BANA sorsanız; kafasına 7.65 çapında ‘Fransız onlusu’ dayanmış bir savcının fotoğrafını poster gibi kapaktan vermezdim. Gaddar bir terör çetesinin egosunu şişirmemek, cani gururunu okşamamak için yapmazdım bunu.
Öldürmek övünülecek bir şeymiş, gurur duyulacak bir melanet işlemişler, böbürlenmeye hakları varmış gibi bir duyguya kapılmalarına izin vermemek için yapmazdım.
Hücre evlerinin duvarlarına bir icraat nişanı, bir iftihar tablosu, bir takdir belgesi gibi asılmaya müsait manşetlere imza atmamak için... O manşetlerin sergilendiği cinayet müzelerinde, öfkelerini tatmin etme vaadiyle şiddet tuzağına düşürülmüş militanlara yenilerini ekletmemek için yapmazdım.
Nasıl karanlık bir yeraltı örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu bildiğimiz halde yerüstündeki uzantılarını masum, şirin ve sevimli göstere göstere bugünleri hazırladığımızı aklımdan çıkarmazdım.
Savcı Kiraz’ın katillerini insan hakları aktivisti, adalet talepçisi, hak arayıcısı gibi sunanların bu cüreti biraz da bizim geçmiş hatalarımızdan aldıklarını... Sempatik ve şımartıcı yayınlarımızda yüz ve güç bulduklarını...
‘Mitralyözlerle vur ha vur’ marşlarına ‘devrimci müzik’ payesi vere vere bu çeteyi Çağlayan Adliyesi’nin tepesine çıkardığımızı bir an olsun unutmaz... Bir daha çanak tutmazdım beslendikleri öfke sömürülerine.
BİR grup Kürt aydını, 3 yıl önce sosyal medyada bir kampanya açmış ve PKK’ya şöyle bir çağrıda bulunmuştu: “Benim için öldürme, benim için ölme...”Berkin’in anne-babası Gülsüm-Sami Elvan çifti de önceki gün aşağı yukarı böyle demiş oldu. Aynı gür sedayı şimdi devrimci sol terörün siyaset, medya ve sanat dünyasında konuşlanmış silahsız propaganda birliklerinden de beklemek hakkımızdır.
* * *
ODTÜ’deki yerüstü kampından da beklenmez mi mesela aynı insani duruş?
“Berkin’e adalet istedikleri için katledilen arkadaşlarımızı anıyoruz. Devrim şehitleri ölmez” hamasetleri yükseliyor hâlâ oradan.
Savcı Kiraz’ın katilleri ‘adalet savaşçıları’ oluyor birden. Elde meşalelerle ‘adalet savaşçıları’ için yürümeye çağırıyorlar üniversite öğrencilerini.
Charlie Hebdo saldırısından sonra sokakta polisiye film sahnesi çekilmesini bile yasakladı Paris polisi. Yılda ortalama 900 yerli-yabancı film çekilen bir şehirde yaptı bunu. Takip, kovalamaca içeren dış mekân çekimleri geçici olarak iptal edildi. Paris emniyetinde film çekimlerine izin veren dairede görevli komiser Sylvie Barnaud’un açıklamasıyla haberdar olduk durumdan...
Bizde aynısını yapmaya kalk, tefe koyar, arkandan teneke çalarlar halbuki. Gelişmişliğin kitabını yalamış yutmuş alaycı allamelerimiz var. ‘Bizi dünyaya rezil ettin’ diye üste de sırıtma bedeli isterler.
* * *
Terörle mücadelenin psikolojik ayağındaki incelikleri öğrenemedik; çünkü...
Londra emniyeti, terör baskınları ve rehine kurtarma operasyonlarının TV’lerden canlı verilmesini istemiyor. Operasyonun güvenliğini, rehinelerle polislerin canını tehlikeye atmamak için.
DEVLETİ ele geçirmiş bir ‘İran ajanı’ mı, Şii İran’la didişmek uğruna devletin çıkarlarını tehlikeye atan bir Sünni mezhepçisi mi?
Taban tabana zıt iki Erdoğan portresi var elimizde. Biri Paralel Yapı’nın çizdiği Tayyip Erdoğan portresi, diğeri Kemal Kılıçdaroğlu’nun.
İkisi birden mümkün olamayacağına göre...
a- En az biri doğru söylemiyor.
b- İki tez yan yana konduğunda birbirini çürütüyor, biri diğerinde tutarlılık vesaire bırakmıyorsa kesinlikle ikisi de doğru söylemiyor.
* * *
Fakat hepsinin de ortak bir noktası var; yazı da tura da gelse, AK Parti’nin her halükârda iktidarda kalacağı varsayımı.
Bence artık AK Parti’siz seçeneği de açık açık konuşmanın vaktidir.
Senaryoyu çalışmaya geçmeden önce, cevaplamamız gereken ilk soru şu:
AK Parti’siz hükümet ihtimalini tartışalım tartışmasına da...
Anamuhalefet partisinin en kabadayı yüzde 35 oy beklediği... Ortanca partinin mevcut oy oranını bir-iki puan yukarı oynatmayı büyük başarı saydığı... Bir küçüğünün yüzde 10 barajıyla boğuştuğu... Ve iktidar partisinin en düşük oy oranının hâlâ yüzde 40’ların üstünde seyrettiği bir tabloda bu nasıl mümkün olacak?
Yani hâlâ yüzde 40’larla en çok oyu almış, ipi açık ara önde göğüslemiş bir partiyken AK Parti’siz bir hükümet nasıl kurulacak?
Çoktandır unuttuğumuz bir yolla, koalisyon oluşturarak elbette.
Meclis’ten dün geçti. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde bir içeriğin 4 saatte resen, yani idari kararla kaldırılmasına imkân tanıyor. Fakat bir şartla, en geç 24 saat içinde TİB tarafından mahkeme onayına sunulmak kaydıyla...
İfade özgürlüğünü askıya alıyormuş, ondan ‘Kes ulan interneti kes’ yasası. Hani Gaziantep’teki gösteri sırasında bir polis amiri, bir memuru ensesinden tutup ‘Sık ulan gazı sık’ diye sıkıştırırken takılmıştı ya kameralara. İşte onun gibi ‘Kes ulan kes’...
* * *
Türkiye, mahkeme kararlarını takmıyor diye Twitter’ın şalterini indirdiğinde yer yerinden oynamıştı. Twitter Türk mahkemelerini tanımak, kararlarına uymak filan zorunda değildi.
Çünkü yerel değil küresel bir platformdu ve evrensel kurallara tabiydi.
“Bizim Şişli rezaletimiz varsa sizin de artık bir Ankara fecaatiniz var” deme rahatlığına kavuştular.
Gökçek hakkındaki suçlamalarla Sarıgül’e yöneltilen suçlamalar arasında paralellik kurmalarından belli.
İkisi aynı şey mi ki bu da AK Parti’nin Şişli skandalı olsun?
Benzerliklerinden başlayalım. İki olay da bir iç iktidar kavgası, ikisinde de eteklerdeki taşlar döküldü, ikisinde de ortaya mebzul miktarda pislik saçıldı, ikisinde de parti içi çekişme çirkinleşti, ikisinde de iş kriminal bir hal aldı... Bu açılardan aralarında bir benzerlik olduğu doğru.
Fakat üç de ciddi farkları var. Kepazelik farkı, müdahale farkı ve muhtemel sonuç farkı...
* * *
Buyurun puanlayalım.
Çalışkanlığı: Gecesi-gündüzü yok...
Koltuğu doldurma: Boşluk bırakmıyor, göz doldurduğu kesin...
Konu hâkimiyeti: Çabuk öğreniyor; yol, köprü, tünel inşaatı gibi birikimine en uzak konulara bile kısa zamanda vâkıf oldu. Misal, kâğıda bakmadan yaptığı Boğaz’a 3 katlı tüp geçit sunumu...
Miting hatipliği: Hocalıktan geliyor, kürsü hatipliği iyiydi zaten. Kongre hitaplarında kısa ve vurucu cümleler kurmaya başladı. Mitinglerde tekdüze konuşmuyor artık; renkli anlatıyor, diyaloğa giriyor, coşku vermek için sesini nerede yükseltip nerede düşüreceğini iyi ayarlıyor.
Anlatımı akademik monotonluktan çıktı, uzun ve sıkıcı monologlardan da kurtuldu; tonlamalar oturdu, artikülasyondan pekâlâ geçer not alır.
Özetle; profesör havasını attı üstünden, dışişleri bakanı imajından da sıyrıldı, hızla sürükleyici bir siyasi hatibe dönüştüğünü söyleyebiliriz...