Büyüdüğüm kasabanın en tipik özelliklerinden bir tanesi ipek halılarıysa, diğeri de şimdi tarihe karışmış olan Sümerbank Fabrikası’ydı.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinden Hereke’ye gelen Sümerbank ‘memur’ları için sağlanan bir imkan daha vardı ki, o da Sümerbank Lokali idi.
Sosyal hayatın son derece sıkıcı olduğu, hatta hiç olmadığı o zamanlarda memurlar vakit geçirmek için ‘lokal’e giderlerdi. O fabrikanın bulunduğu kasabaya bir ödülü olarak da, Sümerbank’ta çalışmayan, ama kasabanın ileri gelenlerinden olduğu düşünülen zatlar da bu lokalin üyeliğine ‘kabul edilirlerdi.’
Benim ailem de bu ‘kabul görmüş’ tayfasına aitti.
Çocukluğum ve ilk gençliğim bu ‘seçilmiş’, kendini ‘yaşadığı yerin diğer insanlarından farklı gören’, ‘kendini önemseyen’ bir topluluğun parçası olarak bu lokalde geçti.
O kadar kesin bir ayrım vardı ki Hereke’de, neredeyse o kasabada yaşayan herkes ‘lokale girenler’ ve ‘giremeyenler’ olarak iki farklı sosyal gruba bölünmüştü. Girebilenler, giremeyenleri ‘sıradan halkın’ bir parçası olarak görür, giremeyenler de girenleri ‘zengin, şımarık’ olarak tanımlardı.
Kısacası sınıfların savaşı vardı o kasabada...
* * *
Lokale giden gençler sadece oraya gelenlerle arkadaşlık eder, gelemeyen hiç kimse o ‘seçilmiş grubun’ çocukları ile selamlaşmazdı dahi ! Hatta o kadar ileri gitmişti ki bu durum, okulda bile arkadaşlar buna göre seçilirdi.
Aslında ayırım çok netti : ‘işçiler ve memurlar’, ‘yukardakiler ve aşağıdakiler.’
Biz seçilmişler kendimizi farklı görürdük niyeyse?.Onlardan daha üstün, daha şehirli, daha kültürlü, hatta daha ileri giderek daha insan görürdük belki de. ‘Bizden’ olmayanla konuşmaz, selamlaşmaz, sadece kendi aramızda yaşardık.
Çünkü biz farklıydık!
Orada düzenlenen ‘balolara’ gider, yılbaşlarını, yazın gelmesini, oradaki cazlı eğlencelerle kutlardık. Lokalin dışındaki hayat çok da fazla ilgilendirmezdi bizi. Kadınlar kendi aralarında konken oynar, erkekler ‘memur’ olmanın gururuyla biralarını içip okey oynar, seçilmişlerin çocukları da kendi aralarında arkadaşlık edip, uygun sevgili, flört ararlardı!
Ne biz onları, ne onlar bizi kabul etti. Derebeylik dönemindeki dışarıdan korunan kaleler gibi oranın içine girip, bir kısır döngüde yaşadık.
Kendimize gereksiz, manasız önemler vehm ettik, kendimizi farklı olduğumuza inandırdık. Liseye başladığımda, trenle okula gidip gelmeye başlayınca ‘dışardakilerden’ arkadaşlarım olmaya başladı. Daha insancıl, daha saf, daha sevgi dolu olduklarını gördüm.
Daha gerçek insanlar gördüm!
Ben de ‘onların’ arasına karışıp, üzerimdeki ‘sınıf gerginliğini’ attıktan sonra daha gerçek, hatta çok daha başarılı birisi oldum. Bu gün bulunduğum yeri belki de ‘o’ insanlara borçluyum.
* * *
Şimdi bu konuya birdenbire ne diye taktığımı düşünebilirsiniz. Cumartesi akşamı gittiğim Candan Erçetin konserinin sahne düzeni sebebiyle, efendim.
Sahne düzeni aynen şöyleydi :
Solist Candan Erçetin tül bir perdenin önünde şarkılarını söylerken, tül perdenin gerisindeki müzisyenler de enstrümanlarını çalarak şarkıları icra etmeye çalıştılar. Konserin ilk yarısı boyunca solist ile orkestra elemanlarını ayıran bu ‘seperatörün’ ortadan kalkmasını bekledim.
İlk şarkıda hoş, estetik bir görüntü veren bu tül perde, şarkılar ilerledikçe ‘seperatör’ görevi yaptığını bana hatırlatıp, sinirimi kaldırmayı başardı. O kadar taktım ki bu seperatöre, ne şarkılara konsantre olabildim, ne de konserden zevk alabildim! Arada arkasını dönmeden, eliyle ‘tülün arkasındakilere’ yavaş- hızlı- daha ağır gibi işaretler yapan ‘yerli Edith Piaf’ durumu, beni iyice gerdi.
Ben saksafon solo yapan arkadaşı, gitarı çalanı görmek istedim. Perdenin önünde duranla, arkasında duranın ayrımı beni çok rahatsız etti.
Kendini farklı bir yere koymak herkesin hakkıdır. Seyirciyle diyaloğa girmemek, bir açıkhava konserinde seyirciyle sahnenin arasındaki ‘tek’ bağlantıyı sağlayan merdiveni kaldırtmak, gelen röportaj tekliflerini ‘Ancak sorular yazılı olarak verilirse cevaplarım’ diye karşılamak, ‘Kırklareli’nde leydilik okulu mu vardı ki, ben lady olayım’ demek, bana biraz Hereke’nin lokalini çağrıştırdı.
Ama söylemeden geçemeyeceğim, o ‘seçilmiş olmak’ , ‘farklı olmak’, ‘elit olmak çabaları’ ve o ‘lokal’ bir süre sonra çok üstüme geldi ve baydı beni! Ne zaman ki bu duygudan sıyrıldım, ‘Oh be dedim, dünya varmış!’