19 Temmuz 2004
Hülya Avşar deyince aklınıza ne geliyor? Tacı elinden alınan ilk Türkiye güzeli? Güzel kadın? İyi oyuncu? Başarılı bir talk show’cu? Türkiye’nin prime time’da yayınlanan tek kadın talk show’cusu? Tenisi Türkiye’ye tanıtan ve sevdiren kadın? İyi anne? Tek kişilik bir tiyatro oyunu oynayacak kadar oyunculuğuna güvenen cesur bir oyuncu? Aldatılan eş? Türkiye’de kendi adına aylık bir dergi çıkaran ilk ünlü? Şarkıcı? Kendi adını verdiği tişörtler üreterek, bugünlerde tekstil dünyasına giren ünlü? Kelebek gazetesi röportajcısı? Moskova Film Festivali gibi dünyanın sayılı festivallerinden birisinden ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü alan Türk film yıldızı?
Bunlar benim hatırlayabildiklerim, belki unuttuklarım da vardır. Unuttuklarımı siz ekleyin lütfen...
Hülya Hanım’la ‘Hülya Avşar Show’ programında tam altı yıl birlikte çalıştım. Tabii ki zaman zaman onun bana, benim ona kırıldığım ya da kızdığım zamanlar olmuştur (Kendi adıma neredeyse hiç hatırlamıyorum bu anları). Birlikte neredeyse yüzelli bölüm Hülya Avşar Show çektik. İşinde profesyonel, sete zamanında gelen ama zamanında da ayrılmak isteyen, hırslı, çalışkan birisidir.
Son günlerde Hülya Hanım’la ilgili artık marka değil, kan kaybediyor lafları dolanmaya başladı. Bu konuda yazılar yazıldı. Hülya Avşar’ı sadece ama sadece marka olarak görmek, Hülya Avşar olgusunun içindeki ‘insan’ unsurunu unutmak bence büyük haksızlık. Hülya Avşar da insan, o da yorulur, hata yapar, kızar, sinirlenir, üzülür... Onun da insani duyguları var... O sadece bir marka değil ki...
Zaman zaman dünya devi markalar da ‘hatalı üretimler’ yaparlar ama biz onları almaktan, tüketmekten hemen öyle kolaylıkla vazgeçmeyiz, vazgeçemeyiz...
İçindeki ‘insan’ faktörünün hepimiz tarafından unutulduğu Hülya Avşar ‘markası’ da bence çok insani bir dönemden geçiyor. Evet dışarıdan bakan gözlerle alışkın olmadığımız, gergin, sinirli bir Hülya Avşar portresi çiziyor. Artık paraya hiç de ihtiyacı olmamasına ve oyunculuktan para kazanılamamasına rağmen ‘Türk sineması için bir şeyler yapmak istiyorum’ diyerek yeniden hızla setlere dönen, Türk sinemasında alışkın olduğumuzun aksine, bulunduğu yeri bilen ve İki Genç Kızın Romanı filminde onaltı yaşındaki bir kızın annesini oynayacak kadar cesur (Cesur diyorum çünkü; Türkiye’de kadın oyunculara öyle kolaylıkla ‘Gelin onaltı yaşındaki bir kızın annesi rolünü oynayın’ diyemezsiniz. Hemen kızar ve bozulurlar. Çünkü onlar, genç yaşlarında şöhreti yakalamışlar ve hálá o yaştadırlar!) olan bir diğer Hülya Avşar da var karşımızda...
Altı yıl birlikte çalıştığım Hülya Avşar benim gözümde önce ‘insan’ sonra ‘Hülya Avşar’... Yukarıda saydığım yeteneklere sahip bir ‘insan’, önce ‘insan’, sonra bu niteliklerin sahibi olan bir ‘marka’ benim için... Avşar’ı beğenin ya da beğenmeyin, yazının girişinde saydığım özellikler çok insanda yok, ‘marka eriyor’ diye haksızlık da etmeyelim bence, hem bu kadar çok dondurma topunun erimesi de zaman alır değil mi?
Hem diyelim ki eridi, biz hep tenis ismini duyduğumuzda, talk show dendiğinde, cesur, iyi oyuncu, medyatik star dendiğinde hep Hülya Avşar ismini hatırlayacağız. Belki de ‘Şimdi o olsaydı‘ diye başlayan cümleler kuracağız. Bu az şey mi? Değil. ‘Marka’ olmaktan bile çok şey bence...
TÜRK FİLMLERİ İÇİN BİR İSTEK
Çek Cumhuriyeti’nin ünlü kaplıcalar şehri Karlovy Vary‘de yapılan Uluslararası Film Festivali’nde Ankara Sinema Derneği’nin katkıları ile belirlenen ‘En İyi On Türk Filmi’ gösterildi ve seyirciden büyük ilgi gördü. Hatta festivalin koordinatörü Julietta Zacharova ‘Bu son derece özgün ve olağanüstü film koleksiyonunu gösteren ilk uluslararası festival olmak bizim için büyük bir onurdur’ dedi.
Festivalde gösterilen filmler arasında yer alan ‘Yol’ ve ‘Uzak‘ filmlerinin gösterildiği sinema salonları önünde uzun kuyruklar oluştu. On Türk filminin hepsi ağzına kadar dolu salonlara oynadı.
Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu, Almanya, İsveç, Portekiz, İspanya, Mısır, Hollanda ve Amerika’dan davet aldıklarını açıkladı. Bu başarılı seçimleri yaparak, Türk Sineması’nın dünya festivalleri aracılığıyla tanınmasına katkıda bulunan Ankara Sinema Derneği’ni kutluyorum...
Ama ben de, Türkiye’de ‘Türk Sineması’nın En İyi On Filmi’ adı altında bu filmleri toplu bir gösterimle seyretmek istiyorum. Çok şey mi istiyorum, ne dersiniz?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, 14 Şubat Sevgililer Günü değildi.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2004
Son birkaç yıldır büyük şehirlerde yeni bir moda başladı, biliyorsunuz. Belki de gitmişliğiniz bile vardır açık hava sinemalarına. Ben birkaç yıl önce büyük bir hevesle İstanbul’da açılanlardan bir tanesine gitmiştim. Nasıl bir lüks, nasıl bir ihtişam, görmeniz lazım. İster yerlerdeki koskocaman pufidik minderlere uzanarak seyredin filminizi, isterseniz masaya geçin, içkinizi yudumlayarak seyredin. Ya da hizmetinize sunulmuş bulunan şezlonglarda uzanarak da seyredebilirsiniz... Üstelik bütün servisi garsonlar yapıyor. Gak diyorsunuz, içkiniz geliyor, guk diyorsunuz tatlı, patlamış mısırınız... Nasıl bir ihtişam, nasıl bir lüks, görmelere değer doğrusu.
Eskiden yaz aylarını açık havada film seyredebileceğim için (de) severdim. Benim büyüdüğüm kasabada, açık hava sinemasının film göstermeye başlaması demek, artık yaz geldi demekti aynı zamanda. Her hafta çarşamba ve cumartesi günleri film değişirdi. Cumartesiden çarşambaya kadar Türk filmi, çarşambadan cumartesiye kadarda ecnebi(!) film oynardı. Ben tahmin edebileceğiniz gibi o zamanlar en çok Türk filmlerini seyretmeyi severdim.
Kasabalardaki yaz gecelerinin en önemli sosyal aktivitelerinden birisi olan yazlık sinemamız, denizin tam kıyısındaydı. Filmi seyrederken çok sıkılırsanız eğer, mehtabı, yıldızları, dalgaların duvara çarparken çıkardığı sesleri dinleyebilirdiniz. Daha da sıkılırsanız, içinizden bir dilek tutup yıldız kaymasını yakalamayı bekleyebilir ya da Büyük Ayı ile Küçük Ayı’yı bulmaya çalışabilirdiniz. Anlayacağınız bizim yazlık sinemanın hizmette sınırı yoktu...
Film başlamadan evvel, en kötüsünden florasan lambalarla aydınlatılmış (İnsanı nasıl hortlak gibi gösterirler inanamazsınız. Üstelik o florasan lambaların etrafında ismini hiç bilmediğim ve bir daha hiçbir yerde de görmediğim garip yaratıklar uçarlardı devamlı) sinemaya girer, numarasız olan mavi tahta sandalyelerden en beğendiğimize oturur, filmin başlamasını beklerdik. Ama bu arada yazlık sinemamızda hizmette sınır olmadığı için, kırkbeşlik plaklardan günün en popüler şarkıları çalardı: ‘Kimbilir’, ‘Kaderimin Oyunu’, ‘Lades’, ‘Son Verdim Kalbimin İşine’ ve daha bir sürüsü... O zamanlar eğer film başlamadan evvel bir şarkı sinemada çalıyorsa, bilin ki tutmuş bir şarkıydı.
Esas film(!) başlamadan evvel perdede ‘pek yakında’ yazısı görünür, onbeş gün sonra gelecek olan filmin fragmanı gösterilir, ‘gelecek program’ yazısından sonra da haftaya gösterilecek olan filmin fragmanı verilirdi. Bu sırada siz de o filmlere mutlaka ama mutlaka gelmeniz gerektiğine karar verirdiniz (Ama bu gelecek olan filmlere de gitme kararınızda, gösterilen fragmanın hiç ama hiç etkisi yoktu. Simsiyah bir perde de gösterseler, siz filmin değiştiği ilk gün mutlaka gidecektiniz nasıl olsa!)...
Filmin ilk yarısında eğer film sizi sarmazsa (ki bu ihtimal pek düşüktür), sinemanın size sunmuş olduğu diğer hizmetlerden yararlanabilirdiniz. Deniz kıyısında olması sebebiyle, beleş olarak filmi izlemek isteyen sandal sahipleri, sandallarını sinemanın kıyısına yanaştırarak filmi seyrederlerdi. Siz de isterseniz filmi seyretmek yerine ha düştüler, ha düşecekler diye onları seyredebilirdiniz (Cinema Paradiso filmini ne çok sevmiştim ben bu yüzden)...
Film arası olup sizi çok ama çok kötü gösteren florasanlar bir kez daha yandığında yapılacak tek şey, önünde uzun kuyrukların olduğu büfeden gazoz ve sarı leblebi almak için sıraya girmekti. Sarı leblebiler gazozun içine atılacak, gazoz öyle içilecekti, ama bütün leblebileri gazozun içine atmayıp, bir kısmını da film başladığında ön sıralarda oturanların kafasına atmak için saklamayı ihmal etmemek gerekiyordu tabii ki!
Yazlık sinemada filmler her zaman mutlaka kopar, sesleri kesilir ve bu durumu protesto eden ‘makinist’ çığlıkları ile ıslıklar arasında, ışıklar tekrar yanar, makinist de filmi bir an önce tekrar başlatmak için elinden geleni yapmaya çalışırdı. Bu durum kötü kopyaların Anadolu kasabalarına gelmesi ile ilgiliydi sanırım.
Filmin sonlarına doğru ıslıklar bu kez kopan film için değil, filmin esas kızını kurtarmayı başaran esas oğlan için çalınırdı. Mutlu sonla biten filmlerde de alkış tutardı bütün sinema. O zamanlar alkışlamaz, alkışlayanlara da çok kızardım. Sinemada alkışlamak benim gözümde ‘doğru’ bir şey değildi. Kasabalılıktı! Yıllar sonra ilk kez gittiğim İstanbul Film Festivali’ndeki bir filmin sonunda alkış kopunca çok şaşırmıştım... Şimdi her beğendiğim filmin sonunda içimden hep alkışlamak gelir, ama hálá tutarım kendimi nedense...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, cumartesi günleri, yarım gün okula gidilirdi...
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2004
Diyelim ki yaz tatiline gideceğim, bunun için yapmam gereken o kadar çok şey var ki anlatamam. Tatilde nereye gideceğimi düşünmeye kasım-aralık aylarında falan başlarım. Bir yer belirlendikten sonra, asıl sorun başlar zaten. Benim gitmeyi istediğim ülkeye Türk Hava Yolları uçuyor mu, uçmuyor mu araştırmam gerekir. Eğer THY oraya uçmuyorsa, maalesef benim o ülkeyi görme hayalim de suya düşerdi eskiden... Çünkü ben uçağa binmekten acayip, ama acayip korkan birisiydim.
Türk olmaktan kaynaklı olduğunu sandığım ‘nerede olursam olayım ama ayaklarım yere bassın’ duygusunu içimden bir türlü atamadığım için, hep korktum uçağa binmekten. Ama uçaktan bu kadar korkmama rağmen, gezentilikten de geri kalmıyordum maaşallah.
* * *
‘Uçuş korkusu’ bende bir gece öncesinden başlıyordu. Ertesi gün uçağa bineceğim ya, nasıl huzursuz bir gün geçiriyorum anlatamam. İçim sıkılıyor, kalbim çarpıyor, yemek yiyemiyorum, gece uyuyamıyorum.
Anlayacağınız her türlü anksiyete belirtisini gösteriyordum Allah’ıma şükürler olsun ki! Uçuş sabahı yataktan kalkar kalkmaz, bir adet sakinleştiriciyi içtikten sonra, havaalanına doğru yola çıkıyorum ama içimde hep bir umut var, havalimanına gideceğim ve ‘Uçuş iptal edildi’ diyecekler diye. Sanki beni zorla yolluyorlarmış gibi.. Havalimanında ikinci sakinleştirici hapımı bu kez ‘Pasiflorayı’ su niyetine kullanıp içtikten sonra, bir kadeh şarabı da tüm bunların üzerine kafaya dikip, vücudumun her noktasının karıncalandığını hissederek uçağa binmek üzere o dar koridordan geçmeyi göze alabiliyordum.
Uçağa biner binmez, tabii ki koridor tarafından almış olduğum koltuğuma oturup, ilgimi mümkün olduğunca başka yerlere yöneltmeye çalışıyordum, ama ne fayda. Birden bire iki hostes uçağın başında ve ortasında, ellerinde bir takım alet ve edavatlarla belirip, hayatınızda görebileceğiniz en ruhsuz ve duygusuz yüz ifadeleri ile:
‘Kabin basıncı azaldığında, maskeleriniz tavandan şöyle düşecek, yok çocuklu yolcular önce kendilerine sonra çocuklarına maske taksınlar, işte acil çıkış kapısı tam şuralarda... Bilmem kaç tane var, can yelekleri şöyle kullanılır’ falan diye anlatmaya başlayınca, benim avuç içlerim başlıyor terlemeye. Ben dinlememeye çalışıyorum, hatta dinlememek için başka bir şeyler okumaya karar veriyorum ve ön koltuğun cebinden alelacele okunacak bir şey bulup elime alıyorum ki, o da ne! Okumak üzere elime aldığım kağıtta yazan şeyler şöyle : ‘Airbus 310 uçaklarının teknik özellikleri ve uçağın düşmesi durumunda can yeleklerini nasıl kullanacağınızı anlatan bir broşür.’
Eeee, bundan iyisi Şam’da kayısı!
Uçak kalkış pistine doğru ilerlemeye başlayınca benim artık sadece avuçlarım değil, her yerim terlemeye başlıyor. Pistin başından büyük bir gürültüyle kalkan uçakta o sırada duyduğum konuşmalar beni iyice gerip sinirlendirmeye yetiyor da artıyor bile:
‘Aaaa, bak Boğaz ne güzel gözüküyor...’
Allahım çok yükseliyoruz! Ayaklarım artık yere basmıyor duygusu, giderek içimde daha fazla güçleniyor. Ve ben uçağın tekerlekleri yerden kesilir kesilmez, hemen yanımdaki arkadaşıma dönüp o can alıcı sorumu soruyorum: ‘Kaç dakika kaldı?’
‘Yahu dur be adam, yeni kalktık daha’ demiyor tabii ama, suratıma anlamsız gözlerle bakabiliyor sadece ve ‘Çattık’ diye düşünüyor eminim.
Kemerlerinizi bağlayın ışığı söndükten hemen sonra, bu kez en metalik sesiyle başka bir hostes konuşmaya başlıyor: ‘Sayın yolcularımız, uçuş boyunca oturduğunuz sürece, kendi güvenliğiniz için lütfen kemerlerinizi bağlı tutunuz.’ İşte bu, bende filmi koparan son anonstan bir önceki anons oluyor. Yahu hiçbir anı güvenli değil mi bu yolculuğun?
Niye bindiriyorsunuz o zaman bizi buna? Niye? Bir de türbülansa girerse uçak, herhalde bana neler olduğunu tahmin edebiliyorsunuz. Ki türbülans anonsu bende uçağın kapılarını açıp kendimi dışarıya atma duygusu uyandırırdı eskiden.....
* * *
Uçağın ineceği anonsuyla beraber bende bir rahatlama durumu baş göstermekle beraber, bir uyku hali de beliriyor tabii ki. O kadar yatıştırıcı ilacı, pasiflorayı su niyetine kullanıp içersen olacağı bu tabii.
Eskiden gittiğim şehirlerin ilk günlerinde nereleri gördüğümü, ne yaptığımı hatırlamam ben. Uyur gezerdim çünkü. Nerede bir koltuk, bir köşe bulsam kafayı dayayıp uyuyordum...
İş için yapmam gereken bir Amerika seyahati sebebiyle uçuş korkum son buldu. Artık uçağa binmekten korkmuyorum. Ama uçuş korkumun olduğu zamanlardan kalma bir THY takıntısı kalmıştı bende. Nereye gidersem gideyim illa ki THY ile uçacaktım.
Ama son günlerde THY’nin durumunu gördükçe, okudukça ille de THY diye kendimi boşuna kastığımı anladım aslında. Bakımı yapılmayıp, içindeki yolcuların hayatının tehlikeye atıldığı, en az rötarın dört saat olduğu, uçağın içinde aktarma ile gelecek yolcular için diğer yolcuların, ‘teknik arıza’ sebebiyle üç saat bekletildiği ve uçuşlarının giderek ‘charter’ seferine dönüştürüldüğü bir hava yoluyla uçmakta diretmenin daha fazla anlamı yok sanırım. Oh be hiç olmazsa görmek isteyip de gidemediğim ülkeleri göreceğim.
NASIL BÜYÜDÜM
Komiser Colombo’nun kirli pardesüsü çok meşhurdu.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2004
Sizin de kafanıza bir şey takılır, bütün gece düşünür durur ama cevabını bulamadığınız olur mu? Benim çok oluyor da... Bir de mutlaka cevabını bulacağım diye kafama takarsam, işte o zaman yandım, hatta yandılar. Kimler mi? Tabii ki bu konuda bilgi sahibi olduğunu düşündüğüm insanlar. Günün hangi saati olursa olsun, telefon açar sorarım soruyu, hiç çekinmem! (Daha önce yazmıştım, zaten bu konuda biz televizyoncular dünyanın merkezini kendimiz sanırız ne yazık ki diye!) Dün geceden beri düşünüp duruyorum, kafama takıldı bir kere ne yapayım, en son edindiğim arkadaşım kim diye. Düşün düşün çıkamıyorum işin içinden. Çok uzun yıllar mı geçmiş, yoksa bende hafif bir hafıza kaybı mı başladı nedir bulamıyorum bir türlü sorunu cevabını...
Aslında benim öyle sandığınız gibi çok fazla arkadaşım yoktur. (Öyle sanmıyor muydunuz zaten. Allah allah, ne yani antisosyal mi buluyorsunuz beni?) Arkadaş sayım çok fazla olmayınca da, aslında kafama takılan sorunun cevabını hemen bulmalıyım değil mi? Ama öyle değil işte, arkadaş edinmeyeli yıllar olunca, cevabı bulması daha da zorlaşıyor insanın...
İnsan okula, kursa falan gitmeyince yani sosyalleşmeyince (Haklıymışsınız!) arkadaş da edinemiyor doğal olarak. İş yerinde edindiklerin ‘iş arkadaşları‘ ki, onları da başkaları ile tanıştırırken, kesin sınırları çiziveriyoruz hemen... ‘Ayhan, işyerinden arkadaşım’... Ne demek şimdi bu? Aslında istemeden şunu söylemek istiyoruz sanırım, ‘Arkadaşlığımız aynı işyerinde çalışmamız sebebiyle zorunlu olarak başladı, yoksa öyle birbirimize arkadaş olalım falan diye bayılmıyoruz. Aynı iş yerinde çalışıp, yüz yüze baktığımız için, arkadaş olmak zorunda kaldık, arada da böyle dışarı çıkar, yemek yer, bir şeyler içeriz. Ama sadece İŞ ARKADAŞIYIZ yanlış anlamayın. Arkadaş falan değiliz.’
***
Aynı şey okul arkadaşları için de geçerlidir değil mi? Birisiyle tanıştırırken ‘Okul arkadaşımızı’ hemen ekleriz, ‘Esin, okuldan arkadaşım’... Bunu söylerken amacımız ortak paydamızın sadece ‘okul’ olduğunun altını çizmek mi? Hani bazı okulların geleneksel günleri olur, ‘pilav günü’, ‘börek günü’, ‘mantı günü’, ‘spor bayramı’ gibi. Siz de o okuldan mezun olduğunuz için bir mecburiyet halinde gidersiniz oraya niyeyse! (Vallahi de billahi bir kez gittim, bir daha da gitmedim!) Çok sıkıcı oluyor (muş) öyle günler.
Dedim ya bir kez gittim diye, gitmeden önce çok heyecanlandım nedense? İşte yıllar önceki okul arkadaşlarımı göreceğim, onlarla tekrar konuşacağım falan diye. Okulun bahçesinden içeri girince hemen tanıdık yüzleri aramaya başladım tabii. Ama yok bulamıyorum! Herkes değişmiş! (Allah allah, oysa ben aynaya bakıyorum, hálá eskisi gibiyim!!!)
***
Gözüme ilk çarpan şey, herkesin bu ‘okul gününe’ gelirken ne kadar kendine özen gösterdiği oldu. Herkes adeta düğündeki dünürlerden bir tanesi...Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş ve hatta bayanlar kuaföre, erkekler berbere giderek saç tuvaletlerine, sinek kaydı tıraşlarına ayrı bir özen göstermişler. Saçlarının dip boyası gelenler, kadın, erkek demeden, en sunisinden renklerle saçlarını boyatıp, hálá ne kadar genç olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Dolapta en şık bulunan şeyler giyilmiş, evli olanlar eşlerinden nefret etseler ve hemen o bahçeden çıkıp boşanma davası açmak isteseler ve beceremeseler de, o günlük mutlu bir aile olmaya karar vermişler, hatta belki de nişanlılıklarından beri ilk kez el ele tutuşuyorlar. Ve tabii ki herkes Türkiye’nin en rahat ve en iyi kazandıran işyerlerinden birisinde çalışıyor!.. Veee çok ama çoook mutlu!
***
Sonra beni tanıyan birisi adımı çığlık çığlığa bağırarak bana doğru koşmaya başladı... (Bir yerlerden gözüm ısırıyor ama nereden? Haaa hatırladım aynı sınıftaydık. İsmi neydi yaa?) Tabii bu sosyal arkadaşımızın yanında, aynı okulun aynı sınıfını ve aynı sıralarını paylaştığınız başka arkadaşlarınız da mutlaka bulunduğu ve bu kişiler birbirleri ile yıllardır görüştükleri için, herkes herkesin ismini biliyor da Allah’tan siz de onlar birbirlerine isimleriyle hitap ettikçe, isimleri hatırlıyor ve hiç unutmamış gibi yapıyorsunuz!
Sonra klasik muhabbet başlıyor. ‘Hiç değişmemişsin, aynı eskisi gibisin.’ (Nasıl da yalan!) Sonraki muhabbet konuları bugünlere dair... Ne iş yapıyorsun? Medeni durumun? Nerede oturuyorsun falan gibi geyiklerden sonra sıra okul anılarınıza geliyor tabii ki, ‘Hatırlıyormusun, bir kez kimya dersinde...’ diye başlayan okul anıları da kısa bir zaman diliminde tüketilince konuşulacak konular bitiyor.
***
Ve birden bire buz gibi bir sessizlik, konu bulma sıkıntısı çekmece, konuşamama hali ve iç sıkıntısı hali başlıyor doğal olarak. Aradan uzun yıllar geçmiş, herkesin hayatı başka yerlere gitmiş, ortak konu sadece ‘okul anılarıyla’ sınırlı, e bu konu da zaten bir yere kadar. Ne konuşacaksın başka. Koca bir hiç... E zaten okul arkadaşlarını görmeye meraklı olanlar, hálá birbiriyle görüşüyor ailecek! Hiç kaybetmemişler birbirlerini, ben de kaybetmek istemediklerimle halen görüşüyorum zaten, e o zaman ne işim var ki benim ‘Pilav gününde’... Kendim yapıp yiyemiyor muyum sanki evde şöyle en lapasından bir pilav?
Onu bunu bırakın ben hálá sorunun cevabını bulamadım... Kimdi benim en son edindiğim arkadaşım?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, Anadol, Murat 124 ve Renault 12 en popüler arabalardı.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2004
Bu yazı ellinci yazı. Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek ekinde köşe yazısı yazmam teklif edildiğinde en çok bir ay sonra beni kapının önüne koyacaklarını düşünmüştüm nedense! Aslında bana ‘köşe yazarlığı’ teklif edilmesinin nedeni jüri üyeliği ile kazandığım popülariteydi. Yoksa öyle bilimsel makalelerim dergilerde yayınlanmış, ya da bir yerde öyküler, denemeler yazmışım da (Bir tek bu tekliften önce Hülya Dergisi’nde ve Elele Dergisi’nde yayınlanan yazılarım var, ama ben o dergilere yazı yazdım diye, dergiler satış rekorları kırıp, tükenmedi zaten!) onlar da okunup beğenilmiş falan değil açıkçası.
İlk zamanlar aklıma ne geliyorsa yazıyordum, hatta felaket ötesi, okurken kendimin bile utandığı yazılarım var. Yuh bunlar ne böyle diye... (Bkz. Kaşkol yazısı)
İşte insan kendini bilmeyince yapıyor böyle şeyler... Ellinci yazı olup hálá Kelebek yönetimi yazılarınıza son veriyoruz demediğine göre, demek ki bir süre daha katlanacaksınız bana... Hatta bundan şu sonuca varabilir miyiz bilmiyorum ama, ‘fena gitmiyor’ yazım çizim işleri!
***
Ama ellinci yazı oldu ve bana hálá ‘git’ demediler diye, hayatta her işi becerebiliyorum anlamına gelmiyor bu tabii ki. Beceremediğim, yapamadığım, yeteneğimin olmadığı ve beni sinir eden o kadar çok şey var ki...
Mesela el yazım inanılmaz kötüdür. Bir doktorlar (Niye bu kadar kötü yazarlar, hasta okuyamasın diye mi acaba?), bir eczacılar (Sanırım eczacılar da doktorlara inat kötü yazı yazarlar... Doktorlar bize bu eziyeti çektiriyorsa, biz de başkalarına çektirelim diye!), bir de ben!
O kadar kötüdür ki anlatamam. Bazen yazdığım yazıyı ben bile okuyamıyorum. Şifreli haberleşmeler için birebirim yani. Harf atlarım, harfleri alfabede yer almayan, şimdiye kadar görülmemiş ve bundan böyle de görülmeyecek şekillere sokarım.
Zaten ilkokulda o güzel yazı derslerine de sinir olurdum. Hani dolmakalemle, divitle falan şiir yazdırırlardı ya, işte o derslere. Hiç beceremedim çünkü, güya güzel yazı dersi, benimkiler ‘eciş bücüş yazı’ oluyordu hep. Allah’tan şimdi bilgisayarda yazılıyor çoğu şey de kurtuldum bu dertten...
Güzel yazı yazamayan başka neyi beceremez, tabii ki resim yapmayı. Size bir resim yapsam şaşırır kalırsınız, gözlerinize inanamazsınız! Çöp adam bile çizemem. Hatta ağaç falan da çizemem. Öyle yeteneksizim ki, o kadar olur! Üstelik ortaokul ikinci sınıfta bendenizin resim dersinden ikmale kalmışlığı bile vardır. Sanırım ‘Türkiye okullar tarihinde’, haziran ayında ikmal sınavlarına resim dersinden sınıfta kalan tek öğrenci olarak girip, geçemeyen ve Eylül ayında bütünleme sınavına yine yapayalnız giren ve bir üst sınıfa resim dersinden ‘borçlu’ geçen tek öğrenci benimdir. Allah’tan Türk eğitim sisteminin cilvelerine takılıp, mimar, teknik ressam falan olmadım da, şimdi resim çizmem gerekmiyor... Hem artık o çizimleri de bilgisayar yapıyor değil mi?
Bu kadar takıntılı birisi olmama rağmen, ben koleksiyon da yapamam, sıkılıveriyorum o kolleksiyonu yapılan şeyleri toparlarken! Benim hayatım boyunca hiç pul ve anı defterim olmadığı gibi, gazoz kapağı, açacak, çay kupası, sinema bileti, peçete, oyuncak araba, teneke kutu, (Gülmeyin, bir arkadaşım hepsinin koleksiyonunu yapıyor vallahi. ‘Niye’ diye sordum. O da bilmiyor!) koleksiyonum falan da olmadı. Beceremiyorum. O kadar sabrım yok sanırım. Ya da kolesiyonumda eksik olan bir gazoz kapağının peşinden koşmak saçma geliyor bana...
***
Yazdım ya sigarayı bırakmaya çalışıyorum diye, artık okuyan herkesin haberi var bu durumdan da. Bana dediler ki, bırakacağını herkese ilan et, o zaman bırakmak zorunda kalırsın. Ben de onların aklına uydum, sadece yakın çevreme değil (Elimin ayarı yok ya!), maşallah bu köşeyi okuyan herkese ilan ettim. ‘Aha da bırakıyorum sigarayı’ diye. ‘Sigara bırakmak da’ beceremediğim şeyler arasına girecek gibi duruyor. Kime ilan edersen et, yoksa iraden olmuyor işte...
Oh be, bütün bu yazıyı sigarayı bırakamadığımı söylemek için yazdım aslında.
(En sonunda onu da söyledim. Rahatladım...)
Beceremedim, ne yapayım? Şimdi bu yazıdan sonra sigarayı bırakabilmek için türlü yöntemler anlatan mailler ve telefonlar gelecektir eminim. Ama yok olmayınca olmuyor, zorlamamak gerek. Hem ben içmeyince daha mutsuz oluyorum. Niye insan kendi kendini bu kadar mutsuz etmeye çalışsın ki, değil mi?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken her yerde Boney M dinlenirdi.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2004
Annemin babası, yani dedem Kelkit’te ilkokul öğretmeniymiş. Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu yıllarda Cumhuriyet Halk Partili olduğu için, dedemi Celal Bayar’ın doğduğu köy olan Umurbey’e tayin etmişler. Daha doğru bir deyişle sürmüşler... Umurbey, Cumhuriyet Halk Partili olduğu için tayini çıkartılan birisi için tam bir sürgün yeri olmuş sanırım. Daha sonra, tayini çıkan başka bir öğretmenle becayiş yaparak, Hereke’ye gelmiş.
Dedem çok koyu Cumhuriyet Hak Partili’ydi. Takım tutar gibi parti tutar, televizyonda haber bültenini izlerken diğer parti liderlerine söylenir, kızar, ama Bülent Ecevit ekrana çıktığında kimseye laf ettirmez, bu kez Ecevit’e laf eden varsa (dedemin yanında olabilirse eğer!) onu haşlardı.
Dedem bu konuda o kadar fanatikmiş ki, babam annemi istettiği zaman, babamın hangi partiyi tuttuğunu sorup soruşturup, onun da Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verdiğini öğrendikten sonra annemle babamın evlenmeleri içine daha çok sinmiş ve hatta çok da desteklemiş bu durumu.
***
Dedem, genel seçimlerde, başta anneannem olmak üzere evdeki herkese Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy vermesi için baskı yaptığı gibi, komşularına ve çevresindeki herkese de aynı şeyi yapardı. Seçim geceleri oy verme işlemleri bittikten sonra, eline kağıdı kalemi alıp hemen evlerinin yakınındaki okula gidip, sandıklardan çıkan oyları yazar eve gelirdi. Kapıdan içeri girdiğinde eğer yüzü asıksa bilin ki Cumhuriyet Halk Partisi dedemin teftiş (!) ettiği sandıklarda birinci parti değildi ve o gece evde bulunan herkese zehir olacaktı...
Seçim geceleri gece yarısına kadar seçim sonuçlarını televizyondan takip eder, hep umudunu korurdu. ‘Dur bakalım kırsal kesim sonuçları daha gelmedi’, ‘Bu açıklanan sonuçlar daha ilk sandıklardan, durum daha değişir’ gibi yorumlar yaparak umutsuzluğa kapıldığını belli etmemeye çalışır, ama sonuç genel olarak onun için hep hüsran olurdu.
Dedemden sonra gördüğüm en büyük Cumhuriyet Halk Partisi fanatiği babamdı. Babam da aynı dedem gibi herkesle, annemin deyimiyle ‘parti meselesi’ yüzünden kavga eder, başkalarının siyasi fikirlerine takım tutar gibi parti tuttuğu için saygı gösteremezdi. Kızar, bağırır, çağırır, sinirden kıpkırmızı olurdu. Cumhuriyet Halk Partisi ile Adalet Partisi arasında kıyasıya bir rekabetin yaşandığı bir genel seçim, Bülent Ecevit’in zaferiyle sonuçlandığında dedemle babamın birbirlerini tebrik edişini hiç unutamayacağım sanırım.
***
Cumartesi gecesi, basına ve halka kapalı olarak yapılan, delegeler dışında hiçbir muhalif partilinin kurultayın yapıldığı salona dahi yaklaştırılmadığı, salon ile gazetecilerin arasına tel örgülerin çekildiği, (demokratik bir partide çok da olağan olan ve olması gereken) muhaliflerin ‘çapulculukla’ suçlandığı, hatt partiden atılmakla tehdit edildiği, konuşturulmadığı, CHP’nin olağanüstü demokratik (!) kurultayının görüntülerini seyrederken, dedem geldi aklıma ve dedim ki; ‘Dedeciğim... İyi ki görmedin bu demokratik (!) kurultayı, yoksa çok üzülürdün...’
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, ‘Bileyci geldi hanım’ diye bağıran bileyciler vardı.
Popüler kültür mantarı
Ne zamandır benim meşhur mantar köşesini yazmadığımın farkındayım. Hatta bu konuda mailler bile geldi. Ne oldu popüler kültür mantarı, fazla popüler kültürden zehirlenip öldü mü falan diye. Şükür ölmedim henüz ama, yaz mevsimi sebebiyle, popüler kültür mantarı faaliyetleri biraz yavaş ilerliyor.
n Şu aralar en çok dinlediğim CD, Candan Erçetin’den Melek. Hele bu CD’deki ‘Bahane’ şarkısına bayılıyorum. Bu şarkıya olan düşkünlüğüm o kadar ileri safhalara (Yani takıntı boyutuna) ulaştı ki, ben arabaya biner binmez bu şarkı tam üç kez üst üste çalınıyor. Bu şarkının özellikle sözlerini çok seviyorum:
Ben özlemedim ki seni, kedi özledi
Çağır onu gelsin diye bana kedi söyledi
Çok severmişsin onu, doyamaz öpermişsin
Sarılıp uyurmuşsun, nasıl özlemesin ki seni
O da çok severmiş hani, derdinde yanındaymış
Sevincinde o da mutlu, sen özlemedin mi onu
Ben istemedim gitmeni, kedi istedi
Sonra pişmanım diye bana kedi söyledi...
Şarkının sözleri Aylin Atalay’a, müziği ise Candan Erçetin’e ait. İkisinin de ellerine sağlık. Bayılıyorum bu şarkıya. CD’de tek sevdiğim şarkı bu değil tabii ki, ‘Ağlıyor musun?’, ‘Canı sağolsun’, ‘Sitem’ ve ‘Sensizlik’ diğer favorilerim.
Bu sıralarda, Bernard Schlink’in Doğan Kitap’tan çıkan ‘Aşk Kaçışları’ isimli öykü kitabını okuyorum. Schlink hukuk profesörü ve şu anda Anayasa Mahkemesi’nde yargıç olarak görev yapıyor. Sade, içten ve akıcı bir anlatımı var öykülerinde. Tavsiye ederim...
15 gün içinde sadece iki film izleyebildim. Birisi ‘Lost in translation’, diğeri de ‘Mambo İtaliano’. ‘Lost in translation’ı filmin başlangıcında çok sevmeme rağmen, sonlarına doğru biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Mambo İtaliano ise eğlenceli ve hoş bir film. (Bu aralar süresi kısa olan filmlerde ara vermeme modası çıktı. Belki de sıkılmam ondandır. Üstelik filme girmeden ara yoktur diye kimse de sizi uyarmıyor...)
Yaz gecelerinde yemek yemeyi ve eğlenmeyi en çok sevdiğim mekan Kuruçeşme’deki Newyorker’ın içinde yazlığı açılan ‘Safran’. Safran geceleri çok eğlenceli oluyor. Tavsiyelerimden birisi de burası.
Geçen hafta Perşembe akşamı arkadaşlarımla birlikte Safran’da eğlenirken, Aslı Altan yanımıza gelerek hadi BuzADA’ya gidelim dedi. Biz de hemen atladık tabii bu fikre. BuzADA İstanbul’da şimdiye kadar gördüğüm en güzel ve en etkileyici mekanlardan bir tanesi. Hele havuzunu mutlaka görün derim.
Maşallah fena değilmişim bu hafta, beğendim kendimi!
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2004
Şu anda okuduğunuz yazı Hürriyet Gazetesi’nin <B>Kelebek </B>ekinde yayınlanan yazılarımın <B>kırksekizincisi. </B> (Bunu hava atmak için falan yazmadım, yazıya başlamak için bir girizgah işte. Hem neyin havasını atacağım ki!) Ellinci yazıya az kalmış olmasına rağmen dayanamayıp, söylemek istediklerimi söyleyeceğim. (Kendi kendime ellinci yazıya kadar Kelebek yönetimi tarafından kapris diye nitelendirilebilecek hiçbir istekte bulunmayacağıma söz vermiştim ama bir hafta daha dayanamayacağım sanırım!)
***
Şimdi kafanızı yukarıya kaldırıp şu anda okumakta olduğunuz köşenin sol tarafında size doğru sırıtan ‘Sınıf öğretmeni’ yazısının solundaki resme bir bakın Allah aşkına... Neye benziyor bu resim? Ya da soruyu şöyle sorayım, bu resmi görseniz bu köşenin ne köşesi olduğunu sanırsınız?
Köşe için çekilen bu resmi bana ilk gösterdiklerinde güzel bulmuştum. Hoş kendimi resimlerde hiçbir zaman fotojenik bulmam ama olsun! Aslında ben resim çektirmekten haz etmeyen nadir insanlardanım. Hani o ellerinden fotoğraf makinesi hiç düşmeyen tipler vardır ya, onlara da sinir olurum ayrıca!
Bu makineleriyle, yapışık olarak gezenlerin kökenlerinin Japonya’ya kadar uzandığını bile düşünürüm çoğu zaman. (Tanıdığım fotoğraf çekmeye meraklı tüm kişiler kısa boylu nedense!) Bu tiplerle herhangi bir geziye, yemeğe ya da düğün gibi özel bir yere gitmek, birden bire eziyete dönüşür. Hele yurtdışı seyahatine falan gittiyseniz zaten yandınız demektir. Gittiğiniz ülkenin, gezdiğiniz her yerinde, kapının, bacanın, taşın, toprağın, köprünün ve daha sayamadığım birçok yerin önünde, yanında, sağında ve solunda, güneşi kendinize kerterez alarak dikilip, fotoğraf makinesinin objektifinin tam içine bakarak, suratınıza gayet yapay bir sırıtış ekleyip resim çektirmek zorunda bırakılırsınız. Hatta objektife bakarak gülmezseniz bir de azar işitirsiniz: ‘Dikkaaat çekiyorum, gülün! Gülsene yahu.’
Bu fotoğraf çekme çılgını tipler, fotoğraf çektirmeden ve çekmeden yaşayamıyorlar sanırım. Hani bizim yaşamak için nasıl havaya, suya ihtiyacımız varsa onların da flaşa ve objektife bakma ihtiyaçları var! Ellerinde sürekli bir fotoğraf makinesi, kaç film kaldı, kaç poz daha çekebilirim, makinenin pili var mı, güneş burdan gelirse karanlık çıkar mı, bu açıdan çektiğimde arkadaki manzara çıkıyor mu gibi sorularla geziyi hem size hem de kendilerine zehir ederler.
Bu tiplerin bir de şu huyları vardır ki beni en sinir eden şey de budur... Çekilen her resmin içinde onlar da bulunacaklar! (E niye?)
Diyelim ki dört kişi gittiğiniz bir gezide toplu fotoğraf çektirmek istiyorlar. (Toplu fotoğraf olmazsa sanki kimle o geziye gittiklerini hatırlamayacaklar ve bunun illa ki belgelenmesi gerekiyormuş gibi!) Eyvah işte o an geldi. Şimdi hiç tanımadığı birisine gidip, suratına yapıştırdığı en şirin gülümsemesiyle, ‘Rica etsem resmimizi çekebilirmisiniz’ diyecek.
Bu anlarda ben çok geriliyorum nedense? Sanki o rica ettikleri insan, bağırıp çağırıp bunları kovalayacakmış gibi geliyor. (Sanırım benden ‘resmimizi çekebilir misiniz?’ diye rica edenlere yapmak isteyip de yapamadığım şeyi başkası yapacakmış gibi geldiği için geriliyorum...)
E zaten elalemin adamı, niye çeksin resmini yahu? O karede de sen olmayıver, ne olur? Neyin eksilir? Yok illa olacak, o da olacak, flaşsız yaşayamaz maazallah!
Bir de son zamanlarda yeni bir şey çıkardılar, resim çekerken gülümseyin demek yerine garip garip sesler çıkartıyorlar. ‘Cheeseee’, ‘otuzüç’ ‘prensessss’, ‘peynirrr’.
İlk önce ne dediklerini, niye bunları söylediklerini anlamadım. Sonra bir baktım, fotoğraf makinesini elinde tutan bu kelimelerden birisini söyleyince, herkes birden bire o kelimeyi tekrar edip objektife bakıyor. Neden? Çünkü fotoğraf çektirirken bu kelimeleri söyleyerek objektife bakarsanız daha neşeli ve daha seksi çıkıyormuşsunuz! (Çocukluğumda Ajda Pekkan’ın fotoğraf çektirirken hep otuz üç dediği söylenirdi. Doğru mu acaba?)
Bunlar, fotoğraflarını çekmesi için başka bir insan aramaktan sıkıldıklarında, kurulan fotoğraf makineleri alıyorlar. Bu bence en komiği zaten. Hepiniz bir yere yerleşiyor, pozunuzu veriyorsunuz. (Kısalar öne, uzunlar arkaya, yanındakinin koluna gir ya da sarıl, ama mutlaka dokun, hatta iki elini birden arkadaşlarının omzuna at... Mutlu arkadaşlar tatilde pozu hazır!) Ve karşına konulup, 20 saniye sonra çekmesi için kurulan fotoğraf makinesine çeksin resmini diye aval aval ve dahi sırıtarak bakmaya başla. Allahım bak bak çekmez! O 20 saniye dolup, flaş suratında patlayana kadar, sen bak dur!
Tabii bir de makineyi kurup, resmi çekeceği yere yerleştiren, sonra da resim çekilmeden hızla yanınızdaki yerini almak için kan ter içinde koşan, fotoğraf makinesi çılgını arkadaşınızın durumu var ki o sizinkinden de saçma!
***
Bu kadar resim çektirme geyiği yaptıktan sonra, nişan, düğün, doğum günü, sünnet, askerlik resimlerini unuttum sanmayın. Onlar başlı başına ayrı bir yazının konusu olur ve hatta bu yazıdan daha da eğlenceli olur!
Ben, gittim gördüm, o anı yaşadım, hafızama kaydettim ya, artık benim için mutlaka bir belge bulunması gerekmez. Sevmiyorum öyle, sebilhane bardakları gibi yan yana dizilip resim çektirmeyi, zorla mı...
Lafı ne kadar dolandırdım değil mi? Alt tarafı diyeceğim şu: Ben bu köşedeki resmimi sevmiyorum. ‘Jinekolog doktor derdinize çare buluyor’ ya da ‘Avukatınız diyor ki...’ köşesinin resmi gibi. Vallaha bu sefer sıkılmadan bakacağım objektife. Değiştirebilir miyiz şu resmi lütfen Emre Bey?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken Güzin ile Baha ikilisi çok meşhurdu.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2004
Sabaha karşı saat beş, evde annem, babam ve teyzem var. Cep telefonum çaldı. Ben gayet sakin açtım, konuştum ve kapattım telefonu. Sonra da tekrar uyumak üzere yatağıma yattım. (Zaten telefonla konuşmak için yataktan çıkmamıştım bile.) Annem ve teyzem korku dolu gözlerle koşa koşa odaya gelip, gözlerinden dehşet ışıkları saçarak ‘Ne oldu?’ diye sordular. Ben de ‘Yok bir şey’ dedim ve uyumaya devam ettim. Çünkü benim cep telefonum neredeyse günün her saatinde çala(bili)r, sabaha karşı ikide de, sabah saat beşte de. Üstelik diğer insanlardan farklı olarak benden hiç tepki gelmez. Zaten o saatlerde telefonun çalması çok da ‘normal’ bir şeydir benim için. Yanımda bulunan insanlar çok şaşırıyorlar bu duruma (Nedense?).
***
‘Normal’ insanlar için değildir bu durum, onların telefonları mesela gece saat 11’den sonra çaldığında olağanüstü bir durum var demektir. Ya birisi hastaneye kaldırıldı, ya da birisinin başına çok kötü bir şey geldi demektir... Oysa biz televizyoncular için çok sıradan bir olaydır bu!
Size olur mu bilmem ama bizim gibi ‘anormal’ insanların sık başına gelen şeylerden bir tanesi de, ‘yok’, ‘hayır’ veya ‘kalmadı’ sözüne aşırı sinirlenmektir. Mesela geceyarısı bir mekanda çekim yapıyorsunuz ve diyelim ki gecenin o saatinde meyve lazım oldu. Normal insanlar ne yaparlar böyle bir durumda, ‘çekim tatil, artık yarın devam ederiz’ derler değil mi? Oysa biz ne yaparız? Önce çekim yapılan mahallenin manavını ya da varsa marketini buluruz, gider bir bakarız önce açık mı diye. Kapalıdır. (Bak şimdi! Bu saatte dükkan kapatılır mı?)
Kapalı olmasına çok sinirleniriz. Çünkü bize meyve lazım ve manav kapalı! (Ne hakla kapatır evine gider ki gecenin saat 02.00’sinde. Niye yani? Zaten o yüzden bir türlü ilerlemiyor Türkiye ekonomisi. İnsanlar tembel! Otur dükkanında müşteri bekle!) Hem bilmesi gerekir ki bize meyve lazım olacak. Tabii sinir içinde, içimizden hatta çoğu zaman dışımızdan manava gecenin bu erken (!) saatinde dükkanını kapattığı için sevgilerimizi (!) yollayarak, mahallenin muhtarını buluruz. Ne için? Manavın evini bulup, dükkanı açtırmak için, doğal olarak. O saatte her evin zili rahat rahat çalınabileceği için, gönül rahatlığıyla muhtarın evinin zilini çalarız. Kapıya neredeyse nefes nefese ve korku dolu gözlerle, üstelik pijamalarıyla (Nedense?) koşan bütün ev halkına, kapı açılır açılmaz, hemen sorarız: ‘Manavın evi nerede acaba?’Hani gecenin bu saatinde adamın kapısını çaldın, yüreğini ağzına getirdin. Önce bir özür dile, sonra konuya geç değil mi... Olmaz tabii ki. Set bekliyor. Hemen sorun çözülmeli. Adam tatlı uykusundan uyanmış, uyanmamış ne önemi var, şu anda en önemli şey meyveyi bulmak.
Muhtardan öğrendiğiniz manavın evine gider, kapıyı çalarız ve ilk olarak şunu söyleriz: ‘Bize bir kilo karışık meyve lazım. Dükkana gidelim!’.
Öyle ‘gidebilir miyiz’, ‘dükkanı açabilir misiniz’ falan gibi kibar cümlelere gerek yok! Kısa ve net: ‘Gidelim’. Adam mecbur!
Manav şaşkındır, ancak gecenin bu normal (!) saatinde adamın şaşkın olmasına biz daha çok şaşırıp hemen ekleriz: ‘Biraz acele edebilir misiniz?’
Hatta zavallı adamcağız acele etmezse bir de azarlarız, ‘Hadi çabuk ama...’
Kısacası biz ‘anormal’ insanlar grubu, iş yaparken ve hatta çoğu zaman ‘dünyanın merkezini’ kendimiz sanırız...
Zaman kavramımız da çok gelişmiştir bizim. Diyelim ki yarın çekim var ve yüz metrekarelik bir alanın pleksi kaplanması ve onun üzerine de, seyirci tribünlerinin yapılması gerekiyor. Hemen ustayı çağırır sorarız: ‘Bu işler ne zaman biter?’
Usta biraz düşünür ve cevap verir: ‘5, bilemedin 6 gün sürer.’
Bizim cevabımız adamın suratını ‘Çarşamba Pazarı’na çevirir: ‘Tamam, şimdi hemen gidiyorsun ve tüm bunları yarına yetiştiriyorsun... Sakın yetiştiremem deme, anlamam, yetişecek!’
***
Adam şaşkındır. Ama vallahi de billahi de ertesi güne yetişir o iş.
Ne televizyon ne de film seyrederken birlikte seyrettiğimiz insanlara hiç tat vermeyiz. Sürekli konuşur, o ‘işin’ olmadığını ve ne kadar farklı yapılabileceğini anlatır, herkesin iki gramlık film ve televizyon seyretme zevkini kursağında bırakırız. Zaten bizim yaptığımız işlerden başka her iş kötüdür ya, o da ayrı mesele!
Zaman zaman bunları yaşadıktan sonra düşününce çok utanıyorum kendimden. Ama ne değişiyor derseniz aslında hiçbir şey, bir dahaki çekimde aynı şeyleri en yeni baştan bir daha yaşıyoruz.
Ama sanmayın ki mesleki deformasyon sadece televizyoncularda var. Bir düşünün mutlaka sizde de vardır!
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken televizyonlardan altyazı geçmezdi.
Yazının Devamını Oku