Armağan Çağlayan

Oh be kafa dinledim

15 Eylül 2004
Çocukken, yani 1970’li yıllarda şimdikinden daha ilkel ve sıradan şartlarda yaşardık. Ne bileyim, ne cep telefonu vardı o zamanlar, ne de internet. Hatta televizyon siyah beyazdı, sadece haftanın üç gecesi, o da belirli saatlerde yayın yapardı.

Siyah beyaz televizyonlar yeni çıktığında, babam elektronik meraklısı birisi olarak hemen eve ‘AGA’ marka bir televizyon almıştı.

Yaşadığımız kasaba dağların ortasında bir çukurda olduğu için yayın bir türlü net olmaz, neredeyse yayının olduğu her gece babam çatıya çıkıp yayını daha net hale getirmek için anteni sürekli başka yönlere çevirir, biz de yarı belimize kadar sarktığımız camdan ‘tamam oldu’, ‘yok çok karlı, olmadı’ diye bağırır dururduk.

Televizyonu net seyredemiyoruz diye sinirlenir, ama bunun yanında elimizdekiyle de yetinmesini bilir, sislerin arkasından ancak bir silüet halinde gözüken haber spikerini gözümüzü kırpmadan seyrederdik.

Yayının olduğu her gece İstiklal Marşı’yla televizyon kapanana kadar da karşısından kalkmadan izlerdik. O zamanlar program da seçmezdik. ‘Kımıl zararlılarının bitkilere verdiği zararları’ anlatan bir belgeseli bile gözümü kırpmadan seyrettiğimi hatırlıyorum.



* * *

O yıllardaki tek eğlencemiz televizyonken, gıda alışverişimizi yaptığımız tek yer de pazarlardı. O zamanlar bamyadan, ıspanaktan, pırasadan, taze fasulyeden her çocuk gibi hiç hoşlanmaz, yememek için seksen sekiz takla atardım.

Annemle babamın pazardan taze taze aldıkları sebzeleri iştahla yemelerine de çocuk aklımla hiçbir anlam veremezdim. O zamanın ekonomik şartlarında et yemek şimdiki gibi pahalı bir şeydi.

Ama her çocuk gibi ben de evde köfte ile patatesin kızartıldığı akşam yemeklerini heyecanla beklerdim.

O yıllarda iletişim de şimdiki gibi değildi. Telefonlar santrallere bağlıydı. Manyöteli telefonlarla önce santrali arar, görüşmek istediğiniz numarayı söyler ve memurun sizi o numaraya bağlamasını beklerdiniz.

Şehirlerarası bir telefon görüşmesi yapmak için neredeyse bir tam gün beklemek gerekirdi.

Mektup ve telgraf hayatımızın en önemli iletişim araçlarından. Bir mektubun Ankara’dan İstanbul’a gelmesi yaklaşık üç dört gün sürer, bazen de mektuplar postada kaybolurdu.

Büyükler hayat şartlarından, iletişimden hiç şikayet etmezler ama çok da mutsuz gözükmezlerdi.

Ama çevremde kulak kabarttığım konuşmalar, çoğu zaman Hollywood filmlerden görülen daha konforlu, daha lüks, daha modern yaşam şartlarına imrenildiğini anlatan konuşmalardı.



* * *

Aradan yaklaşık otuz yıllık bir zaman geçti. Şimdilerde durum o yıllara oranla çok daha farklı. Artık iletişim çağında yaşıyoruz.

Elektronik postalar, internet, cep telefonları, neredeyse yüzlerce kanallı televizyon ve radyo yayınları, onlarca gazete ve dergi var hayatımızda.

Artık her canımız istediği zaman semt pazarlarına çıkıp, taptaze sebzeler ve meyveler alamıyoruz. Çoğu ya hormonlu ya da serada yetişmişler zaten. Ama eskiden özlem duyduğumuz her şey, elimizin altında.

Eskiye oranla çok daha lüks, çok daha rahat bir hayat yaşıyoruz. Ama bu kez de eskiyi özlüyoruz. Doğal beslenmeye çalışıyoruz, eskiden büyükannelerimizin bitkilerden yaptığı ilaçları içerken onları küçümsediğimizi, dalga geçtiğimizi unutup aktarlara koşuyoruz.

‘Uykusuzum aktar amca, otlardan beni deliksiz uyutacak bir karışım yap’ diyoruz.

O zamanlar çok şikayet ettiğimiz iletişim sorununu bu kez fazla, iletiştiğimiz için yaşıyoruz. ‘Bu pazar günü cep telefonumu hiç açmayacağım’ diyoruz. Kendi kendimize bir süreliğine televizyon seyretmeme molaları vermeye çalışıyoruz. (Becerebiliyor muyuz o ayrı konu!)

Tatillerimizi doğal hayatın içinde geçirmek için çabalıyoruz.....

Ve daha bir sürü şey!

Niye yazdım tüm bunları biliyor musunuz? Pazar günümü İstanbul yakınlarında ki İshaklı köyünde bulunan Saklıköy’de geçirdim. Bir arkadaşımın daveti üzerine, arkadaşımı kırmamak için sadece sabah kahvaltısı etmek üzere gittiğim Saklıköy’de gece yarısına kadar kaldım.

Kahvaltı ettim, havuzun kenarında yemyeşil çimenlerin üzerinde güneşlendim, Kastamonu’dan özel olarak getirtilip burada monte edilen Kastamonu evinin içinde dinledim, sadece doğanın sesini dinledim.

Bundan on yıl önce böyle bir günün beni çok ama çok mutlu edeceğini söyleselerdi ‘Haydi.... git başımdan, deli misin nesin sen’ derdim.

Ama iletişim çağı ve teknoloji insanı ne hallere getiriyor. Doğal hayat ve zaman zaman iletişememek güzel şeymiş doğrusu.

Oh be kafa dinledim. Herkese tavsiye ederim!
Yazının Devamını Oku

Ünlü çiftçilerin yanına gidiyorum

13 Eylül 2004
Hayat insanın karşısına bazen beklemediği, düşünmediği, yepyeni yol ayrımları çıkarıyor. Ya da biz sağlıyoruz o yol ayrımlarının karşımıza çıkmasını, bilemiyorum. İşte son bir yıl içinde, benim hayatım tam anlamıyla bu yol ayrımlarıyla dolu. Popstar jüri üyeliğine ‘evet’ deyince değişti aslında her şey. Birdenbire herkesin üzerinde tartıştığı, konuştuğu, yüzünü bildiği birisi haline geldim. Kısa zamanda ve hızla gelen bu ‘şöhret’ zaman zaman başımı döndürdü, zaman zaman da ‘keşke’ dedirtti bana. Ama sanırım ‘keşke yapmasaydım’ dediğim zamanlar başımın döndüğü zamanlardan daha çok oldu.

Türk Star yarışması sırasında defalarca bundan böyle ‘başka bir televizyon programı ile ekranlara çıkmayacağımı, çıkmayı da pek istemediğimi’ söyledim. Hatta o kadar çok söyledim ki bunu, belki cılkını bile çıkarttım bu durumun. Ama ben söyledikçe ‘ekranın önü’ beni bırakmadı ya da ben o’nu bırakamadım diyelim. Okumuşsunuzdur, uzun metraj film teklifi bile geldi. (Şimdi ben bu rolü kabul etsem, bana ‘ayıp olmuyor mu?’ demezler mi? Hani bu kadar iyi oyuncular varken, benim o rolü oynamam saçma olmaz mı? Hadi oynadım diyelim, bu kadar kötü oyunculukla Türk sinemasının zaten kısıtlı olan paracıklarına filmi berbat ederek ayıp etmiş olmaz mıyım? Kötü oyunumla karşımdaki iyi oyuncunun da performansını düşürüp filmi iyice rezil etmez miyim?)

Allahtan kıt da olsa, zaman zaman çalışan bir beynim var da bunları düşünebiliyorum.

Ben (ve şirketim) sandı(k)m (ki) Türk Star bitecek, herkes beni unutacak. Sonra fark ettim ki, reklamda oynayıp, bu köşede yazmaya devam ettiğim sürece pek de unutulmam mümkün değil (Popülerliğin sürmesinden bahsetmiyorum, o tabii ki bitecek! ) Çünkü ben unutulmak için değil, unutulmamak için çaba harcıyorum! (Hani tam, dilim söylese de gönlüm hissetmez durumu! )

* * *

Yeni dönemde ‘Ünlüler Çiftliği’ni yapmaya karar verdiğimizde, uzun bir hazırlık dönemi geçirdik. Yaklaşık 50 ünlü ile tek tek görüştüm, çiftliği kuracağımız yeri buldum, inşaa ettik, hayvanından, ekili arazisine kadar her şeyi ile uğraştık. Sonra iş ekrana çıkıp programı idare edecek birisini bulmaya geldiğinde, birden patronum bana dönüp şunları söyledi:

‘Bu programı sen idare eder misin Armağan? Çünkü sen hayatının en önemli yol ayrımlarından birindesin. Ya ünlü birisi olarak hayatına devam edecek, ekran yüzü olarak kalacaksın ya da kamera arkasına geçip insanların seni unutmasını bekleyeceksin. Ama unutulmak istiyorsan, bu jüri üyeliği ile birlikte gelen her türlü yan işi de bırakmalısın, çünkü bu işler senin unutulmamanı sağlıyorlar.’

İşte bu konuşmadan sonra belki de son yıllarda yaşadığım en gerilimli, en huzursuz, en boğucu, en ikircikli günleri yaşadım. Uyuyamadım. Düşündüm, düşündüm, düşündüm... Zaman zaman bunca yıldır emek verip elde ettiğim televizyonculuk kariyerimi, ‘üne’, ‘şana’ , ‘şöhrete’ satmak istemedim. Zaman zaman ‘madem artık yüzüm tanınıyor, bari daha çok para kazanayım, ekran yüzü olayım’ dedim. Bir sürü ekran yüzüne, dostuma, arkadaşıma, sevdiklerime ne yapmalıyım diye danıştım. Akıl aldım. Kafamda söylenenleri tarttım.

Soruya cevap vermem gereken büyük gün (!) geldiğinde, kafamda bir cevap vardı. Hayatıma ünlü olarak devam etmek istemiyordum, gerekirse bu durumla ilgili ve bağlantılı her şeyi de hayatımdan çıkarmaya hazırdım, hálá da hazırım. Patronumun ‘Ünlüler Çiftliği’ni sun, sonra da yazılarına ve televizyon arkasındaki kariyerine devam et’ önerisi bana çok iyi geldi.

Çünkü kamera arkası kariyerim için, yazıdan vazgeçmem gerekmeyecekti. Haa derseniz ki ‘Bu yazıdan kaç kere daha okuyacağız’ işte bakın onun garantisi yok! Hayatın insanın karşısına neler çıkartacağı hiç belli olmuyor!

Bu yazıyı bitirdikten sonra, Hereke dağlarındaki çiftliklerine ulaşmaya çalışan, ‘ünlü çiftçilerimizin’ yanına gideceğim. Bu gece ilk çiftlik ağası seçilecek. İşin genel koordinatörü olarak ben en çok ‘Kimin önce evi terkedeceğini merak ediyorum.’ Bir de o bavulları nasıl taşıyacaklarını! Bana Hereke yolları gözüktü.

Anca giderim sağdan sağdan!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, fast food yoktu.
Yazının Devamını Oku

Ünlülere neden kızarız

10 Eylül 2004
İnsanlar niye ünlü olmak isterler? Ünlü olmak niye caziptir? Bunun için bir sürü sebep sayabilirim(z). Daha çok para kazanmak, daha iyi şartlarda yaşayabilmek, herkes tarafından tanınmak, ilgi görmek ve bence daha çok sevgi görmek için. Peki ‘ün’ gelip geçici bir şey midir? Popüler kültürün ürünü olan ünlü insanlar için ‘evet’ gelip geçici bir durumdur, hem de öyle gelip geçici bir durumdur ki, bazen kazandığınızdan çok daha fazla hızla ününüzü kaybedebilirsiniz. Kaybetmemek için ne kadar çabalarsanız çabalayın zaten yapacak bir şey de yoktur o zaman. İnsanlar artık sizi seyretmezler, şarkılarınızı dinlemezler, kasetlerinizi satın almazlar. Bir gün bakarsınız ki, artık ününüz yok olmuştur.

Anlayacağınız popüler kültürün yarattığı ün insanı rezil de eder, vezir de...

Ben de popüler kültürün hasbelkader ünlü yaptığı insanlardan biriyim. Bu ün geçecek mi? Evet geçecek. Geçtiği zaman üzülecek miyim? Şu anda bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama şu anda hissettiklerime bakarsanız ‘hayır çok fazla üzülmeyeceğim.’ Peki bugün bana sorsalar ‘Ünlü olmak ister miydin, yine de olur muydun’ diye! Bu soruya da cevabım ‘Hayır.’

Peki hiç kendinizi hayatınızın bir aşamasında ‘ünlü’ birisi olarak düşündünüz mü? Ya da ‘ünlü’ olmak istediniz mi? Eğer bu soruya yanıtınız ‘evet’ ise o zaman, şu boşluğu doldurmalısınız.

Ünlü olmak isterim çünkü....................................!

Ama birçoğumuz da çoğu ünlü insanı tarif edemediğimiz, hatta hiçbir zaman sorgulamadığımız ‘nefret’ ve ‘kıskançlık’ duygusuyla izleriz. Onun aslında bu işe layık olmadığını düşünürüz, hiçbir şey hakkında bir fikre sahip olmadığını, sahip olduğu ünün ‘boş’, ‘gereksiz’ ve ‘kolayca’ elde edildiğini düşünürüz. Kötü duruma düştüğünde, adı bir skandala karıştığında içten içe, bazen de seslice seviniriz. ‘Beter olsun’ deriz. ‘Oh olsun’ deriz. Ama bu kadar kızdığımız insanları seyretmekten, takip etmekten, dinlemekten de kendimizi alıkoyamayız. Peki ama niye? Neden? Yani, bu da doldurmamız gereken ikinci boşluk!

Ünlü insanların çoğuna kızarım, çünkü.....................................!

Peki ‘ünlü’ olan herkes mutlu mudur? Popüler kültür ünlüsü olmuş, bu duyguyla yaklaşık bir yıldır yaşayan birisi olarak benim bu soruya cevabım ‘Hayır.’ Sanmayın ki bu gösteriş, kapris, ilgi çekme çabası (Cevabımın niye ‘hayır’ olduğu başka bir yazının konusu)...

O zaman da doldurmamız gereken bir boşluk daha kalıyor geriye, o da şu:

Ünlü olmak istemem çünkü.....................!

Boşlukları doldurun, cevaplarınızı okuyun. Bu cevaplardan sonra da niye ünlülere kızdığınıza karar verin!

GÜVEN ENDEKSİ

GFK araştırma şirketi, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu 19 Avrupa ülkesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (ve araştırmanın yapıldığı her ülkede bin kişi ile görüşerek) insanların politika ve iş dünyasındaki liderler ve kurumlara ilişkin güvenlerini ölçtüğü bir araştırma yapmış.

Türkiye’deki sonuç şöyle:

Meslek grubu güven endeksi

1. Öğretmenler 92

2. Silahlı Kuvvetler 91

3. Doktorlar 87

4. Polis 76

5. Din adamları 71

6. Avukatlar 63

7. Büyük işletme yöneticileri 54

8. Gazeteciler 47

9. Politikacılar 30

En yüksek güven endeksine sahip öğretmenler ile en düşük güven endeksine sahip politikacılar arasındaki puan farkı 62. Ki bu bence azımsanmayacak bir fark. Üstelik öğretmenler Türkiye’de en güvenilir meslek grubu olarak yer alırken, aynı zamanda da en az para kazanan meslek grubu sanırım. Listeyi dikkatle incelediğimde benim gözüme şu durum çarptı, bilmem bana katılır mısınız? Kazandığınız para arttıkça güvenilirlik oranınız düşüyor! Yani Türkiye’de ne kadar çok paranız var, o kadar az güveniniz var. Sizce de durum bu mudur?

NASIL BÜYÜDÜM

Bonanza dizisi her pazar TRT’de yayınlanırdı.
Yazının Devamını Oku

Bilseler ne olur bilmeseler ne olur

8 Eylül 2004
Karar vermekte zorlanır mısınız? Aslında doğru soru şu belki de, kararsız mısınız? Hani lokantaya gidip dakikalarca mönüye bakıp ne yiyeceğine karar veremeyen ya da sinema salonunun önünde dakikalarca afişlere bakıp hangi filme gideceğinize karar veremeyip bütün filmlerin seanslarını kaçıran tiplerden misiniz?

Hayatta (benim gibi!) nerede durduğuna ya da durması gerektiğine karar veremeyen tipler vardır bir de. Pazartesi günkü yazımda Savaş Ay’ın söyleşilerinden söz etmiştim. Okurken çok eğleniyorum o söyleşileri o ayrı konu, ilk okuduğumda beni de rahatsız eden şeyler oldu o söyleşilerde. Ama sonra durdum, düşündüm ve dedim ki kendi kendime? Niye bir şarkıcının ya da mankenin illa ki şiir okuması gerekiyor? Şarkı söylemek için şart mıdır şiir sevmek, Türk edebiyatı bilmek? Bence değildir. Ya da şart mıdır podyumda yürümek için yakın Türk tarihini bilmek? Bence o işte de gerekmez tarih ya da edebiyat bilgisi.

O söyleşilerdeki temel sorun, söyleşi yapılan kişilerin kendilerini olduklarından farklı, entelektüel, bilgili gösterme çabaları. Sanki onlar bulundukları yere entelektüel birikimleriyle gelmişler gibi! Tabii ki cumhuriyetin kuruluş tarihini bilmemenin ya da Atatürk’ün Samsun’a çıktığı geminin adını ‘Savarona’ olarak bilmenin pek affedilebilir bir yanı yok. Ama mesela Tuğba Altıntop hiç şiir okumamış olsa ya da hiçbir şair adı bilmemiş olsa ne değişir onun hayatında? Ya da bizim hayatımızda? Tuğba Altıntop’un ya da Helin Avşar’ın ‘sanatla hiçbir ilişkisi’ olmasa ne olur? Hiç baleye, operaya gitmemiş olsalar, Yaşar Kemal’i, Dostoyevski’yi hiç okumamış olsalar ne olur? Genel kültürleri eksik olur. Seren Serengil bir daha şarkı söyleyemez mi bunları bilmeden? Helin Avşar resim sevmiyor diye Laila’nın kapısından içeri giremez mi?

Ama tabii bunun için kendine güven gerek. ‘Sanatla ilişkin ne düzeyde’ sorusuna mesela Helin Avşar ‘Resmi severim. En sevdiğim ressam İsmail Nacar’ yerine, ‘Sanatla pek ilgilenmiyorum Savaş Abi’ dese daha doğru olmaz mı? Daha az komik duruma düşmez mi? Helin Avşar sanatla, resimle, şiirle ilgilenmiyor diye daha çok mu ayıplarız onu, yoksa ‘Aaa hiç olmazsa dürüst bu kız. Herkes sanatla ilgilenmek zorunda mı?’ diye mi düşünürüz?

Bu insanlar ‘yüksek sanat’ mı yapıyorlar ki? Hepsi de benim gibi ‘popüler kültürün ürünleri.’ Manken, şarkıcı, Hülya Avşar’ın medyatik kız kardeşi olmak için tarih, siyaset, edebiyat bilgilerine mi ihtiyaç var? (Cumhuriyetin ilanı gibi temel konulardan bahsetmiyorum. Tekrarlayayım da!) derin bir sanat bilgisi mi gerekiyor? Bu meslekleri yapmanın ön şartı bunları bilmek mi? Yooo değil!

Bu kişiler bir Shakespeare oyununda hiç Shakespeare okumadan başrol oynarlar da, biz de oyunun ruhunu anlamadılar, oynadıkları rolün derinliğini kavrayamıyorlar diye eleştiririz onları. Ya da ne bileyim bir üniversitede hocadırlar da bu bilgileri yoktur, biz de ‘olmaz ama yuh’ deriz. Ee, sonuçta hepsi Allah’ına kadar popüler kültürün ürünleri, bilseler ne olur, bilmeseler ne olur! Sanatın her dalıyla ilgilenseler ne olur, ilgilenmeseler ne olur?

Bence tek sorun nerede duracaklarına, ne olduklarına karar verememekten kaynaklanıyor. Ama onlara kızmaya hiç de hakkımız yok aslında. Biz onların nerede olduğunu, ne yaptıklarını yanlış algılayıp kızıyoruz onlara bence. Hatırlarsanız aynı tartışma ilk Popstar yarışması sırasında da yaşanmıştı. ‘Popstar eğitimli mi olmalı? Eğitim şart mı bunun için’ diye bir tartışma...

Ben dahil bence hepimiz şapkamızı önümüze koyup niye bu kadar kızdığımızı düşünelim. Bence kızdığımız onlar değil, başka şeyler?

NASIL BÜYÜDÜM

Beyaz Kelebekler en popüler gruptu.

Popüler kültür mantarı Dawool’daydı

Popüler kültür mantarı olarak en son seyrettiğim gösteri, taze damat Mustafa Erdoğan’ın genel sanat yönetmenliğini yaptığı Dawool gösterisi. Dawool’a perküsyon gösterisi seyretmek umuduyla gitmiştim, ama Dawool perküsyondan daha çok bir dans gösterisi aslında. Çok yaratıcı ve etkileyici kısımları olmasına karşın, çok eksiği olduğu, özellikle bir dramaturji sorunu olduğunu düşünüyorum. Ama yine de bunca yıldır ‘Türk insanı dansa karşı yeteneksizdir’ görüşünü yıkan bir gösteri.

Yaz bitmek üzereyken bu yaz gittiğim konserlerden beni en çok etkileyenin Ferhat Göçer’in Rumelihisarı’nda verdiği konser olduğunu söylemeliyim. Eylül ayı içinde aynı konser yine Rumelihisarı’nda bir kez daha tekrarlanacak. Ferhat Göçer’le hiç tanışmamış olanlara, tanışmaları, kulaklarının pasını silmeleri ve harika bir gece geçirmeleri için şiddetle tavsiye ederim. Gidin, mutlaka dinleyin. Pişman olmayacaksınız. Hatta bir kez daha dinlemek için can atacaksınız.

Şu sıralarda yeni televizyon dönemi hazırlıkları tam gaz sürmekte. Ben de bir televizyoncu olarak ‘Ünlüler Çiftliği’ projesi ile ilgileniyorum. Bu yılın en çok tartışılacak programlarından bir tanesi olacağını düşünüyorum bu projenin. Sekiz ünlü, elektriğin olmadığı, suyun yaklaşık bir kilometre öteden taşınacağı, kendi ekmeklerini ve yemeklerini kendilerinin yapacakları bir çiftlikte ‘hayatta kalma’ mücadelesi verecekler. Çiftlik hazır. Hazırlıklar tamam... İlk canlı yayın cuma akşamı.
Yazının Devamını Oku

Söyleşi antolojisi

6 Eylül 2004
Savaş Ay’ın Sabah Cumartesi’ye yaptığı söyleşileri okuyor musunuz? Okumadıysanız mutlak bir yerlerden bulun ve okuyun. Çok şey kaçırıyorsunuz çünkü! İlk kez Helin Avşar röportajını okuduktan sonra, ardından Seren Serengil ve bu hafta da Tuba Altıntop söyleşileri vurucu ve iz bırakan hadiseler olarak yer aldı hayatımda. Şimdi daha cuma gününden ‘Acaba yarın kimle söyleşi yapmış Savaş Abi’ diye heyecanla beklemeye başladım.

Helin Avşar ve Seren Serengil söyleşilerini okuduktan sonra eşe dosta ‘Okudunuz mu?’ diye sormaya başladım. Okumamış olana da hemen okuttum. Niye, çünkü insanda bu söyleşiler ‘geyik yapma’ ihtiyacını azdırıyor.

* * *

Önce Helin Avşar neler söylemiş bakalım:

H.A: Resmi severim, en sevdiğim ressam İsmail Nacar..

S.A: Uyyyy!

H.A: Ay pardon o saatçiydi. Sosyetik ressam vardı ya hani dergilere çıkıyor...

S.A: İsmail Acar mı?.

H.A: Hah onu diyorum.

S.A:Tarihe de merakın varmış.

H.A: Evet. Atatürk ve arkadaşları, İnönü, Celal Bayar, ve Korkmaz mesela...

S.A: Galiba Fevzi Çakmak demek istiyorsun?

H.A: Eveeeet o işte!

S.A: Kaç yılında kurdular cumhuriyetimizi?

H.A: Kolay soru o, 1953’te kurdular.

S.A: Atatürk kaçta öldü ki?

H.A: 10 Kasım’da (İçerden hizmetçi seslenip 1938 diyor) Evet biliyorum zaten 1938’de öldüğünü.

* * *

Geçen hafta da Seren Serengil’le söyleşisi vardı Savaş Abi’nin. Bunlar da Seren Serengil incileri:

S:S: Mesela şimdi Reiki yapıyorum.

S.A: Niye yapıyorsun bunu, rahatlamak mı amacın?

S.S: Evet beynimi boşaltmak için.

S.A: Kızım sana zaten beyni boş diyorlar, sen bir de gidip mevcudu boşaltıyorsun.

S.S: Hayır öyle boşaltmak değil. Rahatlamak yani. Ortadoğu felsefesi bu.

S.A: Hangi ülkeden çıkmış Ortadoğu’da?

S.S: Hindistan!

S.A: Kaç ihtilal gördün?

S.S: Fransız İhtilali var mesela, 1789

S.A: Yok, Türkiye’dekileri soruyorum.

S.S: 12 Eylül 1980 olabilir mi? Bir de eskiden olmuş. Adnan Menderes bir ayakkabı boyası yüzünden idam edilmiş mesela. Bu beni çok etkiledi. Son resimlerini gördüm, çok önemli bir adam gibi geldi bana. Sonra kardeşi de meclise girdi.

S.A: Kim kardeşi?

S.S: Hani kaza geçirdi, siyasete ara verdi...

S.A: Aydın Menderes’i mi diyorsun?

S.S Evet. Refah’tan girdiydi..

* * *

Ve bu hafta da Tuba Altıntop döktürmüş Savaş Abi’sine...

S.A: Siyasi görüşün nedir senin?

T.A: Ben siyasi görüşümün durumunu size danışmak istiyorum. Siz benden daha büyüksünüz ya. Ben mesela Türkiye’min Kürtlere verilmesini istemiyorum.

S.A: Bunu isteyen mi var?

T.A: Var bir kısım... Şimdi ben ne sağcıyım ne solcu, ama milliyetçiyim.

S.A: MHP’nin başında kim var?

T.A: Osmaniyeli bir bey var da adını unuttum.

S.A: Sevdiğin lider kim?

T.A: Tayyip Erdoğan’ın hareketlerini beğeniyorum, ama parti tutmak istemiyorum.

S.A: Ama kendisi o partinin genel başkanı..

T.A: Evet, o zaman galiba AK Partiliyim. Ama şimdi Tayyip Bey oradan çıkacak. AK Parti’yi bitirecek. Diyelim ki DSP’ye geçecek. Ben o zaman DSP’li solcu mu olacağım?

S.A: Hobilerin ne senin?

T.A: Şiir yazarım.

S.A: Kim var sevdiğin şair?

T.A: Fahir Atakoğlu... Yok o değil.. Hah Ataoğlu, bir şey Ataoğlu.

S.A: Ataol Behramoğlu’mu?

T.A: Hah o işte. Evde üç tane büyük büyük kitabı var, seri. Antoloji yani. Kişinin kendi yazdığı tüm şiirlerinin alt alta birleşmesi. Ama içinde şey de var. Tüh! Bende inanılmaz isim kaybı var. Vitaminsizlikten galiba. O tanıdığımız isim var ya. Sürgüne gitti hani...Yaşlı...Büyük...Yasaklandı ya....Hani başka ülkelerde ödüller verildi. Çok büyük. Bizim oralı, Adanalı.

S.A: Yaşar Kemal mi yoksa?

T.A: Hah Yaşar Kemal.

S.A: Bu bayraklar niye asılı?

T.A: Çünkü Zafer Bayramı var. Milli bayramları severim. 23 Nisan, 19 Mayıs.

S.A: Ne olduydu 19 Mayıs’ta?

T.A: Atatürk Samsun’a çıkartma yaptı.

S.A: Neyle çıkartma gemisiyle mi?

T.A: Kendi gemisiyle. Savanora’yla. Şimdi özel bir mülkiyet satın aldı o gemiyi.

* * *

Yukarıdaki üç söyleşi Tuba Altıntop’un deyimiyle ‘söyleşi antolojisi’! Yani Türkiye’nin konuşulan, peşinden koşulan, şöhretli üç kadınının kendi yaptıkları söyleşilerin alt alta birleşmesi! Hepsinin ortak noktaları dikkatinizi çekmiştir. Vitaminsizlikten isim ve tarih hafızaları yok!

Ama sor Gucci’de, Prada’da ayakkabı kaç lira? Milano’nun hangi sokağında daha iyi mağazalar var? Hafıza tamam o zaman! Mekan sorunları yok zaten. Tek sorun isim ve tarihle! Ya Savaş Abi, lütfen şu söyleşilerle oynuyorum de, ekliyorum de, ne bileyim içimizi rahatlatacak bir şeyler söyle!

Bu kadarı da olmaz ki di mi ama! Ya hakikaten, haftaya kimle söyleşi?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, plaklar çizilince takılırdı.
Yazının Devamını Oku

Bu işin sonu hadım etmeye kadar varır

3 Eylül 2004
Hukuk fakültesinin en kazık derslerinden birisi de ikinci sınıfta okunan Ceza Hukuku’dur. Kalın kalın kitaplar, Yargıtay içtihatları, sınavlarda çözmeniz gereken ‘olaylar’. Ceza Hukuku hocamızın sınavlarda sorduğu en beylik sorulardan bir tanesi de kadının zinası ile erkeğin zinası arasındaki farktı. İtalyan Ceza Kanunu’ndan alınan, hatta neredeyse bire bir kopyalanan Türk Ceza Kanunu’nun 440 ve 441. maddeleri zina ‘suçunu’ düzenliyordu. Kadının zinası için bir kez bile kocasından başka erkekle birlikte olması yeterken, erkeğin zinasının şartı ‘Üçüncü şahıslarca bilinecek şekilde karı koca gibi yaşamaktı’, yani ‘metres hayatı’ yaşamak!

Hatta o zamanlardan aklımda bir Yargıtay içtihadı kalmış; kocasından izinsiz başka bir erkekle çay bahçesinde oturup, çay içen bir kadının zina yapıp yapmadığı tartışılıyordu içtihatta ve yanlış hatırlamıyorsam Yargıtay bunun ‘zina’ olduğuna karar vermişti!

Daha sonra, aralarında şimdiki cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in de üye olarak bulunduğu Anayasa Mahkemesi oy çokluğu ile ‘zina’ maddelerini Anayasa’nın ‘eşitlik’ ilkesine aykırı bularak iptal etti. Bu iptalden sonra yeni düzenleme yapılmayınca da zina Türk Ceza Yasası’nda suç olmaktan çıktı, sadece Türk Medeni Kanunu’nda boşanma sebebi olarak kaldı.

Avrupa Birliği uyum yasaları teker teker çıkartılmaya çalışılıp, Avrupalı olduğunu kanıtlamaya çalışan Türkiye’de Ana Muhalefet Partisi’nin de desteğiyle zina yeniden ‘suç’ olarak Türk Ceza Yasası’ndaki yerini almaya hazırlanıyor.

Şimdi vatandaş olarak bazı sorularım var: Evlilik iki kişinin özgür iradesiyle verdiği bir karar mıdır? Aşık olup evlenmeye karar verdiğinizde ‘aldatılma’ ihtimalini hiç düşünmez misiniz? Yatak odam özel hayatımın en özel kısımlarından birisi değil midir? Yatak odama girmeye kimin hakkı vardır? İnsanları ‘Bak devlet gelir sonra seni hapise atar haa’ diye korkutmak nereye kadar sürecek? Bu yasa kimlere hoş görünmek adına çıkartılmaya çalışılıyor? Türban yasasını çıkarmayı beceremedik, biz de ‘zina’yı tekrar suç haline getirip, kadınlara hoş görünürüz mü deniliyor? Ayakkabı veremedik, elbise verelim mi deniliyor?

Ben birisiyle özgür irademle evlenmişim ve eşim de beni aldatmış diyelim. Ya da tam tersi ben aldatmışım. Eeeee bundan kime ne? Devletin savcısına ne? Hakimine ne? Aldattım ya da aldatıldım size ne? Aldatma ve aldatılma olayı da özgür iki kişi arasında çözümlenmesi gereken bir sorundur. Beni cezaevine girecek diye korkudan aldat(a)mayan bir eş zaten istemem! İktidar partisiyle anamuhalefet partisi el ele verip hepimizin yatak odalarına kadar girmeye kararlılar anlaşılan!

Şimdi bu yasa çıktıktan ve uygulamaya konulduktan sonra ana haber bültenlerinin en favori görüntülerinin ne olacağını tahmin edebiliyorsunuz değil mi? Yanına iki polis alıp, eşini sevgilisiyle ‘basmaya’ giden aldatılan eş görüntüleri. Adliye koridorlarında saç saça baş başa ya da yumruk yumruğa kavga eden kadınlar ve erkekler. ‘Ohhhh intikamımı aldım’ çığlıkları eşliğinde eşine cezaevinin yolunu boylatan zafer ifadeli, savaşı kazanmış diğer eş görüntüleri!

Aileyi korumak gerekçesiyle böyle bir yasa çıkartılmak isteniyor. Yahu ben ailemi kendim koruyamaz mıyım? Hem ben aldatmaya karar verdikten, bunu istedikten sonra sen nereye kadar koruyabilirsin ki?

Benim önerim yeni Türk Ceza Yasası ile ‘Ahlak Polisi’ kurumunun -resmi olarak- yaratılması. Ahlak polisinin görev alanı da geniş olur takdir edersiniz ki! Hem muhalefet ve iktidar partileri daha şirin gözükürler böylece ‘tutucu’ kesime. Anadolu kadını böyle istiyor ya!

Bu işin sonu, cinsel organ kesme, hadım etme cezasına kadar varır mı dersiniz?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken ‘Demirbank iyi günler diler’di.

Bu da benim listem

İki gündür düşünüyorum, benim yapmadan ölünmemesi gerekenler listemde neler yer almalı diye. Sonunda bir karara vardım. İşte listem:

1- Rio de Janeiro’da Rio Karnavalı’na katılmak.

2- Hindistan’a gitmek.

3- Yabancı bir ülkede en az bir yıl boyunca dil öğrenerek tekrar öğrencilik günlerini yaşamak.

4- Kanun çalmayı öğrenmek.

5- Yamaç paraşütü yapmak.

6- Oscar törenini canlı olarak seyretmek.

7- Bütün dünya televizyonlarına satılabilecek bir fikir üretmek.

8- ‘Hayır’ diyebilmeyi öğrenmek.

9- Kuzey ışıklarını görmek.

10- Hiçbir şey hatırlamayacak kadar ‘sarhoş’ olmak.
Yazının Devamını Oku

Alın teri ve önyargı

1 Eylül 2004
Cumartesi günü elektronik posta kutuma ‘resim9’ rumuzuyla yazan birisinden (okuyucum demiyorum, niye demediğimi mektubu okuyunca anlayacaksınız) mektup geldi. Elektronik postanın konu kısmında ‘boşluk’ yazıyor. Mektup aynen şöyle:

***

Merhabalar...

Dün belki de aylardan beri ilk defa yazınızı okudum, çünkü konu başlığı dikkatimi çekmişti. Daha önceleri yazılarınızı okumamamın nedeni ise, sizin, hayallerinize barikat kuran devlerle -kötü ruhlu cadılarla- mücadele etmeden, dağları aşıp -alın teri kavramını bilmeden- birçok, belki de ehli bile olmadığınız işlere kolay şekilde sahip olmanızdır. Bilirim ki siz ilk değilsiniz, son da olmayacaksınız. Onun için sizin gibilere kızmak belki de saçmalık. İtiraf etmek gerekirse çarpıklıklara duyulan isyanın yansıması da diyebiliriz.

Cuma günü yazdığım Feng Shui ile ilgili yazıdan sonra gelen mektup bu kadar değil. Mektubun devamında bir arkadaşının Reiki ve Feng Shui ile ilgili deneyimlerinden bahsediyor ama, açıkçası o kısım beni yukarıdaki kısım kadar ilgilendirmiyor. Elektronik postayı yollayan kişinin (Sonunda bir isim ve soyadı var ama yazan kişinin belki de hoşlanmayacağını düşünerek oradaki ismi değil de ‘Ayşe’ ismini kullanacağım yazı boyunca) yani Ayşe’nin, bugüne kadar yazılarımı okumamış olması beni kızdırmadığı gibi, hiç ama hiç üzmedi de. Ama okumama gerekçeleri sinirlendirdi, hatta çileden çıkardı diyebilirim. Aslında bu mektup dışarıdan bakan gözlerin, medyada görünen kişileri nasıl gördüğünü anlatıyor. Hiç mücadele etmeden bulunduğu yere gelen, hayallerine çabucak, hiç alın teri dökmeden ulaşan, kötü ruhlu cadılarla mücadele etmeden, gökten zembille bulunduğu yere oturduğu sanılan insanları anlatıyor.

Sevgili Ayşe,

Evet, belki Kelebek’teki köşeyi hak etmeden, gökten zembille inen, popüler kültür ürünü bir ‘ün’ sayesinde kazandım. Ama bu ün gelene kadar ben de senin gibi okudum, büyürken (ve hálá) çeşitli değer yargıları ve önyargılara karşı mücadele ettim, işimde yani önce avukatlıkta sonra televizyonculukta daha iyi olmak için çok ama çok çalıştım, kendimi geliştirmek için bir şeyler yapmaya çabaladım, kendimi tanımaya çalıştım. Yani annemin karnından doğar doğmaz, bir yapım şirketinin genel müdür yardımcısı olmadım. Bu unvan kara kaşım, kara gözüm için de bana verilmedi.

Alın terinden ne anladığını merak ettim doğrusu. Eğer bundan anladığın şey, sadece taş taşımak, harç karmak, beton dökmek gibi bedensel işler ise eğer, evet bunların hiçbirini yapmadım. Ama çalıştığım sektör içinde ben de bulunduğum yere gelmek için kendi çapımda ‘alın teri’ döktüm. Okudum, seyrettim, araştırdım, yeri geldi üç gün uyumadım, azarlandım, itildim, kakıldım, zaman zaman hakarete (dahi) uğradım.... Yani sandığın gibi hiçbir şey kolay olmadı. Hálá da kolay değil! Tahminim üniversite öğrencisisin. Üstelik okulundaki öğrenci derneğine de üyesin. Sol görüşlüsün. Düzeni değiştirmek istiyorsun. Belki sen de İstiklal Caddesi’nde eline bir gazete alıp, bağıra çağıra satıp daha çok insanın okuyup bilgilenmesini istiyorsun. ‘Alın terini’ koyuyorsun yani ortaya, inançların için. Ama sevgili Ayşe, ben de öğrenci derneğine üyeydim, ben de İstiklal Caddesi’nde gazete sattım, ben de düzen değişsin istedim. Ama bak, hayat beni nerelere getirdi. Senin de nereye gideceğini bilmiyoruz ki! Hem unutmadan, önyargı en kötü şey. İnsanın bir yer üzerinde görünen kısmı, bir de yerin altındaki görün(e)meyen kısmı olduğunu unutma!

Daha yapacak çok şeyim var

İngiliz BBC televizyonu, 20 bin izleyicisi ile ‘Hayatta mutlaka yapılması gereken elli şey’ isimli bir araştırma yapmış. İngilizler ilk 10’u şöyle belirlemişler:

1- Yunuslarla yüzmek (yapmadım)

2- Avustralya’nın Büyük Mercan Resifleri’nde tüple dalmak (yapmadım)

3- Balinaları seyretmeye gitmek (yapmadım)

4- Köpekbalıklarıyla dalmak (yapmadım, asla yapamam da)

5- Uçaktan atlayış yapmayı öğrenmek (yapmadım, yapamam da)

6- Balonla uçmak (yapmadım)

7- Bir savaş uçağında uçmak (yapmadım, yapamam da)

8- Safariye gitmek (yaptım)

9- Kuzey ışıklarını görmek (yapmadım)

10-İnka Yolları’ndan Manchu Picchu’ya yürümek (yapmadım)

Bu 10 şıklı listeden sadece bir tanesini yapmışım. Bazılarını asla yapamam. Ama demek ki daha yapılacak çoook işim var! Hem bu İngilizlerin listesi. Ben kendi listemi yapıp önümüzdeki hafta burada yazacağım. Sizin listenizde neler var?
Yazının Devamını Oku

Depresyondayım

30 Ağustos 2004
Hiçbir şey ilgimi çekmiyor! Ne olimpiyatlar, ne sinemaya gidip film izlemek, ne televizyon seyretmek, ne kitap okumak, ne de müzik dinlemek...

Anlayacağınız ot gibi yaşıyorum bu aralar....

Eskiden yapmaktan keyif aldığım hiçbir şey, eskisi gibi keyif de vermiyor son günlerde.

Arkadaşlarımla güzel bir yemek, gün batımına karşı günün yorgunluğunu unutturacak bir kadeh içki, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerken görülen İstanbul manzarası, Anadolu Kavağı’nda balık yemek, Rumelihisarı’nda konser dinlemek hiç ilgimi çekmiyor son birkaç gündür...

Sanki hayattan, yaşamaktan aldığım zevk yok olmuş gibi...

Hele işime karşı olan konsantrasyonumu iyice kaybettim. Çok ilgi çekeceğini düşündüğüm ‘Ünlüler Çiftliği’ projesiyle uğraşırken bile zor toparlıyorum konsantrasyonumu.

Geceleri uyuyamıyorum. Oysa hiç uyku sorunum olmazdı benim. Önce dalar gibi oluyorum uykuya, sonra sanki birisi dürtmüş gibi uyanıveriyorum. Uyu bir daha uyuyabilirsen.

Televizyonun karşısına geçiyorum, gecenin o saatinde yayınlanan sıkıcı programlar uykumu getirir diye, boş bakıyorum. Ama o sıkıcı programlar bile gram uykumu getirmiyor! Sonra sabaha karşı uyuyakalıyorum evin herhangi bir yerinde!

Her gün içimde aynı duygu var: ‘Bu gece bir şey yapacaktım, bir işim vardı ama unuttum.’ Aslında yok bir işim.

Bakmayın, domuz gibiyimdir. Hafızam kuvvetlidir. Ama atamıyorum bu duyguyu içimden. İçim hep huzursuz. Canım eve gitmek istemiyor. Ama ne yapmak istiyorsun sorusuna verebileceğim bir cevabım da yok! Aslında var: ‘Hiçbir şey!’

Aslında biliyorum ne olduğunu.

Depresyondayım... Deneyimliyim üstelik bu konuda. Şu yaşıma kadar, defalarca girip çıkmışımdır depresyona. Antrenmanlıyım anlayacağınız.

Geçiyor!

Şimdi yine, geçmesini beklemekten başka çare yok sanırım. Bir sabah uyandığımda ‘oh be geçmiş’ diyeceğim. Ben depresyonunu öteleyenlerden, yaşamaktan korkanlardan değilim. Sonuna kadar yaşıyorum, dibine kadar!

‘Ben hiç depresyona girmedim, girmem de’ diyenlere de inanmıyorum. Gülüyorum sadece. Çünkü biliyorum ki hayatlarının bir noktasında yaşayamadıkları depresyonlarının hepsini birlikte, aynı anda yaşayacaklar ve o zaman bu yükü taşıması daha ağır olacak. Şanslıyım belki de onlara göre... Korkmuyorum hiç olmazsa bunu yaşamaktan. Bu durumun farkında olmak en önemli şeymiş, öyle diyor kitaplar. Demek ki şimdi depresyonumun keyfini çıkarmam gerekiyor. Çünkü bu (da) benim hayatımın bir parçası!


Reiki enerjisi almak kaç dolar


Cuma günü yazdığım Feng Shui yazısı ile ilgili olarak çok sayıda mail aldım. Maillerin bir kısmı yazının ne kadar eğlenceli olduğu ile ilgiliyken, daha fazlası da negatif enerjilerini (!) bana yollayan Feng Shui’ciler ve Reikiciler tarafından yazılmış mailler.

Olsun varsın! Bu kadar negatif enerji ne yapar bana!

Ama bir şeyi çok merak ediyorum. Reiki enerjisi almak kaç dolar? Eğer bu enerji insanın daha mutlu ve sağlıklı yaşamasını sağlayan bir enerji ise, niye para karşılığı satılıyor? Feng Shui ile ev döşemenin bedeli nedir? Bu konuyla ilgilenenler bana detaylı bilgi verirlerse çok sevineceğim.

Ha bu arada unutmadan, evim Feng Shui’ye uygun olarak döşenmediği için depresyona girmiş olabilir miyim? Ve de reiki enerjisiyle depresyonumu tedavi edecek bir Reiki master var mı?

1966 doğumluyum. Baba adım Fikret. Reiki yollayacaklara duyurulur!

NASIL BÜYÜDÜM

Bebeklerin cinsiyeti doğmadan bilinmezdi
Yazının Devamını Oku