Armağan Çağlayan

Hurafelere inansam mı

4 Ekim 2004
Siz bu yazıyı okurken, tarih 4 Ekim 2004 Pazartesi olacak ama, ben bu yazıyı 2 Ekim 2004 Cumartesi günü yazıyorum. (Malumunuz üzere, eklerde yazınca, yazınızı birkaç gün önceden yollamanız gerekiyor.) Tabii ben yazıya, böyle saçma (!) bir açıklamayla başlayınca, bunun sebebinin ne olduğunu haklı olarak merak ettiniz. Efendim, ‘Yaz bitti, böyle sıcak havalar göremedik’ diye başlayacağım yazıya, sonra siz bu yazıyı okurken, yağmur, çamur, soğuk olacak, ‘Şimdi bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ diyeceksiniz haklı olarak. İşte o sebeple böyle bir açıklamayla başladım yazıya...

Koca yaz (Topu topu üç ay ama niyeyse böyle deniyor) ‘Bu sene yazdan hiçbir şey anlamadık, hep yağmur çamur’ diye dert yandık. Teorik olarak yazın bitip sonbaharın gelmesiyle, sıcaklar da bastırdı. Bu sefer de ‘Yahu yazın böyle sıcak olmadı’ diye dertlenmeye başladık.

Sıcak havaların bastırması ile beraber, yan komşum aklıma hiç gelmeyen bir şeyi getirdi. Geçen akşam verandada oturup sohbet ederken, ‘Yahu’ dedi ‘Bu havalar hiç normal değil, yazın bu kadar sıcak olmadı. Allah korusun deprem falan olmasın...’ Biliyorsunuz bu deprem denen şeyden benim zaten ödüm kopuyor. Hemen ‘Yok canım, bu sıcaklar pastırma yazı’ deyip, konuyu kapattım. Ama tabii içim içimi yemeye başladı. 17 Ağustos gününün nasıl sıcak, nasıl bunaltıcı bir gün olduğu aklıma geldi (Uffff). Sonra anneannemin böyle zamansız bunaltıcı havalarda, içi sıkılınca söyledikleri kulaklarımda dolaşmaya başladı: ‘Nasıl bunaltıcı bir hava var, tam deprem havası!’ Ama tüm bu düşünceleri aklımdan kovalamaya çalışıyorum. Kovalarken bir yandan da kan ter içinde kalıyorum, o ayrı konu!

Tabii içimi bir huzursuzluk kapladı. Ama 17 Ağustos sebebiyle dinlediğim, okuduğum bütün bilgileri içimden tekrar edip duruyorum. Ne demişlerdi, ‘Hava sıcaklığının depremin olmasıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.’ Bunu biliyorum ama, yine de içim içimi yemekten bir türlü vazgeçmiyor... Hem zaten bu sıcak havalar ‘pastırma yazı’ denen şey!

Kendi kendimle yaklaşık bir saat süren mücadeleden sonra, yenik düşüp, kütüphanenin ve internetin başına çöreklenerek ‘pastırma yazının’ zamanını araştırmaya başladım. O kadar eminim ki ama bu sıcakların sebebinin pastırma yazı olduğuna... Bir de ne göreyim. Bu sıcakların pastırma yazı ile alakası bile yok! Durum tam ‘kel alaka!’ Pastırma yazı 8 Kasım’da başlıyor. Biz hangi aydayız? Eylül... Hah, tam oldu şimdi.

Tabii bütün ‘deprem korkularım’ derhal ve de hemen ayaklandı. Ama sonra düşündüm ve dedim ki, ‘bilimsel olarak’ hava sıcaklığının bu durumla bir ilgisi olmadığını biliyorum. E peki ‘pastırma yazı’ bilimsel bir şey mi? Hayır. Ona niye bel bağlayıp inanıyorum? Hem üstelik anneannemin yaptığı bütün kocakarı ilaçları, her türlü hastalığa iyi geliyor muydu? Evet geliyordu. Ailede her türlü hastalık o otlarla, kuyu sularına karıştırılan zeytinyağlarıyla iyileştirilmedi mi zamanında? (Anlayacağınız korku dağları bekler!)

Hem kendimi rahatlatmaya çalışıyorum, hem de kendi tezimi sürekli kendim çürütüyorum. (Çocukken bir komşumuz vardı. Birisine kızdığı zaman, öyle küfür falan etmez, ‘İnşallah içine vesvese gelir’ derdi. Ben de ‘Yahu ne tatlı adam, bak kızınca ne beddua ediyor, ne de küfür. Ne iyi adammış’ derdim. Meğer adam en büyük bedduayı edermiş. Küçükken bana da kızdı da bu lafı etti mi ne?)

Sonuçta 29 Eylül günü İstanbul dört şiddetinde bir depremle sarsıldı. Ama ben İstanbul dışında olduğum için bu depremi duymadım. Sadece ‘deprem fobimi’ bilen arkadaşlarım hemen telefonlara sarılıp beni aradılar. Tabii ben hemen bulunduğum yerde televizyon karşısına geçip, elime de uzaktan kumanda aletini alıp, başladım kanal kanal gezerek, ‘deprem uzmanı’ aramaya. Hiçbirini kaçırmadım. Aynı anda iki farklı deprem uzmanının, başka başka ana haber bültenlerindeki konuşmalarını bile dinledim. Üstelik bir de o gün ‘deprem şurası’ varmış. Ne tesadüf!

Bu ufacık depremden sonra, ‘deprem uzmanlarının’ söylediklerinden ve ‘deprem şurası’nın (Niyeyse şuursuzluğu yazasım geliyor) sonucunda söylenenlerden ne anladığımı sorarsanız. Koca bir hiç! İnsanın bazen gerçekten hurafelere inanası geliyor!
Yazının Devamını Oku

Yerli Malı Haftası

1 Ekim 2004
Televizyon sektöründe çalışırken, yaptığım iş gereği bir sürü değişik insan tipiyle karşılaşıyorum. Ama benim en çok sevdiklerim ‘Popüler kültür düşmanı’ olanlar. (Belki bana da düşman olup, sevmedikleri için seviyorumdur onları!) Bu tipler aslında hepimizin etrafında varlar. Sizin çevrenizde de bulunmaktadırlar eminim ki! Her şeyi bilip de, (hadi çoğu şeyi diyelim) bilmiyormuş gibi yapanlar.

Aslında sıcak, sevimli, konuşmaktan, zaman zaman bazı şeyleri tartışıp, fikir alışverişinde bulunmaktan zevk aldığım insan tipleri bunlar. Okuyan, yazan, seyreden kişiler. Ama nedense iş popüler kültür hadisesine gelince birden bire görmedim, duymadım, söylemedim oynuyorlar. Şimdi siz bu ülkede yaşıyorsanız eğer, Ebru Gündeş’i, Filiz Akın’ı, Gülşen Bubikoğlu’nu, Özcan Deniz’i ve hatta Hülya Avşar’ı (Ciddi söylüyorum bunu. Benim başımdan geçti. Birisine Hülya Avşar dediğimde, suratıma donuk bir ifadeyle bakıp, ‘O kim ki’ dedi) hiç tanımıyor, bilmiyor olabilme ihtimaliniz var mı? Yok değil mi? Ama onların var, tanımıyorlar.

Mümkün mü sizce böyle bir şey?

Bu tipler televizyon seyretmeyi de hiç ama hiç sevmezler. Diyelim ki bir dönem, herhangi bir televizyon programı yeri yerinden oynatıyor, neredeyse tüm ülke bunu konuşuyor, onların bu durumdan hiç ama hiç haberi yoktur. Mesela Asmalı Konak’ı, Biri Bizi Gözetliyor’u, Popstar’ı, Çocuklar Duymasın’ı ,Benimle Evlenir misin’i hiç seyretmemişler, hatta adını bile duymamışlardır. Hadi diyelim televizyonda seyretmedin, ee, sen hiç gazete de mi okumuyorsun yahu? Oysa her gün önümüze gelen izlenme oranı listeleri bize tam aksini söylüyor. Yukarıda saydığım tüm programları AB grubu dediğimiz (Daha paralı, daha okumuş yazmış) kitle daha çok seyrediyor, tüm bu programlar AB sosyo-ekonomik grubunda, toplam izlenme oranına göre daha çok seyrediliyor! Hatta kimi programlardaki fark inanılır gibi değil...

* * *

Bu grubun karşı olduğu diğer bir program türü de ‘magazin programlarıdır.’ Kesinlikle seyretmezler, duymazlar, bilmezler magazin programlarını. Ama magazin programları da AB grubunda gayet yüksek izlenme oranlarına sahipler. Söz konusu tipler televizyonlarda sadece belgesel ve film seyrederler. Ama ne hikmetse bugüne kadar hiçbir belgeselin, izlenme oranı raporlarında değil ilk on program arasına, ilk yetmiş program arasına bile girmişliği yoktur! Bu tiplerin karşı olduğu bir diğer şey de ‘yerli yazarlardır.’

Türk edebiyatı okumazlar. Ayşe Kulin’i, Cem Akaş’ı, Erhan Bener’i, Oya Baydar’ı, Selim İleri’yi, Orhan Pamuk’u, Tuna Kiremitçi’yi, Adalet Ağaoğlu’nu tanımazlar... Onlara göre Türk yazarları ne roman, ne hikaye, ne şiir, hiçbir şey yazamazlar. Yazsalar da kötüdür zaten, okumaya ne gerek vardır ki!... Çoğunluğu yabancı yazarları, özgün (!) dilinden okumayı tercih ederler. (Ben de bu durumu hiç anlamam. Okumadan ‘kötü, okunamaz’ olduğuna nasıl karar veriyorlar ki? Bu nasıl bir ön yargı?)

Bu grup aynen Türk edebiyatında olduğu gibi, Türk sineması ve tiyatrosu konusunda da aynı önyargıya sahiptir. Bir Türk filminin güzel olma ihtimali hiç yoktur. Oyuncularınsa iyi bir oyun çıkarabilme ihtimali hiç ama hiç yoktur. Ne de olsa Türk oyuncusu (!) Haluk Bilginer’i, Birol Ünel’i, Serra Yılmaz’ı, Zuhal Olcay’ı seyretmezler.

Son zamanlarda işi iyice abarttı bir arkadaşım. Artık yerli (!) gazete de okumuyor. Ne gerek var ki Çetin Altan, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Hasan Pulur okumaya. O giriyor internete her gün, Amerika’dan, Fransa’dan gazeteler okuyor. Türk gazetelerini okumasa da olur, Türkiye’de neler oluyor bilmese de olur, Amerika’yı biliyor ya, gerisinin ne önemi var!

Bütün bunları doğru mu söylüyorlar bilmiyorum. Ama bir tek şeyi çok merak ediyorum, bu kadar ‘popüler kültür düşmanlığı’ niye? Bu kadar ‘yerli malı’ düşmanlığı niye? (Hatırlıyorum, eskiden ilk okula giderken ‘Yerli Malı Haftası’ vardı. Sonra kaldırıldı sanıyorum. Tekrar mı yapsak ne?)

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, Esen Püsküllü, Feri Cansel, Kuzey Vargın çok ünlüydü...
Yazının Devamını Oku

Trafikte canınız sıkılırsa diye

29 Eylül 2004
Birkaç sabahtır, iş sebebiyle sabahın kör bir vaktinde kalkıp, İstanbul’un yollarına düşüyorum. Gün doğumuyla beraber İstanbul sokaklarında gördüklerim bazen beni çok eğlendirdi, bazen de çok hüzünlendirdi. Sabah trafiğindeki araç sürücülerini incelediniz mi hiç? Sabahın kör vaktinde kalkıp evden çıktım ya, nasıl bir trafik var, hani o İngilizlerin trafik reçeli dediği cinsten. Önce arabanın içinde uyumaya çalıştım, ama beceremedim, uyuyamayınca bir sigara yakıp camdan trafiği ve diğer arabaları seyretmeye başladım...

İşte o sabaha kadar gör(e)mediklerim...

Sabah trafiğinde şoförlerin çoğu direksiyon başında gazete okuyor. Önce yanlış gördüm sandım. Ama baktım ki sadece bir kişi değil çok kişi aynı durumda, gördüklerim gerçek... Durum tam olarak şöyle oluyor. Trafik durup kalkıyor ya, can sıkıntısından sürücüler de o günkü gazeteyi ikiye katlayıp, direksiyonun üzerine koyuyorlar ve trafikte gazete okuyup vakit kaybetmemiş oluyorlar. Bu durumda gördüğüm dördüncü sürücü gazete okurken, önündeki arabaya arkasından birazcık dokundurdu ama ne gam! Maksat trafikteki can sıkıntısı dağıtılsın...

Bayların çoğunluğu trafikte gazete okurken, bayanların çoğunluğu da dikiz aynasında makyaj yapıyor. Sabah yataktan vakitlice (!) kalkamayıp, makyaj yapmaya vakit bulamamış ve apar topar bembeyaz bir suratla evden fırlamış bayanların tuvalet aynaları dikiz aynası, yatak odaları (ya da nerede makyaj yapıyorlarsa orası!) da otomobillerinin içi oluveriyor bir anda. Ama dikiz aynasında yanaklarına allık süren, trafik ilerleyince bir dudağı rujlu öbür dudağı rujsuz kalmış, direksiyonu tutan ellerinin bir ucunda da ruj olan bayanlar çok garip gözüküyorlar o trafik keşmekeşinin içinde... (Sakal tıraşı olmak için sabun, jilet, su ve fırça gerekmese, eminim erkekler de dikiz aynasını kullanacaklar sabah bu iş için. Şimdi girişimci ruhlu birisinin, sabah trafikte tıraş olabilmek için tıraş seti icat etmesini bekliyoruz!)

Servisle işlerine gidenler ise, sevisin içinde bir yatakhane görüntüsü oluşturuyorlar. Neredeyse minibüsün içindeki bütün kafalar camlara dayanmış, daha rahat uyuyabilmek için, kafaların altına yastık, hırka, kazak ne varsa konulmuş, mışıl mışıl uyunuyor. Tabii bütün bu uyuyabilme çabası servis şoförünün ‘Biz de sabahın köründe kalktık, burada araba kullanıyoruz, onlarsa uyuyor, sorarım ben şimdi onlara’ diye düşünüp, bütün minibüsü sert bir frenle uyandırmasına kadar sürüyor. Uykusunun arasında ‘Eyvah kaza yapıyoruz’ şaşkınlığı ile fırlayanların görüntüleri ise her şeyden daha komik! Ne de olsa servis şoförünün intikamı....

Servislerde uyuyanlar bir yana, toplu ulaşım araçlarında oturacak yer bulamayarak ayakta kalmış ve gideceği yere sıkış tepiş otobüslerin içinde ulaşmak zorunda kalanlar da ayakta uyuyorlar. Otobüsün tam ortasından geçen demirlerden aşağıya doğru sarkan, deri tutacaklara (Ne denir ki onlara başka?) tutunup ayakta uyuyan birkaç kişi de gördüm. Ama beni asıl şaşırtan her şartta uyuyabilenler. Yani otobüsün arka camına yüzünü yapıştırıp ayakta uyuyanlar. Sanırım uykuları çok ağır ya da çok yorgun oldukları için becerebiliyorlar bunu...

Bir başka sürücü tipi de ‘Dünya yansa bir kalbur samana satacakmış’ gibi duranlar. Sanki o trafik karmaşasının içinde, o karmaşadan kurtulmaya çalışmıyorlar da, Maldiv adalarında güneşleniyormuş gibi bir ifade yerleştirdikleri suratlarıyla araba kullanmaya devam edenler. Bunlar genel olarak arabalarının camlarını sıkı sıkıya kapatıp, yüksek sesle radyo dinliyorlar. Hani etraflarında olan bitenden çekinmeseler, neredeyse direksiyon başında dans edecekler. Bu trafikte ne mutluluk!

Özel arabalarını üzerine siren takıp, sireni avaz avaz bağırtarak, yol isteyenler var ki, bunlar en açıkgözleri. Siz arkanızdan ambulans ya da itfaiye aracı geliyormuş hissine kapılıp alel acele arabanızı sağa çekince, vızzzzt diye gelip geçiveriyorlar yanınızdan... Siz de arkasından öylece bakakalıyorsunuz...

Bir de arabada tek başlarına canları sıkılıp, cep telefonlarından sabah sabah her yeri arayanlar var ki, sanırım uyandırma servisi hizmeti veriyorlar. Sürücü koltuğunu neredeyse yatak haline getirip araba kullananlar, direksiyona yapışanlar, vücudunun yarısını ön cama yaslayanlar, sürücü koltuğunda yatar derecede yanlamasına oturanlar ve daha neler neler!

Eğer bir sabah trafikte canınız çok sıkılırsa bakın daha neler göreceksiniz. İyi oluyor, vakit çabuk geçiyor. Trafikte yalnız başına canı sıkılanlara şiddetle tavsiye olunur!
Yazının Devamını Oku

Gurbeti iyi bilirim

27 Eylül 2004
Hepimizin ya da çoğumuzun çevresinde gurbetçiler vardır değil mi’ Yani çalışmak, hayatını kazanmak için Almanya’ya göç edenler, hayatını orada sürdürenler. Kız kardeşim, bir yaz tatilinde aşık olduğu adamla evlenince, kocası Münih’te yaşadığı için o da aşkının peşinden Almanya’ya gitti. O zamana kadar hayatımda hiç yer almayan gurbetçiler, işte o andan itibaren benim/bizim de hayatımıza girmiş oldu.

Kardeşimi evlendirip Almanya’ya uğurladığımız sabahı anlatmaya çalışsam da eminim anlatamam. O duyguyu anlatmak güç. O anı tasvir etmek daha da güç. Önce kına gecesi, sonra düğündeki eğlencenin nasıl da insanın içinden sökülemeyen bir hüzne dönüştüğünü, düğün salonunun merdivenlerinde üzerinde gelinliğiyle oturup ağlayan kız kardeşimi, oturduğumuz evin önünden bagajı ve arka koltukları bavullarla (Kardeşimin çeyizi!) ağzına kadar dolu olan spor arabanın sabahın karanlığında kayboluşunu, kardeşimin arabadan iki kez inip anneme ve babama sımsıkı sarılmasını, babamın gözyaşlarını hiç saklamadan ağlamasını, annemin bir hafta boyunca kıpkırmızı gözlerle yaşamasını, uyuyamayan ev halkını, evimizin içinde neredeyse bir hafta süren sessizliği, akşam yemeklerinden yemek yiyemeden kalkan anne ve babamı...

Gurbet kelimesiyle benim ve ailemin ilk tanışması böyle oldu işte. Kardeşim Almanya’da yaşayan sevgilisiyle evlendi ve gitti! O zamana kadar çok da anlamadığım, gurbet, özlem, vatan hasreti gibi kelimeler (Çoğu duyguyu yaşamadan anlamak zor oluyor! Hani derler ya yaşayan bilir diye!) kardeşimin Almanya’ya yerleşmesiyle daha anlaşılır oldu hayatımda.

Gurbete alışkın olmayan anne ve babamın, kardeşimle her telefon konuşması gözyaşlarıyla son buldu. Kardeşimse ağladığını bize hiç belli etmemeye çalıştı. (Niye bu kadar dik ve güçlü durmaya çalışırız ki!)

Dilini, gelenek ve göreneklerini hiç bilmediği, neredeyse kocasından başka hiç ama hiç kimseyi tanımadığı bir ülkeye, bir şehre, bir mahalleye ‘gelin’ gitti. O zamanlar benim yaşadığım duygu sadece ‘özlem’di. ‘Aman ne olacak Almanya’da yaşayacak, daha ne olsun’ diye düşünüyordum.

Bu düşüncem Almanya’ya kardeşimi ziyarete gittiğim ilk seyahatte değişti. Orada yaşamak zorunda olan insanların neden Türkiye özlemiyle yanıp tutuştuklarını, niye ‘izin zamanları’ gelsin diye hasretle beklediklerini, niye gün saydıklarını o zaman anladım.

Almanya’da kendilerine kurmaya çalıştıkları ufacık Türkiye bir zaman sonra çok boğucu, çok dar geliyordu çünkü onlara. Hani bazı duygular insanda saplantı olur ya, Almanya’da azınlık olmak da böyle bir duygu işte.

Yıllarca onlara ‘Almancı’ dedik, onları ‘para babaları’ sandık, kafalarındaki tüylü şapkalarıyla, arabalarıyla eğlendik, hep yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında sandık değil mi... Oysa öyle değil. İnanın öyle değil.

Onlar orada, bizim burada yaşadığımız hayattan daha zor bir hayat yaşıyorlar ve eminim çoğumuzdan daha zor şartlarda para kazanıyorlar. En önemlisi hep ‘vatan hasreti’ ile, ‘gurbet’ duygusuyla, ‘ana baba özlemiyle’ yaşıyorlar.

İki kültür arasında kurmayı bitiremedikleri ve bence hiç bitiremeyecekleri bir köprü var ellerinde. O köprüyü geçemiyorlar bir türlü.. Ne köprünün başındalar ne de sonunda... Hep üzerindeler...

Orada hayat zor. Orada yaşam, ‘Alamancı’ olarak zor...

Geçen akşam Ünlüler Çiftliği programında Yasemin Kozanoğlu’na ‘Benim özlem duygum yoktur’ dedim. Yok. Yalan söylemişim... Ben kardeşimi, yeğenlerimi, damadımızı çok özlüyorum. Burnumda tütüyorlar. ‘İzin’ olsa da gelseler...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Zerrin Özer, metal, yuvarlak entel gözlükleri takardı.
Yazının Devamını Oku

Değişiyoruz

24 Eylül 2004
Eskiden ‘Ben hiç değişmem’ derdim ama ‘Ben hiç değişmem’ dememek gerekmiş meğerse, ne çok şey değişti 38 yılda. Eskiden birisi bana evde bir kedi besleyeceğimi, onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağımı söyleseydi, gülüp geçerdim. Ama şimdi bir kedim var.

Evde çiçek yetiştireceğimi söyleseydi birisi bana, ‘Git şuradan ya’ derdim.

Araba kullanabileceğimi söyleselerdi, ‘Hayal görüyorsun!’ derdim.

Yürümeye bile üşenen bana, sabahları erkenden kalkıp spor salonuna gideceğimi söyleselerdi, ‘Asla’ derdim.

Çocukları çok sevmeyen bana, 30’lu yaşlarımı geçtiğimde bir çocuğum olsun diye delireceğimi söyleselerdi, ‘Daha neler!’ derdim.

Eskiden, az konuşan, gözlem yapmayı tercih eden bana, ‘Bir gün çenenle ünlü olacaksın’ deseler, ‘Rüya görüyorsun’ derdim.

Eskiden birisi benim gibi kent insanına ‘doğal hayata’ özeneceğimi, bitki çayları içeceğimi, aktar aktar gezeceğimi söylese ‘Olmazzzz, olamazzzz’ derdim.

Eskiden fevri, hemen parlayan, çabuk sinirlenen bana, bir gün olaylara ‘tevekkülle’ yaklaşabileceğimi söyleseler, ‘imkansız’ derdim...

***

Dün gece okuduğum kitaptaki bu satırlar beni çok etkiledi. Sizlerle de paylaşmak istedim...

Ne güzel bir laf Tanrım!

Düşünüyorum da,

Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.

Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,

Naif yönlerimizin keşfedilmesi,

Cesaretsizliğimizin anlaşılması,

Korkularımızın paylaşılması

Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.

Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.

Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden. Deniz minareleri, midyeler.

Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış sert kabuk?

Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?

Yoksa zarar mi veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize?

Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?

Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?

Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.

Ne çıkar ateşböceği sansalar beni.?

Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin

O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz?

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi,

Korkaklığımı, sevgi isteğimi

En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem

Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup

Bir kuş gibi uçacağım özgürce.

Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım

karşımdakine.

O da çözülecek belki.

Samimi ve güvenliksiz, silahız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu.

Kalmadı böyle insanlar demesek.

Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.

Kırılmaktan korkmasak. Yaralansak.

Ne olur bir darbe daha alsak.

Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu.

Denesek.

Risk alsak.

Yanılsak.

Fark etmez.

Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.

Ve kucaklaşsak yeniden.

Tıpkı eskisi gibi.

Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.

O zaman fark edeceğiz.

Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.

Neler biriktirdiğimizi,

kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.

Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.

Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.

Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.

Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.

Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.

Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.

Sevgiye çok ihtiyacımız var.

Ufukta kara bir kış görünüyor.

Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri.

Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.

Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.

Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.

Hem hepimiz bir yıldızız.

Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.

* Rabindranath Tagore
Yazının Devamını Oku

Ben de takıntılı mıyım

22 Eylül 2004
Aynı iş yerinde yıllardır beraber çalıştığım, hatta çoğu zaman iş gereği çok yakın çalışmak zorunda kaldığım bir iş arkadaşım var. Hayatta görebileceğiniz, en enteresan, en değişik karakterlerden bir tanesi. En baştan söylemeliyim ki onu tanıdığım için mutluyum. Çünkü bir daha tanıyamayacağım kadar değişik bir karakter yapısı var. Yok adını yazıp onu bütün Türkiye’ye reklam etmeyi düşünmüyorum, adını yazmadan anlatacağım onu size.

Hayatımda bugüne kadar gördüğüm en takıntılı insanlardan bir tanesi. Onun kadar takıntılısına rastlamadım, bundan sonra da rastlayacağımı sanmıyorum. Ne takıntısı var derseniz, söyleyeyim, ‘takıntı takıntısı’ var!

Yani olmayan takıntısı yok, her şeye takıntılı. Evde yaptığı koleksiyon sayısını eminim kendisi de hatırlamıyor. Sinema biletinden kaleme kadar her şeyin koleksiyonunu yapıyor tabii ki! Eğer siz bir şeyin koleksiyonunu yapıyorsanız ve bunu onun yanında söylerseniz, hooop ona takıyor ve o koleksiyonu da yapmaya başlıyor!

Bulamadığınız her türlü telefon numarasını ondan öğrenebilirsiniz. Diyelim ki ‘Kanarya Sevenler Derneği’nin telefonunu arıyorsunuz değil mi? Ne yaparsınız, önce bilinmeyen numaralar servisini denersiniz, sonra internete bakarsınız ama bulamadınız! Üzülmeyin mutlaka onun ajandasında vardır! Artık ben bilinmeyen numaraları falan aramaya uğraşmıyorum, direkt onu arıyorum. Gerisi vakit kaybı çünkü...

Bunların yanında malı acayip kıymetlidir. Hayattaki en önemli varlıklarından bir tanesi cep telefonlarıdır. Birkaç tane cep telefonu vardır. (Tabii bu cep telefonlarının giydiği kıyafetlere göre değiştirilen kapakları da var. Ciddi söylüyorum, pembe kazak giyince telefonuna pembe kapak takıyor!) Nereye giderse gitsin yanından hiç ayırmaz, hatta gözünden bile sakınır bu en değerli varlıklarını. Bir kez ufacık bir yeri çizilen bir cep telefonu için, bütün şirketi ayağa kaldırdı. Bakkaldan, aseton, tiner, gaz yağı, benzin gibi ne kadar uçucu madde varsa ısmarlayıp, bütün bunları tek tek pamuklara döküp, o ufacık çiziği telefonundan çıkarmaya çalıştı, çıkaramayınca da geçici bir süre için hayata küstü!

* * *

En sevdiği şeylerden bir tanesi de kısa mesaj çekmektir. Sanıyorum günde yaklaşık 50-60 kısa mesaj çekiyor. Eğer işle ilgili bir sorun varsa, yani iş sebebiyle aramızda bir sorun oluştuysa ve onunla hafif atıştıysam bu durum tam anlamıyla yandığımın resmidir işte! Gün boyunca ve hatta bütün bir gece boyunca telefonunuzu kısa mesaj yağmuruna tutar. İlk zamanlar hiç cevap vermezsem, o da bir daha yazmaz diye düşünüyordum ama, bir kez yaşayınca, öyle olmadığını anladım. Ama bu tuzağa kesinlikle düşmemeniz gerekiyor. Tuzak şu: Eğer kısa mesaja siz de kısa mesajla cevap verirseniz, bu mesajlaşma işlemi (!) sabaha kadar sürüyor. Sonradan anladım ki, bu durumda yapmam gereken iki şey var: Ya telefonu kapatacağım (Açık söyleyeyim böyle zamanlarda telefonum servis dışı olsun ve onun takıntısı geçene kadar açılması istiyorum!) ya da telefonu açıp onunla konuşacağım (diğer bir deyimle münakaşa edeceğim).

Son dönemlerdeki takıntısı karın bölgesindeki yağları! Şişman mı diye sorarsanız, hayır dal gibi hatta üfleseniz uçacak. Ama o takmış bir kere bu duruma. Bütün gün aç geziyor. Sonra günün sonunda hemen eliyle karın bölgesindeki yağlarını erimiş mi? Erimemiş mi? diye kontrol ediyor. Baktı böyle eritemeyecek, yağ çektirme ameliyatı olmaya karar verdi. Ama tabii bu kararı vermesi yetmiyor. Bu günlerde harıl harıl bu ameliyatı yapacak iyi bir doktor arıyor. İstanbul’da hatta Türkiye’de bu konu ile ilgili görüşmediği doktor kaldı mı, emin değilim.

* * *

Onunla ilgili çok sevdiğim bir hikayeyi size anlatmak isterim. Bambaşka biri diye bir program yapıyorduk. Bu programda vücudunun belirli bölgelerinden mutlu olmayan bayanlar estetik ameliyat olmak için programa başvuruyorlar, kabul edilirlerse de ameliyatları program tarafından yaptırılıyordu. Bu programda çalışmaya başladıktan sonra o burnunun yamuk olduğuna ve estetiğe ihtiyacı olduğuna karar verdi. (Oysa burnu hokka gibi denen cinsten!) hemen kendine bir doktor buldu, bilgisayar programları ile yeni burnunun nasıl olacağını gördü ve ameliyat olmaya karar verdi!

O bu yazıyı okuduktan sonra başıma gelecekleri tahmin edebiliyorum. Önce kırgın ve kırılmış bir sesle bana ‘Armağan, ben böyle miyim? Değilim. Aşk olsun’ diyecek. Sonra bu konuşma da onu kesmeyecek, odama gelecek gözleri dolu dolu bana kırıldığını, durumu abarttığımı söyleyecek. Ve hatta ağlayacak (Sinirlenince çok sık ağlar da!) . Bu da onu kesmeyecek ve telefonuma mesaj yağdıracak!

Ben onu çok seviyorum, çünkü bana hep ‘takıntılı’ insanların ne kadar eğlenceli olduklarını hatırlatıyor! (Bu durumun benim de takıntılı birisi olmamla ilgisi var mıdır sizce? Ama yok ben onun kadar değilim. Vallahi değilim. Değilim di mi? Değilim ya! Yok o kadar da değil!)
Yazının Devamını Oku

Babaevinin sıcaklığını ne çok özlemişim

20 Eylül 2004
Bu duyguyu en son ne zaman yaşadığımı hatırlamıyorum, hatırlayamadığıma göre de çok uzun zaman olmuş belli ki.Hani bir laf vardır, hep derler ya ‘Babaevinin sıcaklığını özlemişim’ diye. Yıllar sonra ilk kez, ana baba evinin sıcaklığını, o evdeki ilgiyi, gösterilen özeni özlediğimi hissettim dün.Yaklaşık 13 yıl önce, biraz özgürlük tutkusundan, biraz ruhumdaki asilik yüzünden, biraz da, kendi başıma da ayakta durabileceğimi göstermek için, bavulumu alıp İstanbul’a ‘göçtüm’. Ana- baba evinden ayrılıp tek başıma yaşamaya başladığım ilk günlerde sık sık o evi ziyarete gider, hatta zaman zaman iki üç gece orada yatıya bile kalırdım. Aradan yıllar geçip, işe güce, koşuşturmaya dalınca çok seyrek gitmeye başladım babaevine. Hatta orada, en son ne zaman uyuyup sabahı onlarla beraber karşıladık hatırlayamıyorum bile. Çok uzun zaman olmuş belli ki, neresinden baksanız yedi sekiz yılı vardır.Dün akşam -yine - iş sebebiyle ( iyi ki bu iş var!) akşamüstü Hereke’ye, ana baba ocağının olduğu yere gittiğimde, annem balkondan sevinç çığlıkları atarak karşıladı beni, babam her zamanki gibi odasında televizyonun karşısındaki yerini almıştı, annemin bembeyaz danteli mutfak masasının üzerinde ele alınıp örülmeyi bekliyordu, çay ocakta yine fokur fokur kaynıyor, annemin limonlu, açık, sakarinli çayı dantelinin hemen yanında duruyordu, balkondaki güneşli günleri uğurlayan, özenle büyütülmüş rengarenk sardunyalar mutfağın camından içeriye bir başka güzel bakıyor, babamın televizyon seyrederken gelen kahkahaları hala evi çın çın çınlatıyordu. Ev yine çok düzenliydi, neredeyse deterjan kokuları burnuma geliyordu, akşam için hazırlanan yemekler ocağın üzerinde akşam yemeğini bekliyordu. Çoğu şey yıllar önce bıraktığım gibiydi. Bizim asiliğimizden, ya da hayatla savaşmamızdan dolayı çoğu kez yok ettiğimiz alışkanlıklarımız, o evde -bize inat-, hálá yerli yerinde duruyordu. * * * Her şey eskisi gibiydi... Hani her evin, dış kapısından girer girmez burnunuza çarpan ve her o kokuyu duyduğunuzda size o evi hatırlatan kendine özgü bir kokusu vardır ya, o koku bile hiç değişmemişti. Tıpkı sarılıp öptüğümüzde değişmeyen anne ve babalarımızın ten kokuları gibi (Oysa bizim ten kokularımız ne kadar çok değişiyor. İnsanlar bizi parfümlerimizden ayırt edebiliyorlar artık, kazaklarımızın, tişörtlerimizin üzerine bıraktığımız ten kokularımızdan değil! )İş gerginliğinden (ya da artık çok fazla yemek yiyemediğimden!) yemek yemeyi unuttuğum için, o eve girer girmez karnımın acıktığını anladım. (Nedir bu şimdi? Şefkat ve ilgi ihtiyacı mı?) Çocukluktan kalma alışkanlıkla olsa gerek ‘Anne ben açım’ dedim. Ocağın üzerindeki kap kap yemeklerin hepsinden, çanak çanak yedim. Hatta yetmedi, birer tabak daha yedim... Sonra banyoya girip, tıpkı çocukluğumdaki gibi, naylon bir sekinin üzerine oturup banyo yaptım, evet tam anlamıyla banyo yaptım. (Duş almadım!) Banyo duvarındaki keseyle derilerimi yüzene kadar keselenip, rengarenk, elle örülmüş liflerle her yerimi sabunladım. Biliyor musunuz, çok iyi geldi. Bizim evin sabunları ile yıkanmış, sarı banyo havlusuna kurulandım. Canlı yayına çıkacak olmama rağmen, sırf o havlunun kokusu vücudumda kalsın diye yıllar sonra ilk kez parfüm sürmedim. Gün batarken, annemle mutfak masasının köşesinde karşılıklı oturup yine kahve içtim. Annemin ‘Hayır kapatma artık fal bakmıyorum’ demesini kaçıncı defa duyduğumu hatırlamayarak, yine fal kapattım. Yine annem bana bol para, deve kuşu gibi kısmet, hükümet kapıları gördüğünü söyledi falımda. Sonra canlı yayına gitmek için giyindim. ‘Çok yakışıklı oldun oğlum’ dedi annem, babamın elini öptüm, işe giderken yıllar sonra annem (ya da birisi!) kapıdan uğurladı, öptü, başarı diledi bana, balkondan arkamdan el bile salladı annem. Yıllar sonra ilk kez çok özlediğimi hissettim ana baba evinin sıcaklığını ve bir pazar sabahına orada uyanmak istedi canım. O evde babamın erkenden kalktığı, ama bizi uyandırmamak için hiç ses çıkarmadığı, sonra annemin kalkıp kahvaltı hazırladığı pazar sabahına uyanmak istedi canım, hem de çok istedi... Dün farkettim ki iş, kariyer, başarı, daha iyi bir yaşam hırslarıyla oradan oraya savururken kendimizi, ne çok şeyi unutuyoruz, ne çok şeyi ıskalıyoruz. Ama zararın neresinden dönersek kardır değil mi?NASIL BÜYÜDÜMBen büyürken, okumayı söken öğrencilerin göğsüne kırmızı kurdele takılırdı
Yazının Devamını Oku

Yeni geyik konumuz ‘Ünlüler Çiftliği’

17 Eylül 2004
Okulların açılması, biz televizyonculara başka bir şeyi daha anlatır: Televizyonda, yeni yayın döneminin başladığını. Öğrenciler okula, bizler de hummalı bir çalışmaya başlarız. Her kanal, en iddialı olduğu yapımları birer birer ekrana sürmeye başlar. Bir televizyoncu olarak, işiniz sadece işyeri sınırlarında değildir. Eve gittiğinizde de televizyon seyretmek işinizin bir parçasıdır. Dizileri, stüdyo programlarını, çocuk, sabah, öğlen kuşaklarını, kısacası yayınlanan her şeyi seyretmekle yükümlüyüz. Bildiğiniz ağır işçilik yani!

Pazartesi gecesinden itibaren ben de ekran karşısında elimde uzaktan kumanda, zaplayıp duruyorum. Bir o kanal, bir bu kanal, yeni başlayan hiçbir şeyi kaçırmamak telaşındayım çünkü.

Oysa nasıl sinir olurum televizyon seyrederken sürekli kanal kanal gezen ve bir türlü bir kanala karar veremeyen insanlara! Alır eline uzaktan kumanda aletini, sürekli tık, tık, tık sesi kulağınızın dibinde, ne kendisi bir şey seyredebilir, ne de size seyrettirir. Mutlaka sizin çevrenizde de zappinge sevdalı insanlar vardır. Hani aynı anda iki farklı kanaldaki ana haber bültenini birden seyretmeye azimli, ama aslında bir tek ana haber bültenini bile seyredemeyen insanlar! Siz tam bir haberi dikkatle dinlerken, kulağınıza gelen bir çıt sesiyle televizyondaki kanal değişir ve bir spiker bambaşka bir haber okumaya başlar. Zappingciyi bu haber de kesmezse eğer, bu sefer haydi geldiğiniz kanala geri dönersiniz!

Bir arkadaşım elinde kumanda aletiyle televizyonun karşısına oturur ve birinci programdan başlayarak, yaklaşık elli kanalı tek tek birden elliye kadar gezer. Sonra elliden geriye, bire doğru gelir ve döner size sorar ‘Ne seyredelim?’ Siz izlemek istediğiniz kanalı ya da programı söylersiniz, o da büyük bir nezaket örneği göstererek o kanalı açar. Ama tek bir kanalda kalıp sadece o kanalı seyredebilme süresi, sadece üç-dört dakika ile sınırlıdır. Çünkü öteki kanallarda neler olduğu merakı onu o kadar huzursuz eder ki, dört dakika içinde hemen başka kanala geçiverir. Siz daha ‘Yahu dur seyrediyordum’ diyene kadar, kanal yeniden değişir bile!

Ben hemen hemen hiç zapping yapmayanlardanım. Ne seyredeceğime karar verir televizyonun karşısına oturur, seyredeceğim program bitene kadar da o kanalda kalırım. Yoksa bölük pörçük hiçbir şey anlamıyorum ben seyrettiğim şeyden!



* * *

Şu sıralar benim çevremde en çok ‘Ünlüler Çiftliği’ ve ‘Çemberinde Gül Oya’ konuşuluyor. Ünlüler Çiftliği geçen yılki Popstar furyasının yerini alacak gibi duruyor. Geçen yıl nasıl iki kişi yan yana gelince Popstar ‘geyiği’ yapmadan duramadıysak, bu yıl da ‘Ünlüler Çiftliği’ geyiği yapmadan duramayacağız sanırım.

Programın yapım ekibinde olmam sebebiyle sık sık Hereke’nin dağlarındaki çiftliğe gidiyorum. Yapım ekibinin çiftlikte yaşayan ünlülerle konuşması, onlara dış dünyadan haberler vermesi yasak. İlk gün çiftliğe gittiğimde kendimi televizyon seyreder gibi, ünlüleri seyrederken yakaladım! Baktım gözümü bile kırpmadan sanki film seyrediyormuşum gibi neler olduğunu seyrediyorum. Bütün merak duygularımı yenip, çiftlikten ayrılabildikten sonra, içimdeki merak duygusuna daha fazla dayanamayıp oradaki yapım ekibini yarım saatte bir telefonla arayarak, neler olduğunu sormaya başladım. ‘Seren Serengil ne yaptı? Yasemin Kozanoğlu bugün ne gibi bir özlü söz etti? Hakan Ural dayanabilecek mi? Harun Kolçak’ın durumu ne?’ gibi soruları arka arkaya soruyorum ama daha telefonu kapatır kapatmaz yine içimi ‘Neler oluyor orada’ merakı sarmıyor değil!

Sonra niye bu kadar ilgimi çektiğini düşündüm bu projenin. Yıllarca büyük bir keyifle, defalarca seyrettiğimiz ve seyretmekten hiç bıkmadığımız ‘Kezban Paris’te’, ‘Güllü’ gibi Türk filmlerinin tam da tersi yaşanıyor orada. Bu filmlerde köyden gelen bir kızın, büyük bir azimle ‘kentli’ bir kadına dönüşmesini seyrettik, şimdi ise yıllarca televizyonlarda, gazetelerde gördüğümüz neredeyse doğuştan ‘kentli(!)’ ünlülerimizin, ‘köylü’ye dönüşmesini seyrediyoruz. Üstelik orada yaşayan herkes hakkında iyi-kötü bir yargıya sahibiz. Bu da içimizdeki merak duygusunu daha da körükleyen bir durum tabii ki.

Neredeyse bir haftalık süreçte, beni en çok güldüren diyalog Yasemin Kozanoğlu ile Zeynep Özal arasında geçen ‘piknik tüp’ diyaloğu idi. Çayını ısıttıktan sonra tüpü söndüren Yasemin Kozanoğlu, Zeynep Özal’a dönerek sordu: ‘Zeynep, bu tüpü kapattım ama klik etmedi, kapanmış mıdır?’

Haydaaa! Yasemin hayatında hiç piknik tüp görmemiş olabilir mi? Ya da bugüne kadar hiç tüp görmemiş olabilir mi? İnanması zor ama sanırım görmemiş! Bir de Seda Üren’in sabah çiftçi uyandırdığındaki sorusunu unutmamak gerek; ‘Şimdi yüzümüzü mü yıkayacağız?’

Sanırım bu programla ilgili daha çok ‘geyik’ yapacağız.
Yazının Devamını Oku