29 Mart 2009
Hakan Urgancı, TRT’nin başarılı spikerlerinden. 2007’deki Eurovision Şarkı Yarışması’nın da sunucusu olan Urgancı, "Ben Kim Konuşmak Kim" adlı kitabında sunum ve iletişim tekniklerinden söz ediyor. Æ Neden sunucu, spiker olmayı seçtiniz?
Æ Aslında isteğim oyunculuk ya da TV ile ilgili herhangi bir şeydi. Üniversite tercihlerimi de basın yayın yapacaktım ama turizm oldu. Okurken son yıllarda İzmir Radyosu baş spikeri Günay Oğuz’dan diksiyon dersleri aldım. Sonra yerel televizyonlar Kanal 1 ve Ege Tv’de haber spikerliği dahil birçok programda çalıştım. TRT sınavlarına girdim ve 3 bin kişi arasından 30 kişi seçildik.
Æ Sonra Ankara’da mı çalıştınız?
Æ Evet hemen Ankara oldu. Diğer seçilenler radyoda başladı. Televizyona başlayan tek erkek spiker o dönemde bendim. Ben program işini o kadar sevdim ki yıllardır yaptığım haberciliğe bir anda sırtımı döndüm ve sunucu olarak kaldım.
Æ Ne tarz programlar yaptınız şu ana kadar?
Æ Açıkçası spor, tartışma ve dini program dışında hepsini sundum. Bir Kelime Bir İşlem, Sayısal Gece, 23 Nisan gala programları Halit Kıvanç ile 7 yıl ve Kenan Doğulu’nun katıldığı 2007 Eurovision Şarkı Yarışması’nı Finlandiya’dan sunmam en bilinen işler.
Æ Şu an hangi programı yapıyorsunuz?
Æ Şu ’sınır tanımayan aşklar’ adında Türkiye’deki yabancı gelin ve damatlarla ilgili program yapıyoruz. Artık yurt dışına açılıp orada yaşayan Türk gelin ve damatları görüntülemek istiyoruz.
Eurovision sunumum çok eleştirildi ama ben kendi imzamı attım
Æ Eurovision yarışmasını sunmak nasıldı?
Æ Açıkçası Eurovision’da risk aldım çünkü farklı bir anlatım tarzı denedim. Bunu çok beğenen de oldu eleştiren de, ama ben zaten bunu istedim. Çünkü eleştirilmek aslında hoş. Mevcudiyetini daha sağlamlaştıran bir şey. Eğer her zamanki klasik sunumlardan yapsaydım kendi imzamı atamayacaktım.
Æ Eurovision hakkında ne düşünüyorsunuz?
Æ Eurovision çok değişti, tam sahne şovuna dönüştü. Dolayısıyla artık Eurovision mutlaka katılınması gereken ama çok da ciddiye alınmaması gereken bir şey. Benim sunumumda da bu vardı aslında biraz gırgır, biraz mizah.
Æ Eurovision sunumunda ’keşke şunu söylemeseydim’ dediğiniz şeyler oldu mu?
Æ En çok eleştirildiğim konu ’Allah sevdiği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş’ dememdi. Biz Kenan Doğulu’ya ve şarkısına o kadar güveniyorduk ki, yarı finalden finale hemen geçeceğimize inanıyorduk. Fakat son zarflara kalıp hala Türkiye adı okunmayınca inancım düştü ve gittikçe sinirlenip üzülmeye başladım. Adımız son anda okununca da normalde sevinmeyeceğim kadar sevindim ve aklıma bu ata sözü geldi. Ama sonrasında ne maneviyatçılığım kaldı ne gaf yapmadığım..
Æ Bu sene Hadise ile şansımızı nasıl görüyorsunuz?
Æ Büyük oranda şanslı görüyorum aslında. Ama bu seneki şanssızlık oylama sisteminin değişmesi. Halkın yanısıra jüri oylaması da var. Ama ben yine de Hadise’den ilk dört bekliyorum.
İlham beklemek hiç geçmeyecek taksiyi beklemek gibi birşey
Æ Kitap fikri nasıl oluştu?
Æ Kitap hatta kitaplar hep vardı. İlk düşüncem polisiye romandı. Fakat anladım ki bu iş sadece ilhamla olan bir şey değil. Özellikle romancıların oturup tam mesai yaptıkları bir iş. Benim iş trafiğimde ve seyahatlerim arasında böyle düzen sürdürmek mümkün değildi. İlham gelmesini beklemek hiç taksi geçmeyen bir yerde taksi beklemek gibi. Ben de bildiğim konudan başladım, sunuculuk ve sunum teknikleriyle ilgili ’Ben Kim Konuşmak Kim’ adlı kitabı yazdım.
Æ Kitabın ismi nereden çıktı?
Æ Kitabın ilk ismi, kibarcası ’Önüne Gelen Konuşuyor’ ya da ’Ağzı Olan Konuşuyor’du. Aslında bu bir tepki. Bu işi iyi yapamayan yapmasın tepkisi. Daha sonra bunu yapanlara yardımcı olmak istediğimi düşündüm ve ’Ben Kim Konuşmak Kim’ başlığını seçtim. Bu yazanın değil kitabı almak isteyenin başlığıydı.
Az okuduğumuz için az sözcükle konuşuyoruz
Æ Sokaktaki insanlar düzgün konuşmayı biliyor mu sizce?
Æ İnsanların doğru özne, yüklem kullanmasını beklemek bizim hakkımız, çünkü Türkçe bizim dil bayrağımız. Fakat iletişim kanallarının bu kadar çok olması elbette bir kirlilik yaratıyor. Az okuduğumuz için de az sözcükle konuşuyoruz. Düzgün konuşmak iyi hitabet diksiyon demek değildir. Diksiyon pastanın kirazıdır.
Æ Kitabınızda ipuçları veriyorsunuz; etkileyici konuşmak için bize de bahseder misiniz?
Æ Kitapta daha çok sahne teknikleri ile bilgiler var. İletişimi de doğru tanımlamak gerekli. ’Öfke ilgi için atılmış bir çığlıktır’ çok sevdiğim sözdür. Bir insan öfkeleniyorsa aslında ilgi eksikliği vardı. Önce o ilgi eksikliğini yenmektir iletişimi doğru kılan. Mesela ’senin sorunun ne’ sorun yaratan bir tamlama çünkü kimse sorunu olduğunu kabul etmez. Ya da özellikle ’ama’ sözcüğü problem yaratan bir sözcüktür çünkü ’ama’nın ardından bir suçlama olması muhtemeldir.
En önemli karizma kuralı acele etmemektir
Æ Kitapla ilgili eğitimlere katılıyor musunuz? Bir yerlerde anlatıyor musun bunları?
Æ Hem bireysel dersler hem de genel olarak konuşmacı olarak çağrıldığım her yerde hem diksiyon hem de sunum teknikleri, kürsü, hitabet üzerine dersler veriyorum. Kitap çıktıktan sonra özellikle üniversitelerden çok davet aldım. İletişimin her dalında eğitim veriyorum ama bir de karizma başlığı üzerinde çalışıyorum. İkinci kitabımı karizma üzerine düşünüyorum.
Æ Karizmanın önemi ne ilişkilerde ve iletişimde?
Æ Karizma için çok önemli bir kural acele etmemektir. En önemli karizma kuralı duraksamaktır. Acele konuşan, acele hareket eden acelesi olduğunu düşündüren insanlar karşılarındaki insanın kaçıp gideceği endişesini taşıdıklarını ve kendilerine güvenmediklerini belli eder. O yüzden duraksamak yine iletişimde sayılmak için altın kuraldır.
İade garantili ilk kitap
Æ Peki kitabın kapağında ’Dünyada İlk Kez Kitap İade Garantisi’ yazıyor, nereden çıktı bu, hiç iade eden oldu mu?
Æ Benim kitabıma henüz olmadı şükürler olsun. Yayınevim ilk kez yapıyor bunu, beğendiği güvendiği kitaplarına yapıyor. Tabii bu yüzden ’yayınevi kitabına güvenmiyor mu’ ki böyle bir ibare koyuyor gibi tepkiler aldım ama bence bu yayınevi ve okuyucu kitlesi arasında çok iyi bir ilişki olduğunun ve insanların bunu suistimal etmediğinin imzası ve güvencesidir.
Æ Peki kitap nasıl tepkiler aldı?
Æ Dört ayda üç baskı yaptı. İsteğim kitabın sadece beğenilmesi değil. Spikerlik sınavına giren bir öğrencinin kitabımdan faydalanması ya da topluluk önünde konuşmaktan çekinen bir öğretmenin bu şekilde mesleğine katkıda bulunduğumu söylemesi gibi geri bildirimler beni çok mutlu etti.
Farzedin ki, biz medeni bir toplumuz
Geçtiğimiz perşembe sabah 09.15’de, aracımla yoğun trafikteydim. Gazi Bulvarı’nda, kırmızı ışıkta, yolun sağ şeridinde sinyal ve işaret vermeden duran bir aracın arkasında birkaç araba durduk.
Bizler, doğal olarak, aracın kırmızı ışıkta durduğunu sanıyorduk, ama yeşil yanınca baktık ki, içindeki şoför istifini bozmadan duruyor. Tabii, biz arkasındaki birkaç araba hareket edemediğimizden yeşil ışıkta geçemedik, yoğun trafikte sıkıştık. Ben, o sırada hemen 10 metre yanda duran trafik polisine seslenerek, yardım istedim. Memur ne dese beğenirsiniz; "Eee ne olmuş duruyorsa, farzedin ki, araba arızalı." Tabii, bu arada diğer araba benim şikayetimi duyup kaçtı. Böylelikle, İzmir gibi medeniyetin beşiği dediğimiz bir şehirde bile, yolumun ihlal edildiğini ve hakkımın yendiğini söyleyerek trafik polisinden yardım isteyerek en büyük hatayı yaptığımı anladım.
Evet, artık farzediyorum ki, "Bizler medeniyiz". A.D.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2009
Nitsa Çukurel, hayatın içinden çok farklı projeler çıkarabiliyor. Genç yaşına rağmen, aldığı çok iyi eğitimlerle şimdiden farklı, özel bir sanatçı olacağının ve gelecekte çok çarpıcı çalışmalar yapacağının sinyallerini veriyor. Sanatına ve kendine sınır çizmeyen Çukurel, açtığı etkileyici fotoğraf sergilerinin yanısıra ortağıyla çektiği kısa film ile de önemli bir ödül kazanmış.
>> Fotoğrafçılık eğitimi mi aldınız?
>> Aslında önce başka eğitimler aldım. İzmir Amerikan Lisesi’nden sonra ODTÜ psikoloji ve sosyoloji bölümlerini çift ana dal yaparak yani dört yılda bitirdim ve her iki bölümden mezun oldum.
>> Fotoğraf merakı sonradan mı başladı?
>> Aslında üniversitedeyken de görsel sanatlara çok meraklıydım. Psikoloji alanında çalışsam da görsel algı alanında çalışacaktım. Çünkü çocukluktan beri film ve fotoğrafa karşı çok ilgiliydim. Deneysel psikoloji daha çok laboratuvara bağlı diye düşünerek algıdan ziyade görselliğe yöneldim ve San Fransisco’daki en büyük sanat akademisi olan Academy of Art University’de fotoğrafçılık okudum.
>> Anneniz babanız ’seni okuttuk ODTÜlerde, nereden çıktı bu fotoğraf eğitimi’ demedi mi?
>> Onlar hep destekledi. Hatta babam beni ilk sinemaya götürdüğünde makine odasına götürüp filmin nasıl oynatıldığını anlatmıştı. Bu merakımı ilk o başlattı yani..
>> Amerika’daki okula nasıl kabul edildiniz?
- Meraklı olduğumdan fotoğrafçılık kulüplerinde karanlık oda gibi küçük eğitimler almıştım. Çektiğim fotoğraflardan bir portfolyo oluşturarak San Fransisco’daki okula başvurdum ve kabul edildim. Okuldan mezun olmak, kabul edilmekten daha zor. 2,5 senelik bir eğitim. Çok teknik, derinlemesine eğitim aldım. O süreçte kendimi sorgulayarak yaptığım işi daha çok ciddiye almaya başladım.
>> Ne gibi eğitimler aldınız?
>> Hem baskı hem de çekim açısından değişik teknikler öğretildi. Çok önemli uzmanlar ders veriyordu. Kimi araba çekimlerinde, kimi 1920’lerin sahnelerini yaratmakta uzman. Bu kişilerden ders olmak çok önemliydi. Çok farklı karanlık oda teknikleri, değişik yüzeyler üzerine baskılar, iğne deliği kameralar, büyük format makineler, hayal bile edemeyeceğim stüdyo ekipmanlarıyla çalıştım. Teorikten ziyade proje ve teknik üzerine eğitim veriliyordu
>> Teknolojinin gelişimi ne düşündürüyor, yani artık cep telefonlarıyla bile fotoğraf çekiliyor.
>> Aldığım eğitimin içerisinde dijital de var. Hatta fotoğrafçılar için fotoshop eğitimi bile aldık. Hatta ben baskıya yönelik düzeltmeler konusunda bayağı iyiyim. Zaten artık kimse dijitali yadsımıyor. Bir kere çok daha ekonomik ve fazla imkan sunuyor. Ama ben mesela slayt çekmeyi daha çok seviyorum. Kalitesi daha iyi ve analog makineyle çekilen fotoğrafa daha çok özeniliyor. Ama profesyonel işlerde dijital tercih ediliyor.
>> Amerika’dan sonra hemen İzmir’e mi döndünüz?
>> Evet, Ekonomi Üniversitesi İletişim Tasarım Bölümü’nde bir yıl asistanlık yaptım. Fakat akademik değil, daha uygulamalı çalışmak istediğime karar verdim, ortağım Yasemin Tekmen’le tasarım şirketi kurduk.
ALDIĞIM EĞİTİM, PROJELERİMDE BELİRLEYİCİ OLUYOR
>> Başka ilginç projeleriniz var mı?
>> Bir şeyi bitirince hemen yeni şeylere girişiyorum. Birinin adı Atık. Sokakta gördüğüm eşyalarla ilgili çalışma yapmayı düşünüyorum. Bir de ’Deve Cüce’ adlı çok büyük şeyleri küçük göstereceğim, küçükleri de büyük göstereceğim bir çalışmam olacak.
>> Hep makinenizle mi geziyorsunuz?
>> Aslında değil. Çünkü genelde kafamda bir proje oluyor ve onun üzerine gidiyorum. Diğer türlü bir kare güzel fotoğraf yakalıyorsunuz ama o tek kalıyor ve başka bir şeyle ilişkilenmiyor.
>> Psikoloji ve sosyoloji eğitiminiz fotoğrafçılığınıza nasıl yansıyor sizce?
>> Bir kere her şeyi rasyonalize etme ihtiyacı duyuyorum. Bağlantılar arıyorum hep. İlgilendiğim konularda belirleyici olabilir belki. Mesela ’Deve Cüce’ projemde algıların yanılsaması üzerine olacak.
KISA ANİMASYON FİLMİMİZ EN İYİ CANLANDIRMA ÖDÜLÜ ALDI
>> Kısa film dalında nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?
>> Birkaç tane kısa film çektik. Bir tanesi İFSAK’ta (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) ödül kazandı. 2007’de ortağım Yasemin’le çektiğimiz "Pemby’nin Hazin Yaşamı" adlı kısa animasyonumuz ’Kısa Canlandırma’ ödülü aldı. 2008’de bir film daha gönderdim Tangramla ilgili. Finale kaldı ama sonra elendi. Bu sene yine bir belgesel kısa film üzerine çalışıyoruz.
>> Projeleriniz dışında nelerin fotoğrafını çekiyorsunuz?
>> Küçük Prens en sevdiğim kitap olduğundan yedi resimlik bir portföy çalışması yapmıştım. Bir de ben de biraz müzikle uğraştığım için müzisyenleri çekmekten büyük keyif alıyorum.
>> Siz komple sanatçısınız, harika.. Müzik alanında neler yaptınız?
>> Ankara’da okurken bir trio grubumuz vardı. Onlarla caz söylüyordum. Bir de alternatif rock grubumuz vardı hatta yarışmalara da katılmıştık. İzmir’de canlı çalmadık ama kayıt yapıyoruz.
>> Neler söylüyorsunuz?
>> Kendi bestelerimizi söylüyoruz. Türkçe ve İngilizce şarkılarımız var. Bazen yurt dışındaki bir arkadaşım bir beste gönderiyor ben sözlerini yazıyorum.
İZMİR’İ VE BİZ İZMİRLİLERİ YANSITAN İZMİRİZ MARKASINI YARATTIK
>> Tasarım şirketinizde neler yapıyorsunuz?
>> Amacımız klasik reklam ajansı gibi hizmet vermek değil. Kısa filmler, sergiler gibi kendi istediğimiz projelere de zaman ayırmak, hem de kaliteli işler yapalım da insanlar İstanbul’a gitmesin istiyoruz.
>> İzmir’de tüm bunları yapabilecek alanlar bulabiliyor musunuz?
>> Hem var hem yok diyelim.
>> İzmiriz projesi nasıl doğdu?
>> ’İzmir ile ilgili, kendimize has bir şeyler bulamıyoruz’ diye düşünüyorduk. İstanbul’da bunun çok örneği var. Biz de İzmir’le ilgili tasarımlar yaptık. Şimdilik iyi gidiyor, ilgi görüyor.
>> Neler yapıyorsunuz?
>> İzmir’in sadece simgelerinden değil, dilinden, kültüründen, tarihinden, her şeyinden esinlenerek tasarımlar yapıyoruz. Kartpostallar, tişörtler, bardak altlıkları, anahtarlıklar.. Tasarım eli değmiş hediyelik eşyalar diyebiliriz. Takılar, çay ve rakı bardakları da var.
>> Yaptıklarınız nerede satılıyor?
>> Kendi yerimizin yanı sıra internet sitemiz izmiriz.com da satılıyor. Şimdi yavaş yavaş toptan isteyenler de oluyor.
YENİ SERGİM İNSAN BEDENLERİNE YANSITILMIŞ SLAYTLARDAN OLUŞUYOR
>> Kaç fotoğraf sergisi açtınız?
>> Geçen yıl bir kişisel sergim oldu. Vitrin mankenleriyle ilgiliydi. Daha önce TEMA yararına ortağımla sergimiz olmuştu. Doğa fotoğraflarından oluşuyordu. Birçok karma sergiye de katıldım. Vitrin mankenlerini ne dükkana, ne de sokağa ait olmadıkları için ilginç bulmuştum. Sergimin adı da ’Arada’ idi. Yani ne içeride, ne de dışarıda. O dönemde yurt dışında yaşadığımdan kendi durumumdan esinlenmiş olabilirim. Hatta mankenleri İzmir, Los Angeles, Las Vegas yani yolumun üzerindeki mağazaların vitrinlerinden çektim.
>> Şimdi çalıştığınız sergi nasıl?
>> Bu yıl insan bedenleri üzerine çektiğim slaytları yansıtarak hazırladığım bir fotoğraf sergim olacak. Adı ’Yansımalar, yanılsamalar.’ Nisan ayında Soyer Kültür Merkezi’nde.
>> Çıplak insan vücutlarına mı yansıttınız slaytları?
>> Evet ama vücudun hangi parçası hatta insan vücudu mu o bile anlaşılmıyor çoğunda. Bu da hoşuma gidiyor çünkü görenler tartışıyor bu neresi diye? Bakanları biraz zorluyor fotoğraflar..
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2009
DÜN, 14 Mart Tıp Bayramı’ydı. Köşeme başladığımdan beri bir doktor, hele bir kadın doktor konuk etmediğimi fark ettim. Doktor Didem Dereli, Türkiye’nin az sayıdaki endokrinoloğundan biri. Genç yaşına rağmen gerek yurt içi, gerekse yurt dışındaki başarılarıyla kendinden söz ettiren Dereli ile Türkiye’de doktor olmayı konuştuk.
>> Doktor olmaya nasıl karar verdiniz?
>> Çok küçüktüm karar verdiğimde. Babamın çok doktor arkadaşı vardı. Sanırım onlardan etkilendim. Her gittiğimiz yerde insanlar doktorlara sıcak davranırdı. İnsan ilişkileri de etkiledi.
>> Nerede eğitim aldınız?
>> Fen Lisesi’nde yatılı okuduğumdan bir daha yatılı okumak istemedim. Tek tercihle Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım.
>> Doktor olduğunuza memnun musunuz?
>> Açıkçası kurtarabildiğimden daha fazla insanın hayatını yitirdiğine şahit olacağımı bilsem yine olur muydum bilmiyorum. Türkiye’de doktorluk çok zor. Yurt dışına benzemiyor. Ben şanslı azınlıktanım. İzmir’in merkezinde iyi ortamda çalışıyorum. Ama birçok meslektaşım zor şartlarda, yapabileceği birçok şeyi yapamaz durumda çalışıyor.
>> Nasıl zorluklar bunlar?
>> Hastaneler yetersiz. İnsan hayatıyla uğraşmak sadece doktorun elinde değil. Bir ekip ve donanım işi. Tıp ilerledi ama ne yazık ki ülkemizin bir çok yerinde bir steteskopla doktorluk yapılması bekleniyor. Nöbet saatlerinde acil servislerinde sadece kan şekeri, üre, karaciğer fonksiyonlarının bakılabildiği hastaneler var. Bazı eksikliklerden hastalar kaybedilebiliyor ve doktorlar bu nedenle vicdan azabı çekiyor.
>> Hasta yakınları da doktorlara saldırıyor değil mi?
>> Ne yazık ki bu olaylar doktor sorunu gibi aksettiriliyor. Oysa doktor bir insanın acı çekmesini ya da ölmesini istemez. Ama acılı hasta yakını en kolay hedef olarak doktoru görüyor. Benzer durumlarda kurtulan hastaların olduğundan bahsediliyor ama hiçbir vaka birbirinin aynı değildir.
DÜN, 14 Mart Tıp Bayramı’ydı. Köşeme başladığımdan beri bir doktor, hele bir kadın doktor konuk etmediğimi fark ettim. Doktor Didem Dereli, Türkiye’nin az sayıdaki endokrinoloğundan biri. Genç yaşına rağmen gerek yurt içi, gerekse yurt dışındaki başarılarıyla kendinden söz ettiren Dereli ile Türkiye’de doktor olmayı konuştuk.
>> Doktor olmaya nasıl karar verdiniz?
>> Çok küçüktüm karar verdiğimde. Babamın çok doktor arkadaşı vardı. Sanırım onlardan etkilendim. Her gittiğimiz yerde insanlar doktorlara sıcak davranırdı. İnsan ilişkileri de etkiledi.
>> Nerede eğitim aldınız?
>> Fen Lisesi’nde yatılı okuduğumdan bir daha yatılı okumak istemedim. Tek tercihle Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım.
>> Doktor olduğunuza memnun musunuz?
>> Açıkçası kurtarabildiğimden daha fazla insanın hayatını yitirdiğine şahit olacağımı bilsem yine olur muydum bilmiyorum. Türkiye’de doktorluk çok zor. Yurt dışına benzemiyor. Ben şanslı azınlıktanım. İzmir’in merkezinde iyi ortamda çalışıyorum. Ama birçok meslektaşım zor şartlarda, yapabileceği birçok şeyi yapamaz durumda çalışıyor.
>> Nasıl zorluklar bunlar?
>> Hastaneler yetersiz. İnsan hayatıyla uğraşmak sadece doktorun elinde değil. Bir ekip ve donanım işi. Tıp ilerledi ama ne yazık ki ülkemizin bir çok yerinde bir steteskopla doktorluk yapılması bekleniyor. Nöbet saatlerinde acil servislerinde sadece kan şekeri, üre, karaciğer fonksiyonlarının bakılabildiği hastaneler var. Bazı eksikliklerden hastalar kaybedilebiliyor ve doktorlar bu nedenle vicdan azabı çekiyor.
>> Hasta yakınları da doktorlara saldırıyor değil mi?
>> Ne yazık ki bu olaylar doktor sorunu gibi aksettiriliyor. Oysa doktor bir insanın acı çekmesini ya da ölmesini istemez. Ama acılı hasta yakını en kolay hedef olarak doktoru görüyor. Benzer durumlarda kurtulan hastaların olduğundan bahsediliyor ama hiçbir vaka birbirinin aynı değildir.
DÜN, 14 Mart Tıp Bayramı’ydı. Köşeme başladığımdan beri bir doktor, hele bir kadın doktor konuk etmediğimi fark ettim. Doktor Didem Dereli, Türkiye’nin az sayıdaki endokrinoloğundan biri. Genç yaşına rağmen gerek yurt içi, gerekse yurt dışındaki başarılarıyla kendinden söz ettiren Dereli ile Türkiye’de doktor olmayı konuştuk.
>> Doktor olmaya nasıl karar verdiniz?
>> Çok küçüktüm karar verdiğimde. Babamın çok doktor arkadaşı vardı. Sanırım onlardan etkilendim. Her gittiğimiz yerde insanlar doktorlara sıcak davranırdı. İnsan ilişkileri de etkiledi.
>> Nerede eğitim aldınız?
>> Fen Lisesi’nde yatılı okuduğumdan bir daha yatılı okumak istemedim. Tek tercihle Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım.
>> Doktor olduğunuza memnun musunuz?
>> Açıkçası kurtarabildiğimden daha fazla insanın hayatını yitirdiğine şahit olacağımı bilsem yine olur muydum bilmiyorum. Türkiye’de doktorluk çok zor. Yurt dışına benzemiyor. Ben şanslı azınlıktanım. İzmir’in merkezinde iyi ortamda çalışıyorum. Ama birçok meslektaşım zor şartlarda, yapabileceği birçok şeyi yapamaz durumda çalışıyor.
>> Nasıl zorluklar bunlar?
>> Hastaneler yetersiz. İnsan hayatıyla uğraşmak sadece doktorun elinde değil. Bir ekip ve donanım işi. Tıp ilerledi ama ne yazık ki ülkemizin bir çok yerinde bir steteskopla doktorluk yapılması bekleniyor. Nöbet saatlerinde acil servislerinde sadece kan şekeri, üre, karaciğer fonksiyonlarının bakılabildiği hastaneler var. Bazı eksikliklerden hastalar kaybedilebiliyor ve doktorlar bu nedenle vicdan azabı çekiyor.
>> Hasta yakınları da doktorlara saldırıyor değil mi?
>> Ne yazık ki bu olaylar doktor sorunu gibi aksettiriliyor. Oysa doktor bir insanın acı çekmesini ya da ölmesini istemez. Ama acılı hasta yakını en kolay hedef olarak doktoru görüyor. Benzer durumlarda kurtulan hastaların olduğundan bahsediliyor ama hiçbir vaka birbirinin aynı değildir.
Hastalarıma "Oğlumun sağlığı sizden daha önemli" diyemem
>> Genç kadın doktor gördüklerinde şaşırıyorlar mı?
>> Şaşırıyorlar. Eskiden daha zordu. İlk nöbetlerimden birinde acilde kalp krizi geçiren birine, müdahale ederken "Beni çoluk çocuğa bıraktılar, sen git doktor gelsin" diye bağırmaya başladı. Doktor olduğuma ikna edene kadar çok zorlandım. Şu an bile önce ’hemşire hanım’, sonra ’doktor bey’ en son ise ’doktor beyhanım’ diyorlar. Çünkü kafalarında doktorların genellikle orta yaşlı, erkek oldukları yerleşmiştir. O saygıyı hissetmesi, canını emanet etmesi zor oluyor.
>> Çok yoğun çalışmanız eşiniz ve çocuğunuz için sorun yaratıyor mu?
>> İyi ki doktor bir kocam var, yoksa beni çoktan bırakmıştı. Oğlum da durumu kabullendi. Oğlum 40 derece hastayken arka odada serum bağlı yatıyor, ben burada hasta bakıyorum. Doktor olarak kimseye "Benim oğlumun sağlığı sizinkinden daha önemli" diyemezsiniz.
SSK’dan istifa ettim, nedeni bir hasta yakınıydı
>> Siz hiç böyle kötü şartlarda çalıştınız mı?
>> İhtisasımı İzmir Tepecik Hastanesi’nde yaptım. 150 yataklı dahiliye ve 40 yataklı yoğun bakım servisi, gecede 800-900 hastanın başvurduğu bir acil serviste tek dahiliye uzmanı ve asistanı olduğunu düşünün. Gece boyunca gelen hastaların hepsine yetebilme şansınız yok. Bazen aynı anda gelen hastalardan birini tercih etmem gerekti, belki diğer hasta bunun sonucu kötü sonuçlara maruz kaldı. İzmir’in merkezindeki hastanelerde bile yanında doktor olmadığı için hayatını kaybeden hastalar olurken daha küçük yerleri düşünemiyorum bile.
>> Bu yoğunluk nedeniyle mi ayrıldınız?
>> Bazı ilaçları sadece endokrinolog yazabildiği için yüzlerce hastaya yetişmeye çalışıyordum ama mümkün değildi. Bir gün bahçede yürürken birisi gelip yanağıma yumruk attı. Yanağımda çökme kırığı oluştu. Kardeşinin hastanede benden kaç gündür randevu alamadığı için ölebileceğini, ölürse onun da beni öldüreceğini söyledi. O bölümdeki tek doktor olduğum düşünülürse hastalara sıra gelmesi gerçekten zordu. Ama benim yapabileceğim bir şey yoktu. Sistem böyleydi. Ben de istifa etmeye karar verdim. İstifa kararım bana o zamanın 65 milyarına patladı. Ben de, eşim de orta halli ailelerin çocukları olduğumuzdan 10 yıl çalışıp aldığımız tek evimizi sattık ve ben hayatımı satın aldım.
Maalesef artık hayal kurmayıp sadece yapabildiklerime odaklanıyorum
>> Sonrasında pişmanlık oldu mu?
>> Sonra tek başıma çalışmaya başladım. Çok çalışıyorum ki bugün geldiğim nokta bunun sonucudur. Üniversitede çalışmayı ben de isterdim. O dönem Tübitak’tan yurt dışı bursu da kazanmıştım. Ama koşullar hiçbirine izin vermedi.
>> Neler hayal ediyordunuz?
>> Benim hayalim bir laboratuvarda bilinmezlerle uğraşıp birşeyler keşfetmekti, ama Türkiye şartlarında mümkün değil. İnsanlar 25-30 yaş arası hala hayalleriyle yaşıyor. Ben de farklı birşeyler yapabileceğimi, iz bırakacağımı düşünürdüm. Projelerden vazgeçtim galiba. Yapabildiklerime odaklanıyorum.
>> Doktorlardan macera sporu yapan, bir çok hobisi olan var, sebebi ne?
>> Her gün hasta insanlarla karşılaşıp, en büyük acılarını dinleyip onları sakinleştirip çare bulabilmek kolay değil. Doktorluk sadece reçete yazıp, tıbbi bilgilerle iyileştirmeye çalışmak değil. Doktor-hasta ilişkisi gönül bağıdır. Ama doktorun da bir deposu var ve onu tüketmemek gerek. Bu yüzden doktorlar kendilerini ne mutlu edecekse onu yapıyor.
Tiroid düzgün tedavi edilirse kilo sorunu olmaz
>> İzmir’de Akdeniz tipi beslenme olduğu için daha şanslı mıyız?
>> Öyle olmalı ama orta yaşlı ve sosyal geliri düşük kişiler şişman. Çünkü sebze, protein yerine karbonhidratla doyuyor. Geliri iyi kesimin çocuklarında obezite var çünkü fast-food yaygın. Genç kızlar mankenlere özendiklerinden aşırı zayıf. Yani normal diyebileceğimiz kısım az.
>> Tiroid neden yaygın?
>> Toprağımızda, suyumuzda iyot eksik. Bu yüzden tiroid zarar görüyor. Genetik yatkınlığımız da var muhtemelen. Hepsi birleşince özellikle kadınlarımızın yüzde 50’si tiroid hastası oluyor.
>> Kilolar da tiroide bağlanır.
>> Ben dokuz yıldır tiroid hastasıyım. Tiroidim nedeniyle kilo almadım. Yersem alırım, yemez spor yaparsam almam. Tiroid düzgün tedavi ediliyorsa kilo sorunu olmaması gerekli.
"Dünyanın Gelecek Vaat Eden Genç Endokrinoloğu Ödülü"
>> Yurt dışında doktor-hasta ilişkisi nasıl?
>> İnsana yaklaşım farklı. Hasta-doktor ilişkisi daha dostça, olanaklar fazla. Doktor başına daha az hasta düşüyor, hizmet kalitesi artıyor. Tedavi sonrası sağlık hizmeti çok fazla. Burada çok evrak işiyle uğraşıyoruz. Hastaya ayrılan zamandan çalıyoruz.
>> Yurt dışında aldığınız önemli ödül var değil mi?
>> Dünya Endokrin Derneği 2003’te ’Dünyanın Gelecek Vaat Eden Genç Endrokrinoloğu’ ödülü verdi. Dernek, ABD’ye gönderdiğim çalışmamın ilginç, önemli, gelecekte açılımları olacak bir çalışma olduğuna karar verdi. Beni çok sevindiren bir ödüldü.
Doktorlar iç dünyalarını perdeliyor
>> Durumu kötü olana bu nasıl söylenir?
>> Sağlıklıyken, kendini öyle hissederken az ömrü kaldığını öğrenen olur. Bunun yaşı yok. Her bitiş, yaşam için erken.
>> Bazen doktorun ölümü rahat söylemesi rahatsız ediyor.
>> Hastaya kötü şey söylemeden, 15 dakika hazırlanırım, ağlarım, iç dünyam dağılır. Sonra profesyonelce yumuşak söylerim. İnsanız, içimizde fırtına kopar ama perdeliyoruz.
>> Yine de içselleştirdiğiniz bir olay oldu mu?
>> İlk kayıp unutulmaz . Benimki, kanserli bir gençti. Birbirini çok seven bir çiftti. Odadan çıkıp eşine söyleyemedim. İçeride olduğum sürece umutları yaşayacaktı.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2009
Eleftheria Arvanitaki, Yunanistan’ın önemli sanatçılarından. Geleneksel Yunan ezgileri, İzmir şarkıları, rembetikaları seslendirerek başladığı müzik hayatına şimdi Yunan müziğini daha evrensel bir platforma taşımaya çalışarak devam ediyor. 16. İzmir Avrupa Caz Festivali için geldiği İzmir’de sohbet ederken o kadar samimiydi ki bir ara kıyafetimi nereden aldığımı sordu. Bir Türk tasarımcının olduğunu söyleyince hemen ismini aldı. Aynı coğrafyanın kadınları olarak zevklerimizin benzemesi, o kadar da şaşırtıcı olmasa gerek.
Æ İzmir’e ilk gelişiniz mi?
Æ Evet. Daha önce İstanbul’da bulundum ama İzmir’e ilk gelişim.
Æ Rembetika müziğinin doğduğu topraklarda bulunmak ne hissettiriyor?
Æ Biz onlara İzmir şarkıları diyoruz. Burada yaşamış ve yaşayan tüm halklardan etki, yansıma var. Bence çok duygusal müzik. İzmir çok güzel ve Selanik’i hatırlatıyor. Sanırım bu şehirde insanların ruhu rahatlıyor.
Æ Pire doğumlusunuz ama aileniz Kuşadası’nın hemen karşısındaki Samos, Ikaria adasından.
Æ Evet, Pire’de doğdum ama annem ve babam Ege Adaları’ndan. İnsanın kökleri, geldiği yer hayatında çok önem taşıyor, büyüme şeklini etkiliyor. Ege Denizi’nin müziği sanat hayatımda önemli yer tutuyor, beni etkilediğini söyleyebilirim.
Æ Müzik yolculuğunuzda nereden nereye geldiniz?
Æ 80’li yıllarda ilk grubum Opisthodromiki Compania ile başladım. O zaman rembetika, halk müziği, İzmir müziği gibi geleneksel müziklerle başlamıştım. Eşsiz dönemdi, çünkü bu şarkılar bilinmesine rağmen gençler dinlemiyordu. Biz o zaman çok genç gruptuk ve Yunanistan’da bu tip müzik yapan tek gruptuk. Beş yıl tüm Yunanistan’da konserler verdik. Sonra eski Yunan müziğiyle çağdaş müziği ve sözleri uyarladım ve kendi yolumu çizdim.
Yunanistan Avrupa’da ama çizginin dışında
Æ Bir röportajınızda "Yunanistan Avrupa’da ama aslında onların çizgisinin dışında" demişsiniz. Sizce bunun sebebi ne?
Æ 60’lı yıllarda Yunanistan büyük ilerleme kaydetti. Theodorakis’nin dönemiydi. O zaman şiirimiz de çok tanınıyordu. Ekonomik yönden büyük rahatlık vardı. O nedenle sanatımız da daha yüksek seviyelere çıkabildi. 67-74 arası siyasetteki zor dönemimiz nedeniyle biraz içimize kapandık ve adımlarımız yavaşladı. Şimdi yavaş yavaş dışa açılıyoruz.
Æ Yunan müziğinin Avrupa’daki yeri?
Æ Pek tanınmıyor. Sadece Mikis Theodorakis gibi birkaç sanatçı biliniyor. Bunun sebebi dilimizin farklı olması. Yunan alfabesinin farklı olması müziğimizin de tanınmasını engelliyor.
Yunanlılar için dünya bizim olduğumuz yerdir
Æ Yunanlı sanatçıların da dünyaya açılmak gibi kaygıları var mı?
Æ Yunanlılar çok kozmopolittir. Bu Yunanlı- ların karakteristiğidir. Antik çağdan beri Yunanlılar çok gezmiş, farklı yerlerde yerleşmiş. Hatta dünyanın neresine giderseniz gidin muhakkak bir Yunanlı bulursunuz. Coğrafi olarak da iyi konumdayız, her yerin ortasındayız. Çoğu Yunanlı için dünya bizim olduğumuz yerdedir.
Æ Türk müziği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Æ Çok fazla bildiğimi söyleyemem ama mesela İbrahim Tatlıses’i biliyorum. Sezen Aksu da çok önemli sanatçı. Hatta benim hit parçalarımdan Dynata Dynata, Sezen Aksu’nun şarkısından yapıldı. Beraber başka çalışmalarımız da oldu.
Æ Hangi festivallere katılıyorsunuz?
Æ Montrö Festivali’ne çok önem veriyorum. Dünya çapında bir festival. Bir de Womad Festivali’ni önemsiyor ve hep katılıyorum. Mayıs ayında ise Avustralya Sydney Operası’nda ve Melbourne’da konserlerim olacak. İspanya, Yunanistan ve Meksika’da da konserlerim olacak.
Taverna müziği turistik amaçlı bir müzik
Æ Geleneksel Yunan müziği ile çağdaş ezgileri birleştirmek bilinçli çalışmanız mı, yoksa içinizden gelen melodiler mi bunu ortaya çıkardı?
Æ Geleneksel müzikle başladım ama şimdi çalıştığım grupla sadece Yunan müziklerini değil, dünya müziklerini çalıyoruz. Hepimiz Yunan kökenliyiz ama Avrupa müziğinden etkileniyoruz.
Æ Yunan müziği denilince akla hemen taverna müziği gelmesi size ne düşündürüyor?
Æ Aslında taverna müziği bizim için oldukça geride kaldı. Sadece turistik amaçla kullanılıyor.
Yeni albümümde de Ege kıyıları ve Anadolu müziği olacak
Æ Son albümünüzde sadece Yunan müziği yok değil mi?
Æ Son albümüm Mirame’yi iki Grammy ödüllü İspanyol Javier Limon ile yaptık. Dünyada özellikle Latin Amerika’da Yunanca sözler olan albüm ama Javier’in kültürünü de yansıtıyor ki içinde Anadolu müziği de mevcut. Aslında Akdeniz ülkeleri müziği kendisinin uzmanlık alanı değildi. Ama çalıştıktan sonra ne kadar zengin ve güzel bir müzik olduğunu o da fark etti.
Æ Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Æ Javier Limon’u Yunanistan’a da davet ettim. Bütün Ege kıyılarını ve Anadolu’yu kapsayan albüm düşünüyoruz. Albümün adı Kosmos olacak. Fas’tan Türkiye’ye kadar tüm ülkelerin müziklerini kapsayan ve belki de bu ülkelerin müzisyenleriyle çalışacağımız albüm olacak.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2009
ALİ DENİZ, uzun yıllardır İzmir’de süsleme, davet ve düğün sektöründe başarıyla çalışıyor. İzmir’in kültürel çeşitliliği sayesinde kilise düğünlerinden, barmitzvalara kadar çok farklı törenler düzenleyen Deniz, İzmirliler’in gelişmiş estetik duyguları sayesinde yaptığı işlerin takdir edilmesinden çok memnun.
Æ Nasıl başladınız çiçekçilik işine?
Æ Ben İstanbul’da doğdum. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü mezunuyum. Daha sonra bir arkadaşımla yapma çiçek işine girdik. 1978’di, Türkiye’ye yeni yapma çiçekler geliyordu. Sadece Vakko yapıyordu o zaman. Biz de sanatçıların evlerine bu çiçeklerle dekorasyon yapıyorduk.
Æ İzmir’e neden geldiniz?
Æ Evlendim ve İzmir’e geldim. Kemeraltı’nda kendi dükkanımı açmıştım. Klasik çiçekçi dükkanıydı ama vizyonum hep farklıydı. Ben çiçekçiliği hep bir sanat olarak gördüm. Estetik unsur taşıyor.
Æ Çiçekçilikten davet, düğün sektörüne nasıl geçtiniz? Benim bildiğim bu işi ilk yapan Leyla Figen’di.
Æ Alsancak’a taşındıktan sonra kendimi geliştirdim. 1990’ların başında İzmir’de özellikle davet ve süsleme konularında bir açık olduğunu gördüm. Dünyada bu konu çok ilerlemişti, ama İzmir’de yeni başlıyordu. Sadece Leyla Figen vardı. Hatta biz de onunla çalışarak başladık. Sonra biz de sektöre girdik. Davetler, açılışlar, temel atma törenleri, düğünler bir çok organizasyon yaptık.
Æ 14 Şubat bu sene nasıl geçti?
Æ Geçen seneye göre sakindi. Ama yine gayet iyiydi.
Æ Kriz etkilemedi yani...
Æ Kriz bizim sektörü ters etkiledi. İnsanlar bu krizde, sevgisine, sevdiklerine daha çok sahip çıktı. Çünkü zaten işlerini kaybetmişler, ekonomik problemleri var, bir de aşklarını kaybetmemek adına maneviyata döndüler.
Æ Siz aslında kim kiminle biliyorsunuzdur...
Æ Bizde de doktorların prensipleri geçerli. Yani biz asla mesleğimizle ilgili sır vermiyoruz. Yıllardır hizmet verdiğimiz müşterilerimiz var. Müşterimizin kime çiçek gönderdiğini asla açıklamayız.
Æ Sevgililer Günü’nde aynı anda hem karısına, hem de sevgilisine çiçek gönderen oluyor mu?
Æ Sadece şu kadarını söyleyebilirim; Sevgililer Günü’nde birden fazla çiçek gönderen oluyor ama gönderilenlerin kim oldukları bizi ilgilendirmez.
Nikah saatinde
kopma noktasına gelen aileleri bile barıştırıyoruz
Æ Düğün işi, böyle bir günde insanları memnun edebilmek zor değil mi?
Æ İşimizde psikoloji çok önemli. Ufak tefek krizleri biz idare ediyoruz bazen, hatta arayı bulduğumuz bile oluyor. Sonuçta iki farklı aile, o en önemli günde gerginlik yaşayabiliyor.
Æ Hiç iptal olan düğün oldu mu?
Æ Nikah saatinde kopma noktasına gelen düğünler oldu. Ama bizlerin de çabasıyla mutlaka tatlıya bağlandı. Mesela Kuşadası’ndaki bir düğünde nikah memuru son dakikada rahatsızlandı, düğüne gelemedi. Her şey nikahın kıyılmasına göre kurgulanmıştı. Görsel anlamda sorun yaşamamak adına başka birine kostüm giydirerek nikah kıyılıyormuş gibi yaptık. Her şey yolunda gitti. Bir kaç saat sonra gerçek memur gelince içeride bir odada nikah kıyıldı. Kimse aksiliğin farkına varmadı.
Æ Size bile ilginç gelen törenler oluyor mu?
Æ Kilise düğünlerinde gelini babasının getirmesi, dualarla törenlerin yapılması oldukça ilginç geliyor bana.
Æ Bizim düğünlerimizde de artık gelini babası getirmeye başladı. Bu biraz taklit olmuyor mu?
Æ Dışarıdan bakınca öyle görünebilir, bizim örf adetlerimizde böyle bir şey yok. Ama iyi kurgulanırsa ve her detay iyi düzenlenirse çok da hoş olabiliyor. Sonuçta babaların kızını damadına teslim etmesi oldukça anlamlı.
Değerlerimizin kıymetini bilmiyoruz
Æ 90’lı yıllarda sanki açılış, davet gibi organizasyonlar İzmir’de daha fazlaydı değil mi?
Æ Ekonomiyle doğru orantılı her şey. O dönemlerde yatırımlar daha fazlaydı belki ama düğünler bizim örf adetlerimizde çok yer tutuyor. Anadolu’da bile köylüler hasatını yapıp ürününü satıp parasıyla düğününü yapar. O nedenle düğün dernek fazla etkilenmiyor ama artık bizim sektörde de firma arttı.
Æ İzmir’de kriz dışında da bir iş darlığından sözedilir hep. Bunun sıkıntılarını yaşadınız mı?
Æ İzmir maalesef kendi değerlerine sahip çıkmıyor. Bir otel ya da restoran açılıyor ama bakıyorsunuz bir ay sonra kapanmış. Kalanlar ise kaliteden ödün vererek yaşayabiliyor. Kimse böyle yerlere sahip çıkmıyor. Yatırımlara karşı duyarsızlık var. Ticari anlamda İzmir her geçen gün daralıyor. Antalya, Denizli bizden daha iyi durumda.
Avrupa ve Türkiye’de bu sektör yavaş ilerliyor, Amerika hızlı tüketiyor
Æ Dünyada bu sektör ne durumda?
Æ Davet, organizasyon sektörü Türkiye’de çok yavaş ilerliyor, ama Avrupa’da da durum aynı. Bir tek Amerika’da çok aktif, belki hızlı tükettiklerinden bu konu da hızlı ilerliyor, trendler çabuk değişiyor. Fransa, İtalya gibi ülkeler kendi klasik çizgilerinde konuyu fazla önemsemiyorlar.
Æ Siz hiç yurt dışında çalışmalar yaptınız mı?
Æ Yunanistan’da, Arabistan’da ve Amerika’da organizasyonlar yaptık. Yunanistan’daki düğün için bizi internetten bulup araştırmışlar. Arabistan’da bir şeyhin düğününü organize ettik. New York’ta bizim sektörümüzün duayenlerinden Colin Covee’nin yaptığı organizasyonda biz de çalıştık. Kendisiyle İstanbul’daki bir fuarda tanışmıştık. Çalışmalarımızı çok beğenip New York’a çağırdı. Sonra da Amerika’da iki düğün gerçekleştirdik.
Tembel olduğumuzdan
çiçekte ithalat daha fazla
Æ Kullanılan çiçekleri nereden alıyorsunuz?
Æ Bahçe bitkilerini genelde ithal ediyoruz.
Æ Ülkemizde de birçok çiçek ve bitki yetişiyor ama yine de ithalat daha fazla sebebi ne sizce?
Æ Tembeliz ve araştırma yapmıyoruz. Hazır alıp satmayı tercih ediyoruz. Peyzaj mimarlarının da bu konuda daha fazla destek vermesi gerekir. Bahçe bitkileri konusunda yeterli alt yapı oluşturmamışlar o nedenle trilyonlarca para yurt dışına gidiyor.
Æ Bu konuda neler yapılabilir?
Æ İngiltere ve Hollanda’da çiçekçilik yüksekokulu var ama bizde sadece peyzaj mimarlığı ve bahçe bitkileri gibi bölümler var. Yani sektöre ara eleman yetiştiren ya da kesme çiçek dizaynı eğitimi veren bir okul var. Hollanda’daki uzmanlar Türkiye’yi pilot bölge seçip aynı eğitimi Bayındır civarında vermeyi düşünüyorlar. Ben de bu konuya çok önem veriyorum.
İzmir’de müthiş bir kültürel çeşitlilik var
Æ Bu işi İzmir’de yapmaktan memnun musunuz?
Æ İzmir Levanten kökenli şehir. İzmirliler’in estetik duyguları çok gelişmiş. Ne olursa olsun bundan, giyim kuşamlarından taviz vermiyorlar. O nedenle ben bu işi İzmir’de yaptığıma çok memnunum. Ortaya çıkardığım değerler takdir görüyor. Bunun için İzmirlilere şükran borçluyum.
Æ İzmirliler eli sıkı diye de bilinir. Ya da şöyle söyleyeyim; En iyisi olsun ama ucuz olsun isterler.
Æ E, maalesef orası da öyle. Ama bu her zaman mümkün olmuyor. Aslında bu mantıktan çok kişi şikayetçi ama kimse nedenini bilmiyor. Aslında bu bence bir araştırma konusu olabilir.
Æ İzmir’de de kültürel çeşitlilik çok fazla ki sizin işinizde bu daha çok farkediliyordur.
Æ Evet, Musevi kesim kendi değerlerinden taviz vermiyor, her şeylerini yaşatıyor. İtalyan ya da İngiliz levantenleri törenlerini kiliselerde gerçekleştiriyor. İzmir’de çok farklı dinler, törenler yapılıyor. Barmitzvalar, vaftizler, sünnetler İzmir’de hepsi bir arada. Çok geniş güzel bir yelpazesi var İzmir’in ve bize çok şey katıyor.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2009
İzmir yine büyük bir öncülük yaptı. 118 yıllık İzmir Ticaret Borsası’nın başkanlığına Işınsu Kestelli seçildi. Türkiye için de bir ilk olan bu gelişme, İzmirli kadınların idari kadrolarda neden yer almadıkları sorusunu bir kez daha akla getirdi. Borsa tarihinin, sadece "İlk Kadın Başkanı" değil aynı zamanda "En Genç Başkanı" da olan Kestelli ile başkanlığının ertesi günü sohbet ettik. Öncelikle kutluyorum ve İzmirli bir kadın olarak sizinle gurur duyduğumu belirtmek istiyorum. 118 yıllık İzmir Ticaret Borsası’nın ’İlk Kadın Başkanı’ olmak size ne hissettiriyor?
Açıkçası heyecanlıyım ve mutluyum. Ama ’Kadın Başkan’ olmaktan ziyade borsamıza başkan olmak beni sevindiriyor. Tabii kadın başkan olmak da önemli, ama asıl önemli olan buraya faydalı olmam. Çünkü ben kadın olarak değil 15 yıldır kendi sektörümden burada olup çalıştığım için seçildim.
Borsanın her kademesinde görev yaptınız ve artık başkansınız. Şimdi neler yapacaksınız?
Borsamızın tüm geçmiş yönetimleri, meclisleri hep örnek oldu. Biz de onlar gibi iyi çalışmalar yapıp örnek olmak istiyoruz. Bazı yeni atılımlarda bulunmak istiyorum. Henüz yönetim kuruluyla toplanıp görev dağılımı yapmadık ama aklımda bazı şeyler var. Özellikle eğitime önem vermek istiyorum. Yani VOB eğitiminden tutun da yabancı dil gibi. Çeşitli eğitimler, seminerler düzenleyeceğiz. Üyelerimize önemli hizmet olacak. İTB olarak lisanslı depoculuk, ürün borsacılığı projelerinin içinde yer almak istiyoruz. Henüz hiçbiri net değil ama bu yönlerde çalışacağız.
Adaylığımda "Kadın yapamaz" dediler ama şu gerçek ki beni erkekler seçti
Türkiye’deki borsalarda başka kadın başkan var mı?
Açıkçası araştırmadım ama sanıyorum yok.
Yani bu Türkiye’de de ilk. Siz galiba İzmir Ticaret Borsası’nın en genç başkanısınız aynı zamanda?
Olabilir. Hiç bakmadık ama galiba öyle.
Hem İzmir Ticaret Borsası tarihinde hem de TOBB’a bağlı odalarda ilk kadın adaydınız. Adaylık sürecinde nasıl tepkiler aldınız?
Bazı duyumlarım oldu ’kadın yapamaz’ diye. Ama hiç kadınlık kullanılmadı adaylığımda. Zaten oy verenlerin çoğu erkek. Yani aslına bakarsanız erkekler seçti beni. Biz İzmir olarak örnek olmaya çalışıyoruz. İzmir Ticaret Borsası olarak da bir ilki gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.
Adaylık süreci yıpratıcı oldu mu?
Oldu. Yani centilmenliğe sığmayan yaklaşımlar oldu, ama çizgimizi, duruşumuzu bozmadık, aldırmadık. Benimle, meslek komitesi seçimlerinde çok uğraştılar. Çünkü mecliste güçlü olabileceğimi biliyorlardı, orada elemek istediler. O zaman çok kişi ’Emin misin, yapabilecek misin’ dedi. Tabii bu üzücü. Çünkü seçimlerde hep borsa geleneklerine yakışır biçimde yarıştım. Hiçbir zaman başkalarının listesiyle ilgilenmedik. Beni destekleyenlerle de uğraşıldı ama orada da başarılı olamadılar. Pamukçu ayrımından söz edildi, ama 10 kişilik yönetim kurulumda sadece iki pamukçu var.
Kadınlar daha duygusal bilinir. Siz hep böyle metanetli miydiniz, yoksa meslek hayatı, VOB Başkanlığı kişiliğinizi bu noktaya mı getirdi?
Æ İnsan çok şey öğreniyor tabii. Hepsi tecrübe. Özellikle şu seçim döneminde çok şey öğrendim, çok da şaşırdım. Ama çok iyi arkadaşlıklar edindim. Ekibimle el ele verdik ve birlikte çok güzel şeyler ortaya çıkardık. Bence en iyi tarafı da bu.
Siyasetle hiç ilgim yok, iş hayatından geliyorum
2007 de TOBB bünyesinde Kadın Girişimciler Kurulu kuruldu. Bunun etkisi görülmeye başladı mı?
Bu güzel bir girişim ama benim başkanlığım en az 15 yıllık bir çalışmanın ürünü. Biz zaten 18 ay önce Tuğrul Bey seçildiği zaman bunu konuşmuş ve kendimize hedef koymuştuk.
Dört sene İZTB başkanısınız, sonrasında göreve devam etme söz konusu olabilir mi?
Hiç düşünmedim. Ama ben her şeyi zamanında bırakmak en iyisi diye düşünüyorum. Bir dört sene yapayım, başkalarına da fırsat verilsin derim.
Siyaset ya da yerel yönetimleri düşünür müsünüz?
Siyasetle hiç alakam yok. Böyle söylentiler var ama bizim hiç bir partiye yakınlığımız yok. Biz sektör gruplarından geliyoruz. Ben işimle ilgili olarak buradayım. İş hayatının içinden geliyoruz.
Odalar ve borsaların gündelik hayata ve topluma etkisini sokaktaki insanlar anlayabiliyor mu?
Her şeyden önce piyasayı oluşturuyor. Belki fonksiyonlarını, etkilerini daha iyi duyurmak gerekiyor. Burada işlem gören birçok ürünümüz var. Üyelerimiz iyi biliyor ama belki İzmirlilere biraz daha aktarmak gerekiyor.
Sokaktaki insanlar oy kullanmasalar da bana manevi destek verdiler
Kadınların iş gücüne katılım oranı Türkiye’de yüzde 27 iken AB’de yüzde 55. İzmir’de daha da az. Bu durum nasıl değişir sizce?
Æ İzmir’den İstanbul’a beyin göçü de bir etken. Benim lise ve üniversiteden arkadaşlarımın çoğu İstanbul’da yaşıyor. İzmir’de de çalışan kadın çok ama odalar ve borsalarda görev almadıklarından dikkat çekmiyorlar. Biz onları ancak kadın girişimciler olarak davet edip, seslerini duyurabiliriz. Hatta ben kendi arkadaşlarımı zorluyorum bu tip oluşumlara katılmaları için.
Æ İzmir Türkiye’nin en modern şehri, kadınları da cesur bilinmesine karşın, odalar, borsalar, kurumların idari kadrolarında yok denecek kadar az. Sizin böyle köklü bir kurumda yarattığınız değişim bu durumu değiştirebilir mi sizce?
Æ Kuaförde incir işletmeleri olan bir hanımla tanıştım. Ama borsaya üye değilmiş. "Sizin seçilmeniz beni çok mutlu etti, şimdi tüm şirketlerimi borsaya üye yapacağım" dedi. Sanırım kadınları teşvik ediyor başkanlığım. Sokakta yürürken bile "siz başkan mısınız" diye özellikle bayanlar soruyorlar, taksiye biniyorum "abla hayırlı olsun" diyorlar. Her ne kadar onlar bize oy kullanmasalar da herkesten çok büyük manevi destek aldım.
Bakan Çağlayan, "Hem İzmir’e hem İZTB’ye yakıştın" dedi
Æ Seçildikten sonra nasıl tepkiler alıyorsunuz, çok hoşunuza giden sizi duygulandıran yaklaşımlar oluyor mu?
Æ Sanayi ve Tivaret Bakanı Zafer Çağlayan aradı, tebrik etti ve "Hem İzmir’e, hem de oraya yakıştın" dedi. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu da arayıp tebrik etti. Seçimden önce Gıda Çarşısı’ndan bir arkadaşımız "Hem çok donanımlısınız, hem annesiniz hem ablasınız, annenin sevgisi, ablanın yakınlığıyla yaklaşıyorsunuz. Biz çok şanslı ve mutluyuz" deyince çok duygulandım.
Æ Eşiniz ne dedi? Oğlunuz ne kadar önemli bir şey başardığınızın farkında mı?
Æ Eşim de çok memnun, zaten her zaman destekledi bundan sonra da destekleyecektir. Oğlum çok farkında değil, "annen başkan oldu" dediklerinde "annem zaten başkandı" demiş yani pek önemsememiş bence de fazla önemsememesi daha iyi. Etiketlere fazla bakmasın.
Æ Arkadaşlarınız size karşı nasıl davranıyorlar?
Æ Hepsi çok mutlu. Hep destek oldular hatta sanki normal seçim sandığıymış gibi kalkıp gelenler oldu, tabii sadece üyeler oy kullanabildi. Borsadaki arkadaşlarımla biz bir ekip olarak başardık.
Ekip arkadaşlarım çok çalıştı, son dönemde evlerine zor girebildiler
Æ 51 üyeden 42’sinin oyuyla yani neredeyse oy birliğiyle seçildiniz değil mi?
Æ Ben aslında 39-40 oy çıkar diye düşünüyordum. İki üyemiz mazeretinden oy kullanamayacaktı. Seçim sabahı karşı taraf çekildi ve altı boş oy kullanıldı. Bir geçersizle birlikte 42 oy bize verildi.
Æ Bu destek sizi mutlu etti mi?
Æ Çok. Özellikle arkadaşlarım sağolsun çok çalıştı. Son 15-20 gün gece gündüz çalıştık. Hatta dün akşam üzeri bir arkadaşım "Artık evime gideyim, pijamamı giyip, dinleneyim" dedi, gülüştük. Onlara tekrar çok teşekkür ediyorum.
Æ 51 üyenin kaçı kadındı?
Æ Sadece iki kadın üyeyiz.
Æ Ekibinizde kaç kadın var?
Æ Borsa daha geleneksel ve konumuz tarım olduğu için belki Ticaret, Sanayi odalarından daha az kadın vardır. Buna rağmen yönetimde bir kadın arkadaşımız daha var. Derya Hanım ki o da son derece başarılı, akıllı bir hanım. Son dönemde meclisteydi, yönetimde olmasından memnunum.
İzmir Ticaret Borsası’nın önceliği kriz olacak
Æ Böyle bir ekonomik kriz döneminde başkan olmanız size endişe veriyor mu?
Æ Ben bunu fırsat olarak görüyorum. Bu dönemi üyelerimiz için nasıl değerlendirebiliriz, fırsatlar yaratabiliriz diye planlayarak geçirmeliyiz. Krizde mutlaka onlara faydalı olacak araçlar üzerine hemen bir çalışma yapacağız. En çok önemsediğim şey takım çalışması ve birliktelik. Biz tüm üyelerimizle el ele, kol kola çalışacağız. Ama önceliğimiz kesinlikle kriz.
Æ Hem İZTB hem VOB başkanlığını aynı anda yürütmek zor olmayacak mı?
Æ Bunu hem ortaklarımızla, hem de yönetim kurulumuzla konuşacağız. Ben aynı zamanda TOBB adına, onların onayıyla buradayım. Mayıs ayında bir genel kurul var, o zaman oturup konuşacağız ve karar vereceğiz. Diğer işlerime ayırdığımdan değil evde geçirdiğim zamandan kısacağım.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2009
Selİn Mamacı Keskiner, ABD’de annelerin bilgilenmesi, kendilerine daha fazla zaman ayırabilmesini amaçlayan bir programı Türkiye’ye getirip İzmir’de başlatmış. Henüz birkaç etkinlik yapmalarına rağmen gösterilen ilgiye onlar bile şaşırmış. Selin Hanım’ın da dediği gibi annelerin olduğu her yerde onlar için yapılacak projelere ihtiyaç var. Çünkü annelik dünyanın en zor işi...
Æ Eğitiminiz ne üzerine?
Æ İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi ve Bilkent Üniversitesi Otel İşletmeciliği Bölümü mezunuyum. İstanbul Swissotel’de çalıştım. Daha sonra reklamcılık eğitimi de aldım ve Ankara’da bir ajansta çalıştım. Yaklaşık 4-5 sene bir turizm geçmişim de oldu.
Æ Anne ve çocuklar üzerine çalışma fikri nasıl ortaya çıktı?
Æ 2006’da hamileyken ABD’ye gittim. Florida’da akrabalarım var. Kuzenim Barbara’nın annelerin boş zamanlarını değerlendirmesini sağlama çalışmalarını gördüm. Programı New York’ta görmüştü. ’Neden bu işi Türkiye’de yapmayı düşünmüyorsun, Türkiye haklarını verelim’ dedi ve Divine Events kuruldu.
Æ Nedir bu proje?
Æ Annelerin kendilerine zaman ayırmalarına yönelik bir çalışma. Çünkü anne olduktan sonra herkes içe dönüyor, görüştüğü kişiler azalıyor. Bundan yola çıkarak annelerin sosyalleşmesine, bilgilenmesine, kazandıkları deneyimi başka annelerle paylaşabilmelerine yönelik çalışma. Yaşadığım şehir İzmir’de başlattım ama aslında bu, annelerin olduğu her yerde ihtiyaç olan bir konu.
Æ Ne amaçlıyorsunuz?
Æ Amacımız, anneleri mutlu etmeye çalışmak. Çünkü anne mutlu olursa ailedeki herkes mutlu oluyor. Beraber yaşadığımız paylaşımlardan hepimizin bir şeyler öğrenmeyi de amaçlıyoruz. Ben de onlardan bir şeyler öğreniyorum. Onlar da konuşmacılardan öğreniyor. Herkes bir sinerji içerisinde bir etkileşim içerisinde birbirinden bir şeyler öğreniyor. Hayatın esas amacı bilgi zaten.
Annelerin genel problemi kendilerine zaman ayıramaması
Æ Konuları nasıl belirliyorsunuz?
Æ Annelerin isteklerine göre konular şekilleniyor. Toplantılarımıza gelenler, anket formumuzdan dinlemek, bilgilenmek istedikleri konuları işaretliyor, biz de dikkate alıyoruz. Mesela 21 Şubat için belirlenen konu çocuklarda beslenme bozuklukları ve obezite çünkü anneler bu konuda sıkıntılı.
Æ Türk anneleri ya da İzmir’deki anneler en çok neden şikayetçi?
Æ Annelerin genel problemi kendilerine zaman ayıramamak. Bunun dışında belli yaş dönemlerinde çocuk kaynaklı sıkıntılar oluyor. Mesela bir ergen annesiyle yeni doğan annesinin sıkıntıları farklı. Hepsine değinmeye çalışıyoruz. 28 Şubat’ta sınav stresi yönetimi var. Çünkü aileye yansıyor. Çocuklar o kadar çok sınava giriyor ki, annelerin de duygu yönetimini çok iyi yapmaları gerekiyor.
Tüm sorumluluk bizim omuzumuzda
Æ Babalara yönelik neler var?
Æ Bir iki konumuz var, biri; baba olmaktan korkan erkeklere yönelik, diğeri de dinleyen baba olmak. Babaları baba olmaya hazırlayacağız. Bizim toplumumuzun yetişme sürecinde babamızla aramızda bir mesafe oluyor, babalar biraz mesafeli duruyor. Şimdi yeni nesil babalar böyle değil. Daha dokunmatik daha duygularını dışa dökebilen, o anda sevdiğini söyleyebilenler çoğunlukta. O açıdan babaları da çok fazla unutmadık. Ama konumuz daha çok anneler. Çünkü annelerin omuzlarındaki yük çok fazla; hem evin düzeni hem bakımlı bir kadın olmak hem çocuğunu çok iyi yetiştirmek.
Æ ABD’de de kadınların mükemmel olma kaygısı var mı yoksa bize mi özel?
Æ Bence Türkiye’de anne olmak daha zor çünkü orada yemek yapmak bile bir kaygı değil. biz çocuğumuza aman sebze de yesin, meyve de yesin derken onlar hazır yemekler yapıp hiç uğraşmıyorlar.
Emekli olma şansımız yok
Æ Anneniz, kayınvalideniz ’nereden çıktı bu, biz çocuklarımızı güzel yetiştirdik işte’ demiyor mu?
Æ Hayır, hatta onlar da katıldı toplantılara. Zaten toplantılarımızda yarı yarıya yaş katılımı var. Çünkü anneliğin yaşı yok, emekli olmak yok. Ben de 30 yaşındayım, anneyim ama annem hala bir takım şeyler için kaygılanıp telefon açıyor. Türk annesi olmakla da ilişkisi var tabii, Türk anneleri emekli olamıyor.
Æ Bu tip aktivitelerden sadece belli kesimdeki anneler yararlanabiliyor. İmkanları daha dar olan anneler için projeleriniz var mı?
Æ İster istemez o kitle oluşuyor. Ama biz diğer annelere de ulaşmaya çalışacağız. Mesela ergenlikte ebeveyn olmak diye bir konumuz var, daha düşük gelir düzeyindeki anneleri toplayıp bedelsiz eğitim vermeyi düşünüyoruz. Bu tip sosyal sorumluluk projelerini önemsiyoruz. Zaten konuşmacılarımızın çoğu gönüllü. Ücretli aktiviteler kadar ücretsizler de var.
Æ Anneler size nasıl ulaşıyor?
Æ Birbirlerinden duyuyor ya da www.divineizmir.com internet adresimizden ulaşıyor.
Amerikalı annelerin en büyük sorunu obezite
Æ Proje şu anda ABD’de ne aşamada?
Æ Onlar gayet güzel devam ettiriyor. Ayda 2-3 kere toplanıyorlar. Şimdi bir senedir devam ettiği için kemikleşen bir katılımcı portresi var. Tabii bizimde hedefimiz o doğrultuda.
Æ ABD’deki annelerle Türk annelerin sorunları farklı mı?
Æ Aslında çok farklı değil. Onlarda en belirgin problem obezite. Orada anneler bizim annelerimizin aksine çocuklarına çok kaliteli zaman ayırmıyor. Belki bu bizim çağımızın da sorunu olabilir ama televizyonu açıp çocuğu karşısına oturtup kendi işlerini yapıyor. Biraz da fazla çocuk sahibi oluyorlar. Devlet destekleri kuvvetli olunca yaşam standardı kaygıları bize göre daha az. Gerçi şimdi orada da kriz var anneleri de etkilemiştir mutlaka.
Æ Çocuk yetiştirme konusunda bariz ayrılıklarımız var ama değil mi?
Æ Evet. Biz çocuklarımızın hayatlarına müdahale ediyoruz ki bence gelenek göreneklere bağlı olmak güzel. Onlar ergenlik yaşına geldiği zaman kendi hayatını kurması için özgür bırakıyor. Bunun iyiliği kötülüğü tartışılır. Onlarda alkol, uyuşturucu gibi sorunlar yoğun. Belki bizde de var ama yoğun boyutta değil.
Dernek değiliz ama ticari amaç da gütmüyoruz
Æ Annelere bir tür danışmanlık mı yapıyorsunuz?
Æ Danışmanlık firması değiliz. Sadece pedagoglar, psikologlar gibi, konusunda uzmanları annelerin öğrenmek istediği konularda konuşmacı olarak getiriyoruz. Bunu bir kahvaltı ya da öğle yemeğinde, belki yeni çıkan bir markanın tanıtımıyla birleştirerek annelere 2-3 saat keyifli zaman geçirtiyoruz. Bir çok şey birarada; eğlenmek, bilgilenmek, dostluk, paylaşım, yardım projeleri, yardımlaşma. Bu yüzden bize zaman ayırmaları gerekiyor. Çünkü bu, onlar için yapılan bir çalışma.
Æ Ticari bir kuruluş musunuz yoksa bir dernek mi?
Æ Bir dernek değiliz. Ama şu anda ticari amaç gütmeyen bir ticari kuruluşuz.
Æ Bu nasıl oluyor?
Æ Anne-çocuk konusu çok da fazla ticarete dökülecek konu değil. Ama zamanla olabilecek büyük projeler ya da sponsorluklarla tabii ki daha farklı ivmeler kazanır. Biraz uzun soluklu bir proje.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2009
AyŞegül Öneren, 26 yaşında başladığı resim çalışmalarını geliştirmek için çok çalışmış. Viyana ve Edinburg’da çeşitli eğitimlere katılan Öneren, bilim ve sanat arasındaki ilişkiyi çok önemsiyor. Yurt içi ve dışında onlarca kişisel ve toplu sergileri gerçekleşen sanatçı, şehir hayatını kaldıramadığı için artık Bodrum’da yaşadığını söylüyor. >> Resim hayatınıza ne zaman girdi?
>> Aslında resim hep vardı ama müzikle de uğraşıyordum. Resme 26 yaşımda ciddi olarak başladım.
>> 26 yaş başlamak için geç değil mi?
>> Lise eğitimim bittiğinde evlendim, kızım doğdu, sonra Resim Heykel Müzesi’nde resim dersleri aldim. Resim, hayatımın bir parçası oldu. Çalışmamı ilerletmem gerekiyordu, ben de yurt dışında daha iyi bir eğitim almak istedim. Resim eğitimim Avusturya’da geçti.
>> Avusturya’da nerelerde eğitim aldınız?
>> Salzburg Yaz Akademisi’nde yağlıboya ve gravür tekniklerini çok değerli hocalardan öğrendim. Bu çalışmalar bana yeni ufuklar açtı. Daha sonra Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nin master sınıfını kazandım ve beş sene eğitim aldım. Bir kısmı serilerden, bir kısmı denemelerden oluşan çok farklı resimler ürettim
>> Viyana’da eğitim almak size neler katmış olabilir?
>> Çok şeyler. Bir sanatçı için Viyana’da yaşamak bile büyük ayrıcalık. Atölyemizdeki atmosfer, gördüğüm sergiler, diğer sanatçılarla paylaştıklarım, resmime ve üslubuma pozitif değerler kattı.
>> Türkiye’ye ne zaman döndünüz?
>> Viyana’dan 1993’de döndüm. Ama sonrasında 1995-1997 arası Edinburg’da sanat-bilim alanında çalışmalar yaptım.
Viyana’da büyükelçimizin sergimi açması heyecan verdi
>> Nerelerde sergiler açtınız?
>> Wieslow, Viyana, Liege, Libramount, İstanbul, Ankara, Muğla ve İzmir’de toplu ve kişisel sergilerim oldu.
>> Sergileriniz içinde sizin için en çok önem taşıyanlar hangileriydi?
>> Her sergimde heyecan duydum, resimlerimi paylaşmaktan büyük keyif alıyorum. Ama sanırım Viyana’daki bir sergimi büyükelçimizin açması benim için çok önemliydi.
>> Bundan sonraki projeleriniz ve sergilerinizden bahseder misiniz?
>> Yakında İstanbulda kişisel bir sergi açmak istiyorum.
Türkiye’de sanatın merkezi İstanbul
>> Yurt dışında eğitimler almış bir sanatçı olarak Türkiye’deki sanat hayatını nasıl yorumluyorsunuz?
>> Her yerde olduğu gibi, Türkiye’deki sanat hayatı tek bir merkezde, yani İstanbul’da. Sanatın yeri yalnız İstanbul, tüm sanat olayları orada cereyan ediyor.
>> Neden Bodrum’a yerleşmeyi tercih ettiniz, ne zaman yerleştiniz?
>> Bodrum şirin bir yarımada, belki şehir hayatını kaldıramadığım için eylülden beri Bodrum’da yaşıyorum.
>> Resimlerinizi daha çok kimler alıyor?
>> Resimlerimi daha çok yabancılar ve entellektüeller alıyor.
Edinburg’da sanat ve bilim ilişkisi üzerine çalışma yaptım
>> Sanat ve bilim mi? Bu nasıl bir çalışmaydı?
>> Edinburg Festivali’ne gittiğimde bir kültür merkezinin vitrininde bir çok sanat-bilim kitapları gördüm. Sahibi, 20 bin kitabı olan ve Sanat ve Bilim Derneği’nin başkanıydı. Toplantılarına katıldım, kafamda birçok soru aydınlandı. Fizikte atom altı parçacıklar ilgimi çekmişti ve Holistik görüşü benimsemiştim ama bunların hepsi bir araştırmanın ötesine geçmedi.
>> Holistik görüş neyi ifade ediyor?
>> Bütünsel bir felsefeyi ifade ediyor. Parçalanmayan bütünü ya da bütünü görmeyi diyebiliriz.
>> Türkiye’de kariyeriniz nasıl şekillendi?
>> Edinburg’dan döndükten sonra resme daha cok ağırlık verdim. Resim yapmak benim için her şeyin üstündeydi yoğun bir süreç resimle geçti. Ama son beş yıl sağlığım bozuldu, dört ameliyat oldum. Çalışmam yavaşladı, son ameliyatım yedi ay önceydi.
Dünyayı dinlemek, hissetmek için resim yapıyorum
>> Farklı tekniklerde resimler yapıyorsunuz, bu tekniklerinizi açıklar mısınız?
>> Yağlıboya, gravür ve suluboya. Yağlıboyada eski ustaların tekniğini kullanıyorum. Bu teknik boyaların kat kat sürülmesiyle resimi oluşturuyor, gravürlerimde ise tüm teknikleri kullanıyorum.
>> Daha çok hangi tekniği tercih ediyorsunuz?
>> Resimlerim soyut ve çağdaş ama tercih ettiğim teknik klasik resimlerdeki gibi ince boya katmanları, yani kat kat denen teknik.
>> Resimlerinizin temalarını neler oluşturuyor?
- Resimsel anlatımım renklere bağımlılık ve çizgilerin diliyle oluşuyor. Renklerle çizgilerin zıtlığı resmime dinamik bir yapı veriyor. Dünyaya bakmak, dünyayı dinlemek, dünyayı hissetmek esas amacım. Çevremdeki görsel fenomenlerin hareketlerini resmime taşıyorum. Bir dansın ritimleri gibi, organik dünyadan görsel ve düşünsel çevremize her şey benim ilgimi çekiyor.
Yazının Devamını Oku