Şekilcilik deyip geçmeyin, erozyona uğrayan Cumhuriyet değerlerini konuşurken bunları da unutmamamız lazım. Sorgulayıcı aklın eseri olan estetik duygusu yok oluyor ve Ankara’nın yeni havası Avrupa esintisi taşıyan heykelleri kaldırmıyor.
Kültür Bakanı Günay geçen yıl çaydanlıkla ilgili olarak “Su perileri kaldırıldıktan sonra yerine birtakım seramik reklam unsurları konuldu” demişti, ama o da bir şey yapmadı.
* * *
Konuyu Cumhuriyet estetiğine bağlayacağım, çünkü öyle bir şey vardı ve bu bazılarının saçmaladığı gibi kalpaktan ibaret değildi. Cumhuriyet beraberinde farklı bir estetik de getirmişti. İlginç olan, bu estetiğe bağlı olarak Türk modernitesi Cumhuriyet’ten önce, Osmanlı zamanında başlamıştı. Osmanlı modernitesi de üst yapıdan yola çıkmıştı. Cumhuriyet bu yola seküler kültür politikalarını ekledi.
Cumhuriyet estet iğinin analizini yapanlardan İsmail Mert Başat “Osmanlı’dan kalan İstanbul elitinden bir bölümünün yaşadığı kültürel ve zihinsel travma bizatihi Osmanlı’nın çöküşünün belirlediği bir travmadır. Cumhuriyet’in kuruluşu çöken yapıyı kurtarmanın değil, halkı bu enkazdan geleceğe doğru kopartmanın eylemidir” demektedir.
Modernite ile birlikte birebir canlandırma sürecinin yerini “anlamlandırma” almıştır. Nesnelerin anlamlandırılması için sorgulayıcı akıl gerekir. Çaydanlık bir canlandırmadır, anlamlandırmayı gerektirmez.
“Sadrazam Sait Paşa Konağı” adıyla anılan, İstanbul Moda Akademisi’nde bir giysi sergisi açıldı. Sait Paşa, 1879 ile 1912 arasında dokuz kez sadrazamlık yapmış. 33 yıl sürgüne gönderilmiş, her defasında bir şeyler yapıp devleti çöküşten kurtarmaya çalışmış, ama başaramamış.
* * *
İzlenim ilk birkaç saniyede oluşur. Ne dediğinizle çok az ilgilenilir. Nasıl göründüğünüzün etkisi yüzde 55’tir. Yüzde 38 kadarı işitseldir, yani ses tonunuzdur tayin edici olan. Ettiğiniz lafın etkisi ise sadece yüzde 7’de kalır.
İletişimin ölçümlenmiş bu kuralını gelin dağdan barış için inen Kürtlerin görsellerine uygulayalım. Barış derken kırılan potun büyüklüğünü hemen anlayacağız.
PKK daha ilk hamlede yüzde 55 “zafer” kazandığı görüntüsü verdi.
Ancak yüzde 55’lik zafer görüntüsü, iç barış açısından açılım sürecinin kayıp hanesine yazıldı.
* * *
“Anne memleketin Gostivar’dan resim getirdim, Topkapı Sarayı’na gel de bak” dedi... Bölünmüş ruhum o sırada Halep Türkmeni olan Gaziantepli babaannemin tarafındaydı, zira Suriye sınırında Vize Muafiyeti Anlaşması imza törenine henüz katılmıştım.
Ortadoğu açılımlarını destekleyen Ortaylı, konu Suriye ile vize muafiyetine gelince “O iş yaş, AB’ye gireceğiz diye yeniden koymasalar” deyip devam etti: “Ama zaten bu kadar hırlı yeri AB’ye almazlar...”
Türkiye’nin 1295 kilometrelik problemli güney sınırı güvenli bölge olmadan içeride Kürtlerle olan “hırı” bitirmek mümkün değil. Dolayısıyla AB işi de buna bağlı.
Arada kaynayan bir demeçti. Cumhurbaşkanı, “Almanya seçimlerine, Fransa gerilimine takılmayalım, 10 sene sonra bugünkü Türkiye’nin cazibesini 20’ye katladığınızda Norveç’in yaptığını yapabilir” diyordu...
Norveç, Avrupalılığı tartışmasız bir ülke, ama halkı referandumla AB üyeliğini reddetti...
Petrolü ve doğalgazı var...
İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde dünya birincisi...
Bakan, danışmanları ve üç gazeteciyi taşıyan 10 kişilik Falcon uçağının ekranlarında varışa olan zaman 2 saat 55 dakikayı gösteriyordu. Bir anda gösterge değişti ve varışa 20 dakika yazısı çıktı. Pilot risk almamıştı. Uçağın hidrolik sistemiyle ilgili bir tereddüt oluştuğu için geri dönüyorduk.
Esenboğa’dan tekrar havalandık ve sabaha karşı Brüksel’e vardık. Derya Sazak ve Mehmet Altan’la birlikte Dışişleri Bakanı ile uçakta uzun bir sohbetimiz oldu. Davutoğlu etrafında güvenlik çemberi oluşan, komşularıyla sıfır sorunlu bir Türkiye’nin iç reformlarını çok daha kolay tamamlayacağını, AB sürecinde hızlı ilerleyeceğini hesaplıyor.
Ermenistan sorununun çözümünde 10 Ekim’de İsviçre’de imzalanacak olan protokolle büyük adım atılıyor. Diplomaside zamanlama çok önemli. Davutoğlu 13 Ekim’de de 9 Türk bakanla Halep’te Türkiye-Suriye Ortak Bakanlar Kurulu toplantısını yapıyor. Türkiye-Suriye sınırında vizenin kalkması nedeniyle şenlikler yapılıyor. Ermenistan’ın bu sınır açılışı şölenini dikkatle izleyeceğinden kuşku yok.
Bunu ay ortasında bu kez Irak’la yapılacak ortak bakanlar kurulu toplantısı izleyecek. Daha da önemlisi, 3-4 ay sonra bu toplantıların benzeri Rusya ile de yapılmaya başlanıyor.
İşte Türkiye aralık ayındaki AB Konseyi’nde bu çerçevede ele alınacak. “İmtiyazlı ortaklık”tan söz edenlerin bu tablo karşısında ne deyip ne yapacakları ilgiyle izlenecek. Balkanlar’dan Afganistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada Türkiye’nin gösterdiği etkin duruş AB’yi Türkiye politikalarını yeni bir gözle ele almaya sevk edebilir.
* * *
Davutoğlu Osmanlı-Türk modernleşmesini bir “intibak modernleşmesi” olarak sınıflandırıyor. Günümüzde de AB reformları Türkiye’nin soğuk savaş sonrası döneme intibakı için şart.
Ona göre son yedi yıldır Cumhuriyet bir modernleşme projesi olarak ne dinden ne laiklikten vazgeçilerek restore edilmekte...
Bu kuşkulu bakışa Batı Avrupa siyaset elitinde de rastlandığına zaman içinde tanık olmuşluğum var.
O nedenle, Türk Dışişleri Bakanı’nın AB konusunda ne dediğini iyi anlamak lazım.
Bunun için elimizde Davutoğlu’nun beyninin içini açarak Türkiye’nin uluslararası konumunu ele aldığı “Stratejik Derinlik” adlı kitabı var. Davutoğlu 10 yıl önce orada ne yazdıysa bugün aynen uygulamaya çalışıyor. Çok da iyi ediyor.
Davutoğlu bugün doğu ve güney komşularımızla Almanya’nın Ostpolitik denilen Doğu Avrupa politikasının benzerini izliyor. “Türk Ostpolik”i de güvenlik politikaları ile ekonomik ve kültürel işbirliğini birbirine paralel götürüyor. En son Suriye ve Irak’la izlenen politika budur.
Şu cümleler Dışişleri Bakanımıza aittir: “Avrupa gerek coğrafi gerek tarihi derinlik açısından, birinci derecede önem taşıyan yakın kara havzası niteliğini taşımaktadır. Coğrafi ve tarihi parametreler açısından bakıldığında, Türkiye Avrupa kıtasının ve tarihinin tabii bir parçasıdır.”
Davutoğlu önceki gün New York’ta düzenlenen 2009 Balkan Liderleri Toplantısı’nda Avrupa’ya bakışını da anlatan şu önemli cümleyi söyledi: “Balkanlar Avrupa’nın periferisi değil, Avrupa’nın merkezidir. Bu yüzden Balkan ülkeleri kendilerine güvenerek yeni bir ruhla güçlerini birleştirmelidir.”
Balkan liderleri önümüzdeki 10 Ekim’de İstanbul’da tekrar bir araya gelecekler. Davutoğlu’nun bu kez kendi ülkesinde yapacağı konuşma ilgiyle bekleniyor. Zira Balkan Politika Kulübü tarafından düzenlenen İstanbul zirvesinin konusu Türkiye ve AB.
* * *
Bir okur ise gönderdiği e-postada “Yazınızı okuyunca aklıma matematikteki olmayana ergi metotu geldi. Itri de rahmet istedi o meşhur şarkısı ile. Tuti-i mu’cize-guyem... Boşuna uğraşmayın anlamazlar” demekteydi...
Neyse ki “anlayanlar” da çıkmaya başladı. Uzun zamandır beklenen AB İletişim Stratejisi Avrupa Birliği Genel Sekreterliği tarafından Bakanlar Kurulu’na bu hafta sunuldu. Gerek Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, gerek ABGS Genel Sekreter Yardımcısı Burak Erdenir ve kurumun İletişim Başkanı, Bakan Özel Danışmanı Faruk Kaymakçı ile yaptığım görüşmelerden anladığım diplomasinin AB bacağında iletişimi rayına oturtmak için yoğun hazırlık var.
Dolayısıyla da üçüncü bir olanağı dışlayan “olmayana ergi” metodunu en azından AB iletişiminde bir kenara bırakıyoruz demektir.
Osmanlıcasıyla “abese icra”, Latincesiyle “reductio ad absurdum” denilen “olmayana ergi” mantığında üçüncü şık hiçbir zaman yok, ama işte bu kez karşımızda gerçekten detaylı hazırlanmış bir iletişim planı var.
Faruk Kaymakçı yakında bu plan için toplumdaki ilgili paydaşlardan katkı alacaklarını söylüyor. Strateji iki yönlü, bir ayağı ABYİS denilen Avrupa Birliği’ne Yönelik İletişim Stratejisi, diğeri de TÜYİS denilen Türkiye’ye Yönelik İletişim Stratejisi.
¡ ¡ ¡
AB iletişim stratejisinin bir güçlüğü de, mevcut durum tespitini her geçen gün yenileme gereği. Çünkü Türkiye’nin kendini konumlandırması hızla değişiyor. Yayı geren de okun hedefi de aynı kalmıyor.
Son olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun izlediği aktif Ortadoğu politikası meyvelerini vermeye başladı.
Şu cümleler size çok aşina gelebilir: “Gameboy’umu geri verin! PSP’mi gizlediğiniz yeri söyleyin!”
Çocuklu her evde duyulan klasik cümleler bunlar. Çocukların bağımlı oldukları aletler yüzünden birbirine giren anne babalara iyi haberlerim var.
Video oyunları ciddi ciddi okullarda karatahtanın yerini alacak gibi görünüyor. Şu anda New York’taki Bank Street ilkokulunda eğitim video oyunlar üzerinden veriliyor ve bu okulun şanı almış yürümüş durumda. İnternette araştırınca bu konuda yapılmış yüzlerce araştırma çıkıyor karşınıza. Henüz denenen bir yöntem. Derslerin içeriği de buna göre değişiyor.
* * *
Eğitimin tarihine bakarsanız, Bolonya’da başlayan birinci nesil klasik üniversite eğitimi 19’uncu yüzyılın başında Almanya’da Humboldt ekolüyle yenileniyor ve araştırma dönemi başlıyor. Humboldt’dan 200 yıl sonra ise bugün artık üçüncü nesil üniversiteden söz ediliyor. Araştırmanın üzerine projelerini hayata geçiren girişimciler yetiştirmesi bekleniyor 3. nesil üniversitelerden.
Girişimci çocuk nasıl yetişecek? Öyle anlaşılıyor ki günümüzün çocuğuna yeni teknolojinin aletlerini ve oyunlarını yasaklayarak değil. PSP kuşağının kafası farklı çalışıyor. Onları kendimize uydurmaya çalışmak hata. Sonunda eğitimciler de buna uyanmış olmalılar ki video oyunlarla değişik bir eğitim sistemine geçiş söz konusu. Bunun yepyeni bir pazar oluşturacağını da hesaba katmak gerek. Oyun endüstrisi şimdiden hükümetlerin bu alana yatırım yapması için bastırıyor.
İngiltere’deki video oyunu üreticilerinin sektör derneği TIGA, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin 2009 eğitim raporunu fırsat bilip çağrıda bulundu bile. Bu rapora göre İngiltere’de ortaöğrenim iyi durumda değil. Tabii raporun bir de bizi ilgilendiren kısmı var. Türkiye ve Meksika 28 üye içinde eğitimle ilgili pek çok göstergede en geri iki ülke.
Bu eğitim sistemi ile nasıl üçüncü nesil üniversitelere geçeceğimiz ve projeci gençlik yetiştireceğimiz ise ayrı konu.