Otuz sekiz yıllık hayatım boyunca iki farklı sektörde çalıştım. Birisi avukatlık. İnsan hukuk fakültesini bitirdiğinde, bu kadar zor bir okulu bitirince, ilk önce ‘Dünyayı ben yarattım, aman ne kadar da başarılıyım’ edalarıyla ortalarda dolaşmış ama sonra ‘Kazın ayağının hiç de öyle olmadığını’ geç de olsa anlamıştım!
Başladığımdan beri hiç sevmedim, sevemedim bir türlü avukatlık yapmayı. Eli, parmağı, ya da bacağı işverenine daha fazla para kazandırmak için çalışırken kopan bir işçinin, daha fazla tazminat almaması için çabalamak, ya da evinde sadece zeytinyağlı fasulye yapıp, çocuklarıyla beraber huzurla yaşayacağı günleri bekleyen bir kadının üzerinde oturup televizyonunu seyrettiği koltuk takımını ve televizyonu kendim para kazanacağım diye haciz ettirmek, hiç iyi gelmedi bana.
Hani bakmayın benim avukatlık mesleğini bu kadar sevmememe. Aslında ‘Kamu yararı’ açısından gerekli de bir meslektir. Ama o işi severek yapmak gerekir ki, müvekkilinize hayrınız dokunsun. Sadece para için yapıyorsanız kimseye hayrınız dokunmaz, ama çok para kazanmak da işten bile değildir. Avukatlık mesleğini yaparken o zaman dikkatimi çekmeyen, şimdilerde ise yeni yeni farkına vardığım (Gerizekalılığıma ve yeteneksizliğime verin!) bir nokta var ki, bu da önemliymiş dedirtiyor insana! Hiçbir avukat, başka avukatın kuyusunu kazmaz.
Olmuş, oturmuş avukatlar, stajlarını yeni bitirmiş çömez avukatlara, köstek olmak yerine destek olmaya çalışırlar, ‘Aman o da yeni avukat oldu, bizim ekmeğimizi paylaşacak, şimdi ne gerek var yenilere, savuralım gitsin’ diye düşünmezler. Aksine her beş yılını dolduran avukat, yanına stajyer bir avukat alıp, bu işin pratiğini öğretir. (Öğretirken çalıştırır, sırtından para kazanır o ayrı!). Sadece ‘iyi avukatlar’ daha çok para kazanır, ‘kötüler’ daha az. Ama ‘iyi avukatlar’, kötülerle uğraşmaz, uğraşmaya değer bile bulmazlar. Hatta bazı avukatlar, kendilerine gelen işleri, yeni avukat arkadaşlarına paslarlar ki onlarda para kazansın, palazlansın diye. O sektördeki rekabet, insan aşağılamak, ve ‘O kötüdür, ona gitmeyin’ demek (diyebilmek) üstüne kurulmamıştır.
* * *
İkinci çalıştığım sektör ise televizyon sektörü... Hálá da bu sektörde çalışıyorum zaten. Bu işe başladığımda, bu işin nasıl yapılacağını, nasıl yapılması gerektiğini bilmiyordum ve en ufak bir fikrim de yoktu. İşe başladığımda uzunca bir süre sadece gözlem yaptım. Ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğini anlamaya çalıştım. Toplantılarda, beyin jimnastiği çalışmalarında hiç konuşmadım. Hatta patronumun dediğine göre o süre zarfında benim konuşma sesimi duyan hiç olmadı! Ama bu süre zarfında da hiç kimse bana ‘Sen ağzını bile açmıyorsun, ne işe yararsın?’ demedi, ya da ‘Senden bir şey olmayacağını anladık, hadi uza da boynu görelim’ de demedi. Bütün söylenenlerin ve zannedilenlerin aksine televizyon sektörü de ‘hırslarına’ bu sektördeki eskilerin, deneyimlilerin uzmanların hırslarına yenilmiş bir sektör değil. Aksine ‘yeniliğe’ , ‘yeni tarzlara’ alabildiğine açık ve de açık olması gereken bir sektör zaten.
Ayrıca da televizyon sektöründe ‘farklı duruşlara’, ‘farklı bakış açılarına’, ‘farklı renklere’ ihtiyaç vardır. Yoksa televizyon hayatımız çok tek düze ve çok sıkıcı olmaz mı? Seyirci de kendine yakın geleni izler, yakın gelmeyen programı da zaplar def eder!
* * *
Popüler kültürün bir ürünü olarak, ‘Popstar’ yarışmasının getirdiği ün sayesinde Kelebek ekinde yazı yazmam teklif edildiğinde tereddüt ettim önce. Bilmediğim bir işti bu. Değişik, başka bir bakış açısı gerektiriyordu. Ama gazetede köşe yazısı okumak da, okuyucu açısından televizyon gibi bir şeydi. Nasıl televizyonda istediğimiz programı seyrediyor, istemediğimizi seyretmiyoruz, gazetede de benim yazdıklarımı (İnsan yazılarımı demeye bile çekiniyor!) beğenen okur, beğenmeyen de okumaz diye düşündüm. Bu işi iyi yapıyorum, ‘Köşe yazarlığında çok da başarılıyım’ diye bir iddiam hiç olmadı! Ama gazetede yazmaya başladıktan sonra , bu sektörden işitmediğim ‘hakaret’ de kalmadı.
Meğerse Türkiye’de yazı yazmak için, bazı köşe yazarlarının belirlediği şartlara uymanız, en azından onların beğenilerine hitap etmeniz gerekiyormuş, okuyucuların değil. İyi, okunabilir yazı yazabilmenin şartları eğer agresif olmak, kendi beğenilerinden ve doğrularından başka her şeyin ‘kötü’ ve ‘okunamaz’ olduğunu düşünmek, herkesi kendi değer yargılarınla ‘yargılamak’, kendi üslübun içinde Türkçe’yi sadece kendinin anlayabileceği biçimde kullanmaksa eğer, maalesef ben hiçbir zaman ‘iyi’ bir yazar olamayacağım.
Ben kötü yazıyor ya da, onların ‘değer yargıları’ ile hiçbir zaman iyi yazar da olamayacak olabilirim, beni çok az insan okuyor da olabilir. Ama yazı stilimi beğenmeyen köşe yazarları yüzünden bu işi bırakmayacağım, ta ki bana Kelebek yönetiminden ‘Artık bu işi yapma’ denilene kadar, ya da artık beni bin kişinin dahi okumadığı anlaşılana kadar.
Hem ben bu köşede yazmayı bıraksam, ‘Köşecilik’ onlara mı kalacak? Bu köşe yazarlığı tekel mi Allah aşkına?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, favoriler çene kemiğine kadar uzundu...