27 Ağustos 2004
‘Senin çakraların kapalı, açtırman lazım!’<br><br>‘Evrensel yaşam gücü enerjini kullansan?’<br><br>‘Bu evin düzenlenmesi Feng Shui’ye uygun değil, o yüzden mutsuzsun!’<br><br>‘Kuru çiçek tutma evinde, kötü enerji yayar!’<br><br>‘Başım çok ağrıyor, bana bir reiki yapar mısın?’ Bunlar, son iki-üç yıldır çevremde en sık duyduğum cümlelerden sadece birkaçı. Baş ağrılarını, mide ağrılarını, üzerindeki ataleti reiki ile atmaya çalışanlar, meditasyon yapanlar, evlerini Feng Shui ile düzenleyenler giderek çoğalıyor etrafımda. Üstelik ben bu enerji olaylarına falan inanmadıkça, giderek çevremdeki daha çok insanın bu işlere merak sardığını görüyorum.
Geçen gün yemek yemek için bir arkadaşımın evine gittiğimde, bir baktım bütün ev baştan sona değişmiş. Ben tabii bütün kasabalı tavrımı takınarak, ‘Çok güzel olmuş, güle güle otur’ deyince, ‘Fengh Shui yapan bir tanıdığım vardı. Çağırdım Feng Shui kurallarına göre evi yeniden düzenledi. İyi ki yaptırmışım, bu düzenlemeden sonra hayatım ne kadar değişti anlatamam’ dedi. Ben de tabii inanamaz gözlerle bakıyorum arkadaşıma ne diyor bu diye?
Yemeğe arkadaşımın başka bir arkadaşı daha geldi. İlk kez karşılaşıyoruz. Aralarında bir konuşmaya başladılar, benim küçük dilim tutuldu desem yeridir! Konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyorum. Bir kozmik enerji lafıdır dönüyor ortalıkta. Reikiler, reiki masterlar havada uçuşuyor, yin ve yang dengesi deseniz zaten hayatın olmazsa olmaz şartı!
Bense nasıl Fransızım bu mevzulara. Hiç inanmadığım gibi, ilgilenmiyorum da. Ama bütün gece bu mevzulardan başka bir şey konuşulmayınca hemen eve gelip, internetin başına çöktüm, Google arama motorunun karşısına önce ‘Reiki’, sonra ‘Feng Shui’ yazıp ara düğmesine bastım veeee gözlerime inanamadım!
Reiki için tam üç milyon doksan bin site, Feng Shui içinse bir milyon yetmiş bin site çıktı karşıma.
İnanılır gibi değil!
Feng Shui ile ilgili yazılanları okumaya başlayınca, bunca yıldır ne sebeple Türk ailelerinin mutsuz olduklarını, niye boşandıklarını ve ekonomik sıkıntılar çektiklerini anlamış bulunuyorum maalesef. Çünkü evlerini Feng Shui’ye uygun döşemiyorlar! Bu kadar basit işte! Bak, çağır evine bir Feng Shui uzmanı, döşet evini kurallara göre, ‘Aldatıyor mu kocan bir daha’, ‘Oluyor mu evinde ekonomik sıkıntı’ gör!
Şimdi Feng Shui’yi anlatan bir siteden yazılanları aynen aktarıyorum size:
‘Bir kere bir bina ya da arsa almadan önce arazisine dikkat etmeliymişsiniz. Arazide dolaşırken çevrede kuşların ötüştüğünü duyuyor musunuz? Otlar ve çimenlerden hoş bir koku yayılıyor mu? Hoş bir esinti yüzünüzü okşuyor mu? Temiz bir su şırıl şırıl akıyor mu? Toprakta böcekler geziniyor, ağaçlar arasında hayvanlar zıplıyor mu? Bu soruların cevabı ‘evet’ ise, evinizi kurmak için seçtiğiniz yer Feng Shui’ye uygundur.’
Daha bitmedi, Feng Shui’ye uygun olsun diye arayıp tarayıp bulduğunuz ve yaklaşık bir çuval para ödeyip kiralayacağınız ya da satın alacağınız bu araziye şahane malikanenizi yaptırmaya başlamadan evvel, daha dikkat etmeniz gereken şeyler var. Kolay mı öyle mutlu olmak!
‘Daha önce burada yaşayanlar mutlu olmuşlar mı? Boşanmışlar mı? Evin kadını düşük yapmış mı? Evde yaşayanlardan birisi doğal olmayan nedenlerden dolayı mı ölmüş? Son kararınızı vermeden önce bütün bu detaylara dikkat etmelisiniz.’
Yani çok beğendiğiniz ve kiralamaya kalktığınız ev için, ev sahibine ve emlakçıya sormanız gereken şeyler listesi kabarık. ‘Pardon beyefendi, bizden önce burada oturan hanımefendinin hiç düşüğü var mı?’ Tabii adam biraz gerzek bir ifadeyle suratınıza bakarken, siz hemen ikinci soruyu yapıştırıyorsunuz:
‘Mutlu muydular? Her evlilik yıldönümünde başbaşa romantik bir yemek yerler miydi mesela?’
‘Ne, yoksa boşandılar da mı çıktılar!’
‘Yürü Hüsnü, asla bu evde oturamam ben, hayır hayatım ısrar etme... Feng Shui kurallarına uygun değil bir kere bu ev, sen de bu eve yerleşip mutsuz mu olmak istiyorsun diğerleri gibi Hüsnü? Sen inanmayabilirsin ama ben inanıyorum. Asla oturmam bu evde. Üstelik bizden önce oturan kiracının düşük yapıp yapmadığını bile bilmiyoruz!’
* * *
Yahu tevekkeli değil Ayşe teyzelerden sonra bizim yan binaya taşınan Hale abla kocasından ayrılmış, oğlu üniversiteyi kazanamamış, kızı da Hale ablanın hiç istemediği bir çocuğa kaçıp evlenmişti. Çok üzülmüştüm o zamanlar Hale ablaların durumuna. Ama nerden bileceklerdi ki, Ayşe teyzenin o evde tam üç kere düşük yaptığını!
Buldum ben Türk ailesinin niye mutsuz olduğunu! Sosyal ve ekonomik sebepleri, eğitimi suçlamak yanlış. Feng Shui yapmayın siz, gidin evinizi iki caddenin kesiştiği ya da bir caddenin son bulduğu noktada kiralayın, yatak odanızdaki aynaların üzerini örtmeyin, giriş kapınız evinize kötü enerji taşıyan bir yol ağzındaysa, kapınızın önüne kötü enerjiyi engellesin diye ağaç, çiçek dikmeyin, eviniz kasaba ya da mezarlığa bakmasına rağmen siz hálá orada yaşamaya devam edin, köprülerin altında evler kurun, sonra da mutlu olmayı bekleyin!
Hava alırsınız!
Bak, kur evini Feng Shui’ye göre, ne ekonomik sıkıntı, ne sosyal sorun kalıyor. Çocukların ilk girişte üniversiteyi ve koleji kazanması garanti! At o kötü enerji yayan kuru çiçeklerini evden, eve para ve mutluluk yağacak, haberiniz yok! Bir mutluluk, bir iyi ‘enerji’, değmeyin gitsin.
Yalnız dikkat ettim bu Feng Shui ve Reiki işleriyle uğraşanlar hep ununu elemiş, eleğini duvara asmış tipler... Tesadüf olamaz değil mi bu kadarı da! İçimizdeki, koskocaman boşluk duygusu kötü şey galiba, doldurmak için neye saracağımızı şaşırıyoruz bazen!
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2004
Geçen pazar sabahı, her pazar günü yaptığım gibi yataktan kalkar kalkmaz gazeteleri almak üzere markete gittim. Pazar sabahları aylaklık ederken, bir sürü gazeteyi ve pazar eklerini okumayı çok seviyorum.
Eve gelip bir gazeteyi açtığımda manşetini görür görmez içime bir sıkıntı oturdu! Konuşmasından ve beyanat vermesinden en çok korktuğum ‘deprem profesörlerimizden’ Celal Şengör şöyle diyordu: ‘İstanbul’da en az 7.6 şiddetinde deprem olacak, bu deprem Yalova’daki fayı da tetiklerse bir 7.6 şiddetinde deprem daha olacak. Çok korkuyorum.’
Şimdi pazar pazar olacak şey değil. İçim daha çok sıkılmasın diye haberin tamamını okumamaya karar verdim. ‘Okusam ne değişecek, hiçbir şey!’
Hemen elime en eğlencelilerinden pazar ekleri alıp, onların magazin sayfalarındaki resimlere bakmaya, dedikodu haberlerini okumaya başladım. Ama aradan on dakika geçtikten sonra fark ettim ki okuduklarımı anlamıyorum (Yeteneksizlik işte!)
Evdeyken deprem olursa, nereden atlayacağımın, nereye saklanacağımın hesaplarını yapıyorum. (İtiraf etmeliyim ki arada bir yan gözle, kedim Zeynep’e bakıyorum ki, garip hareketler yapıyor mu? O gün yoksa bugün mü diye!)
Baktım olacak gibi değil, kendimi eğleştirmek, meşgul etmek üzere başka meşgaleler bulmalıyım, bastım televizyonun düğmesine.
Aklımca bir klip kanalı açıp kafamı dağıtacağım. Hani en azından karşıma Tarık Mengüç’ten ‘Şakşuka’ falan çıkar da ben de eğlenir, kafamı dağıtırım en azından. (İtiraf etmeliyim ki klip her yayınlandığında nefes almadan seyrediyorum!)
Televizyonun açma kapama düğmesine basar basmaz karşıma CNN Türk’ün saat 12.00 haberleri çıktı maalesef ki. Spiker en duygusuz surat ifadesiyle (Bütün spikerler mimik yapmamak ve duyguyu surat ifadelerinde göstermemek için botoks yaptırıyor olabilir mi?) son on yılın en şiddetli yağışının geleceğini, fırtına ve sel olacağını haber veriyor, herkes önlemini alsın diyordu!
Haydaaa!
Televizyonun karşısında neredeyse heykel kesildim. Öylece durup boş boş bakıyorum. Önce tabii her Türk’ün yaptığını yapıp hemen şöyle düşündüm, ‘Aman sanki bizim meteoroloji bugüne kadar neyi bilmiş ki bunu bilsin. Uyduruyorlar işte!‘
İçim rahatladı...
Ama birden aklıma geçen kış olan kar felaketindeki meteorolojik uyarıları da aynı sebeple dinlemeyip, yollarda yaklaşık beş saat sürünmem gelince, ‘Neden olmasın?’ dedim.
Tam bu sırada AKOM’dan (Afet Koordinasyon Merkezi) canlı bağlantıyla karşıma İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gelmez mi? O da aynı şeyleri söylüyor, işte dere yatakları tahliye edilecek, İstanbul’a son on yılın en büyük yağmuru yağacak, sel olacak falan diyor...
Korku filmi gibi!
Bir yanda Celal Şengör, bir yanda Kadir Topbaş, herhalde kabus dedikleri şey bu olsa gerek! Ama ikisi de sonuçta aynı şeyleri söylüyor: ‘Felaket geliyor önleminizi alın!’ Tamam alalım. Alalım ama ne yapalım? Kimse bunu söylemiyor.
O gece huzursuz bir uyku uyudum. Bir yandan dışardan gelecek yağmur sesini dinlerken, bir yandan yatağım sallanıyor mu diye aportta beklerken, sabahı sabah ettim tabii ki!
Pazartesi sabahı, sabahın köründe yataktan fırlayıp, hemen televizyonun başına koştum. Kadir Topbaş, en janti kıyafetleriyle AKOM’dan bildirmekte, ‘Her şey akşam saat beş sularında başlayacak. Evinize dönün. Felaket geliyor’ demekte! (Tüm bunlar çok miktarda Hollywood filmi seyretmenin etkileri olabilir mi?)
Bir gazetenin baş sayfasında bilumum ‘deprem uzmanları’ deprem toto oynamaktayken (Altı nokta sekiz olur, hayır, yedi nokta bilmem kaç olacak, fay iki yerden kırılacak, hayır üç yerden kırılacak) meteoroloji uzmanları da son on yılın en şiddetli yağışı olacağı ve metrekareye kaç kilogram yağış düşeceği yolundaki sel totolarını da aynı gün içinde oynamaktalar...
Bütün bu totoların ve iddialaşmaların bize ne faydasının dokunduğunu ise ben henüz anlamış değilim. Önleminizi alın diyorlar ya, ne yapalım yani tam olarak?
Evi, barkı her şeyi fay geçmeyen bir yere mi taşıyalım?
Hiç sinemaya, tiyatroya, kafeye gitmeyelim mi?
Lokantalarda yemek yemeyelim mi?
Gittiğimiz her yerde ‘bina sağlam’ raporu mu isteyelim?
Mesela bir arkadaşımızın evine misafir olarak gitmeden önce binanın sağlam olup olmadığı yönündeki rapora mı bakalım?
Ya da İstanbul’da sel tehlikesiyle karşı karşıya olan insanlar bir gecede evlerini mi taşısınlar?
Ne olsun? Ne yapalım? Nasıl yapalım? Nasıl yapsınlar?
Televizyonlara, gazetelere çıkıp, ‘Olacak, geliyor, kaçın, felaket, öleceksiniz, öleceksiniz, öleceksin’ demek kolay.
Azıcık yazıp okuyan herkes bu depremin bir gün olacağını biliyor zaten. Parası olan da önlemini alıyor. Daha sağlam binalara taşınıyor, fay hattından daha uzak yerlere kaçıyor.
E olmayanlar ne yapacak? Korkutarak ne geçiyor elinize? Bilim adamının görevi sadece ‘öcü’ geliyor demek mi? Elli altmış bin kişi ölecek demek mi? Öleceksiniz, öleceksiniz, öleceksin, öleceksin demek mi?
Geçen gün bindiğim bir taksinin şoförü, çaresizlik içinde anlattı: ‘Zaten zar zor bir ev aldım. Sağlamlaştıralım diyoruz, apartmanda oy birliği sağlanamıyor, herkesin parası yok ki abi! Olmuyor. Ben de bıraktım artık peşini. Bari konuşmasalar artık. Ne güzel unutmuştuk!’
Kim yardım edecek bu insanlara? Ne yapsınlar? Evlerini nasıl sağlamlaştırsınlar? Bunu da söylesenize lütfen?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, televizyon ekranlarının önüne mavi plastikten yapılma bir koruyucu konurdu.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2004
Otuz sekiz yıllık hayatım boyunca iki farklı sektörde çalıştım. Birisi avukatlık. İnsan hukuk fakültesini bitirdiğinde, bu kadar zor bir okulu bitirince, ilk önce ‘Dünyayı ben yarattım, aman ne kadar da başarılıyım’ edalarıyla ortalarda dolaşmış ama sonra ‘Kazın ayağının hiç de öyle olmadığını’ geç de olsa anlamıştım! Başladığımdan beri hiç sevmedim, sevemedim bir türlü avukatlık yapmayı. Eli, parmağı, ya da bacağı işverenine daha fazla para kazandırmak için çalışırken kopan bir işçinin, daha fazla tazminat almaması için çabalamak, ya da evinde sadece zeytinyağlı fasulye yapıp, çocuklarıyla beraber huzurla yaşayacağı günleri bekleyen bir kadının üzerinde oturup televizyonunu seyrettiği koltuk takımını ve televizyonu kendim para kazanacağım diye haciz ettirmek, hiç iyi gelmedi bana.
Hani bakmayın benim avukatlık mesleğini bu kadar sevmememe. Aslında ‘Kamu yararı’ açısından gerekli de bir meslektir. Ama o işi severek yapmak gerekir ki, müvekkilinize hayrınız dokunsun. Sadece para için yapıyorsanız kimseye hayrınız dokunmaz, ama çok para kazanmak da işten bile değildir. Avukatlık mesleğini yaparken o zaman dikkatimi çekmeyen, şimdilerde ise yeni yeni farkına vardığım (Gerizekalılığıma ve yeteneksizliğime verin!) bir nokta var ki, bu da önemliymiş dedirtiyor insana! Hiçbir avukat, başka avukatın kuyusunu kazmaz.
Olmuş, oturmuş avukatlar, stajlarını yeni bitirmiş çömez avukatlara, köstek olmak yerine destek olmaya çalışırlar, ‘Aman o da yeni avukat oldu, bizim ekmeğimizi paylaşacak, şimdi ne gerek var yenilere, savuralım gitsin’ diye düşünmezler. Aksine her beş yılını dolduran avukat, yanına stajyer bir avukat alıp, bu işin pratiğini öğretir. (Öğretirken çalıştırır, sırtından para kazanır o ayrı!). Sadece ‘iyi avukatlar’ daha çok para kazanır, ‘kötüler’ daha az. Ama ‘iyi avukatlar’, kötülerle uğraşmaz, uğraşmaya değer bile bulmazlar. Hatta bazı avukatlar, kendilerine gelen işleri, yeni avukat arkadaşlarına paslarlar ki onlarda para kazansın, palazlansın diye. O sektördeki rekabet, insan aşağılamak, ve ‘O kötüdür, ona gitmeyin’ demek (diyebilmek) üstüne kurulmamıştır.
* * *
İkinci çalıştığım sektör ise televizyon sektörü... Hálá da bu sektörde çalışıyorum zaten. Bu işe başladığımda, bu işin nasıl yapılacağını, nasıl yapılması gerektiğini bilmiyordum ve en ufak bir fikrim de yoktu. İşe başladığımda uzunca bir süre sadece gözlem yaptım. Ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğini anlamaya çalıştım. Toplantılarda, beyin jimnastiği çalışmalarında hiç konuşmadım. Hatta patronumun dediğine göre o süre zarfında benim konuşma sesimi duyan hiç olmadı! Ama bu süre zarfında da hiç kimse bana ‘Sen ağzını bile açmıyorsun, ne işe yararsın?’ demedi, ya da ‘Senden bir şey olmayacağını anladık, hadi uza da boynu görelim’ de demedi. Bütün söylenenlerin ve zannedilenlerin aksine televizyon sektörü de ‘hırslarına’ bu sektördeki eskilerin, deneyimlilerin uzmanların hırslarına yenilmiş bir sektör değil. Aksine ‘yeniliğe’ , ‘yeni tarzlara’ alabildiğine açık ve de açık olması gereken bir sektör zaten.
Ayrıca da televizyon sektöründe ‘farklı duruşlara’, ‘farklı bakış açılarına’, ‘farklı renklere’ ihtiyaç vardır. Yoksa televizyon hayatımız çok tek düze ve çok sıkıcı olmaz mı? Seyirci de kendine yakın geleni izler, yakın gelmeyen programı da zaplar def eder!
* * *
Popüler kültürün bir ürünü olarak, ‘Popstar’ yarışmasının getirdiği ün sayesinde Kelebek ekinde yazı yazmam teklif edildiğinde tereddüt ettim önce. Bilmediğim bir işti bu. Değişik, başka bir bakış açısı gerektiriyordu. Ama gazetede köşe yazısı okumak da, okuyucu açısından televizyon gibi bir şeydi. Nasıl televizyonda istediğimiz programı seyrediyor, istemediğimizi seyretmiyoruz, gazetede de benim yazdıklarımı (İnsan yazılarımı demeye bile çekiniyor!) beğenen okur, beğenmeyen de okumaz diye düşündüm. Bu işi iyi yapıyorum, ‘Köşe yazarlığında çok da başarılıyım’ diye bir iddiam hiç olmadı! Ama gazetede yazmaya başladıktan sonra , bu sektörden işitmediğim ‘hakaret’ de kalmadı.
Meğerse Türkiye’de yazı yazmak için, bazı köşe yazarlarının belirlediği şartlara uymanız, en azından onların beğenilerine hitap etmeniz gerekiyormuş, okuyucuların değil. İyi, okunabilir yazı yazabilmenin şartları eğer agresif olmak, kendi beğenilerinden ve doğrularından başka her şeyin ‘kötü’ ve ‘okunamaz’ olduğunu düşünmek, herkesi kendi değer yargılarınla ‘yargılamak’, kendi üslübun içinde Türkçe’yi sadece kendinin anlayabileceği biçimde kullanmaksa eğer, maalesef ben hiçbir zaman ‘iyi’ bir yazar olamayacağım.
Ben kötü yazıyor ya da, onların ‘değer yargıları’ ile hiçbir zaman iyi yazar da olamayacak olabilirim, beni çok az insan okuyor da olabilir. Ama yazı stilimi beğenmeyen köşe yazarları yüzünden bu işi bırakmayacağım, ta ki bana Kelebek yönetiminden ‘Artık bu işi yapma’ denilene kadar, ya da artık beni bin kişinin dahi okumadığı anlaşılana kadar.
Hem ben bu köşede yazmayı bıraksam, ‘Köşecilik’ onlara mı kalacak? Bu köşe yazarlığı tekel mi Allah aşkına?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, favoriler çene kemiğine kadar uzundu...
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2004
Eğer çocukken,<br>- Lunaparka gidip, bütün oyuncaklara binmek için tutturmadıysanız, - Lunaparkta annenizin ve babanızın bütün itirazına rağmen zincirli uçan sandalyelere binmek için ağlamadıysanız,
- Yeni aldığı tertemiz kıyafetlerinizi giydirip sizinle gezmeye giden annenizin yanında, aval aval sağa sola bakınırken yere düşüp üstünüzü kirlettiğiniz için dayak yemediyseniz,
- Her şeyi merak edip, ‘Bu ne’, ‘Neden’, ‘Niçin’ sorularıyla anne ve babanızı hatta yanınızdaki herkesi bunaltmadıysanız,
- Komşunun bahçesinden erik, kiraz, dut ve incir çalmadıysanız,
- Bamya, kereviz, kapuska ve ıspanağı yemeyeceğim diye sofrada ağlamadıysanız,
- Her eğitim ve öğretim yılının başında, yeni sınıfa başladığınızda ‘Bu yıl çok düzenli defter tutacağım’ diye kendinize sözler verip, birinci haftanın sonunda bu işten sıkılmadıysanız,
- Annenizi yarı beline kadar camdan sarkıtıp, ‘Hadi akşam ezanı okunuyor eve gel artık’ diye bağırttırmadıysanız,
- Kardeşiniz yeni doğduğunda önünüze oyuncaklar verilip ‘Bunları kardeşin sana getirdi’ diye kandırılmadıysanız,
- Denizden korkup, girmemek için kaçmadıysanız,
- Ekmek almaya giderken, parayı cebinizden düşürüp, salya sümük ağlaya ağlaya geçtiğiniz yollarda aramadıysanız,
- 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramlarında, ‘Uç uç böceği’, ‘Damat’, ‘Gelin’, ‘Eşeğe ters binen Nasreddin Hoca’ gibi kılıklara girmediyseniz,
- Bayramlarda yapmacık bir ses tonuyla ellerinizi kocaman kaldıra kaldıra şiiir okuma yarışmalarında şiir okumadıysanız,
- Evde kırdığınız bardak ya da vazonun parçalarını anneniz görmesin diye koltuğun altına saklamadıysanız,
- Derslerde ‘adam asmaca’, ‘isim şehir’ oynamadıysanız,
- Karanlıktan korktuğunuz için, evde tuvalete giderken kimseye çaktırmamak için avaz avaz şarkı söylemediyseniz,
- Haşlanmış fasulyelerden tahta sıraların üzerinde ‘Ali topu tut’ yazmadıysanız,
- Öğretmen görmesin diye iki elinizi arkanıza götürüp, dörtle beşi parmak hesabıyla toplamadıysanız,
- ‘Ben nasıl oldum’ sorunuza milyon tane farklı cevap almadıysanız,
- Anne ve babanızın seks yapmayacak kadar terbiyeli insanlar olduklarını düşünmediyseniz,
- Okula gitmemek için hasta numarası yapmadıysanız, hatta tebeşir tozu içmediyseniz,
- Ev ödevlerinizi tenefüslerde hızlı hızlı arkadaşlarınızdan kendi defterinize kopyalamadıysanız,
- Sokakta oynarken terden sırılsıklam olan saçlarınızdan yüzünüze doğru kirli bir sıvı süzülmemişse,
- Yan apartmanın bütün zillerini çalıp kaçmadıysanız,
- Anneniz yün sararken çile tutmadıysanız,
- Okuldan eve dönerken okul çantanızı bir taşın üzerine koyup, oyun oynamaya dalınca babanız sizi aramaya sokaklara çıkana kadar eve gitmediğinizi fark etmediyseniz,
- Babanızın hışmından kurtulmak için annenizin bacaklarının arkasına, annenizin hışmından kurtulmak için de babanızın bacaklarının arkasına saklanmadıysanız,
Güzel bir çocukluk yaşamadınız ve tüm bunlar için artık çok geç demektir!
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2004
Gözünüzün ondan başka hiçbir şeyi görmediği zamanlar. Onunla yatıp, onunla kalktığınız, dokunmak için can attığınız, görmek için zamanlar, hatta anlar yarattığınız, nerede olduğunu, ne yaptığını her an merak ettiğiniz, ona ait her şeyi biriktirmek için çabaladığınız, birlikte gittiğiniz ilk filmin biletinden tutun da, ilk kez baş başa yemek yemek için gittiğiniz lokantadaki peçeteleri dahi ‘anı’ olsun diye cebinize koyup eve getirmek istediğiniz ve hatta getirip yatağınızın baş ucuna koyduğunuz, onun çocukluğunu, gençliğini, okul anılarını, arkadaşlarını, anne ve babasını merak ettiğiniz, ‘Oh iyi ki yaşıyorum, hayat çok güzelmiş’ dediğiniz, kavga ettiğinizde saniyelerin hatta saliselerin geçmediği, canınızın çok acıdığı, ‘Ölmek istiyorum, sanırım ellerim, ayaklarım yok oldu’ dediğiniz zamanlar. Yani sırılsıklam aşık olduğunuz zamanlar.
Bu zamanlarda hiç aklınıza sevgilinizin sizin mal varlığınız ile ilgilendiği ihtimali gelir mi? Ya da soruyu şöyle sormalı belki. Gelse bile bunun bir önemi olur mu sizin için? Zaten gözünüz ondan başka bir şeyi görmüyor, yaşamak dediğiniz şey tam olarak ondan ibaret o sıralarda. Çirkin olmuş, güzel olmuş, fakir olmuş, zengin olmuş, eğitimli olmuş, eğitimsiz olmuş görür mü gözünüz tüm bunları çok seviyorsanız eğer? Sevgilinize, ‘hayatınıza sızmış potansiyel tehlike’ gözüyle bakar mısınız? Böyle bakıyorsanız eğer seviyor musunuzdur onu?
Hande Ataizi’nin evliliğinin birkaç saat sürmesi son günlerin gündemi malumunuz. Bu kadar kısa süren ‘aşk evliliğini’ bitiren sebebin de evlilik sözleşmesi olduğu söyleniyor. Bu evlilik sözleşmesi denen şey çok materyalist, duygudan çok ama çok uzak bir şeymiş gibi geliyor bana. Şimdi sevgilinle evlenmeye karar vermişsin, daha doğrusu ‘bütün duygularıyla bir hayatı paylaşmaya’ karar vermişsin. Ama tam o sırada birisi sana şöyle diyor; ‘Evlenelim ama senden bir şey rica edeceğim, evlenmeden önce şu sözleşmeyi imzalar mısın lütfen. Çünkü ben mal varlığımı sana karşı korumak istiyorum.’ Eee yani? Şimdi sen bana ne muamelesi yapmış oluyorsun? Yiyici?.. Paragöz?.. Üçkağıtçı?.. Sahtekár?..
Benim gözüm aşıkken hiçbir şeyi görmez. Ne parayı, ne malı, ne de mülkü. Eğer tüm bunları düşünüyorsam da zaten aşık değilimdir, zaman geçirip, vakit öldürüyorumdur. Karşımdaki kişi bana bu sözleşmeyi imzalatmak istiyorsa da onun bana olan ‘sevgisine’ zaten güvenmem.
Bir evliliğe sözleşme ile başlamayı istemek yeteri kadar kırıcı, aşağılayıcı, yaralayıcı değil mi zaten? Hele bu ‘Sen benim malımı yemeğe geliyor olabilirsin, pek sağlam pabuca benzemiyorsun’ muamelesi çok onur kırıcı. Kimsenin de bu muameleyi, kim tarafından yapılırsa yapılsın, hak etmediğini düşünüyorum.
Cevaptır!
Hani ben burada 15 günde bir ‘popüler kültür mantarı’ başlığı altında bir yazı yazıyorum ve orada bilmem ne yayınevinden çıkan bilmem ne kitabını okuyorum ya da şu filme gittim falan gibi şeyler yazıyorum ya... Dün aklı evvel bir okuyucumdan elektronik posta gelmiş. Elektronik postada şunu soruyor: ‘Siz bu kitapları okuyup okuyup, şunu bunu okuyorum diye yazıyorsunuz ya. O yayınevlerinden para mı alıyorsunuz da bu reklamı yapıyorsunuz. Yok konsere gitmişsiniz, bilmem kimi dinlemişsiniz bunu yazıyorsunuz, banane! Eminim o sanatçılardan da para alıyorsunuzdur.’
Hiçbir şekilde bunları yazarken para falan almıyorum bu biiir. (Demek ki bu kadar reklamda oynayarak çok paragöz birisi olduğum imajını veriyorum!) Yazdığım popüler kültür mantarı yazılarından sonra, bir kitap, 5-10 tane daha fazla satıp, 5-10 tane daha fazla insan tarafından okunsa fena mı olur, bu da ikiii. Her şeyin altında bir çapanoğlu aramaktan vazgeçelim, bu da üüüüç!
Kurşun döktürsenize
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım eminim bu ‘kem göz’ olayından çok dertlidir. Bence Nusret Bayraktar’la bir olup kem gözlere karşı bütün uçakların ve trenlerin üzerine at nalı büyüklüğünde bir nazar boncuğu taksınlar, o da olmadı nazara karşı bir kurşun döktürsünler. Kurşun dökülürken başlarının üzerinde gerilen beyaz çarşafta belki kimin nazarının değdiği görülür de onlar da rahat ederler!
Binali Yıldırım, ‘Karayollarında 5 bin kişi ölüyor kimse sesini çıkarmıyor’ demiş. Yani şunu mu söylüyor: ‘Benim de istifa etmem için tren kazalarında 5 bin kişinin ölmesi gerekiyor!’
Üstelik bir de diyor ki, ‘Biz sivil havacılıkla 2.5 milyon insanı havayolları ile tanıştırdık, uçakla gitmeselerdi belki trafik kazası geçireceklerdi. Bu anlamda ömrü veren Allah! Alan da Allah!’
Üstelik Türk Hava Yolları’nın durumu da ortadayken, bu nasıl bir tevekkül, nasıl bir sorumluluktan kaçmak?
Benim önerim, trenle ve uçakla seyahat edenlere biletlerinin yanında birer ‘kazalara karşı koruyucu muska’ hediye edilsin. Her yolcu bu muskaları takarak yolculuk etsin. Bir de kazalara, belalara karşı sayın Binali Yıldırım demiryolu raylarının üzerinde bir koyunu kurban edip kan akıtsın. Belki böylece defederiz kazaları belaları. Ne gerek var şimdi istifa falan gibi demokratik kararlara...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken Kızılay kolundaydım.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2004
Büyüdüğüm kasabanın en tipik özelliklerinden bir tanesi ipek halılarıysa, diğeri de şimdi tarihe karışmış olan Sümerbank Fabrikası’ydı. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden Hereke’ye gelen Sümerbank ‘memur’ları için sağlanan bir imkan daha vardı ki, o da Sümerbank Lokali idi.
Sosyal hayatın son derece sıkıcı olduğu, hatta hiç olmadığı o zamanlarda memurlar vakit geçirmek için ‘lokal’e giderlerdi. O fabrikanın bulunduğu kasabaya bir ödülü olarak da, Sümerbank’ta çalışmayan, ama kasabanın ileri gelenlerinden olduğu düşünülen zatlar da bu lokalin üyeliğine ‘kabul edilirlerdi.’
Benim ailem de bu ‘kabul görmüş’ tayfasına aitti.
Çocukluğum ve ilk gençliğim bu ‘seçilmiş’, kendini ‘yaşadığı yerin diğer insanlarından farklı gören’, ‘kendini önemseyen’ bir topluluğun parçası olarak bu lokalde geçti.
O kadar kesin bir ayrım vardı ki Hereke’de, neredeyse o kasabada yaşayan herkes ‘lokale girenler’ ve ‘giremeyenler’ olarak iki farklı sosyal gruba bölünmüştü. Girebilenler, giremeyenleri ‘sıradan halkın’ bir parçası olarak görür, giremeyenler de girenleri ‘zengin, şımarık’ olarak tanımlardı.
Kısacası sınıfların savaşı vardı o kasabada...
* * *
Lokale giden gençler sadece oraya gelenlerle arkadaşlık eder, gelemeyen hiç kimse o ‘seçilmiş grubun’ çocukları ile selamlaşmazdı dahi ! Hatta o kadar ileri gitmişti ki bu durum, okulda bile arkadaşlar buna göre seçilirdi.
Aslında ayırım çok netti : ‘işçiler ve memurlar’, ‘yukardakiler ve aşağıdakiler.’
Biz seçilmişler kendimizi farklı görürdük niyeyse?.Onlardan daha üstün, daha şehirli, daha kültürlü, hatta daha ileri giderek daha insan görürdük belki de. ‘Bizden’ olmayanla konuşmaz, selamlaşmaz, sadece kendi aramızda yaşardık.
Çünkü biz farklıydık!
Orada düzenlenen ‘balolara’ gider, yılbaşlarını, yazın gelmesini, oradaki cazlı eğlencelerle kutlardık. Lokalin dışındaki hayat çok da fazla ilgilendirmezdi bizi. Kadınlar kendi aralarında konken oynar, erkekler ‘memur’ olmanın gururuyla biralarını içip okey oynar, seçilmişlerin çocukları da kendi aralarında arkadaşlık edip, uygun sevgili, flört ararlardı!
Ne biz onları, ne onlar bizi kabul etti. Derebeylik dönemindeki dışarıdan korunan kaleler gibi oranın içine girip, bir kısır döngüde yaşadık.
Kendimize gereksiz, manasız önemler vehm ettik, kendimizi farklı olduğumuza inandırdık. Liseye başladığımda, trenle okula gidip gelmeye başlayınca ‘dışardakilerden’ arkadaşlarım olmaya başladı. Daha insancıl, daha saf, daha sevgi dolu olduklarını gördüm.
Daha gerçek insanlar gördüm!
Ben de ‘onların’ arasına karışıp, üzerimdeki ‘sınıf gerginliğini’ attıktan sonra daha gerçek, hatta çok daha başarılı birisi oldum. Bu gün bulunduğum yeri belki de ‘o’ insanlara borçluyum.
* * *
Şimdi bu konuya birdenbire ne diye taktığımı düşünebilirsiniz. Cumartesi akşamı gittiğim Candan Erçetin konserinin sahne düzeni sebebiyle, efendim.
Sahne düzeni aynen şöyleydi :
Solist Candan Erçetin tül bir perdenin önünde şarkılarını söylerken, tül perdenin gerisindeki müzisyenler de enstrümanlarını çalarak şarkıları icra etmeye çalıştılar. Konserin ilk yarısı boyunca solist ile orkestra elemanlarını ayıran bu ‘seperatörün’ ortadan kalkmasını bekledim.
İlk şarkıda hoş, estetik bir görüntü veren bu tül perde, şarkılar ilerledikçe ‘seperatör’ görevi yaptığını bana hatırlatıp, sinirimi kaldırmayı başardı. O kadar taktım ki bu seperatöre, ne şarkılara konsantre olabildim, ne de konserden zevk alabildim! Arada arkasını dönmeden, eliyle ‘tülün arkasındakilere’ yavaş- hızlı- daha ağır gibi işaretler yapan ‘yerli Edith Piaf’ durumu, beni iyice gerdi.
Ben saksafon solo yapan arkadaşı, gitarı çalanı görmek istedim. Perdenin önünde duranla, arkasında duranın ayrımı beni çok rahatsız etti.
Kendini farklı bir yere koymak herkesin hakkıdır. Seyirciyle diyaloğa girmemek, bir açıkhava konserinde seyirciyle sahnenin arasındaki ‘tek’ bağlantıyı sağlayan merdiveni kaldırtmak, gelen röportaj tekliflerini ‘Ancak sorular yazılı olarak verilirse cevaplarım’ diye karşılamak, ‘Kırklareli’nde leydilik okulu mu vardı ki, ben lady olayım’ demek, bana biraz Hereke’nin lokalini çağrıştırdı.
Ama söylemeden geçemeyeceğim, o ‘seçilmiş olmak’ , ‘farklı olmak’, ‘elit olmak çabaları’ ve o ‘lokal’ bir süre sonra çok üstüme geldi ve baydı beni! Ne zaman ki bu duygudan sıyrıldım, ‘Oh be dedim, dünya varmış!’
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, J.R’ın karısı Sue Ellen alkolikti
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2004
Popüler kültür mantarınız tatilden döndükten sonra popüler kültür hayatına hızlı bir giriş yaptı efendim. Popüler kültürden bu kadar uzak kalmış olmanın can sıkıntısıyla hemen attım kendimi popüler kültürün tam da göbeğine... Mutsuz muyum bu durumdan? Hayır.... Mutlu muyum bu durumdan? Evet, evet, evet.
- Şu anda büyük bir keyifle Epsilon Yayınları’ndan çıkan İnci Aral’ın ödüllü kitabı ‘Mor’u okuyorum. Şiddetle tavsiye edilir...
- Popüler Kültür Mantarı olarak Rumelihisarı ve Açıkhava konserlerinden eksik kalacağımı hiç düşünmediniz herhalde. Bildiğiniz üzere gelir gelmez ayağımın tozuyla, daha bavullarımı açmadan Açıkhava tiyatrosundaki ‘Sanki Dün Gibi’ konserlerinin ikincisine gittim maalesef ki! Şehrinize falan gelirse sakın ola, başlığının büyüsüne kapılıp gitmeyin. Pişman olursunuz, benden söylemesi...
- Perşembe akşamı da Rumelihisarı’nda Nükhet Duru-Cenk Eren ikilisinin konserlerine gittim. Bu ikiliyi birçok kez seyretmiş olmama rağmen (En azından neredeyse 80 bölüm birlikte televizyon programı yaptık) bugüne kadar seyrettiğim en iyi Nükhet Duru ve Cenk Eren performansıydı. Çok eğlendim, çok beğendim.
- Cumartesi akşam yemeğini Ahırkapı’daki Giritli Restoran’da yedim. İnanılmaz lezzetli Girit ve Ege yemekleri eşliğinde bir kadeh rakı çok iyi gidiyor. Üstelik çok da güzel fiks mönü servisi var. Elinize koskocaman bir mönüyü alıp saatlerce yemek seçmek zorunda kalmıyorsunuz. Özellikle mezeler çok lezzetli.
- Cumartesi akşamı bir de Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaki son Candan Erçetin konserine gittim. ‘Melek’ albümünü çok beğendiğimi daha önce yazmıştım. Melek ve eski Candan Erçetin albümlerinin hitlerini dinlemek güzeldi. Ama konser boyunca kafama taktığım bir şey var ki, o takıntım belki başka bir yazının konusu olabilir..
- Bu hafta beni en çok mutlu eden olaylardan bir tanesi de Birleşmiş Milletler’in projesi için Türkiye’de gezmedik dağ köyü bırakmayan bir arkadaşımın bana getirdiği hediye oldu. Arkadaşım Milas’tan aldığı keçeyi, Datça’dan bademi, Kastamonu ve İnebolu’dan elma ekşisi ve pestili, Adatepe’den zeytinyağı ve kekikleri, Assos Küçükkuyu’dan yeşil zeytini, Trakya’dan kuskus, erişte ve tarhanayı, Afyon Basmakçı’dan rezeneyi, Milas’tan aldığı hayıt ağacından yapılma bir sepetin içinde getirdi bana. Sepetin içinde tüm bunlardan başka ‘ BUĞDAY’ dergisi de vardı. Bütün getirdiklerini afiyetle yiyiyorum. Buğday dergilerini de merakla okuyorum.
- Unutmadan ekleyeyim, bu aralar çok sevdiğim iki şarkı var, birincisi Rafet El Roman’dan ‘Yalancı Şahidim’, öteki de Özcan Deniz’den ‘Canım’... Bayılıyorum ikisine de.
* * *
Tunus ile ilgili olarak yazdığım yazıdan sonra, iki yıldır Tunus’ta yaşayan sevgili Damla Ömür Tantekin’den bir mail aldım. Damla Hanım mailinde Tunus’la ilgili gözlemlerimi takdirle ve ‘şaşkınlıkla’ okuduğunu yazdıktan sonra, benim yazdıklarıma ilave olarak ilginç birkaç ekleme yapmış. Sokaklarda, disko ve barlarda birçok erkeğin kulaklarının arkasına yasemin çiçeği taktıklarını ve bu durumun beni çok şaşırttığını yazmıştım ya, meğerse bunun bir anlamı varmış. Eğer yasemin sağ kulak arkasına takılıyorsan bu kalbinin dolu olduğu, sol kulak arkasına takılıyorsa kalbinin boş olduğu anlamına geliyormuş. Yani Tunuslular mesajı açık ve net veriyorlar... Tunusluların yaz aylarında en büyük hobileri plajlara gitmekmiş. Ama Tunuslu erkekler plajlara terlik bile giymeden sadece mayoları ile (yalın ayak- başı kabak) giderlermiş. Bunun sebebi de plajlarda terlikler dahil her şeyin çalınmasıymış.
Tunus’ta en kalabalık yerlerin yol kenarlarındaki kahveler olduğunu yazmıştım. Türkiye’de kahvelere gidenlerin çoğunun amacı okey, tavla, pişpirik oynamak ya da sohbet etmek olmasına karşın, Tunuslular kahvelerde oynamaz, konuşmaz, sadece sokağı seyrederlermiş. İşin en ilginç yanı da bu kahvelerde oturanların aslında ‘mesai saatleri içindeki’ vaktini, dükkanı yerine kahvede oturarak geçirmeyi tercih eden esnaflar oluşuymuş. ’Lundi prochain inşallah’ (Gelecek pazartesi inşallah) cümlesi Tunus’ta uzun süredir yaşayan yabancıların artık duymak istemedikleri bir cümleymiş. Özellikle disiplinli karakterleri ile bilinen Almanlar, Tunus’taki yaşamda en büyük zorluğu çeken kişilermiş. Çünkü inşallah kelimesinin anlamı Tunus’ta ‘Allahın izniyle’den, ‘Sen bu işe olmayacak gözüyle bak, kendini pek hazırlama’ya dönüşmüş ve Tunus’ta yaşayan yabancılar esnafa iş yaptırırken söze ‘Bana ‘inşallahlı’ cümle asla kurma’ diye başlıyorlarmış.
Herhangi bir trafik kazası olduğunda, özellikle bir aracın diğer bir araca arkadan çarpması durumunda bütün dünyada olduğu gibi, tartışmak, tutanak tutturmak, polis çağırmak gibi alışkanlıkları yokmuş Tunusluların. Kazadan sonra arabalarından dahi inmeden, hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederlermiş. (Hiç olmazsa seyirciler trafiği tıkamıyorlar!)
Bunlar benim göremediğim, bilmediğim ayrıntılar. Okuyunca çok hoşuma gitti. İlginç geldi, sizlerin de ilgisini çekeceğini düşündüm. Damla Hanım’a bu bilgilerden dolayı çok teşekkürler.
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, erkekler saçlarına jöle yerine limonsuyu sürerlerdi.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2004
Hukuk fakültesini bitirdikten sonra, bir yıl süren avukatlık stajım sırasında ömrümde ilk kez bir cezaevine gitmiştim. Çocukça sayılabilecek bir duyguyla, nedense merak ediyordum orayı. Avukatlık stajı yapanların cezaevlerine gitmeleri gerekmediği halde, ben staj yaptığım yerin savcısına rica ederek, tüm stajyer avukatlarla birlikte bir ziyaret planlamıştım cezaevine. Merak ediyordum toplumdan bu kadar ‘dışlanan’ insanların yaşamını, ne yiyip, ne içtiklerini, nasıl vakit ‘öldürdüklerini’ koskoca bir gün, hatta koskoca yıllar ne yaptıklarını, kısacası ‘o’ insanları merak ediyordum, zaman zaman hepimizin ‘geri durduğu’, ürktüğü insanları.
Kış ayıydı gittiğimizde. Soğuktu. Besbeton bir binanın kurşuni renkli soğuk kapısından girdik içeriye, kapısında üç tane jandarma erinin beklediği. İçeri girer girmez soğuk daha da arttı. Havanın soğuğundan değil, ‘yaşamaya çalışılan yerin’ soğuğundan olsa gerek, üşüdük hepimiz. Ellerimi paltomun ceplerine daha çok soktum. Isınamadım. Boğazlı kazağımın yakasını iyice yukarı kaldırdım, yine ısınamadım. Havanın soğuğu değildi buraya girer girmez beni üşüten...
* * *
Demirli dış kapının aynı kurşuni grisinden, binanın içinde koskocaman demir kapılar vardı. Bir gardiyan, belindeki anahtarlıklarını (iktidar aletini ) şıklatarak, yüzündeki garip, sinsi gülümsemeyle kapıya doğru yanaşıp sayamadığım kez döndürdü anahtarı kilidin içinde. Boz gri kapı açıldı önümüzde. Upuzun, taptaş, besbeton, sopsoğuk, uçsuz bucaksızmış gibi duran bir koridor gördü gözlerimiz. Herkes birbirine baktı ‘ilk sen gir koridora’ diye. Herkes ürktü koridorun loşluğundan, soğuğundan... Önce kim girdi gardiyanın arkasından koridora, hatırlamıyorum.
Hatırlamak da istemiyorum.
Koridorun sağında ve solunda bulunan koğuşların kipkilitli, bomboz, gıpgri, depdemir kapılarının minicik gözleri vardı. Her kapının üzerinde kirli, dumanlı, puslu duran, koridora bakmayı sağlayan camları vardı. Koşup silmek istedim camları. Puslarını yıkamak istedim, belki koridorlar daha net görünür içeriden diye, silemedim... Kapının arkasından koridorda gardiyanla beraber yürüyen bizlere bakan, tedirgin, huzursuz, ama değişik bir insan yüzü görmekten de bir o kadar mutlu gözler vardı. Yaşlı gözler. Yaşlanmış gözler. Umutlu gözler. Sararmış gözler. Ama umutsuz gözler... Kafamı besbeton koridorun tabanından kaldırıp, o gözlere baktım.... Hemen kafamı tekrar koridorun tabanına çevirdim.
Bakamadım!
* * *
Sıcaksız, nefessiz, ışıksız, umutsuz koridorun en sonundaki bozbulanık bir kilitli kapının önünde durdu gardiyan. Tekrar şaklattı anahtarlarını kapıda. Açtı kapıyı ardına kadar. Kenara çekildi ‘buyurun’ dedi. İşte bu sefer, bu soğuk, havasız, loş koridordan kurtulmak umuduyla önce ben girdim ‘içeriye’. Yan yana, üst üste, dizi dizi bozbulanık ranzalar vardı koğuşun içinde. Üzerlerinde oturup, ufacık pencerelerinden uzaklara bakan, birbirine bakan, yere bakan kadınlar vardı. Yaşlı bir teyze koğuşun ortasında, koğuşu ‘ısıtması’ için kurulan odun sobasının üzerinde tarhana çorbası karıştırıyordu. Genç bir kız kucağındaki aynayla kaşlarını alıyordu. Orta yaşlı bir kadın, koltuğunun altındaki yünleriyle hem koğuşun içinde yürüyor, hem söyleniyor, hem de örgü örüyordu.
Kalabalıktı.
Odun sobası gürül gürül yanıyordu, ama koğuş soğuktu! Bu kadar insanın nefesi bile ısıtmamıştı burayı. Bazıları konuşmak için hemen yanımıza geldi. ‘Hoşgeldiniz’ dediler hep bir ağızdan. Tedirgin. Sıkılgan. Koğuşlarını gezdirdiler bize. Duvarlarına yapıştırdıkları özledikleri kocalarını, oğullarını, kızlarını, sevgililerini, annelerini, babalarını gösterdiler. Çoğunun duvarında asılı olan takvimlere ilişti gözüm. Kırmızı çarpılar vardı üzerinde. Kıpkırmızıydı bir takvim. Bütün ayları boyamıştı kalemle yaşlı teyze. ‘ Niye boyadın bütün takvimi’ dedim çekinerek. ‘Müebbet benim cezam oğlum’ dedi.
Ben, hiçbir şey diyemedim....
* * *
Bize çay ve tarhana çorbası ikram ettiler koğuşun tam ortasına kurdukları upuzun, naylon örtülü yemek masasının üzerinde. İşte tam o sırada ağlayarak bir çocuk uyandı ranzaların birinden. Korktum.... Kadın koştu kucağına aldı kız çocuğunu.. Sonra bir ağlama sesi daha geldi. O’nu da kucağına aldı kadın. İki kolunda iki çocukla geldi sofraya. Sarışındı çocuklar. Küçücüktü. ‘Artık gitme vakti’ dedi gardiyan. Öpemedim çocukları. Koğuştakiler kapının ağzına dizildi. ‘Yine gelin, yine buyrun’ dediler. Çocuklar arkamızdan ‘Bizi de götür’ diye ağladılar, salya sümük. Çocuklar götürmediniz diye ağladılar, biz götüremiyoruz diye ağladık....
Upuzun koridordan geriye dönerken. Kapısında çok fazla jandarma ve gardiyan olan koğuşun önüne geldiğimizde ‘Burası nedir’ dedim. Gardiyan ‘İçerde siyasiler yatıyor, açlık grevi yapıyorlar’ dedi. Girmek istedim. Sokmadılar. ‘Olmaz, yasak’ dediler. O zaman sadece Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olan ‘Daha insani şartlar isteyen açlık grevindeki mahkum ve tutuklular’ vardı, o kapının ardında. Her gün bir tanesi ‘Daha insani şartlarda’ yaşam için, ‘yaşamını’ yitiriyordu, ama ‘haber değeri’ yoktu. Tıpkı bu kapıların ardında olduğu gibi... Şimdi de ‘Tecrit’ istemeyen tutuklular ölüyor açlık grevlerinde. Ama bilmiyoruz, görmüyoruz, duymuyoruz. ‘Haber değerleri’ yok(muş) onların.... 114 olmuş sayı....
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, Tolga Han Dans Grubu vardı
Yazının Devamını Oku