Zeynep Göğüş

Emine’nin öyküsü

11 Temmuz 2009
KİMSE doğduğu yeri seçerek gelmez bu dünyaya. Doğduğumuz toprakların kaderi bizimki olur. Başka bir ülkede açsaydınız gözlerinizi dünyaya ne olurdu diye geçirdiniz mi hiç aklınızdan?

İstanbul yerine Urumçi’ye ne dersiniz? Hayatta çok istediğim şeylerden biri Çin’in Sincan Uygur Bölgesi’ni diğer adıyla da Doğu Türkistan’ı görmekti. Daha önce Demirel sayesinde Moğolistan’daki Orhun Anıtları’nı, Çiller’le Semerkand’ı gördüm. Bunlar hayatımın unutulmaz anıları. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül’ün Çin gezisine katılarak Sincan’a gidenlere çok imrendim.

Diyeceksiniz ki ille de devlet erkânıyla mı gezeceksin, bin uçağa kendin git. Sorun şurada: Türk vatandaşı olarak tek başıma Çin’e gitmek istediğimde vize vermiyorlar. Denedim, olmadı. Nedeni, Çin’deki Türk dilli Uygur azınlığın başkaldırısı.

Türkiye’de sayıları 1 milyonu aşan büyük bir Doğu Türkistan göçmeni nüfus var. Doğu Türkistan’ın büyük liderleri İsa Yusuf Alptekin’in adını taşıyan 10’a yakın ilkokul var İstanbul’da.

Yabancılar oraya Xinjiang diyorlar. Okunuşu bildiğimiz Sincan, Ankara’nın Sincan kazası gibi...

 

Arkadaşım Emine, geçen akşam televizyonda suratlarında nefret, ellerinde sopa Uygurların üzerine yürüyen Han Çinlilerini gördü ve kendi benzer öyküsünü hatırladı.

“Bizim üstümüze de aynı böyle yürümüşlerdi” dedi Emine. Sadece taraflar farklıydı...

Emine,

Yazının Devamını Oku

AB ve gece yarısı darbesi

4 Temmuz 2009
TÜRKİYE ’deki asker-sivil geriliminin sebebi Avrupa Birliği mi?

Son dakikada kelime oyunu yapıp gece yarısı darbesiyle kanun çıkaranlar AB’nin arkasına sığınmanın derdindeler.

AB istedi de ondan yaptık!

O zaman bir soru: Bugüne dek AB’nin her istediği yapıldı da bir bu mu kalmıştı?

AB’nin üyelik koşulu olan yol haritalarına itibar etmeyip sürekli farklı patikalara sapanlar sırf askerin sesini kısmak istedikleri için mi Batı’nın desteğini kazanacaklar?

AB bize demokratikleşin diyor. Gece yarısı kelime oyunuyla Meclis’ten kanun geçirin demiyor... 

AB bize hükümetiniz kurumlara danışsın diyor. Yangından mal kaçırsın demiyor.

AB bize hukuk devleti olun diyor. Fotokopiyi delil sayın demiyor.

AB bize sivil toplumumuz güçlensin diye para veriyor.

Yazının Devamını Oku

Babamın ağladığı gün

27 Haziran 2009
İKİNCİ Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ni Almanlardan Çar’ın eski bir generali kurtarmış. Stalin kesin neticeli muharebe hattı olarak Dinyeper Irmağı’nı belirlemiş.

Bu istihbaratı alan Almanlar ikmal merkezlerine yakın bir yer olduğu için çok sevinmişler. Stalin’in ise içi rahat değilmiş. Çar’ın ünlü bir generalini Kremlin’e çağırıp danışmak ihtiyacını duymuş. Yaşlı general, muharebe hattını Dinyeper’in de gerisine çekmiş, çünkü Rusya kalbi derinlerde olan bir dev... Ruslar çekilince takviye alamayan Alman ordusu ağır kış şartlarında Stalingrad’da esir düşmüş. Yaşlı general işini biliyormuş. 

Babam bu hikâyeyi ülkelerin tarihinde süreklilik ve tecrübenin önemini anlatmak için Kaş’taki evinin terasında Azeri komşumuzla paylaşırken kulak misafiri oldum. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar Osmanlı paşalarıydı, ama 1990’da Azerilerin Ermeni işgaline direnecek generalleri yoktu. Çünkü diye devam etti babam, Sovyet ordusunda Azeri general yoktu...

* * *

Sabah kahvesine gelen misafir gidince babam Ertuğrul Özkök’ün 8-9-10 Eylül başlıklı yazısını okudu. Gündemde 12 Eylül darbesini yapanların yargılanmasını yasaklayan Anayasa maddesinin kaldırılması var. Özkök yazısında sanki 12 Eylül öncesi memlekette her şey güllük gülistanlıkmış da darbe olmuş havasındakileri eleştiriyordu.

Babam bu yazıyı okuduktan sonra belki de 8-9-10 Eylül 1980 günlerinden birinde annemi Ankara’da Anadolu Eczacılık Okulu’nda ders vermeye bıraktıktan sonra direksiyonda nasıl ağladığını hatırladı. Sağcılar bir tarafa dizilmiş, solcular bir tarafa. Aralarında onları ayıran askerler... O sahneyi görünce gözyaşlarını tutamamış babam. Tek çocuğu olan ben, o sırada Ankara’da Mithatpaşa Caddesi’ndeki TRT’de dışarıda açılan ateş yüzünden mahsur kalmışım, birkaç gece önce de yayın nöbetinden dönerken TRT minibüsüne Esat civarında kurşun sıkılmış...

Fakat yine de babam 12 Eylül’ün haklılığını teslim etse bile 13-14-15 Eylül ve devamının hatalı olduğunu düşünüyor. 86 yaşının deneyimiyle hatanın Eylül’ün 12’sinde değil, 13’ünde, 14’ünde ve sonrasında olduğu görüşünde...

Babam aynısını 27 Mayıs için de söylüyor. Sözünün kayda değer olması, 1957-58 yıllarında Yozgat Cezaevi’nde idam talebiyle yatmış olan bir gazeteci-siyasetçi kimliğiyle bunu söylemesi. Meclis’te yargı erkini devralan Tahkikat Komisyonu’nu kuran iktidarın içeri attığı “fikir suçlusu” en yakın arkadaşları ancak 28 Mayıs 1960 sabahı cezaevinden salınmış biri olarak 13-14-15 Eylül için söylediğini 28-29-30 Mayıs için de tekrarlıyor babam.

“Bizi o noktaya getirenler utansın, milletlerin hayatında darbeler çözüm değil”

Yazının Devamını Oku

Müzedeki kara çarşaf

20 Haziran 2009
GEÇEN hafta sonunu Gemlik’le Mudanya arasında bulunan zeytin köyü Kurşunlu’da geçirdim. Rumlardan kalma gümrük binasıyken mübadele sonrası dedemin olan küçük evde kaldık. Tuncer Çakmaklı’nın restore ettiği ev denize doğru uzanan yüksek bir kaya parçasının üzerine oturuyor. Arkamızda zeytinlikler, önümüzde dalgaların sesi...

Romantizmin şahikasında iken gözlerimizi aşağıdaki denize çevirince birden korku filmi setine transfer olduk. Denizi kahverengi ve vantuzlu denizanaları kaplamıştı. Özetle deniz pisti.

Dedemin bütün sülalesi Gemlik Körfezi’nde denize girmiş, şimdi benim oğlum giremiyor. Böyle "ilerleme" olur mu?

Öğle yemeği için İstanbul’dan gelen feribotların yanaştığı Güzelyalı’ya tepeden bakan Akkayalar’daki restorana gittik. Fakat o da ne! Akkayalar’ın üzerine belediyenin marifetiyle ytong türü malzemeden beyaz bir kale oturtulmuş. Ortaçağı çağrıştıran bu sakil kalenin zihnimizde yarattığı metafordan yola çıkarak sanayici arkadaşım Nur Ger ile uzun bir Türkiye sohbetine daldık. Türkiye’de bir yeri ele geçiren oraya kalesini dikmek istiyor. O kalenin bizi Marmara Denizi’nden gelecek hangi düşmana karşı savunacağı ise meçhul. Bugünün gerçek tehlikesi olan deniz kirliliğine karşı korumadığı ise kesin.

Akkayalar’daki yeni kale bizi kötümserliğe sevk etti ve Türkiye’de ortaçağın sona ermediği duygusuna kapıldık. Yemekten kalktıktan yaklaşık 15 dakika sonra bu kez de Aydınlanma çağına atlayacağımızı henüz bilmiyorduk.

* * *

Güzelyalı’da Mendirek’e bağlı duran bir şehir hatları vapuru uzaktan ilgimizi çekmişti. Burada bu vapurun ne işi var dememize kalmadı, üzerindeki Turan Emeksiz yazısını fark ettik. Biz bu vapuru tanıyorduk, kimbilir kaç yüz kere de binmiştik.

Meğerse devrim şehidi Turan Emeksiz’in adını taşıyan, Londra tersanelerinde özel imalat 9 adet yaptırılan seriden biri olan bu vapur şimdi otel olmuş. Makina dairesi konferans salonuna dönüşmüş. 20 oda ve 2 süit minimalist tarzda döşenmiş. Güverteler restoran ve kafe. Sonuç, insanı tırmalamayan hoş bir değişim.

Ytongdan beyaz kale de benim memleketimin imalatı, zevkle otele dönüşmüş Turan Emeksiz Vapuru da...

Hem zaten Türkiye’de aydınlanma ile ortaçağ arasında gidip gelmiyor mu?

* * *

Dönüşte Yalova’ya varmadan Umurbey’e saptık ve Celal Bayar Müzesini gezdik. Umurbey İstanbul’daki Kemerburgaz gibi villalarla donanmış bir yer olmuş. Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı için Celal Bayar Vakfı’nın yaptırdığı müzede vitrinde katlanmış duran siyah bir kumaş dikkatimizi çekti. Açıklayıcı yazıdan öğrendiğimize göre o kara çarşaf köyün en yaşlı kadını Dilber hanım tarafından 10 Eylül 1959 tarihinde Celal Bayar’a sunulmuş ve o tarihten sonra Umurbeyli kadınlar bir daha çarşafa bürünmeme söz vermişler cumhurbaşkanına.

* * *

Dilber hanım çarşafını çıkarmış...

Çünkü Cumhurbaşkanı ve eşi Umurbey’e her geldiklerinde bunu telkin etmekteymişler...

İnkılapçı ruh hálá aramızdaymış...

Ortaçağa karşı mücadele sürmekteymiş...

1959-2009...

50 yıl önce böyleymiş.
Yazının Devamını Oku

AB işi bitti mi?

13 Haziran 2009
GÜN bir gol bir. Başbakan Erdoğan eksik olmasın yeni seçilen Avrupa Parlamentosu’nu şu sözlerle "tebrik" etti: "Siyasi hesaplarla ayak oyunları yapmak AB’yi küresel bir güç haline getirmez. Günü kurtarma derdinde olanlar AB’ye hesap verir"... Avrupa Parlamentosu seçimleri hakkında yapılan bu ilk değerlendirme Brüksel’de soğuk duş etkisi yaptı. Ne de olsa ortada seçim kazandığı için sevinçli insanlar var. Yeni parlamenterleri müttefik yapmak varken ilk günden tavır almak Türkiye’nin işini zorlaştırır. Ne de olsa içerde Türkiye’nin adaylığını destekleyenlerin üçte ikilik çoğunluğu bu sefer de korundu.

Muhafazakárların oyları arttı artmasına, ama içlerindeki Türkiye destekçileri zemin kazandı. İngilizler başta, İspanyol, İsveçli, Portekizli, Polonyalı ve Çek muhafazakár gruplar Türkiye’ye karşı değiller.

O halde seçim sonuçlarına bakarak "AB işi bitti" diyenler bunu neye dayanarak yapıyorlar? Bizim asıl meselemizin Türkiye’de AB reform sürecinin yavaşlaması olduğunu unutturmak için mi? Seçim sonuçlarına bakarsak ortada bizim açımızdan bir felaket yok. Örneğin Fransa’da sosyalistler geriledi ama Yeşiller oy patlaması yaşadı. Parlamento’nun yeni başkanı seçilirken de farklı ittifaklar oluşabilecek. Türkiye için en önemli mesele bu yılın sonunda Olli Rehn’in yerine gelecek olan Genişlemeden Sorumlu yeni Komisyon üyesinin kim olacağı. Zira bizim Brüksel’deki "bakanımız" bu kişi olacak.

Asıl tehlike şurda: Parlamento’ya aşırı sağdan yeni giren yabancı göçmen karşıtı birkaç kişinin abuk subuk sözleri yine hak etmedikleri şekilde manşetlerimize çekilecek ve Türk kamuoyunun AB algısı bunun üzerinden oluşacak. Algı olumsuza düşecek, hükümet ve muhalefet bunu iç politika malzemesi yapacak. Sarkozy’ye, Merkel’e kızıyoruz ama, AB konusu Türkiye’de de çok ciddi bir iç politika malzemesi olarak yıllardır kullanılmıyor mu?

Bir başka konu; Avrupa’nın yüzde 43 seçim katılım oranının gösterdiği gibi kendi seçmeninin takmadığı o parlamentoyu biz neden bu kadar önemsiyoruz? Orada Türkiye’deki AB karşıtlarının ekmeğine yağ süren çatlak sesler çıktığı için mi? Yine geliyoruz iç siyasete.

* * *

Avrupa Parlamentosu’nun bizim için parlamenterlerin Türkiye hakkında ne söyleyip ne ettiklerinden daha önemli bir boyutu var. Bu parlamentonun gerçek güç sahibi olduğu alan AB müktesebatı. Yani AB’de çıkan yasalar. AB direktiflerinin şekil almasında parlamenterler etkili oluyor. Telekomdan hayvan haklarına, denizcilikten gıdaya kadar tüm sektörleri ilgilendiren kararlar üzerinde parlamento söz sahibi. Bizde Avrupa Parlamentosu’nu asıl izlemesi gereken, iş dünyamız. Zira orada pişen, AB uyum ve müzakere sürecinde olduğumuz için yarın bizim de ağzımıza düşüyor. Yemeğin tadını beğenmedim diye sonradan ağlamak geç oluyor.

Türkiye’nin devlet düzeyinde öncelikle nezaketen yeni seçilen tüm Avrupalı parlamenterleri tebrik etmesi gerekiyor. Orada ne kadar çok müttefikimiz olursa işimiz o kadar kolaylaşır.
Yazının Devamını Oku

Yahya Kemal’in masası

6 Haziran 2009
PARİS’te Montparnasse’daki Closerie des Lilas adlı restorana seneler önce gitmiştim. Oturduğumuz masada küçük pirinç bir plaketin üzerinde Yahya Kemal Beyatlı yazıyordu. 20’nci yüzyılın başında şairin Fransız meslektaşlarıyla sembolizm tartışmaları yaptığı masaydı bu. Diğer masalardaki plaketlere bakınca, Lenin’den Hery Miller’e, Paul Auster’den Mick Jagger’a, Picasso’dan Dali’ye kadar ünlülerin kadeh çınlamaları ulaşmıştı kulağımıza.

Siz hiç ahşap bir banka ya da masaya sevgilinizin adını kazıdınız mı? Aynı yere sizden sonra oturanlar için bunun ne ifade edeceği geçti mi aklınızdan?

Birkaç yıla kalmaz, ilan-ı aşk için ağaç gövdelerine, tahta banklara ya da duvarlara gerek kalmayacağını söylersem romantizm zarar görür mü bundan?

Ama bu bir gerçek. Şimdilik cep telefonu adını taşıyan aletler bir süre sonra eğer istersek bize yemek yediğimiz masada daha önce kimlerin oturduğunun listesini vermeye başlayacak. Sahildeki bankta mehtabı bizden önce el ele tutuşup başka kimlerin seyrettiğini de öğrenebileceğiz.

O anda o yerde iz bırakmak isterseniz bir tuşa basmak yeterli olacak, tabii aşkların çetelesini tutmak da...

Buna "inovasyon" diyorlar!

* * *

Oturduğumuz banka, yemek yediğimiz masaya, altında öpüştüğümüz ağaca mesaj bırakabileceğimizi Turkcell İnovasyon Merkezi’nin başındaki Semih İncedayı’dan öğrendim. O da benim gibi şehirlerarası telefonların santrale yazdırılıp saatlerce beklendiği kuşaktan geliyor. Gazeteci ağabeylerimiz, haber geçebilmek için PTT’de çalışan hanımlarla gönül bağı kurdukları yıllardan bugün gelinen teknolojik düzeyi hayal bile edemezlerdi. Oysa her şeyin hıza döndüğü günümüz dünyasında inovasyon anlamında neredeyse her gün bir Jules Verne romanı yazılıyor ve artık bizim çocuklarımız 11 yaşında sekiz kere devirdiğim Denizler Altında 20 Bin Fersah’ı okumak bile istemiyor.

Bizim okuduklarımızı okumayanlar Türkiye’nin yeni insan gücünü oluşturuyorlar. Turkcell İnovasyon Merkezi de işte bu genç insan gücüne güvenilerek kurulmuş. Yerli işgücü ile uluslararası teknoloji üretmek. Tersine beyin göçü yapan bu merkezde çalışan yaş ortalaması 28 olan 300 kişilik genç mühendisler taburu, sabah-akşam şu tek soruyla savaşıyor: "Hayatımızda zor olan ne var? Biz neleri kolaylaştırırız?" İnovasyonun özü de bu.

* * *

Türkiye’deki teknoloji şirketleri, genç insan gücü potansiyeli üzerinden dışa dönük en anlamlı mesajları oluşturuyorlar. Yaşlanan Avrupa Birliği’ne, "Türkleri reddederseniz enayilik yaparsınız" mesajını en inandırıcı şekilde iletenler Turkcell, IBM gibi kuruluşların üst seviye yöneticileri. Brüksel’e en geçerli iletişim mesajını onlar veriyor.

Benim Brüksel’deki favori mekánım Grand Place’daki Roi d’Espagne kahvesi. Bu yazıyı yazarken o kahvenin ikinci katındaki bir cama adımın baş harfinin kazındığını hayal meyal hatırladım. Yakın gelecekte aynı yere mesaj bırakmayı umuyorum.
Yazının Devamını Oku

’Çivisi Çıkmış Dünya’

30 Mayıs 2009
VİYANA’da, dünya iletişimcilerini bir araya getiren kongrenin gala yemeğine giderken baktım otobüste arkamda oturan biri David Bowie’nin bir şarkısını mırıldanıyor. Aynı kuşaktan olduğumuza hükmedip kendimi tanıştırmaya kalktım, açılış cümlesi "Midnight Express" oldu.

1978’in Geceyarısı Ekspresi filmi hálá Türkiye markasının üzerine çöreklenmiş durumda.

İkinci bir saptamam, marka değeri olarak İstanbul’un Türkiye’nin önüne geçmesi. "Türkiye’denim" dediğinizde insanların gözbebeklerini gölgeleyen bulutlar, "İstanbul’danım" değinizde ışıltıya dönüşüyor.

Sanat ve kültür ülkelerin marka değerini artıran en önemli araç. Bu açıdan bakınca geçen hafta çıkan Akdenizli yazar Amin Maalouf’un "Çivisi Çıkmış Dünya" adlı kitabının Türkiye’ye katkı sağlayacağını düşünüyorum. Neden mi?

Amin Maalouf, Lübnan doğumludur ve Fransa’da Fransızca yazar. Türk okurları onu Arapların Gözüyle Haçlılar, Afrikalı Leo, Semerkand gibi kitaplarıyla hatırlar. Doğu’yu anlamak isteyen her Batılı bu yazarı okur. Maalouf son kitabında evrensel bir uygarlık kurulamaz ise ortaklaşa barbarlık içinde yok olacağımızı anlatıyor. Bunu yaparken de bana göre harika bir Avrupa Birliği analizi yapıyor, Türkiye’nin fark yaratan tarafını ve neden Avrupa içinde olması gerektiğini, Sarkozy gibi vizyonu kısa siyasetçilere yanıt verircesine en iyi biçimde anlatıyor.

Maalouf, Atatürk’ün elde ettiği meşruiyeti onu halkına haysiyetini geri vermesiyle izah ediyor. Bugün Türkiye’nin hálá onun adına yönetildiğini, onun düşüncelerini paylaşmayanların bile belli bir bağlılık hissettiklerini kaydettikten sonra şu saptamayı yapmaktan kendini alamamış yazar: "...yükselmekte olan dinsel köktendincilik karşısında yapının daha ne kadar dayanabileceği sorgulanabilir. Kemalistler halklarını, Avrupalılar onlara günde üç kez Avrupalı olmadıklarını ve aralarında yerlerinin olmadığını söylerken, nasıl Avrupalılaşmaya ikna edebilirler?"

* *Ê *

Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından farklı insan topluluklarının yan yana yaşamasının güçleştiğini, demokrasilerin kimlik pazarlıklarına bağlı olduğunu düşünen yazar, Avrupa’yı eleştirse de dünyanın kurtuluşu için yine de ona bel bağlamakta. Maalouf, dünyanın geçirmekte olduğu büyük sarsıntıyı atlatabilmek için dört umut ışığı görüyor. Birincisi, bilimsel gelişmelerin hızlanması. İkincisi, dünyanın en kalabalık uluslarının az gelişmişlikten çıkması. Üçüncüsü, çağdaş Avrupa’nın yaşadığı deneyim. Dördüncüsü ise Barak Obama’nın seçilişi.

Biz konumuz olan üçüncüsüne, yani Avrupa’ya dönüp yazarın dediklerine göz atalım:

"Avrupa Birliği gerçeğe dönüşen bir ütopya olarak örnek bir laboratuvar değeri taşımaktadır. Nefretleri, çatışmaları, yüzyıllık düşmanlıkları geride bırakıp önce altı, sonra on iki ya da on beş, sonra da otuz ulus için ortak bir yaşam kurmakla uğraşmak... Birçok etnik yurttan hareketle, etik bir yurdun doğması için çalışmak... İşte budur benim dileğim..."

Zihinsel yolculuklar için tavsiyeye şayan bir kitap.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ile hız kaybı

23 Mayıs 2009
HESABI onlara ödetin, süpürün onları... Avrupa Parlamentosu seçimleri için Belçika’da duvarlara yapıştırılan bir kampanya afişinde böyle yazıyor. Kimin süpürüleceği net ifade edilmemiş, hesaptan kasıt da restoran faturası, ama daha bakar bakmaz gözünüze giren uzun saplı çalı süpürgesi sayesinde yabancıların kastedildiği aşikár.

Hazirandaki Avrupa Parlamentosu seçimleri bittikten sonra Türkiye’de AB üyeliğine verilen destek daha da gerilemeye mahkûm.

Zaten benim bir iddiam var. Türkiye’deki AB desteği, iki binli yılların başında gezindiği yüzde 80’li zirvelere bir daha hiçbir zaman ulaşamayacak.

Neden mi böyle düşünüyorum? 2009 başından bu yana yapılan aynı konudaki farklı kamuoyu araştırmalarının ortalamasına bakıldığında AB desteği zaten yüzde 60’ların altına gerilemiş durumda.

Normal olan da budur.

Normal olmayan ruh hali ötekiydi, yani 1999’un aralık ayında AB’ye aday ülke ilan edilmemizle birlikte yaşanan heyecan patlaması... Hiçbir üye ülkede AB’ye verilmeyen desteğin bizden gelmesinde zaten bir tuhaflık vardı.

Önümüzdeki yaz aylarında Avrupa Parlamentosu seçimleri nedeniyle yürütülen ırkçı kampanyalardan dolayı AB’nin Türkiye’de algı yönetimi yapması çok zor. Yıl sonuna kadarki dönemde bu kampanyaların Türk kamuoyuna yansımaları nedeniyle AB desteği daha da gerileyip yüzde 50 seviyesinin altına dahi düşebilir.

* * *

Hafta başında London School of Economics Türkiye Kürsüsü’nün Brüksel’de Aydın Doğan Vakfı’nın sponsorluğunu üstlendiği, Binnaz Toprak ve Şevket Pamuk’un konuşmacı olduğu bir seminer yapıldı. Ardından Aydın Doğan Vakfı’nın ev sahipliği yaptığı bir yemeğe katıldık. Konuşmalardan anladık ki Avrupa Birliği yetkililerinin nazikçe dile getirdikleri gibi oranın gündemi ile bizim gündem şu anda pek örtüşmüyor. AB tarafı bir yandan haziran ayındaki parlamento seçimlerine gömülmüş, diğer yandan Avrupa anayasasının derdine düşmüş durumda. Bir de beş yıl önce 28 üyeye çıktıktan sonraki "genişleme yorgunluğu" dedikleri olgu var.

Yukarıda çizilen resme bir de bizde AB reform sürecinin ağır aksak ilerlemesini ekleyin. AB ile yürüttüğümüz üyelik müzakerelerinde "Sosyal Politika ve İstihdam" başlığı açılamıyor; çünkü bunun için gereken sendikal haklarla ilgili kanun değişikliklerini yapmamışız. "Vergilendirme" başlıklı müzakere muhtemelen açılabilir, ama bundan doğrudan etkilenecek sektörlerin konudan pek haberi yok.

Özetle şunu söyleyebiliriz: AB müzakereleri hız kaybediyor ve bunun sorumlusu onlar değil bizim taraf. AB’ye giden yolda müzakere başlıklarının yeterli hızla açılmaması ciddi bir sorundur.

Avrupalı bir parlamenterin "Türkiye’de kadınlar sünnet ediliyor mu?" diye sormasının, bu sürecin yavaşlamasıyla hiçbir ilgisi yok. Problemi asıl yaratan taraf biziz.

Türkiye’de AB’ye verilen destek yüzde 40’ların altına düşmediği sürece ciddi bir kamuoyu baskısından söz edemeyeceğimize göre Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bölgesel politikalarda gösterdiği yaratıcı çabayı, bu kez AB konusunda da beklemek hakkımızdır. Yoksa bizi süpürecekler.
Yazının Devamını Oku