Armağan Çağlayan

Alışkanlıkları değiştirmek zor

6 Ağustos 2004
Ne olursa olsun iş konuşmamak, internete girip mail bakmamak, mümkün olduğu kadar az telefon görüşmesi yapmak, internete girip Türkiye’de olan bitenle ilgilenmemek kararı ile tatile gittim. Hani gerçekten bir tatil olsun, hepimizin çoğu zaman şikayet ettiği ‘rutin hayatımız’dan bir kopuş olsun, moda deyimiyle ruhum dinlensin (Ne demekse) istedim. Bunun da en kolay yolu olarak yurtdışına tatile gitmeyi seçtim.

Tatilin ilk günlerinde telefonla konuşmamayı, elektronik postalarıma bakmamayı, Türkiye’den haber almamayı başardım da. Ta ki, tatilimi geçirdiğim otelin Türk olan müdürü Mehmet Bey’le yemek yerken birdenbire ‘Duydunuz mu, Türkiye’de hızlı tren raydan çıkmış ve 139 kişi ölmüş’ diyene kadar.

Bu haberi duyar durmaz, daha uçakta tatile giderken okuduğum gazete haberi geldi aklıma. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi ‘Hızlı tren derhal seferden kaldırılmalı, ne ben o trene binerim, ne de yakınlarımı bindiririm’ diyordu. Buna Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın da bir cevabı vardı tabii ki, ‘Zaten bilet yok, istese de binemez!’ (Ve ne yazık ki bilet bulup binmenin değil, bilet bulup binememenin ne büyük şans olduğu anlaşıldı! )

Yemek boyunca neredeyse sadece bu konu konuşuldu.

139 kişi ölmüştü maalesef.



* * *

Hemen yemekten kalkıp internetin başına geçtim. Sayfayı açar açmaz bu kez ölü sayısı 36, yaralı sayısı 43 olarak çıktı karşıma. Telefonla Türkiye’yi aramama kararımdan derhal vazgeçerek, arkadaşlarımı aradım ve nedir, ne oluyor diye sordum. Onlar da talihsiz kazayı anlattıktan sonra, ölü sayısının 39 olarak açıklandığını söylediler. Yahu ben yurtdışındaydım, tam olarak anlayamadım, önce niye bu sayı 139 olarak açıklandı? Sonra nasıl 39’a düştü?

Tabii internete otelin internet kafesinden giriyorum, bunca insan manasız bir inatlaşma yüzünden hayatını kaybettiği için de yüksek sesle de söyleniyorum sinirli sinirli. En güvenli ulaşım aracı olarak gösterilen trenin bu kadar cana mal olmasını hazmedemiyorum. (Ben liseye giderken her gün yaşadığımız kasabadan 30 dakika uzaklıkta başka bir kasabaya giderdim, okul için. Babam trenden başka hiçbir ulaşım aracına binmemi istemezdi. En güvenli ulaşım aracı tren derdi. Şimdi bütün bildikleri birbirine karıştı sanırım!)

Yanımdaki bilgisayarda, internete giren bir Avusturyalı turist çok özür dileyerek, bana döndü ve ‘Nedir? Umarım çok önemli bir sorun yoktur’ dedi. Ben de olanları anlattım adamcağıza. Adamdan gelen ikinci soru şu oldu, ‘ İlgili bakan istifa etti mi?’ Benden giden ve hiçbirimizi şaşırtmayan ‘Yoo, istifa falan etmedi’ cevabı, Avusturyalı turisti doğal olarak çok şaşırttı ve tek yanıtı şu oldu ‘İnanmıyorum!’



* * *


Ertesi akşamüstü saat beş civarlarında cep telefonuma arka arkaya mesaj yağmaya başladı. Mesajların ana içeriği şuydu ‘Az evvel yeni reklamını gördük. İnsan haber verir. Çok güzel olmuş!’. (Yahu ben reklam filmi çektiğimi beni tanıyan herkese haber vermek zorunda mıyım? ) Hah dedim, işte şimdi oldu, reklam filmi yayına girdi. O akşamım da reklam filmi faciasıyla zehir oldu anlayacağınız. Ertesi sabah iş yerinden sekreter kızın telefonuyla fırladım yataktan. ‘Armağan Bey rahatsız ediyorum ama (Eveeet ediyorsun! Hem de çooook! ) sizi gazeteciler arıyor ve sizinle görüşmek istiyorlar.’

‘Peki dedim bağla bakalım.’

İlk ve devam eden gazeteci arkadaşların merakı da şuymuş efendim, ‘ Reklam kampanyasından kaç lira almışım. Bilmem ne kadar dolar aldığım konuşuluyormuş doğru muymuş? ‘ Değil, dedim ama dinletemedim!

Şimdi bu kadar çok telefon gelince, ben de doğal olarak merak ettim tabii bu reklam filmleri ne menem şeyler diye... (Yok vallahi, narsistlikle falan alakası yok!)

Bu kez de aldı mı beni bir Türk televizyonu alan yer bulup reklamları izleme telaşesi!

En sonunda onu da buldum. Reklamın bir tanesini seyrettim. Hazır televizyon bulmuşken, merak ettiğim reklamımın arasına bir haber bülteni birkaç da klip attırdım. Aaaa o da ne, Buse isimli 14- 15 yaşlarında bir kız çocuğu ‘Bir tek dileğim var, mutlu ol yeter’ diye şarkı söylüyor bir klip kanalında. Şaka gibi! O yaştaki bir çocuğa ağır gelmiyor mu bu şarkı? Ne söylediğinin anlıyor mu bu çocuk? Bu kadar derin bir aşk acısı çekmiş midir bu yaşta? Çektiyse bravo vallahi diye düşündüm! Şaka gibi dedim ve çıktım televizyonu seyrettiğim yerden.

* * *

Tatil dönüşünde uçağın penceresinden İstanbul’u seyrederken, ne kadar özlediğimi düşündüm her şeyi. İşimi, evimi, İstanbul’u. Kısacası ne karar verirseniz verin, bazen alışkanlıklarınızı ve hayatı yaşama biçiminizi değiştiremiyorsunuz. Bazı şeyleri fazla da zorlamamak gerek! Olmayınca olmuyor işte!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, çocuklar ‘okula yazdırılır’dı.
Yazının Devamını Oku

Yazık olmuş canım projeye

4 Ağustos 2004
Sanki Dün Gibi projesinin ilanlarını ilk gördüğümde çok heyecanlandım. Çocukluğumun şarkıları, hayatımda iz bırakan şarkılar, Türkiye’nin en iyi üç sesi tarafından Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda senfoni orkestrası eşliğinde seslendirilecekti. Hemen konserlerin tarihine baktım, bu kez de üzüldüm. Tatilde olmam sebebiyle ilk konseri kaçırıyordum ama diğer ikisine gidebilecektim. Cuma akşamı 70-80’li yılların şarkılarını Levent Yüksel, Fatih Erkoç ve Özlem Tekin gibi birbirinden iyi üç sesten dinlemek üzere büyük bir heyecanla Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nun yolunu tuttum. Üstelik gecenin onur konuğu da Nükhet Duru’ydu. Açıkhava Tiyatrosu yarı yarıya dolu, seyircilerin yaş ortalaması otuz, otuz beşler civarında. Herkesin gözünden biraz sabırsızlık, çokça da heyecan okunuyor. Nihayet konser başlıyor. Heyecanım dorukta. Nasıl olmasın? Bana Türk pop müziğini sevdiren, popüler kültüre olan ilgimin başlangıcı olan şarkıları dinleyeceğim. İlkokul, ortaokul yıllarımın şarkılarını dinleyeceğim, üstelik Açıkhava Tiyatrosu’nda.



* * *

Levent Yüksel, Fatih Erkoç ve Özlem Tekin, Orhan Şanlıel yönetimindeki senfonik orkestranın eşliğinde sahneye çıkıyorlar. İşte ilk şarkı geliyor, seyirciler heyecanlı, sabırsız ‘Bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde’... Gözümün önüne bu şarkıyı söyleyen Nilgün Atılgan geliyor hemen. Yüzümde hoş bir gülümseme...

Ama biraz aksaklık mı var seste? Yok, hayır. Şarkının sözleri karışıyor birbirine... Seyircilerin söylediği sözlerle, şarkıcıların söyledikleri tutmuyor birbirini. Zaten sahneye baktığınızda da bir panik havası çarpıyor gözünüze. Herkesin önünde şarkı sözlerinin yazdığı nota sehpası, hiç gözlerini kaldırmadan nota sehpasından söylüyorlar şarkıyı.

Olur böyle şeyler! Ne de olsa önemli bir proje bu.

Kolay mı böyle bir projede sahneye çıkıp şarkı söylemek? İlk şarkı, ilk heyecan, geçer nasıl olsa... Bozmamalıyım keyfimi...



* * *

Sonra sahnede Fatih Erkoç kalıyor tek başına, ‘Kadınım’ı söylüyor Tanju Okan’dan. Siyah Beyaz TRT televizyonu, o yılların vazgeçilmez sunucusu Fecri Ebcioğlu, ‘Bizden Size’ isimli cumartesi gecelerinin tek eğlence programı, bu şarkıyla dans eden uzun favorili, İspanyol paçalı erkeklerle, uzun etekli hippi kızlar geliyor gözümün önüne... Sonra sırayla Levent Yüksel, Özlem Tekin tek tek gelip şarkılarını söylüyorlar. Ama yok bu kadar istememe, sabısızlanmama, heyecanlanmama rağmen yürümeyen bir şey var. Gözümün önünden çocukluğum, büyüdüğüm ev, yaşadığım kasaba, okuduğum okul sıraları gitmemesine rağmen, bir türlü tam olarak adapte olup, dahil olamıyorum konsere.

Çünkü Özlem Tekin de, Levent Yüksel de bilmiyorlar şarkıların sözlerini, yalan yanlış söylüyorlar neredeyse bütün şarkıları. (Özlem Tekin ilk yarı boyunca söylediği hiçbir şarkının sözlerini doğru söylemedi. İstisnasız hepsi yanlıştı şarkı sözlerinin. İnsan bu kadar önemli bir projeye çıkarken ezberlemez mi bir tek şarkıyı dahi? Seyirci bu kadar ciddiye alınmayan bir şey midir?)

Oysa orada seyirci olarak bulunan yaklaşık 3 bin kişiden rastgele seçeceğiniz herhangi iki seyirciyi çıkartsanız o sahneye, hepsi ezbere söylerler bu şarkıları...

Çünkü bu şarkılar klasik.

Çünkü bu şarkılar Türk pop müziğinin mihenk taşları....



* * *

Her yeni şarkı başladığında ‘Tamam artık, heyecanları bitti, düzelecek’ diyorum ama olmuyor. Hep bir tedirginlik, hep yanlışlar, hep bir uyumsuzluk. Sinirleniyorum! İşte tam o sırada ‘Kördüğüm’ şarkısıyla Hümeyra giriyor sahneye. Nasıl güzel söylüyor o muhteşem şarkıyı... Nasıl özlemişim Hümeyra’nın sesini dinlemeyi. Şarkı bittiğinde alkıştan yıkılıyor Açıkhava Tiyatro’su. Hümeyra sadece ‘Çok özlemişim’ sizi deyip gidiyor. Ağzımıza bir parmak bal çalıp, bizi yine şarkıların sözlerini dahi bilmeyenlerle baş başa bırakıp gidiyor. Sahneye Özlem Tekin geliyor. Semiha Yankı’nın unutulmaz şarkısını söylüyor, daha doğrusu söylemeye çalışıyor ‘Seninle Bir Dakika’...

Yok yine yanlış sözler, az önce Hümeyra’daki o ruhun zerresi yok sahnede. Sadece bir an önce hata yapmadan (Ama buna rağmen yapıyor) şarkıyı bitirmeye çalışan birisi var sahnede. (Seninle Bir Dakika ile rock şarkılar arasındaki farkı anlamamaya çalışmış nedense?) Bu şarkıyı böyle dinlemek istemiyorum ben!

Ardından Füsun Önal geliyor sahneye. Unutamadığımız Füsun Önal şarkılarından bir potpori söylüyor. Sahne enerjisi hálá yüksek, hálá merakla dinliyor ve izliyorsunuz Füsun Önal’ı. Ama o da bizi bırakıp gidiyor...



* * *

Yine Levent Yüksel, Özlem Tekin ve Fatih Erkoç sahneye geliyor ve ‘Ah Nerede’, ‘Sen Gidince’ ‘Delisin’ ve ‘Yarınlar’ şarkılarından oluşan bir potporiyi söylemeye çalışıyorlar. Ama yok, olmuyor! Herkes birbirine bakıyor, şarkının sözlerini bilmiyor, hangi şarkıdan sonra hangisinin geldiğini bilmiyor, olmadığını, olamayacağını anladıklarında da işi ‘eğlenceye’ vuruyorlar. Tarık Akan’la, Adile Naşit’le, Cici Kızlar’la, Ali Rıza Binboğa ile eğleniyorlar! Çocukluğumla alay ediyorlar! Hatıralarımla dalga geçiyorlar! Sahnedeki sanatçılardan bana sadece şu duygu geçiyor; ‘Bitse de gitsek!’ diyorlar açıkça!

İkinci yarının başında Nükhet Duru sahneye gelip o hasta haliyle unutulmaz Nükhet Duru klasiklerini söyledikten sonra, çıktım konserden. Dayanamadım çünkü. Televizyonda beğenmediğim programda nasıl ‘zaping yapma’ hakkım varsa, gerekli özenin gösterilmediği, yapılan işin ciddiye alınmadığı, ne yapıldığının farkına varılmadığı bir konserden de çıkma hakkım var. Niye kullanmayayım bu hakkımı?

Mustafa Oğuz’un bu önemli fikrine, emeğine yazık olmuş. Çünkü Özlem Tekin ve Levent Yüksel gerekli özeni göstermemişler bu işe, bu projenin ciddiyetini, o şarkıların hayatımızdaki ve onların hayatındaki önemini kavrayamamışlar, ‘rock’ söylemekle, Türk pop müzik tarihinin bu önemli şarkılarını söylemek arasındaki farkı anlamak istememişler. Bu canım projeye çok, ama çok yazık etmişler.... Çok üzüldüm. Yazık olmuş canım projeye!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, minyatür kale maç yapardık.
Yazının Devamını Oku

Tunus’ta gün boyu ‘kapisan’ içiliyor

2 Ağustos 2004
Her ülke bir yeri, ürünü ya da herhangi bir özelliği ile tanınır. Tunus’un en meşhur yeri çölü. Tunus’un en kuzeyinden en güneyine beşbuçuk saat süren bir otobüs yolculuğu ile ulaşabiliyorsunuz. Çöl turunda kum, tuz ve taş çöllerini bir arada görmeniz mümkün. Çöldeki mutlak sessizliği, tuz çölünde güneşin doğuşunu hayatta bir kez görmek gerek. Güneş çölde, o mutlak sessizliğin içinde bir başka güzel doğuyor doğrusu...

Tunusluların en büyük özelliği biraz (!) (hatta elimi korkak alıştırmayayım) bayaca ‘tembel’ olmaları. Erkekler neredeyse günün tamamını bir kahvede oturup, yoldan geçen arabaları seyrederek geçiriyorlar. Yol kenarlarında polislerden sonra gördüğünüz en çok şey ‘kahveler’.

Üstelik bütün kahveler sabahın 7’sinden gece yarısına kadar dolu. Hepsi sandalyelerini asfalta doğru çevirip, ellerine aldıkları ’kapisan’ları ile gelen geçen arabaları seyrediyorlar.

Kapisan Tunusluların ‘nane çayı’ ile birlikte en sevdiği sıcak içecekleri. Bir Tunuslu’nun sabah gittiği kahvede aldığı kapisanı akşama kadar içtiği söyleniyor. Yani bir bardak kapisanla bütün bir gün idare edebiliyorlar. Üstelik kendi kapisanlarını, yanlarına her gelene ikram da ediyorlar!..

***

Tunus’ta yaşayan bir Türk’ün bana anlattığı bu olay sanırım durumun vahametini yeteri kadar ortaya koyuyor: Tunus’ta da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi çalışan dolmuş taksiler var. Şoförler sabah işe çıkarken bir bardak kapisanlarını da alıp, işe başlıyorlar. Gün içinde aynı kapisanı içmeye de devam ediyorlar. Eğer yolcularla şoför arasında bir sohbet başlarsa, şoför hemen kendi kapisan bardağını arkada oturan yolculara uzatıyor, yolcular da o bardaktan sırayla birer yudum (Yudum Tunus’ta kapisan içerken dudak ıslatmak anlamına geliyor sanırım, yoksa o kapisan başka türlü tüm gün dayanmaz!) alarak, bardağı tekrar şoföre geri veriyorlar. Yok ben hiç dolmuşa binip kapisan içmedim vallahi!



***

Tunusluların öyle ahım şahım bir mutfakları yok ama en meşhur yemekleri kuskus. Bizim köftelik bulgur dediğimiz ince bulgurdan yapılan bir çeşit pilav. Aslında pilav türlüsü de denebilir! İçinde, nohut, parça et, haşlanmış tavuk, patates ve halanmış biber var. Ben pek sevemedim.

Ama ‘harisa’ dedikleri ve ekmeğin üzerine sürüp yedikleri acılı, sarmısaklı salçalarına bayılıyorum. Harisanın yüzünden yağlarıma yağ kattım zaten! (Hemoroidi olanlara tavsiye edilmez!)

Tunus’un kadınları tahminlerinizin aksine çok modern giyimli, Arap kadınına yakışır frapanlıkda... Ama ben en çok Berberi kadınlarının ayaklarına yaktıkları kınaları seviyorum. Ayak tabanlarına dışarıdan bakıldığında bizim ayaklarımıza giydiğimiz ‘çetik’ gibi duran, çok süslü kınalar yakıyorlar. Böylece açık ayakkabı giydiklerinde ayak, ayakkabının içinde estetik duruyor! Hani bazı kadınlar açık ayakkabı çorabı giyiyorlar ya, işte onlar doğalını yapmışlar!

Tunus’un gece hayatı çok renkli. Pavyonla diskotek arasında kalmış, çoğunun adının Havana, Kalipso, Küba gibi Güney Amerika özlemleri çağrıştıran isimlerden seçildiği açık hava diskotekleri neredeyse her gece hınca hınç dolu.



***

Tunuslu gençler eğlenceye, Alman ya da Fransız bir kadın sevgili bulup kapağı o ülkelere atmaya çok meraklı. Yabancı sevgili bulmanın en kolay yolu da diskotekler tabii ki! Sevgiliyi bulacaklar, o ülkeye kapağı atacaklar ve hayatlarını kurtaracaklar!

Pavyonumsu diskoteklerde ‘en havalı şey‘ bir masaya oturup, bir şişe viski açtırıp, uzaktan kısık gözlerle piste Clark çekmek! Ama tüm bunları yaparken kulağınızın arkasına, küçük satıcı çocuklardan satın aldığınız bir demet mis kokulu yasemeni takmış olmalısınız. O yasemenler nasıl güzel kokuyorlar koklamanız, duymanız gerek!

Pistin en kalabalık olduğu zamanın Arapça şarkıların çaldığı, kızlı erkekli bütün Tunuslu gençlerin oryantal yaparak kendilerinden geçtikleri anlar olduğunu söylememe gerek yok sanırım. O ana kadar masalarından clark çekenler, sanki o anı bekliyormuş gibi şarkıyı duydukları anda kendilerini piste atıveriyorlar. (Tıpkı bizim düğünlerdeki oyun havası faslı gibi!).



***

Hayatımda ilk kez diskotekte uyarı (!) alan bir bayanı da Tunus’ta görmüş bulunuyorum. Tunuslu bir gençle birazcık (!) samimi dans eden yine Tunuslu genç kız, diskoteğin korumaları tarafından pistten alınıp, gerekli nasihat çekilip, azarlandıktan sonra tekrar piste salındı! Gecenin sonunda işkembe ya da mercimek çorbası servisi yok ne yazık ki...

Tunus’a yolunuz düşerse mutlaka çöl turuna, çölde güneşin doğuşunu seyretmeye Sidi Bosaid’de bir nane çayı içmeye, Noubel pazarında alışveriş yapmaya, Port el Kontoui’de güneşin batışını seyretmeye mutlaka gidin.

Belli mi olur ben belki bir kez daha giderim!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, derslerde ‘adam asmaca’ oynardık.
Yazının Devamını Oku

Tunus’ta 12 gün

30 Temmuz 2004
12 yıldır ilk kez bu kadar uzun süreli bir tatil yaptım. Tam tamına 12 günlük bir tatil. Çarşamba günü de yazdığım gibi bu yılki yaz tatilimi Tunus’ta geçirdim. Benim gibi takıntılı birine de bu yakışırdı zaten. Sanırım önümüzdeki beş yıl tatillerimi Tunus’ta geçireceğim artık, taktım bir kere! Şimdi bir çoğunuz, ‘Ne buluyorsun bu Tunus’ta, Allah’ın Tunus’u’ diyorsunuz eminim. Ama ben çok seviyorum orayı. Neyini seviyorsun derseniz, anlatayım. Aslında kısaca şöyle söylesem neden sevdiğimi anlayacaksınız. Tunus 1970 model Türkiye’yi çağrıştırıyor bana, çağrıştırmıyor hatta, öyle!

Tunuslularla ilk tanışmanız havalimanında oluyor. Tunus uçuşlarında Türk Hava Yolları ‘boarding pass’ denilen uçuş kartınızı verirken, her zaman yaptığı gibi biletinizin bir kopyasını size vermiyor, uçuş kartınızı içine koymuyor. Zaten bir kontuarın önünde koskocaman çuvallar, kutular, bavullar yığını görürseniz anlayın ki o kontuardan Tunus uçuşunun bilet kontrolü yapılıyor. Çünkü Tunuslular, Türkiye’den bavul ticareti yapıyorlar. Tunus’ta tekstil neredeyse hiç gelişmediği için, Türkiye’den bavullar dolusu tekstil ürünü Tunus’a taşınıyor. Hepsinin yükü de bir kişinin yanında götürmesine izin verilen 20 kiloyu aştığından dolayı, sürekli yanınıza gelerek, ‘Bu bavulu sen geçirir misin’ gibi sorular sorup, hafif içinizi bayıyorlar. Yük limitini aştığını söyleyen hosteslerle Arapça (bol küfürlü olduğunu tahmin ettiğim) kavgaları da, size çok enteresan bir ülkeye gittiğinizin ilk işaretlerini daha havalimanında veriyor zaten!

Tunus’un başkenti olan Tunis’teki Kartaca Havalimanı’na vardığınızda, bavulunuzun gelmesini beklerken, bu kez uçaktan çıkan kolileri, bavulları bir kez daha görünce şaşkınlığınızı gizleyemiyorsunuz. Çünkü neredeyse hepsi aynı yerden alınmış ve aynı şekilde paketlenmiş olan tekstil ürünlerinin üzerinde hiçbir ayırıcı işaret yokken, Tunuslular hangi paketin kendilerine ait olduğunu anlayıp, diğerlerinin arasından kendi paketlerini seçebiliyorlar.

Havalimanında her yerde Fransızca, İngilizce ve Arapça, ‘Burada sigara içilmez’ yazmasına rağmen, daha uçaktan iner inmez hepsi sigaralarını yakıp, gayet umursamaz bir şekilde dumanını üflemeye başlıyor. Aralarında yüksek sesle konuşmaları da, kendinizi bu ülkeye hiç yabancı hissetmemenizin ilk adımlarından birini oluşturuyor zaten!

Tunus’un 10 milyon nüfusu var. Bizim İstanbul’dan daha tenha anlayacağınız. Demokrasi ile yönetiliyor, ama ülkedeki polis sayısı tahmin edemeyeceğiniz kadar fazla. Üç adımda bir polis görmeniz mümkün. Her kavşakta, her sokak başında, otoyol kenarında, sahilde, kumsalda, çarşıda her ama her yerde polis var. Hatta Tunus’ta her 20 kişiden birinin polis olduğu söyleniyor. Bu konudaki başka bir söylentide her üç Tunuslu’ya bir polis düştüğü yolunda.

Tunus’un resmi dili Arapça ama istisnasız herkes Fransızca konuşabiliyor. Daha ilkokuldan itibaren Fransızca eğitimine başlanıyormuş ve bu eğitimi almak da zorunluymuş. Bindiğim bir taksinin şoförünün konuşmaya önce Fransızca, sonra Almanca, sonra İtalyanca ve en son İngilizce ile devam etmesi açıkçası beni dehşete düşürdü.

Tunus’un en tipik özelliklerinden biri her şehirde bulunan ‘Medina’ları. Yani bizim kapalıçarşımız! Eski şehirlerin içinde bulunan Medina’lar Tunus ticaretinin can damarı. İğneden ipliğe her şeyi buralarda bulmak mümkün. Ama alışveriş yaparken sıkı pazarlıkçı olmanız gerekiyor. Hem de çok sıkı! Yoksa çok feci kazıklanabilirsiniz. Almak istediğiniz bir malın size söylenen ilk fiyatı 50 dinarsa o malı 10 dinara alabileceğiniz anlamına geliyor bu. Eğer benim gibi pazarlık yapamayanlardan ve pazarlıktan hoşlanmayanlardansanız, Tunus’a giderken yanınızda mutlaka pazarlıktan hoşlanan bir arkadaşınızı bulundurun!

Satıcıların en sevdikleri şey, ‘Sizin hangi ülkeden olduğunuzu tahmin etme oyunu’. Medina’ların içinde gezerken peşinizden her dilde bağıran ve hangi ülkeden olduğunuzu tahmin etmeye çalışan satıcılarla birlikte geziyorsunuz. Türk olduğumu öğrendiklerinde de hepsinin verdiği tepki neredeyse aynı: Hasan Şaş, Mustafa Sandal, Galatasaray, Tarkan. Hepsi de ezbere, ‘Aşka yürek gerek’ ve ‘Şıkıdım’ şarkılarını biliyorlar neredeyse. Hatta birçok seyyar kasetçide neredeyse sadece bu iki şarkı çalıyor. İşte o anda içinize bir memleket hasreti gelip çörekleniveriyor!

Tunus’la ilgili anlatacak daha çok şey var. Dedim ya, 1970 model Türkiye orası diye. Sıcak, kendinizi hiç yabancı hissetmediğiniz bir ülke. Tunus’la ilgili yazının devamı pazartesiye.
Yazının Devamını Oku

Çömez

28 Temmuz 2004
Şu anda yaz tatilimi geçirmek için gelmiş olduğum Tunus’tan yazıyorum bu yazıyı. Tatile çıkmadan evvel yoğun işlerimin arasında (Malum reklam çektim ya harıl harıl!!!) benim tatilde bulunacağım dönemde yayınlanması için dört adet yazı yazdım ve bıraktım Kelebek yönetimine.

Bir tane yazım eksik kaldı ama o yazının yerine de ‘Yazarımızın yıllık izninin bir bölümünü kullanması sebebiyle yazısını yayınlayamıyoruz’ ibaresini koyarlar diye nasıl rahatım anlatamam.

Cumartesi günü gelen telefonla tam anlamıyla yıkıldım. Telefondaki ses, çarşamba yazısını da istiyordu. Kendimin bile zor duyduğu bir sesle ‘Yazmasam olmaz mı’ dedim ama karşıdaki ses çok kararlıydı. ‘Hayır yaz’ dedi... Ne yaparsınız bu durumda, oturup yazarsınız değil mi? Eeee çömezlik zor şey!!!

Su kayağı nasıl yapılır?

Çocukluğumda su kayağı yapanlara hep imrenerek bakmıştım. Denize bakan evimizin balkonuna akşam üstü çıktığımda, su kayağı yapanları görür, biraz da kıskanarak onları seyrederdim.

O zamanlar Türk filmlerindeki neredeyse bütün sonradan görme zengin çocuklarının da su kayağı yaparak vakitlerini geçirdiğini görduğümde, (Bakınız Engin Çağlar) bu spora imrenmekten derhal vazgeçmiş ve su kayağının yerini kafamda belirlemiştim: Su kayağı benim için artık yapılmaması gereken bir spordu.

Sonrasında yıllarca tıpkı tenis gibi, kayak gibi su kayağını da statü belirleyen bir spor olarak görüp hiç yapmadım, hatta daha ileri gidip yapanı da eleştirdim.

Bu tatilde nereden aklıma düştüyse, su kayağı yapmayı denemek istedim (Rahat battı!!!) Henüz o kayakların üzerinde dikilebilmiş değilim. (Anlayın ne kadar yetenekliyim!!!) Üstelik sırtım, kollarım, ayak bileklerim, avucumun içi her yerim ağrıyor... Yıllar sonra su kayağı benden intikamını aldı sanırım!!!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, seviyor mu, sevmiyor mu diye kibrit falı bakılırdı.

Popüler kültür mantarı!

Şu an halen tatilde olan ve sizlere bu yazısını tatilden ulaştırmaya çalışan popüler kültürle yanıp tutuşan popüler kültür mantarınız, tatilde de boş durmadı tahmin edebileceğiniz gibi. Tatile her yıl olduğu gibi bu yıl da iki bavulla çıktım. Bir bavulda giyeceklerim, diğer bavulda da okuyacaklarım vardı. Benim için en iyi okuma zamanlarından birisi de tatiller çünkü. İşte tatil sırasında okuduğum kitaplar:

- Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun / Hatice Meryem

- Bu İşte Bir Yalnızlık Var / Tuna Kiremitçi

- Geceye Uyananlar / Cahide Birgül

- Her Şeyi Gören Gözler / Fidan Terzioğlu

- Terapi / Levent Mete

- Paramparça / Duygu Asena

- Kardelenler / Ayşe Kulin

- Beni Odana Götür / Neşe Cehiz

- Aşk Büyüsü / İlhan Uçkan

- Ruh Hastası / İsmail Güzelsoy

- Aşkın ve Kederin Kitabı / Kaya Sancar

- Beşpeşe / Murathan Mungan / Faruk Ulay / Elif Şafak / Celil Öker / Pınar Kür

Nasıl fena değilim değil mi? Yukarıdaki listeden özellikle Ruh Hastası ve Beşpeşe şiddetle ve de şiddetle önerilir...

Da Vinci Şifresi için günlerce köşe yazıları yazıp kitabı tartışan yazarlarımız niye Türk edebiyatına gelince hiçbir şey yazmazlar anlamıyorum. Yoksa Türk edebiyatı okuyor olmayı kendilerine yakıştıramıyorlar mı?

Ruh Hastası romanı da en az Da Vinci Şifresi kadar, hatta ondan daha fazla etkileyici ve tartışılmaya değer... (Kitabı bu kadar çok sevmemin adı ile ilgisi olduğunu düşünen okurları kınıyorum!!!)

Bu yıl yurt dışında geçirmekte olduğum tatilimde iki şey çok dikkatimi çekti, bunları da yazmadan geçemeyeceğim. Birincisi herkes saçını soğan kabuğu denilen o renge boyuyor. İkincisi de üst üste iki mayo giymek erkekler arasında çok moda! Neye yarıyor diyorsanız bilmiyorum, anlamadım ben de...
Yazının Devamını Oku

Anketler ne işe yarar?

26 Temmuz 2004
Herkesin başka bir merakı var. Kimimiz kitaplara, kimimiz spor yapmaya, kimimiz film seyretmeye, bazımız da tiyatroya meraklı. Ama bir arkadaşımın yapmaktan çok keyif aldığı şeyi duyduğumda çok şaşırmıştım. Önce benimle kafa bulduğunu falan düşündüm, ama bir kez şahit olduktan sonra kafa bulmadığını, bunu yaparken gerçekten çok keyif aldığını anladım.

Arkadaşım anket doldurmaktan çok hoşlanıyor. Evet yanlış okumadınız hani hepimizin sinir olduğu, sorularla canımızdan bezdiren manalı manasız her türden ankete cevap vermek onun için tahmin edemeyeceğiniz kadar keyifli.

Alışverişte, tatilde, yeni açılan bir lokantada, ya da herhangi bir dergideki anketi cevaplamadan geçmesi mümkün değil. Hatta karşısında bir anketör olup ona soru sorar, o da cevap verirse bu durumdan daha da hoşlanıyor, hatta anketörler onu bulmazsa o anketörleri buluyor.

Büyük bir alışveriş merkezindeki anketörlerin önünden, onların dikkatini çekip kendisiyle anket yapmalarını sağlamak amacıyla tam üç kez geçtiğini gözlerimle gördüm!

Bu anketler neyi değiştirir çok merak ediyorum. Hani doldurur bir kutuya atarsınız ya da postayla yollarsınız ama yine de hiçbir şey değişmez. Biz niye doldururuz o zaman anketleri? Şimdi ben de bu köşeyi okuyanları tanımak, onların profilleri (!) hakkında bilgi sahibi olmak ve okuyucularıma daha iyi hizmet (!) verebilmek amacıyla, bir anket yapmaya karar verdim....

Lütfen doldurur musunuz!


1) ‘Sınıf Öğretmeni’ köşesini hangi sıklıkta okuyorsunuz?

- Haftanın üç günü

- Haftada bir kez

- Hiç görmedim

- Hiç duymadım

- Hiç okumadım, okumayı da düşünmüyorum



2) ‘Sınıf Öğretmeni’ köşesini düşündüğünüzde aşağıdaki ifadelere ne derecede katılırsınız?

(Her şık için ‘Tamamen katılıyorum’, ‘Katılıyorum’, ‘Katılmıyorum’, ‘Kesinlikle katılmıyorum’ seçeneklerinden birini tercih edin)

- Bizdendir

- Sıradandır

- Tutucudur

- Rezildir

- Keyif verir

- Sıkıcıdır

- Prestijlidir

- Okunmasa da olur



3) ‘Sınıf Öğretmeni’ köşesini düşünerek aşağıdaki cümleleri tamamlar mısınız?

- Sınıf Öğretmeni köşesinde yazılan konular..................................

- Sınıf Öğretmeni köşesinin en beğendiğim özelliği ..............

- Sınıf Öğretmeni köşesini okurken kendimi........... hissediyorum.

- Sınıf Öğretmeni’nin en beğenmediğim özelliği ..............

- Sınıf Öğretmeni köşesi daha çok ......... kişilere hitap eder.



4) ‘Sınıf Öğretmeni’ dışında okuduğunuz başka köşe yazarı var mı? Varsa hangileri olduğunu belirtir misiniz? (Ne küstahlık!)



5) ‘Sınıf Öğretmeni’ köşe yazılarını düşündüğünüzde aşağıdaki ifadelere ne derecede katıldığınızı belirtir misiniz?

(1 Katılırım), (2 Katılmam) (3 Bazen katılırım bazen katılmam)

- Soğuk ...........

- Sıkıcı ........

- Çarpıcı ........

- Eski .........

- Modern ..........



6) Son üç ay içerisinde ‘Sınıf Öğretmeni’ köşesinin adını herhangi bir yerde duydunuz mu? Eğer duyduysanız nereden duyduğunuzu belirtir misiniz?

- Başka bir köşe yazısından

- Arkadaşımdan

- Ailemden

- Hiç duymadım



Şimdi bu anketi ve boşlukları doldurun ve eğlenin! Ama bugüne kadar hangi anketi doldurdunuz da bir şey değişti ve bu köşede ne değişecek bir de onu düşünün...

Kolay gelsin!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, ilkokul bitirilince ‘Beşten çıktım’ denirdi.
Yazının Devamını Oku

Reklam setinde deniz yatağının üzerinde

23 Temmuz 2004
Arkadaşlarım beni mükemmeliyetçi, gerekli gereksiz ayrıntılara takılan birisi olarak tanımlarlar. Zaman zaman onları haklı bulurdum eskiden, ama ikinci reklam filmimi çektikten sonra artık haklı bulmadığım gibi, arkadaşlarıma ve beni mükemmeliyetçi olarak tanımlayan herkese reklamcılar ve reklam sektöründe çalışan herhangi birisiyle, birkaç gün (ya da birkaç saat) geçirmelerini öneriyorum. Mükemmeliyetçilik ve ayrıntılara takılmak ne demekmiş görsünler!

Bir önceki reklam filminden sonra yaşadıklarımı yazmış ve ‘Bir daha reklam filmi mi tövbeler olsun’ demiştim, hatırlıyorum (Balık hafızalı değilim Allah’a şükür!) ama, ikincisini de çektim maşallah. Artık hepinizin gözünde ‘sözünü yemiş bir adam‘ olduğumun da farkındayım!

Bu reklam kampanyası (Kampanya deyince ne kadar havalı duruyor değil mi?) teklifi geldiğinde, biraz gerilmedim değil. İlk reklam filmimin (Ufff sanırsın sanatsal bir etkinlik yani) çekimlerinden bu işin ne kadar zor olduğunu ve çek çek çekimlerin bir türlü bitmediğini biliyorum ya, şimdi yine ‘bir takım takıntılı insanlar ordusuyla boğuşmaya değer mi?’ diye düşündüm tabii ki!

Artık reklam oyunculuğunda (!) bu kadar deneyimli birisi olarak, (Bu çekimler bana daha çok deneyim kazandırdı, çünkü bu kez tam tamına dört buçuk gün reklam setlerindeydim) iddia ediyorum ki ben reklamcıyı gözünden tanırım! Sokakta yürürken, yemek yerken, film seyrederken gördüğüm herhangi bir insanın reklamcı olup olmadığını size hemen söyleyebilirim. Eğer siz de tanımak istiyorsanız aşağıdaki ‘Reklamcıları Tanıma Kılavuzu’, ‘Sınıf Öğretmeni’ köşesinin ücretsiz bir hizmetidir. Güle güle kullanın...

Bir kere bu reklamcılara göre hayat estetik değerler üzerine kurulmuş. Bir planın çekilmesi için yönetmenin istediği renk ve biçimde deniz yatağı bulunamadığı için sette tam dokuz saat beklemek zorunda kaldım! Evet yanlış okumadınız, ya da ben yanlış yazmadım. Aslında bu deniz yatağı meselesi çok eğlenceli, reklam filmlerinin birisinde ben, deniz yatağının üzerindeyim bütün film boyunca. Çekimler sırasında şöyle komutlar duydum ve duyduklarıma inanamadım. ‘Arkadaşlar deniz yatağının üzeri ıslanmış kurulayalım lütfen’. E deniz yatağı dediğin şey zaten ıslanmaz mı? Yani hem suyun üzerinde yüzecek, hem de ıslanmayacak bir deniz yatağı var mı? Üstelik ıslanmış olması gayet normal değil mi?

Bu havuz çekimleri çok talihsiz çekimlerdi gerçekten. İlk gün deniz yatağının dokuz saat bulunamaması sebebiyle çekim dokuz saatçik (!) geç başladı. Çekim başlayıp benim ilk planım çekildikten sonra da yağmur yağmaya başladı ve neredeyse bütün İstanbul’u sel götürdü. Yapımcının bulutlara bakıp güneşin açacağı yolundaki bütün tahminleri İstanbul’u sel götürmesiyle birlikte suya düşünce set iptal edildi. (Eeee alma starın ahını çıkar aheste aheste!) Havuz çekimlerinin yapılacağı ikinci gün sabah saat yedide bütün ekip setteydik. (Çünkü ben star kaprisi yaparak saat on bire kadar çalışırım, on birden sonra sette bir dakika bile durmam demiştim...) Sabah yataktan kalktım hava günlük güneşlik, ‘oh’ dedim ‘Nihayet bu gün çekip bitireceğiz, ben de kurtulacağım bu işten’. Tam çekimler başladı, ben yine su yatağının üzerine çıktım, birden hava karardı, nasıl bir soğuk ve rüzgar başladı, ben üşüyüp titremeye başladım ve yönetmenden beni dehşete düşüren ikinci komut geldi: ‘Üşümeeeeedeeeen!’ (E hava soğuk ne yapayım?‘... Ve tabii benim ahımı alan yönetmene bir ders olarak, yine yağmur başladı... Ama bu kez ‘bana inat ‘ yapımcının duaları kabul oldu güneş açtı da çekimi bitirebildik.

Bu reklam sektöründe bir de ‘yaratıcı’ elemanlar çalışıyorlar bildiğiniz üzere. Bu kişilerin görevi reklamlarla ilgili fikir üretmek ve reklam seneryolarını yazmak. Vallahi bu zatların garip zevkleri var gördüğüm kadarıyla, bir kere neredeyse hiç birisi Türkçe kitap okumuyorlar, en sevdikleri şey çizgi roman okumak. Hepimizin hayatında çok önemli yer tutan bazı insanları da tanımıyorlar (Ya da tanımazmış gibi yapıyorlar emin değilim!). Mesela bu ‘yaratıcı’ ekipten olan arkadaşlardan bir tanesi Ebru Gündeş’i hiç görmediğini iddia etti ki, ben bunun doğru olmadığını düşünüyorum açıkçası! (Yani olmamalı değil mi?)...

Ayrıca bu sektörde çalışan kadınlar nedendir bilinmez saçlarını çok garip renklere boyuyorlar. Gördüğüm saç renkleri karşısında düştüğüm hayreti anlatamam...

Ve hepsinin inanamayacağınız bir sabrı var. Mesela bizim sadece bir saniye gördüğümüz bir planın çekimi için en az iki saat uğraşıyorlar. Olmadı, olana kadar, oldurana kadar uğraşıyorlar. Benim plan tekrarında rekorum otuz üç... Yani tam otuz üç kere aynı hareketi yapıp, aynı cümleyi söyledim. (Böylece ne kadar yeteneksiz olduğum da ortaya çıktı değil mi? Ama aldığım duyumlara göre, doksan sekiz tekrar yapan varmış... O kadar da kötü değilim yani!)

Bilmem seyrettiğiniz reklamları beğendiniz mi ama, ben bu kez mutluyum... (Çok beklersiniz! Bir daha yazar mıyım ‘bu son diye’, sonra hep lafımı yemek zorunda kalıyorum!..)

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, Asprin ilaç firmasının verdiği yap bozlar vardı.
Yazının Devamını Oku

Rüyalarla yaşayanlar

21 Temmuz 2004
Artık neredeyse sülalemin bütün bireylerini tanıyorsunuz. Onlar belki de kendilerini size anlatıyorum diye bana kızıyorlardır, bilinmez. Ama kızmasınlar. Bugün ortada bir ‘Ben’ varsa, onlar sayesinde var, onlarla büyümeseydim, yaşamasaydım, bazı şeyleri onlardan öğrenmeseydim belki de bu ‘ben’ olmayacaktım... Yazıya böyle bir giriş yapmamdan, bugün yine ‘onlardan’ birisini anlatacağımı anlamışsınızdır sanırım!

Aslında dedemi az çok tanıyorsunuz! Hani öğretmen ve hasta CHP’li olan dedemi. İşte bugün birazcık daha dedemden söz edeceğim size... Sabahları yataktan kalktığımda, eğer dedemin suratı asıksa ürkerdim. Hiç konuşmadan uzaklardaki bir noktaya bakar, yemek yemez, az önce başına bir felaket gelmiş insanın surat ifadesiyle kara kara düşünürdü. Dedemi ilk kez böyle gördüğümde ve bu durumu kavradığımda büyük ihtimalle ilkokula gidiyordum. Onu camın önünde kapkara bir suratla oturup, hiç konuşmaz görünce hemen anneanneme koşup, ‘Neyi var dedemin anneanne’ diye sordum. Anneannem her zamanki dedeme karşı olan vurdumduymaz tavrıyla cevap verdi ‘Boşver, bakma sen ona rüya görmüştür’...

Rüya görünce bir insan niye uzaklara dalar, niye düşünür durur anlamazdım o zamanlar. Anlamam da mümkün değildi zaten. Yaşım biraz daha büyüyünce, ‘rüyalarının’ dedemi hayatta en çok etkileyen şeylerin başında geldiğini anladım. Dedem neredeyse rüyalarıyla yaşıyordu, hayatını rüyalarına göre kurguluyor, ona göre seviniyor, ona göre üzülüyor, geceleri gördüklerine göre yaşıyordu...

Eğer kötü bir rüya gördüyse, bu mutlaka aileden birisinin başına bir felaket geleceği anlamına gelirdi. Hele mesela çocuklarından birisinin bir yerinden kan aktığını falan gördüyse işte o zaman tam bir felaket yaşanırdı evde bütün gün. Uykusundan uyanıp, ‘rüyasını’ hatırlar hatırlamaz hemen telefonun başına koşar, gördüğü çocuğunu telefonla arar, iyi olup olmadığını sorar, eğer ‘iyiyim’ cevabını alırsa, bu kez gelecek günlere dair dikkatli olması yolunda tembihlerde bulunmaya başlardı... Çünkü dedem kötü bir rüya görmüştü ve bu ‘kötülük’ mutlaka o gördüğü kişinin başına gelecekti!

Dedem rüyalarındaki sembollerle yaşardı. Hayatımızda kullandığımız birçok şeyin dedemin rüyalarında başka başka anlamları vardı. Eğer rüyasına ‘et’ gördüyse yataktan beş karış bir suratla kalkar ve hemen anneanneme, ‘Kadın, çoluğa çocuğa sahip çık, bu gece rüyamda et gördüm’ derdi... Dedem eğer rüyasında et görürse anneannemin günü de mahvolmuş demekti...

Eğer rüyasında ‘araba kullanırsa’ bu kez yataktan çok büyük bir sevinçle kalkar, ‘Kadın, rüyamda araba kullandım, çok iyi bir haber var’ derdi ama kötü rüya gördüğünde sıkıntısını paylaştığı gibi, sevincini mutluluğunu paylaşmazdı bu kez...

Dedemden kalma alışkanlıklarından olsa gerek, şimdi ailenin bütün çocukları için ‘rüyalar’ çok önemlidir... Birkaçı aynı evde kalsalar, sabah kahvaltı sofrasındaki ilk sohbet mutlaka gece görülen ‘rüyalar’ üzerine olur. Şimdi hepsinin başka başka sembolleri var, bazısına ayakkabı görmek iyi gelmez, bazısına hamile kadın, bazısına da deniz...

Büyüdüğüm ailenin bu kadar ‘rüyalarla’ yaşaması beni ‘rüyalara’ karşı çok ilgisiz, kayıtsız birisi yaptı. Hiç ama hiç ‘rüyalarımla’ yaşamadım, taa ki pisikoterapiye gidene kadar... Bir seansta psikiyatristim, ‘Siz rüya görmez misiniz, rüyalarınızdan hiç söz etmiyorsunuz?’ diye sorunca, ‘Görürüm ama önem vermem, bu sebeple de hatırlamam ‘dediğimde, bana insan psikolojisinde rüyaların ne kadar önemli olduğunu anlatıp, ev ödevi bile vermişti...

Ev ödevim şuydu, baş ucumda bir kağıt kalemle uyuyacağım, uyanır uyanmaz ya da rüyamı hatırlar hatırlamaz hemen deftere not edeceğim ve çok fazlaca beyaz peynir yiyeceğim. Çünkü beyaz peyniri çok yiyenler rüyalarını daha çok hatırlarmış! Mecburen ödevi yaptım, rüyaları hatırlamak için bol peynir yedim, yazdım, not tuttum, sonra gittim anlattım, yorumları dinledim ve ‘rüyaların’ insanın hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu gördüm.

Bu gece yatağa yatınca, ne rüya göreceksiniz acaba? Ya da ‘rüyanız’ ne olsun isterdiniz?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, Mc Millan ve Karısı en popüler dizilerden biriydi.
Yazının Devamını Oku