Paylaş
BANA sorsanız; kafasına 7.65 çapında ‘Fransız onlusu’ dayanmış bir savcının fotoğrafını poster gibi kapaktan vermezdim. Gaddar bir terör çetesinin egosunu şişirmemek, cani gururunu okşamamak için yapmazdım bunu.
Öldürmek övünülecek bir şeymiş, gurur duyulacak bir melanet işlemişler, böbürlenmeye hakları varmış gibi bir duyguya kapılmalarına izin vermemek için yapmazdım.
Hücre evlerinin duvarlarına bir icraat nişanı, bir iftihar tablosu, bir takdir belgesi gibi asılmaya müsait manşetlere imza atmamak için... O manşetlerin sergilendiği cinayet müzelerinde, öfkelerini tatmin etme vaadiyle şiddet tuzağına düşürülmüş militanlara yenilerini ekletmemek için yapmazdım.
Nasıl karanlık bir yeraltı örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu bildiğimiz halde yerüstündeki uzantılarını masum, şirin ve sevimli göstere göstere bugünleri hazırladığımızı aklımdan çıkarmazdım.
Savcı Kiraz’ın katillerini insan hakları aktivisti, adalet talepçisi, hak arayıcısı gibi sunanların bu cüreti biraz da bizim geçmiş hatalarımızdan aldıklarını... Sempatik ve şımartıcı yayınlarımızda yüz ve güç bulduklarını...
‘Mitralyözlerle vur ha vur’ marşlarına ‘devrimci müzik’ payesi vere vere bu çeteyi Çağlayan Adliyesi’nin tepesine çıkardığımızı bir an olsun unutmaz... Bir daha çanak tutmazdım beslendikleri öfke sömürülerine.
* * *
Bana sorsanız; terör örgütü selfie’si olduğu aşikâr bir fotoğrafı kapaklarına basan gazeteleri yerden yere vurur... Ama onları şehit savcının cenazesine almazlık da yapmazdım.
‘Anladıkları dilden konuştuk mecburen, tatlı dille söyleyince laftan anlamadılar’ argümanının baştan çıkarıcı cazibesine kapılmazdım hemen.
İyi ya da kötü niyetle terörün reklam afişini yayanları teşhir ederken haklılığıma gölge düşürmemek için yapmazdım bunu.
Odağı kaydırmaz; basın özgürlüğü, akreditasyon ve yasakçılık bahsi açtırıp tartışmayı amacından saptırtmazdım.
Şiddetin medyadaki bilinçli-bilinçsiz propagandistlerinin hazır enselenmişken elden sıvışmasına... Hiçbir yere kımıldayamayacak şekilde kıskıvrak yakalanmışken dikkatleri başka tarafa çevirmelerine fırsat vermezdim.
* * *
Kimse sormadı fakat bana; ne kafasına silah dayanmış savcı fotoğrafını manşete çakanlar ne de bunu yapanları o savcının cenazesine sokmayanlar...
Ve şimdi bu ikisi arasında bir tercih yapmamı istiyorlar benden.
Çift taraflı trol baskısı altındayım. Kıskacın bir ucundakiler, duymak istediklerini yazmadığım için kızgın. Gözlerinin önünde onlara aykırı durmam, gözlerine batıyor.
Kıskacın diğer ucundakilerse, tavır aldıkları bir yerde yazmamı boykot kırıcılığı gibi görüp onlarla ayrı mecralara düştüm diye bileniyor.
Halbuki bana sorsalar, işler bu hale gelmeden önce, yaptıkları pek çok şeyi daha yapmazdım. Ama sormadılar...
Sora sora, iki yanlıştan hangisini seçeceğimi soruyorlar bana. Hiç değilse daha az kötüsü hangisi diye bakıp o tarafı seçmemi bekliyorlar galiba.
Madem sordular, söylüyorum: Bir tercihte bulunacaksam... Nerede yazacağıma da, orada neyi yazıp neyi yazmayacağıma da kendim karar vermeyi tercih ederim. Onun için buradayım.
‘Söz ve müzik Kayahan’
-DAHA geçen gece NTV’de belgeselini görmüştüm, onun macerasını anlatıyordu. Çakılıp kalmıştım ekran başına.
Albümlerinin hikâyesini, hit şarkılarının sırlarını, Erovizyon denemelerinin ta nerelerden geldiğini...
Onunla kaç yemin ettiğimizi, kaç kez yemin bozduğumuzu, kaç defa ışıksız odalarda birlikte mahsur kaldığımızı, aynı saflarda tutkulu savaşlara girip kaç sefer yenilgiye uğradığımızı hatırlatıyordu parça parça.
Yılmaz bir savaşçıydı...
Her albümüyle kapanmış bir sayfayı çevirir gibi, o cepheden bu cepheye koşarak geçmişti gönül fasılları...
* * *
Pop müziğimizde ender rastlanan manalı şarkıların söz yazarı, bestecisi ve yorumcusuydu Kayahan. Bize bir şey söyleyen şarkılar kuşağının son ozanlarından...
Artık daha ışıksız odalarımız, daha esmer günlerimiz, daha zifiri gecelerimiz, biraz daha zorlaştı geri dönmemiz. Onu kaybettik. Rahmet diliyorum, huzur içinde yatsın.
Paylaş