum. 2008’e geldik, ama o yıla uygun yaşamıyoruz. Maalesef dünyanın her yerinde Mc Donalds gibi bir hayat var artık ama bunu değiştirmemiz gerekli. Bence kötü sanat, kötü yemek, kötü film hepsi aynı kategoride. Sanat diye yapılan birçok şey bence çöp..

Siz bu konuda neler yapıyorsunuz?

- İyi müzik yapıyor ve insanlara veriyoruz. Kalpten çalıyoruz, bir şey anlatmaya çalışıyoruz ve insanlar anlıyor. Kariyerimiz hiçbir zaman birden çıkıp inmedi. Yavaş yavaş ilerliyoruz. Her çaldığımızda 10 yeni seyirci ekleniyor. Bu da bize yetiyor.

Çeşme’ye gelene kadar nerelerde çaldınız?

- Bu sene bayağı bir turne yaptık. Paris, Madrid, Barselona, Amsterdam, Rotterdam, Almanya, İtalya, Brezilya’ya gittik. Ama Çeşme nefis. Türkiye’de her yer nefis.

HERKES BATI

MÜZİĞİ YAPMASIN

SAMİMİ OLSUN

Yeni çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

- Wax Poetic, Love Trio, Kudu var. Hüsnü Şenlendirici ile olan Harikalar Diyarı projemiz var. Şimdi bunun yenisini yapacağız Hüsnü ile. Nublu Orkestramız var. Orhan Gencebay remixleri yapıyoruz. Bir sürü projemiz var.

Türkiye’den habire dünyaya açılacağını iddia eden sanatçılara neler önerirsiniz?

- Türkiye’yi bütün dünya sanıyorlar. Sonra da bütün dünyada ünlü olmaya çalışıyorlar. Kendi sınırlarından çıkmaları lazım. İlla Batı müziği yapmalarına gerek yok, samimilik yeterli. Bir sürü nefis müzik ve müzisyenler var Türkiye’de. Ama para kazanma ve ünlü olma hastalığı özgünlüğün önüne geçmiş. Buradaki pop müzik Amerikan hiphop müziğine benziyor.
Yazının Devamını Oku

Kuaförlük, moda, gece kulübü ve 50 yaşından sonra DJ’lik

17 Ağustos 2008
CLAUDE CHALLE dünyanın en ünlü DJ’lerinden biri olarak tanınıyor. Oysa uzun yıllar farklı kentlerde farklı konseptlerde mekanlar açıp işletmiş. Tunus doğumlu Fransız olan Challe, Arap kökenlerinin farklı bakış açıları kazandırarak işlerinde başarıyı getirdiğini söylüyor. Her ne kadar Tarkan hakkındaki görüşlerine katılmasam da, dünyaya değişik pencereden bakan Challe ile Çeşme Shayna’da çok keyifli bir sohbet yaptık.

Æ Çeşme’ye kaçıncı gelişiniz?

Æ Türkiye’ye çok geldim. İstanbul’a, Bodrum’a ama Çeşme’ye üçüncü veya dördüncü gelişim.

Æ Çeşme hakkında ne düşünüyorsunuz?

Æ Çeşme’yi çok iyi bilmiyorum ama mesela Alaçatı’yı çok sevdim. Dükkanlar, restoranlar, sokaklar çok güzeldi. Çok güzel bir ülkeniz ve sıcak insanlarınız var.

Æ Tunuslusunuz ve hayatınıza kuaförlükle başlamışsınız.

Æ Evet, önce kuaförlük yaptım. Sonra modayla uğraştım. Daha sonra uzun yıllar bar, restoran ve gece kulübü işlettim.

Æ Bütün bu işleriniz sırasında müzik nerelerdeydi?

Æ Müzik her zaman benimleydi. Müzik benim için oksijen gibidir. Evimizde hep Arap müzikleri çalardı, müzikle büyüdüm. Benim dönemimde rock’n roll modaydı. Elvis Presley gibi starları dinleyerek büyüdüm.

Æ Arap müziği, batı müziği hepsini dinleyerek büyümek bir şans mıydı?

Æ Arap müziği zaten kanımda var. Farklı kültürlerden gelen insanlar için bu bir şans. Doğu’yu, Batı’yı güzel bir biçimde birleştirme şansı doğuyor. Bu da sanatta yeni açılımlara sebep oluyor.

AÇTIĞIM HER GECE KULÜBÜYLE YENİ AÇILIMLAR YARATTIK

Æ Siz birçok gece kulübü, bar ve restoran açıp işlettiniz. Bu sektörde nelere öncülük yaptınız?

Æ Beni mutlu eden bir şey var. Açtığım her gece kulübü, her barla aynı zamanda yepyeni bir konsept geliştirdim. 70’lerdeki ilk gece kulübüm Le Priveé o zaman dünyanın en şık kulübüydü ve her tür insanı bir araya getirirdi. Çünkü o zamanlar sosyetikler, orta durumdakiler ve gettolarda yaşayan alt sınıftakiler başka başka kulüplere giderdi. İlk kez benim kulübümde hepsi bir araya geldi. Mesela, Onasis gibi birçok önemli kişiyi VIP bölümümüzde ağırladık. Ama şimdi hiçbir kulüpte VIP bölümü yok.

Æ Başka hangi mekanları işlettiniz?

Æ Restoranım Centre Ville dünyada DJ kabininin kulübün tam ortasına konduğu ilk restorandır. 1987 yılıydı. Her hafta bir gece farklı konseptler yapıyorduk. Bu da o zaman yapılmamış bir şeydi. Sonra Bain Douche’u açtık. Küçük, farklı insanların buluştuğu underground bir kulüptü. Sonra Ibiza’da Divino’yu açtım. Burası dünyanın ilk lounge mekanıydı. Yani ne bar, ne disko, ne restoran, hepsinin karışımı bir yer yarattık. Yepyeni bir anlayış getirdik.

TÜRK MÜZİĞİNE BAYILIYORUM AMA TARKAN’I BEĞENMİYORUM

Æ Günümüz müzikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Æ Son derece ticari olduklarını düşünüyorum. Her yerde aynı müzik var. Bazıları çok gürültülü, dayanabilmek için baş ağrısı ilacı almanız gerekiyor.

Æ Türk müziğini seviyor musunuz?

Æ Türk müziğine bayılıyorum. Çünkü Doğu ve Batı’nın çok güzel karışımı olduğunu düşünüyorum. Romantik, güzel enstrümanlarla yapılmış harika müzik. Ajda Pekkan, Mustafa Sandal, Sibel Can, Bülent Ersoy güçlü şarkıcılar.

Æ Tarkan’ı nasıl buluyorsunuz?

Æ Tarkan’ı beğenmiyorum.

Æ Neden?

Æ Yıllar önce Türkiye’ye geldiğimde Tarkan’ın "muck muck" şarkısı yeni çıkmıştı. Ben de bu şarkıyı çok beğendim ve gittiğim her yere götürdüm. Ama sonra Tarkan’ın bir konserine gittim beğenmedim, bence sesi de güzel değil.

ŞANSLI İNSANLARDAN OLDUĞUMUN FARKINDAYIM

Æ Gece hayatından aile kurmaya vaktiniz oldu mu?

Æ Oldu diyemem. Ama 25 yaşında bir kızım var. O da müziği çok seviyor. Klip yönetmenliği yapıyor ama DJ olmayı düşünüyor.

Æ Bundan sonrası için planlarınız neler?

Æ Bir film çekeceğiz. Senaryosunu ben yazdım, yapım ve yönetimini de üstlenmeyi düşünüyorum. Başka ülkelerden de yapımcılar olacak. Benimkine benzeyen bir hikaye anlatacak. Dolayısıyla tüm DJ’leri anlatacak. Bu DJ dünyadaki çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışacak.

Æ Bu konuda kendinizi sorumlu mu hissediyorsunuz?

Æ Ben hayatım boyunca çok şanslı olduğumun farkındaydım. Açlıktan ölen çocuklar ya da evsiz, hastanesiz, şanssızlıklar içinde yaşayan insanlar için hep acı çektim. Biz şanslı taraftayız, her şeyimiz fazlasıyla var belki ama dünyadaki herkesin en azından minimum standartlara sahip olması gerektiğine inanıyorum.

DÜNYADA GECE HAYATI BİTTİ

Æ Gece hayatında bu kadar başarılı olmanızın sırrı nedir, samimiyet mi?

Æ Bence çok kolay. Ben hayatımın her gecesini dışarıda geçirdim. Londra, Paris, New York... Nereye gitsem gece yaşarım. Çok farklı yerler gezerim, her gittiğim yerde değişiklikleri gözlemlerim ve bunları kendi yerlerimde uygularım. Bu kişiliğimde var. Meraklı ve yeniliğe açık bir insanım.

Æ Şimdiki gece hayatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Æ Bence tüm dünyada gece hayatı bitti. Gece kulüplerinin hepsi birbirinin kopyası. Türkiye’de daha şanslı durumdasınız çünkü doğru insanlar sokağa çıkıyor. Ama Londra, Paris veya başka metropollerde artık doğru insanlar gece dışarı çıkmıyor. Gece kulüplerine sadece çok gençler, hatta çocuklar gidiyor. Herkes forma gibi tişört ve kot pantolon giyiyor. Kimse gece için özenmiyor.

İNSANLAR 50 YAŞINDA HAYATTAN ÇEKİLİRKEN BEN DJ’LİĞE YENİ BAŞLAMIŞTIM

Æ Günümüz DJ’leri için ne düşünüyorsunuz?

Æ 10 yıl önce uluslararası DJ olmak harikulade bir şeydi. Bir rock yıldızı gibi dünyayı geziyorduk. 1. sınıf uçak biletleri, limuzinler, insanların ilgisi. Bence bu da fazla. Çünkü DJ sadece bir DJ’dir. İnsanlara güzel müzik dinletmeye çalışır. Ben her yerde, her ülkede çaldım, 12 yıldır bu işi yapıyorum, turumu tamamladım. DJ’liğe 50 yaşımda başladım. Bu yaşta insanlar her şeyi bırakır, oysa ben yepyeni bir şeye başlamıştım.

Æ Bir DJ için en mutlu anı nasıl tarif edersiniz?

Æ Küçücük bir düğmeyle herkesi neşe ve mutlulukla coşturmak, dansettirmek. O sihirli bir an. Çünkü orada yalnızsınız. Orkestra yok, müzisyen yok. Bu zor bir şey.

1001 GECE MASALLARININ ÜLKESİNDE YAŞAMAYI SEVİYORUM

Æ Neden Marakeş’te yaşıyorsunuz?

Æ Öncelikle sanırım Arap köklerime dönmek istedim. 1001 Gece Masalları’nın geçtiği bir ülkede yaşamaktan hoşlanıyorum. Orada çok güzel gece hayatımız var. Marakeş’liler çok kibar insanlar, yemekler güzel, kadınlar güzel. Enternasyonel bir yer, dünyanın her yerinden, her kesimden insan var.

Æ Orada gece kulübünüz var mı?

Æ Henüz yok. Şu anda sadece DJ olarak çalışıyorum. Ama hiç belli olmaz açabilirim.
Yazının Devamını Oku