Hukuk fakültesini bitirdikten sonra, bir yıl süren avukatlık stajım sırasında ömrümde ilk kez bir cezaevine gitmiştim.
Çocukça sayılabilecek bir duyguyla, nedense merak ediyordum orayı. Avukatlık stajı yapanların cezaevlerine gitmeleri gerekmediği halde, ben staj yaptığım yerin savcısına rica ederek, tüm stajyer avukatlarla birlikte bir ziyaret planlamıştım cezaevine. Merak ediyordum toplumdan bu kadar ‘dışlanan’ insanların yaşamını, ne yiyip, ne içtiklerini, nasıl vakit ‘öldürdüklerini’ koskoca bir gün, hatta koskoca yıllar ne yaptıklarını, kısacası ‘o’ insanları merak ediyordum, zaman zaman hepimizin ‘geri durduğu’, ürktüğü insanları.
Kış ayıydı gittiğimizde. Soğuktu. Besbeton bir binanın kurşuni renkli soğuk kapısından girdik içeriye, kapısında üç tane jandarma erinin beklediği. İçeri girer girmez soğuk daha da arttı. Havanın soğuğundan değil, ‘yaşamaya çalışılan yerin’ soğuğundan olsa gerek, üşüdük hepimiz. Ellerimi paltomun ceplerine daha çok soktum. Isınamadım. Boğazlı kazağımın yakasını iyice yukarı kaldırdım, yine ısınamadım. Havanın soğuğu değildi buraya girer girmez beni üşüten...
* * *
Demirli dış kapının aynı kurşuni grisinden, binanın içinde koskocaman demir kapılar vardı. Bir gardiyan, belindeki anahtarlıklarını (iktidar aletini ) şıklatarak, yüzündeki garip, sinsi gülümsemeyle kapıya doğru yanaşıp sayamadığım kez döndürdü anahtarı kilidin içinde. Boz gri kapı açıldı önümüzde. Upuzun, taptaş, besbeton, sopsoğuk, uçsuz bucaksızmış gibi duran bir koridor gördü gözlerimiz. Herkes birbirine baktı ‘ilk sen gir koridora’ diye. Herkes ürktü koridorun loşluğundan, soğuğundan... Önce kim girdi gardiyanın arkasından koridora, hatırlamıyorum.
Hatırlamak da istemiyorum.
Koridorun sağında ve solunda bulunan koğuşların kipkilitli, bomboz, gıpgri, depdemir kapılarının minicik gözleri vardı. Her kapının üzerinde kirli, dumanlı, puslu duran, koridora bakmayı sağlayan camları vardı. Koşup silmek istedim camları. Puslarını yıkamak istedim, belki koridorlar daha net görünür içeriden diye, silemedim... Kapının arkasından koridorda gardiyanla beraber yürüyen bizlere bakan, tedirgin, huzursuz, ama değişik bir insan yüzü görmekten de bir o kadar mutlu gözler vardı. Yaşlı gözler. Yaşlanmış gözler. Umutlu gözler. Sararmış gözler. Ama umutsuz gözler... Kafamı besbeton koridorun tabanından kaldırıp, o gözlere baktım.... Hemen kafamı tekrar koridorun tabanına çevirdim.
Bakamadım!
* * *
Sıcaksız, nefessiz, ışıksız, umutsuz koridorun en sonundaki bozbulanık bir kilitli kapının önünde durdu gardiyan. Tekrar şaklattı anahtarlarını kapıda. Açtı kapıyı ardına kadar. Kenara çekildi ‘buyurun’ dedi. İşte bu sefer, bu soğuk, havasız, loş koridordan kurtulmak umuduyla önce ben girdim ‘içeriye’. Yan yana, üst üste, dizi dizi bozbulanık ranzalar vardı koğuşun içinde. Üzerlerinde oturup, ufacık pencerelerinden uzaklara bakan, birbirine bakan, yere bakan kadınlar vardı. Yaşlı bir teyze koğuşun ortasında, koğuşu ‘ısıtması’ için kurulan odun sobasının üzerinde tarhana çorbası karıştırıyordu. Genç bir kız kucağındaki aynayla kaşlarını alıyordu. Orta yaşlı bir kadın, koltuğunun altındaki yünleriyle hem koğuşun içinde yürüyor, hem söyleniyor, hem de örgü örüyordu.
Kalabalıktı.
Odun sobası gürül gürül yanıyordu, ama koğuş soğuktu! Bu kadar insanın nefesi bile ısıtmamıştı burayı. Bazıları konuşmak için hemen yanımıza geldi. ‘Hoşgeldiniz’ dediler hep bir ağızdan. Tedirgin. Sıkılgan. Koğuşlarını gezdirdiler bize. Duvarlarına yapıştırdıkları özledikleri kocalarını, oğullarını, kızlarını, sevgililerini, annelerini, babalarını gösterdiler. Çoğunun duvarında asılı olan takvimlere ilişti gözüm. Kırmızı çarpılar vardı üzerinde. Kıpkırmızıydı bir takvim. Bütün ayları boyamıştı kalemle yaşlı teyze. ‘ Niye boyadın bütün takvimi’ dedim çekinerek. ‘Müebbet benim cezam oğlum’ dedi.
Ben, hiçbir şey diyemedim....
* * *
Bize çay ve tarhana çorbası ikram ettiler koğuşun tam ortasına kurdukları upuzun, naylon örtülü yemek masasının üzerinde. İşte tam o sırada ağlayarak bir çocuk uyandı ranzaların birinden. Korktum.... Kadın koştu kucağına aldı kız çocuğunu.. Sonra bir ağlama sesi daha geldi. O’nu da kucağına aldı kadın. İki kolunda iki çocukla geldi sofraya. Sarışındı çocuklar. Küçücüktü. ‘Artık gitme vakti’ dedi gardiyan. Öpemedim çocukları. Koğuştakiler kapının ağzına dizildi. ‘Yine gelin, yine buyrun’ dediler. Çocuklar arkamızdan ‘Bizi de götür’ diye ağladılar, salya sümük. Çocuklar götürmediniz diye ağladılar, biz götüremiyoruz diye ağladık....
Upuzun koridordan geriye dönerken. Kapısında çok fazla jandarma ve gardiyan olan koğuşun önüne geldiğimizde ‘Burası nedir’ dedim. Gardiyan ‘İçerde siyasiler yatıyor, açlık grevi yapıyorlar’ dedi. Girmek istedim. Sokmadılar. ‘Olmaz, yasak’ dediler. O zaman sadece Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olan ‘Daha insani şartlar isteyen açlık grevindeki mahkum ve tutuklular’ vardı, o kapının ardında. Her gün bir tanesi ‘Daha insani şartlarda’ yaşam için, ‘yaşamını’ yitiriyordu, ama ‘haber değeri’ yoktu. Tıpkı bu kapıların ardında olduğu gibi... Şimdi de ‘Tecrit’ istemeyen tutuklular ölüyor açlık grevlerinde. Ama bilmiyoruz, görmüyoruz, duymuyoruz. ‘Haber değerleri’ yok(muş) onların.... 114 olmuş sayı....