16 Mayıs 2009
YENİ Dışişleri Bakanımız bu kimliğiyle gelecek hafta başında ilk kez Brüksel’e gidiyor. İşin diplomasi tarafı çok yazılacak, ben bu yazıda başka ayrıntılara değinmek istedim.
Örneğin Davutoğlu Avrupa Parlamentosu’na uğrarsa hangi kapıdan gireceğini bilmiyoruz ama, benim kullandığım kapıya giden yolda uzun süredir kucağında çocuğuyla dilenen Roman bir kadın yerde oturuyor.
Davutoğlu veya maiyeti kazara Brüksel’in şık alışveriş caddesi Avenue Louise’ye çıkarlarsa yandılar. Hiç tavsiye etmem, zira bu caddede birkaç aydır otomobiller yaya kaldırımlarına park ediyor, itiş kakış, insanlara yürüyecek yer kalmamış.
Avrupa Parlamentosu’nun kapısındaki dilenciden sonra Avenue Louise’de kaldırıma çıkmış araçları da görünce tepkimi tahmin edebilirsiniz. "Oldu bu iş" dedim içimden, Avrupa Birliği üyeliğine çok yakınız!
Bu arada münasebetsiz yabancı bir gazeteci geceleri İstanbul’u dolaştıktan sonra haberine "İstanbul Avrupa şehirlerinden farksız" diye de başlık atmış.
Pardon?
Dilencisi, kaldırıma park eden arabası tamam da, geceler söz konusu olduğunda İstanbul Avrupa’nın neredeyse tüm şehirlerine fark atar. Bunu görmek için gece yarısından sonra Beyoğlu’nda dolaşmak yeter. Oradaki canlılık ne Londra’da, ne Paris’te, belki sadece sıcak yaz aylarında biraz Madrid’de vardır, ama hepsi bu. Hele kuzey ülkelerinde akşam 8’den sonra sokakta insan kalmaz.
Dışişleri Bakanımız akşam yemek saatlerini de garantiye almalı. Akşam 10, bilemediniz 10.30’dan sonra müşteri kabul eden restoran bulamaz pek Brüksel’de. Geçenlerde tiyatrodan çıktık, aç kaldık.
Brüksel, Avrupa Birliği ve NATO odaklı temasların merkezi olmakla beraber bizim bu başkentten alacağımız başka bir ders var. Brüksel iki dilli bir şehir. Yerel yönetimler Flamanca konuşanlar, Fransızca konuşanlar diye ayrılmış durumda. Brüksel çevresinde Flaman yönetimine bağlanan, ama halkı Fransızca konuşan bir belediyenin başkanlığına seçilen şahsın ataması sırf Flamanca bilmiyor diye yapılmadı. Türk göçmenler Flaman bölgesindeki apartman sitelerinde oturma izni alabilmek için harıl harıl Flamanca öğreniyorlar.
Bu yaklaşım Flaman bölgesinde parklara Fransızca konuşan çocukları almamaya kadar varan bir ırkçılık düzeyine tırmanmış durumda.
Bizde de yerel yönetimlerde Kürtçe konuşulması gündemde. İlerde Belçikalılara benzemeden bu sorunları nasıl çözeceğimizi şimdiden düşünmek lazım.
* * *
Son örnekler üzerinden gidersek, inek vakası, eşcinsel hakem vakası gibi olaylarda işin suyunu çıkarmakta ustayız. Birey olmakla ilgili anayasamızın felsefesine de yansıyan ciddi sorunlarımız var.
Ancak köylüsüyle kentlisiyle bizim insanlarımızın yeni durumlara hızlı uyum sağlamak gibi bir özelliği olduğunu unutmayalım. Avrupa’nın geneline üstün olduğumuz yönümüz budur. Dışişleri Bakanımız da bizden biridir. Davutoğlu’nun AB konusundaki son çıkışları, Avrupa yolunda itilip kakılmadan ilerleyeceğimizin ilk işaretlerini vermiştir.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2009
DIŞİŞLERİ Bakanlığı’na Ahmet Davutoğlu’nun gelişiyle Türkiye’nin dış politika önceliğinin bundan böyle Avrupa Birliği olmadığına ilişkin görüşler ortaya atılıyor. Saptama doğru olsa bile tartışmanın zemini yanlış. Avrupa Birliği’nin dış politikayla çakışan yönleri elbette var. Ancak AB politikaları, adaletten maliyeye, finanstan ticarete tüm alanlarda esasen "içeriyi" ilgilendiren bir konudur.
Bugün Türkiye’nin tüm sektörleri AB ile sürdürülen uyum politikalarından etkileniyor. Örneğin, vergiyi ele alalım. AB üyelik müzakerelerinde "Vergilendirme" başlığı açılacak. Vergi oranlarımız AB’ye uydurulacak. Çok yakın geçmişte alkollü içkilerde yaşanan değişiklik bu uygulamanın parçasıydı, bunu başka uyumlar da izleyecek. Tarım sektöründe yüzde 1 olan vergilerin AB alt sınırı olan yüzde 5’e yükseltilmesi kaçınılmaz hale gelecek. İhracatımızda "Büyük Mükellefler Vergi Dairesi" kontrol için devreye girecek.
Vergilendirme başlığının Dışişleri ile pek bir ilgisi olmadığında hemfikirsek başka örneklere geçebiliriz. Telekomünikasyon sektörünü ele alalım. Cep telefonunda ödediğimiz 7 kalem verginin hiçbiri AB’de yok, ama bu kadarla kalmıyor. Bu sektörde AB rekabet kurallarına aykırı uygulamalardan geçilmiyor.
Yakında müzakerelerde "Sosyal Politika ve İstihdam" başlığı da açılacak. Bu da aynen vergi gibi çalışma hayatının her alanını ilgilendiriyor. İstihdam yaratan her kuruluş, işçi ve işveren bu başlıkla açılan müzakerelerden nasibini alacak.
Bir başka örnek: Diyelim ki turizmcisiniz, istihdam politikaları kadar çevreyle ilgili Avrupa Birliği yasa ve yönetmelikleri sizi de etkileyecek. Gıda sektörüne kokoreçle giriş yapmıştık, hálá orada sayıyoruz. Oysa bu sektör ambalajına kadar AB etki alanına girdi bile. Binalarımıza takılan pencereden, yediğimiz bisküvinin paketine kadar her alanda AB ile uyum söz konusu.
İfade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi konulara hiç girmedim, bunların AB bağlantısını zaten biliyoruz.
* * *
Dönelim Davutoğlu’na. Yeni Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’nin dış politikadaki öncelik sıralamasında kendi kıstaslarına göre AB’yi ikinci planda gördüğü aşikárdır. Bu yüzden eleştiri moduna geçmeden önce AB’nin öncelikle iç politikalarımızı ilgilendiren bir mesele olduğunu bir kez daha hatırlamakta yarar var. AB ile Türkiye’nin dış politikada uyum sağlaması ayrı bir konu. Bugün AB ülkelerinin bile ortak dış politikada mutabakat sağlayamadıkları oluyor.
Türkiye’nin bölgesel güç olmasının AB ile sürdürülen müzakerelerle çelişen bir tarafı yoktur. Hele komşularla sıfır sorunlu hale gelmenin AB ilişkimize büyük katkısı olur. ABD ile tezkere nedeniyle bozulan ilişkileri güçlendirmenin de AB ile bu aşamada bir sorun yaratması söz konusu değil. AB’ye yarın üye oluyor olsaydık, o zaman başka olurdu. İçeride AB kazanımlarını sürdürmeye devam etmeliyiz, bu şimdilik bir iç politika konusudur.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2009
YAZGÜLÜ Aldoğan’ın cesur ve cüretkár kaleminden çıkan "Kiralık Erkekler" adlı romanının yayınlanması nedeniyle Haliç kıyısındaki Griffin’de verdiği sıcak davette dört kuşaktan gazeteci dostların yanı sıra Rojin’le de karşılaştım. Rojin’in TRT Şeş’teki programından vazgeçmesine üzüldüm. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamama durumu kimbilir ne fırtınalar koparmıştır onun duyarlı sanatçı ruhunda... Anlamasam da bayılıyordum Rojin’in programını seyretmeye. Bir gece, Rojin’in de katıldığı Reha Muhtar’ın programında bunu dile getirip önünü arkasını düşünmeden "Keşke altyazısı da olsa" deyiverdim. Tartışmaları unutup, altyazı talebinin bir tür denetim olarak algılandığını aklıma bile getirmeden söylemiştim bunu. Nitekim Rojin cevabı yapıştırdı. "Bizim annelerimiz yıllardır Türkçeyi anlamadan yayınları seyrediyor, siz de biraz anlamayın" kabilinden birkaç haşin cümle söyledi. İzleyen günlerde internet forumlarında bendenize ayıp etti diye Rojin’i eleştirenler olduğuna rastladım.
Rojin de dediğine üzülmüş. Oysa ben Rojin’e kızmadım, tepkisini anlamaya çalıştım. Kendimi o Kürt annelerin yerine koyabildim. Düşünsenize kendi ülkenizde bir sürü televizyon yayın yapıyor, diziler, şovlar, eğlence programları gırla gidiyor ve siz hiçbir şey anlayamıyorsunuz. Sadece bakıyorsunuz, okula gidememişsiniz, kimse de size Türkçeyi öğretmemiş.
Yazgülü’nün davetinden ayrılırken Rojin’le kucaklaştık.
* * *
Siyaset sahnesine Özal-Derviş karışımı iddialı bir profille giren Serdar Savaş’ı bakalım Türkiye fark edecek mi? Yıllar önce 23 yaşında Diyarbakır sağlık ocağında ilk görevini üstlenen genç bir doktorken odasının kapısı çalınır Savaş’ın. Yerde halı olduğunu gören bir Kürt, ayakkabılarını eline almış ayakta karşısında dikilmektedir genç doktorun. "Buyur amca" der Savaş, ama adam bir türlü oturmaz, çünkü üstüne alınamaz, dönüp dönüp arkasına bakar doktor kimi buyur ediyor acaba diye.
Serdar Savaş, adamı zar zor bir iskemleye oturtur, hal hatır sorar, çay ikram eder. Ama bu kez de adam derdini anlatmayı reddeder. "Sen beni buyur ettin, çay verdin, bir de sana derdimi anlatırsam çok ayıp olur beyim" der ve gider.
Serdar Savaş, Diyarbakır günlerinde bir yandan Kürtçe öğrenirken diğer yandan da bölge insanının en çok ihtiyacı olduğu şeyin insanca muamele edilmek olduğunu görür.
Rafta beklerken uygulaması AKP’ye kısmet olan sağlık reformunu daha 1993’te hazırlayan ekibin başında yer alan, sonradan Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Program Direktörü olan o genç doktor, bürokrasi ve uluslararası deneyiminin ardından 17 Mayıs’taki DSP kongresinde genel başkan adayı. Kazanır mı bilemem, ama Türkiye’de siyasetin onun gibi hem memleketini hem de dünyayı iyi tanıyan vizyon sahibi genç ve insancıl liderlere ihtiyacı var.
* * *
Taksim Meydanı’nda... Evde, okulda, hastanede... Kadın-erkek ilişkisinde... Dağda, tepede, hapiste... Siyasi partide ve ülke yönetiminde hoyratlık değil şefkatin ağır bastığı gün epey adam olmuşuz demektir.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2009
ABD Başkanı Barack Obama gençliğinde Chicago’da risk altındaki siyah gençlere rehberlik yapan bir ağ oluşturur. Aileleri de dahil eden bir reform projesidir bu. Amerikan okullarındaki sistemin siyah çocukları eğitmekle bir ilgisinin olmadığını ve her toplumda genç erkeklerin şiddete eğilim duyduğunu öğrenir Obama. Bu eğilimler ya disiplin altına alınıp yaratıcı alanlara yönlendirilecektir, ya da bu genç erkekleri veya toplumu veya ikisini birden yıkıma sürükleyecektir.
Barack Obama’nın "Irk ve Kimlik Mirasının Öyküsü: Babamdan Hayaller" adlı kitabının 280’inci sayfasında yazanlar ne diye aklıma geldi, anlatayım.
14 Nisan günü Harp Akademileri Komutanlığı’nda Genelkurmay Başkanı’nı dinlerken beni en etkileyen cümlesi "Terörist de neticede insandır" oldu. Başbuğ, örgüte katılma nedenlerini sıralarken "çocukluğun sevgisiz bir ortamda geçmesi, şiddet kültürünün yaygın olduğu ortamlarda büyüme, yoksulluk, dışlanma duygusu, haksızlıklardan kaçış, şiddetin tek çare olduğuna inanma, eğitimde istenilen imkanların bulunamaması"nı gösterdi, örgüte katılanların yüzde 70’e yakınının 14-20 yaş grubunda olduğunu söyledi.
Bu konuşma yapıldığı sırada 14 yaşında çocuklar teröre karışmaktan hücredeydi. Önceki gün de polise taş attıkları için başlarına dipçik yiyorlardı.
* * *
Harp Akademileri Komutanlığı konuşmasının sadece iç kamuoyuna yönelik olduğunu düşünmüyorum. Kanaatimce ABD Başkanı’nın Türkiye ziyaretinden bir hafta sonra yapılan konuşma, Obama’ya yönelik mesajlarla doluydu. Obama’nın ulusal güvenlik danışmanının bir yazısından yapılan alıntılar, Türk kimliğinin Amerikalı gibi bir üst kimlik olduğunun altının çizilmesi bu izlenimi güçlendiren noktalardı.
Yine Obama’nın kitabına dönelim. Obama, siyahların okuduğu okulda işleri düzeltmeye çalışan bir öğretmenle konuşmaktadır. Odanın duvarları Afrika haritası, eski Afrika krallarının posterleri ile süslüdür. Bu odada aldığı brifingde Obama şu sözleri dinler: "Çocuğa kendisi, kendi dünyası, kendi kültürü, kendi toplumuyla ilgili bir anlayış kazandırmakla işe başlamak gerekir. Çocukta öğrenme açlığı yaratan, bir şeyin parçası olacağını, çevresinde söz sahibi olacağını görmektir. Ama siyah çocuklar için her şey altüst olmuş durumda..."
Tam bu noktada bir başka hassas konuya geliyoruz, o da anadil meselesi. Erken çocuklukta konuşulan dilin eğitim sırasında zorunlu kesintiye uğramasının yaşattığı travmatik etkinin sonuçları bizde yeterince incelenmedi. Dil birliği sağlayana kadar bütün ulus devletlerin geçtikleri bu süreç günümüzde pek çok araştırmanın konusu. Yurtdışında yapılan araştırmalar özgüven, uyumlu kişilik, zihinsel gelişme, sosyalleşme gibi pek çok alanda anadil kesintisinin psikolojik etkileri olduğunu gösteriyor.
* * *
Genelkurmay Başkanı’nın konuşması netti, satır aralarında anlam aramaya gerek bırakmadı. Benim kendi özetimde Başbuğ dedi ki; "Ben asker olarak üzerime düşeni yapıyorum, dış faktör olarak Avrupa ülkelerinin örgütün para kaynaklarına ve yönettiği uyuşturucu trafiğine karşı tedbirleri artırması da yardımcı oluyor, ama çocukları teröre yönlendiren sebepleri yok etmek sivillerin görevidir. Olayın insani boyutunu çözmeyip beni teröriste karşı karşıya bırakmayın!"
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2009
KIRMIZI önlem işareti ile yüksek önemde olduğuna dikkat çekilen e-postanın konu bölümünde şöyle yazıyordu: "Telefonlarınız dinleniyor, önlem almalısınız." Gönderen, bir pazarlama firması.
Anlaşılan o ki telefon dinlemeleri sayesinde başka hiçbir ülkede bulunmayan cazip bir pazar yaratmışız. 2009 Avrupa Yenilik ve Yaratıcılık Yılı’na bu alanda özgün katkılarımız olacağına kuşkum yok. Kaldı ki aganigi naganigiyi yaratmış millet de biziz.
Çocukken kuşdili vardı. Segen begenigi segevigiyogomugusugun’u orta birde terk edip "senfenselfeydi selfenibelfeydi selfeviyoselfeydi sulfusunmelfeydi"ye geçtik. Bu "sulfuhaf telfeydi" dil, annemizden gizli işler çevirdiğimizde çok işimize yarardı.
Dün sabah bizim eski takımdan Şule aradı. "Sülfürkan Telfeydi solfoca helfeydi" diye konuya girdi. Aradan geçen onca yıla rağmen selfeydiceye yeniden ihtiyaç duyması karşısında gülmeye başladım. Şule kızdı, "Sen de selfeydice konuşacaksın" diye buyurdu.
* * *
Şule Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasından izlenimlerimi sordu. Tabii yine selfeydice. Anlatacakken vazgeçtim. Bahane olarak da genelkurmay başkanının iki saatten fazla süren konuşmasını selfeydice anlatmaya kalksam beynimizde cep telefonu tümörü çıkacağını öne sürdüm.
"İnternete gir, Eyüp Can’ın, Kadri Gürsel’in ve Semih İdiz’in Harp Okulu yorumlarını oku, üçünün de yazısının altına imzamı atarım, tekrara gerek yok" dedim.
* * *
Şule’yi zar zor kapattım, oğlanın yaz okulu için Nilüfer’i aradım, iki kelam ettik etmedik, sanki yaz değil terör kampı konuşuyoruz, "Dinliyorlar bütün telefonları, hadi hoşcakal canım" dedi. Derken normalde küfürbaz olan Yasemin aradı, aman ne edepli bir konuşma geçti aramızda bir bilseniz. Zannedersiniz İsviçre’de finishing school’dan çıkıp Paskalya tatiline gelmişiz.
Baktım olmayacak, ben aradım bu sefer deli dolu bir eski arkadaşı. "Alooo, iyi dinlemeler efendim" diye açmaz mı telefonu.
Pazartesi gününden beri yaptığım bütün telefon görüşmelerinde dinlenme ile ilgili bir yorum olunca havaya girdim. Son üç gündür mesela, nemelazım babamın telefonlarını katiyen açmıyorum. Son konuşmamızda bana Gulag Takımadaları’ndan, Soljenitsin’den, Latin Amerika ülkelerinden falan söz etti, bir ara lafını kesip "Telefonları dinliyorlarmış" demeye kalktım, iyicene coştu, salvoları daha da artırdı.
* * *
Nutuk CD’sinin, AB İlerleme Raporu’nun suç delili diye toplandığı, kızların eğitimine gönül verenlerin sindirilmeye çalışıldığı bu son dalga, Ergenekon adı verilen davayı iyice sulandırdı. Zaten en güzel yorumları mizah dergileri yaptılar. Mizah düşüncenin en süzme hali, zekánın en değerli ürünü...
Yine de birkaç yıla kalmaz bu ülkede bizim selfeydiceden çok daha ciddi yeni bir ortak dil gelişeceğine eminim. Bu yeni dil, "ne şeriat ne darbe" diyenlerin demokratik ortak dili olacak. Sinmeyenlerin, korkmayanların, mizah gücünü yitirmeyenlerin katkılarıyla....
Yazı bitti. "Telefonlarınız dinleniyor önlem alınız" konulu mail’i okumadan silmek için bilgisayarın delete düğmesine bastım.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
BEŞ yaşıma gelene kadar evimizin antresinde ahşap, küçük bir guguklu saat vardı. Çocukluk günlerimi zihnimde yeniden canlandırırken minicik bir pencereden çıkan kuşun saat başı guguk deyişi kuşkusuz bu yüzden. Gelgelelim kendi evim ve çocuğum olunca hane halkının itirazları, hatta bu isteğimle ilgili beni içerleten alayları yüzünden uzun süre guguklu saatim olamadı. Sonunda bir gün canıma tak etti ve tavizkár olmaktan vazgeçip şipşirin bir guguklu saati duvarımıza asmayı başardım.
Hane halkı bu sefer de saatin guguk sesini pek beğendi. Kulağa hoş geliyormuş! Şimdi her guguk sesi bana hayatta isteklerimizi ertelememek gerektiğini söylüyor.
* * *
Bu arada guguklu saatimiz sürekli muziplikler yapmaya başladı. Televizyonda bir bakan "Ekonomik kriz yoktur" diyor, bizim hınzır kuş kafasını uzatıyor:
"Guguk!"
Oğluma "Biz çocukken ödevlerimizi okuldan gelir gelmez bitirirdik" demeye yelteniyorum, edepsiz kuş tepemde, "Guguk, guguk!".
Hele seçim gecesi, sürekli guguk guguk guguk.
İstanbul vergi rekortmeni açıklanmayacakmış, guguk...
* * *
Arkadaşım Kerem Çalışkan son günlerde Refik Halit Karay’a taktı. Nihayet pes edip lise yıllarımda okuyup çoktan unuttuğum yazarın kitaplarını yeniden aldım. İlk önce "Guguklu Saat" adlı kitabını okudum. Anladım ki eskiden okunan hiçbir şey unutulmuyor, bir şekilde bilinçaltına yerleşiyor. Öte yandan da sadece "Zabıta Haberleri" öyküsü bile gazete okumaya zevk katmaya yetiyor.
"Bir Guguklu Saat’in Azizliği" adlı hikáyesinde Refik Halit Karay bir çay davetine katılır. Hülya álemine dalmışken başının üzerinde bir hırıltı kopar ve garip bir yaratık birbiri üstüne altı kez guguk guguk diye haykırır. Nedense bu guguklar şu ikiyüzlü dünyada yazara pek anlamlı görünür. Guguklu saat davetlileri o derece münasip yerlerde susturmaktadır ki yazar neredeyse onun bir ruh ve zekáya sahip olduğunu bile inanmaya başlar.
Örneğin yüksek sesle ve azametle işlerinin iyi gittiğini anlatan müflis bir savaş zengini konuşurken kuş yuvasından çıkıp guguk diye haykırır. Ya da sigorta parası için yalısını kasten yaktığı bilinen ve artık yakacak evi de kalmayan bir hanımefendi, "Geçen kışı Nis’te geçirdik, bu sene Mısır’a gidelim diyorum beye, ama inatçı adam razı olmuyor, yine Nis’te villa tutacakmış" demekte iken tahammülsüz kuş kutusundan fırlayıp yine guguk diye can ve gönülden bağırıyor. Bir şair beş bin basılıp tükenen kitabının 10 bin basılmazsa ikinci baskısının yapılmasına rıza göstermediğini söylüyor, kuş üstadın burnuna doğru atılıp guguk diyor. Bir büyük kişinin "Bendeniz iktidarda bulunsaydım yalnız dört kanunla milleti tehlikeden kurtarırdım" diye sürdürdüğü nutkunu artık tahammül ve metanetini kaybeden kuş tiz ve alaycı bir sesle tamamlıyor: Guguk guguk guguk...
Refik Halit Karay modern Türk edebiyatında atlanmaması gereken bir isim. Dilinin güzelliğini ve taşlamalarının inceliğini başka yerde bulmak kolay değil.
* * *
Her eve, her ortama, her meclise bir guguklu saat gerek. Yoksa bile onu duyun, hatta yeri geldikçe ipini çekin ve kuşu öttürün.
Guguk! Guguk! Guguk!
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
YEREL seçimlerden altı gün sonra hiçbir siyaset yorumcusunun, hiçbir akademisyenin, sosyoloğun yapmadığı saptamayı yapmak keşke bu satırların yazarına düşmeseydi. Sanki diller tutulmuş, kimsenin bu konuda söyleyecek sözü yok. Tuhaf bir duyarsızlıkla gerçek bir sorunu görmezden geliyoruz.
Hálá "Sorun nedir?" diye soracak olan varsa, 29 Mart yerel seçimleri sonrası il ve ilçeler ortalaması alındığında kadın başkan oranımız yüzde 2 kadar düşük bir rakamdır. Sadece iki ilimizde kadın belediye başkanımız oldu. Aydın merkezden CHP’li Özlem Çerçioğlu ve Tunceli merkezden DTP’li Edibe Şahin. Sonuç, 81’de iki. Yüzdeye vurunca 2.4 eder. İlçelere gelince, koca Türkiye’de 893 ilçemiz var ama sadece 15 ilçemizde bir kadın başkan seçildi. Yüzde 1.6! Kadın başkanların 11’i, doğu ilçelerimizden seçilen DTP’li adaylar, içlerinden 4’ü de Diyarbakır’ın ilçelerinden. Geri kalan dört başkandan ikisi AKP’li, biri CHP’li, biri de DTP’li.
Türkiye’nin Batı’ya açık ve cumhuriyet değerlerine sahip çıktığı söylenen kıyı şeridindeki ilçelerde, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de erkek egemenliği sürüyor. Bu mudur Cumhuriyet değerlerini sahiplenmek?
İki gün önce Atatürk idaresinin kadınlara oy kullanma hakkını verdiği 3 Nisan 1930’un 79’uncu yıldönümüydü. Dört kuşağın değiştiği upuzun bir zaman diliminde ne büyük bir ilerleme! Herkesten önce kadınlarımıza bu hakkı verdik diye her fırsatta yurtdışında övünmesini biliyoruz, ama elálem bu seçim sonuçlarına bakıp ne der diye hiç düşünmüyoruz.
* * *
Yerel seçimler öncesi partilerin kadın adayları seçilir yerden aday göstermeleri için 19 ilde yoğun bir kampanya yürüten KA-DER Başkanı Hülya Gülbahar tepkisini şöyle dillendirdi: "Herkes şapkasını önüne koyup düşünmeli. Günlerdir yorum yapılıyor, ama kimse de çıkıp Türkiye’yi beş yıl daha sadece erkekler yönetecek diyemiyor. Bu ne kayıtsızlık!"
Gülbahar’a göre "kadın başkan oranının iller ve ilçeler ortalaması alındığında seçim sonuçlarına damga vuracak olan olgu budur. 21’inci yüzyıl Türkiye’sinin hákim siyasal kadroları, kadınlara yerel yönetimlerde yer açmaya direnmektedir".
Yorumcular seçimleri kimlikler üzerinden değerlendirirken de kadınlar unutuluyor. Bu ülkede Karadenizlinin, Akdenizlinin, Doğulunun, Egelinin, Kürtlerin, gençlerin, yaşlıların yarısı kadın. Normal koşullarda seçimlerle ilgili tüm değerlendirmelerde kadın boyutunun ele alınması gerekirdi.
* * *
KA-DER Başkanı’nın dikkatini çeken bir diğer konu da televizyonlarda erkek yorumcuların çokluğu. Türkiye, seçimlerini erkeklerin gözüyle değerlendiriyor. Yeni kuşak siyaset gazetecilerinin hemen hepsi erkek. Genç kuşak kadın gazetecilerin çoğu magazine, röportaja, "soft" gazeteciliğe özendirildiler. Nazlı Hanım, Şükran, Ferai, Gülay, Meral, Ruhat, Nuray, Zeynep. Bu kadroya iki üç kadın gazeteci daha ekleyin deniz kurur, arkamızdan da gelen yok. Siyasetin yorumunu yapmak erkeklere bırakılınca da Türkiye’nin beş yıl daha erkekler tarafından yönetilecek olması normal karşılanabiliyor.
Erkek meslektaşlarımızı seçimleri bir de kadın boyutuyla irdelemeye davet ediyoruz.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2009
LINZONU Linz’de, taksiden inerken gördüm, ille de yol parasını ödemek istiyor, taksi şoförü ise Nuh diyor peygamber demiyordu. Sonunda Türk asıllı taksici galip geldi ve 87 yaşındaki yolcusu Profesör Nermin Abadan Unat’ın arkasından seslendi: "Türkiye için Avrupa Birliği’ne katkım olsun!"
Linz, 2009 yılı Avrupa kültür başkenti. Avusturya Cumhurbaşkanı tarafından açılışı yapılan Extra Europa diye bir sempozyum düzenleyip, AB dışı üç ülkeden, Türkiye, İsviçre ve Norveç’ten konuşmacı davet etmişler. Avusturya yüzde 5 ile AB üyeliğimizi en az destekleyen ülke. Akşam otelin barında Avusturyalı bir gazeteciye neden Türkleri istemediklerini soruyorum. Ülkesindeki 500 bin Türk’ün uyum sorunu yaşadığını, yaşam tarzlarının uymadığını anlatıyor.
Önce ona orada 500 bin değil 220 bin Türk olduğunu, yarısının da Avusturya vatandaşlığına geçtiğini söylüyorum, ama bana pek inanmıyor. Belçika’da da, Hollanda’da da Türklerin olduğunu ama hiçbir yerde yüzde 5 gibi bir oran olmadığını, her 100 Yunanlıdan hiç olmazsa 24’ünün Türkiye’yi AB’de görmek istediğini söyleyince biraz şaşırdığını hissediyorum.
* * *
Avusturya’da Türk imajı denilen sorun tamamen siyasetçilerden kaynaklanıyor. Viyana kuşatmasıyla da bir ilgisi yok. 2002’de yapılan kamuoyu araştırmalarında Türklerin AB üyeliğine verilen destek (yüzde 32) ile Hırvatistan’a verilen (yüzde 34) neredeyse aynı. Aradan sadece üç yıl geçiyor, Türkiye’ye destek yüzde 10’a inerken Hırvatistan’ınki yüzde 55’e çıkıyor.
İki arada bir derede ne oluyor diye sorunca ortaya çıkan resim şu: 2004’te Avusturya’da sağcı partiler iktidar oluyor. Aşırı sağcı iktidar ortağı Haider o güne kadar Türkiye aleyhinde ağzına ne gelirse söylemişken çark ediyor. Hükümet politikası olarak karşı tavır almaktan vazgeçiyorlar.
İşte tam da bu noktada sosyal demokratlar oy uğruna Türkiye’yi satmakta mahzur görmüyorlar. Türkiye karşıtı kampanya yapıyorlar. Kısa bir süre sonra Haider de zaten fikir değiştiriyor. Avusturya’da Türkiye’yi savunan kimse kalmıyor.
* * *
Avusturya, Almanya ya da başka bir ülke... Türk olan her yerde asimile olan seviliyor, kibarca entegrasyon isteniyor. Bugünkü çağda bu ne kadar mümkün? Avrupa’ya Türk göçünü daha 1960’larda incelemeye başlayan Prof. Abadan Unat’a göre, teknoloji çağında göçmenlerin ülkelerinden kopmaları mümkün değil. Ne tam olarak oralı ne tam olarak Türkler. Ve onların artık ayrı ve farklı bir kimlikleri var.
Ayhan Kaya gibi genç araştırmacılar buna "transnasyonal-ulusötesi kimlik" diyorlar. Sayıları her geçen gün artan "Eurotürk"ler işte bu üçüncü kimliğin sahipleri. İnsanlara kimlik giydirirken en demokratik ve insani kabul de bu olmalı. Göçün yarattığı üçüncü kimlikle barışık olmak gerekiyor.
On dört yaşına kadar Türkçe bilmeyen, Viyana doğumlu, Atatürk Türkiyesi’ni 1936’da vatan olarak benimsemiş Prof. Nermin Abadan Unat’ın parasını almayan Eurotürk taksi şoförü arkasından bağırıyor: "AB’ye katkım olsun..."
Zaman akıyor, kimlikler değişiyor...
Yazının Devamını Oku