Gözünüzün ondan başka hiçbir şeyi görmediği zamanlar.
Onunla yatıp, onunla kalktığınız, dokunmak için can attığınız, görmek için zamanlar, hatta anlar yarattığınız, nerede olduğunu, ne yaptığını her an merak ettiğiniz, ona ait her şeyi biriktirmek için çabaladığınız, birlikte gittiğiniz ilk filmin biletinden tutun da, ilk kez baş başa yemek yemek için gittiğiniz lokantadaki peçeteleri dahi ‘anı’ olsun diye cebinize koyup eve getirmek istediğiniz ve hatta getirip yatağınızın baş ucuna koyduğunuz, onun çocukluğunu, gençliğini, okul anılarını, arkadaşlarını, anne ve babasını merak ettiğiniz, ‘Oh iyi ki yaşıyorum, hayat çok güzelmiş’ dediğiniz, kavga ettiğinizde saniyelerin hatta saliselerin geçmediği, canınızın çok acıdığı, ‘Ölmek istiyorum, sanırım ellerim, ayaklarım yok oldu’ dediğiniz zamanlar. Yani sırılsıklam aşık olduğunuz zamanlar.
Bu zamanlarda hiç aklınıza sevgilinizin sizin mal varlığınız ile ilgilendiği ihtimali gelir mi? Ya da soruyu şöyle sormalı belki. Gelse bile bunun bir önemi olur mu sizin için? Zaten gözünüz ondan başka bir şeyi görmüyor, yaşamak dediğiniz şey tam olarak ondan ibaret o sıralarda. Çirkin olmuş, güzel olmuş, fakir olmuş, zengin olmuş, eğitimli olmuş, eğitimsiz olmuş görür mü gözünüz tüm bunları çok seviyorsanız eğer? Sevgilinize, ‘hayatınıza sızmış potansiyel tehlike’ gözüyle bakar mısınız? Böyle bakıyorsanız eğer seviyor musunuzdur onu?
Hande Ataizi’nin evliliğinin birkaç saat sürmesi son günlerin gündemi malumunuz. Bu kadar kısa süren ‘aşk evliliğini’ bitiren sebebin de evlilik sözleşmesi olduğu söyleniyor. Bu evlilik sözleşmesi denen şey çok materyalist, duygudan çok ama çok uzak bir şeymiş gibi geliyor bana. Şimdi sevgilinle evlenmeye karar vermişsin, daha doğrusu ‘bütün duygularıyla bir hayatı paylaşmaya’ karar vermişsin. Ama tam o sırada birisi sana şöyle diyor; ‘Evlenelim ama senden bir şey rica edeceğim, evlenmeden önce şu sözleşmeyi imzalar mısın lütfen. Çünkü ben mal varlığımı sana karşı korumak istiyorum.’ Eee yani? Şimdi sen bana ne muamelesi yapmış oluyorsun? Yiyici?.. Paragöz?.. Üçkağıtçı?.. Sahtekár?..
Benim gözüm aşıkken hiçbir şeyi görmez. Ne parayı, ne malı, ne de mülkü. Eğer tüm bunları düşünüyorsam da zaten aşık değilimdir, zaman geçirip, vakit öldürüyorumdur. Karşımdaki kişi bana bu sözleşmeyi imzalatmak istiyorsa da onun bana olan ‘sevgisine’ zaten güvenmem.
Bir evliliğe sözleşme ile başlamayı istemek yeteri kadar kırıcı, aşağılayıcı, yaralayıcı değil mi zaten? Hele bu ‘Sen benim malımı yemeğe geliyor olabilirsin, pek sağlam pabuca benzemiyorsun’ muamelesi çok onur kırıcı. Kimsenin de bu muameleyi, kim tarafından yapılırsa yapılsın, hak etmediğini düşünüyorum.
Cevaptır!
Hani ben burada 15 günde bir ‘popüler kültür mantarı’ başlığı altında bir yazı yazıyorum ve orada bilmem ne yayınevinden çıkan bilmem ne kitabını okuyorum ya da şu filme gittim falan gibi şeyler yazıyorum ya... Dün aklı evvel bir okuyucumdan elektronik posta gelmiş. Elektronik postada şunu soruyor: ‘Siz bu kitapları okuyup okuyup, şunu bunu okuyorum diye yazıyorsunuz ya. O yayınevlerinden para mı alıyorsunuz da bu reklamı yapıyorsunuz. Yok konsere gitmişsiniz, bilmem kimi dinlemişsiniz bunu yazıyorsunuz, banane! Eminim o sanatçılardan da para alıyorsunuzdur.’
Hiçbir şekilde bunları yazarken para falan almıyorum bu biiir. (Demek ki bu kadar reklamda oynayarak çok paragöz birisi olduğum imajını veriyorum!) Yazdığım popüler kültür mantarı yazılarından sonra, bir kitap, 5-10 tane daha fazla satıp, 5-10 tane daha fazla insan tarafından okunsa fena mı olur, bu da ikiii. Her şeyin altında bir çapanoğlu aramaktan vazgeçelim, bu da üüüüç!
Kurşun döktürsenize
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım eminim bu ‘kem göz’ olayından çok dertlidir. Bence Nusret Bayraktar’la bir olup kem gözlere karşı bütün uçakların ve trenlerin üzerine at nalı büyüklüğünde bir nazar boncuğu taksınlar, o da olmadı nazara karşı bir kurşun döktürsünler. Kurşun dökülürken başlarının üzerinde gerilen beyaz çarşafta belki kimin nazarının değdiği görülür de onlar da rahat ederler!
Binali Yıldırım, ‘Karayollarında 5 bin kişi ölüyor kimse sesini çıkarmıyor’ demiş. Yani şunu mu söylüyor: ‘Benim de istifa etmem için tren kazalarında 5 bin kişinin ölmesi gerekiyor!’
Üstelik bir de diyor ki, ‘Biz sivil havacılıkla 2.5 milyon insanı havayolları ile tanıştırdık, uçakla gitmeselerdi belki trafik kazası geçireceklerdi. Bu anlamda ömrü veren Allah! Alan da Allah!’
Üstelik Türk Hava Yolları’nın durumu da ortadayken, bu nasıl bir tevekkül, nasıl bir sorumluluktan kaçmak?
Benim önerim, trenle ve uçakla seyahat edenlere biletlerinin yanında birer ‘kazalara karşı koruyucu muska’ hediye edilsin. Her yolcu bu muskaları takarak yolculuk etsin. Bir de kazalara, belalara karşı sayın Binali Yıldırım demiryolu raylarının üzerinde bir koyunu kurban edip kan akıtsın. Belki böylece defederiz kazaları belaları. Ne gerek var şimdi istifa falan gibi demokratik kararlara...