Zeynep Göğüş

Maymun ve çocuk

21 Mart 2009
ANVERS Hayvanat Bahçesi’nin duvarına Darwin kuramını anlatan ünlü posteri asmışlar. Oğlum gülerek, "Anne bak işte, maymun önce ayağa kalkmış, yavaş yavaş dikleşip sonra da insan olmuş" dedi.

O sırada bütün gün dolaşmaktan bel ağrım tutmuştu ve dört ayak üzerinde değilsem de duruş olarak "evrim"in ortalardaki haline geri dönmek üzereydim. Bel fıtığı uzmanı kesilen dayımın söylediklerini hatırladım. Omurgamız hálá evrimsel uyum sürecini tamamlamaya uğraşıyormuş, bu kadar çok bel ağrısı çekmemizin nedeni de buymuş.

Türkiye’ye döndük, Darwin tartışması koptu. Oğlum henüz gazete değil, şu ara sadece Tenten ve Eğlenceli Bilim serisini okuduğundan olan bitenden haberi yok, ama benim aklım maymunlu Darwin posterine takıldığından ona sordum: "İnsan nereden geliyor?"

"Tabii ki maymundan" cevabını alınca nasıl bu kadar emin olabildiğini kurcaladım ve "Çünkü anne, insan genlerinin yüzde 98’i maymundan gelmedir" yanıtını aldım.

Peki o bu bilgiyi nereden almıştı? "National Geographic" cevabını verdi ve Tenten’le köpeği Milou’nun Yedi Kristal Küre macerasını anlatan heyecanlı sayfalara geri döndü.

* * *

Aile içi maymun vakamız, beni üç konu üzerinde düşünmeye sevk etti.

Birincisi; TÜBİTAK’ta kopan Darwin olayı nihayet laiklik tartışmasını olması gerektiği yere taşımıştır ve bu sevinilecek bir gelişmedir. Bugüne kadar sadece Atatürk, asker ve başörtüsü üzerinden yapılan bir tartışmanın ekseni değişmiştir. Bu, tartışmayı daha sağlıklı yapabileceğimiz, daha doğru bir eksendir. Bir bilim kuruluşu olan TÜBİTAK’ın başkan yardımcısı, dönemin "hassasiyetlerini" öne sürerek Darwin’in dergi kapağı olmasına karşı çıkabiliyor ise insanlar üzerinde laikliğin tırpanlanması anlamında çok ciddi bir baskı var demektir. Gelişmiş insanlar ve toplumlar bu tür baskılara direnir.

İkincisi; din eğitimi meselemizdir. Bu ülkede yaşayan çocuklar her şey bir yana içinde yaşadıkları toplumu tanımak adına yaradılışın Kuran’daki anlatımından en azından haberdar olmalıdır. Bu bir "kültür" sorunudur ve laiklikle de inanıp inanmamakla da alakası yoktur.

Üçüncüsü; CHP’nin bir ara sözünü ettiği Kuran kursu "açılımı"dır. Kuran’ın Türkçesinin okunması ve tartışılması gerektiğini düşünenlerdenim. Belki de o zaman, İlber Ortaylı’nın "İslam Rönesansı Türkiye’den çıkmalıydı" sözü bir özlem olarak kayda geçmezdi. 16’ncı yüzyılda Luther, İncil’i Latinceden Almancaya çevirene dek "özgür okuma" yoktu ve din bilgisi sadece papazların elindeydi. İnsanlar bizim Arapça Kuran okumamız gibi İncil’i anlamadan okuyorlardı. Değişik fikirlere yol açar diye İncil’in çevirisi reddedilmişti. İncil’i İngilizceye ilk çeviren William Tyndale, diri diri yakılmıştı. Avrupa bu yollardan geçerek seküler bir toplum oldu. En son dini baskı örneklerini 20’nci yüzyılda Portekiz’de Salazar ve İspanya’da Franco diktatörlüklerinde yaşadı.

Oxford Üniversitesi’nden Campo de Fiori’ye kadar Avrupa’nın meydanları bağnaz Katolikler tarafından diri diri yakılan özgür düşünceli reformist din adamlarının heykelleriyle dolu. Darwin tartışmasının bir sorusu da şudur: Bizler birbirimizi yakmadan seküler bir topluma ulaşabilecek miyiz?
Yazının Devamını Oku

Hillary’nin TV seçimi

14 Mart 2009
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Türkiye’de iki televizyon programına çıktı, Kanal D’de Mehmet Ali Birand’la konuştu, NTV’de ise Çiğdem Anad’ın yönettiği, Aysun Kayacı, Müjde Ar ve Pınar Kür’ün ortak sohbet programı Haydi Gel Bizimle Ol programına konuk edildi. Sizce Hillary Clinton neden yüzlercesi arasından bu iki programı seçti?

Bu seçimde kanalların rol oynadığını sanmıyorum. Bayan Clinton ve iletişimcileri bu kararı uzun uzun düşünerek son derece planlı biçimde yaptılar.

İletişimde verdiğiniz mesaj kadar onu nerede ve kiminle sunduğunuz, mesajınızı verirken hangi fotoğraf karesine girdiğiniz ve görsel olarak ne anlattığınız da önemlidir. Seçtiğiniz ortam bazen ağzınızdan çıkan kelimelerin önüne geçer.

Öncelikle Birand... 32’nci Gün’le sınırları kaldırıp tek TV kanallı günlerde Türkiye’yi ilk kez uluslararası vizyonla buluşturan gazeteci olduğu için, AB ile entegrasyonu savunduğu için seçildi. Bu seçimin dolaylı mesajı, "Yeni Amerikan yönetimi olarak biz Türkiye’nin Batı ile entegrasyonunu, Batılı normları ve hür basını savunuyoruz"dan başka bir şey değildi.

Bayan Clinton’ın ikinci tercihi, verdiği mesaj açısından daha da önemliydi. Büyük çoğunluğu erkekler tarafından sunulan ve yönetilen binlerce televizyon programı arasında neden tüm sunucuları kadınlardan oluşan bir programı seçti? Erkek erkeğe "ciddi" programlarda görülen beyefendilerin ne kabahati vardı? Saçını bile boyatmaya vakit bulamamış yorgun argın bir Dışişleri Bakanı neden ille de o programa koştu?

Ben mesajı aldım. Daha doğrusu gizli değilse de örtülü olan mesajın farkına vardım. Pek çoğumuz da aynı mesajı bilinçaltına yazdı, o programdan geri kalan görüntü şu ya da bu biçimde kafalarımıza iyice yerleşti. Bayan Clinton’ın yan yana durduğu Türk kadınları resmi oluştu. Özgür, özgüvene sahip, sözünü esirgemeyen, erkeklere meydan okuyan, Batılı değerlere sahip, kendi tercihini kendi yapabilen Türk kadınlarından oluşan bir resimdi bu. Türkiye için tercih ettiği kadın fotoğrafını bize böyle aktardı Hillary Clinton.

* * *

Obama yönetimi ABD’deki bazı grupların tersine Türkiye’yi AB’den kopartma derdinde değil. Amerikalı stratejist G. Friedman gibi "AB dağılacak, siz iyisi mi kendinizi Ortadoğu’da güç yapın" diyerek bunu yapmak isteyenler var elbette. Ancak Bayan Clinton’ın temsil ettiği Demokrat geleneğin daha önce eşi Başkan Clinton tarafından da dile getirilen, "Türkiye AB üyesi olmalıdır, çünkü dünyaya Batılı değerlerin hakim olmasını istiyoruz" cümlesiyle ifade edilen farklı bir vizyonu var.

Friedman gibi ılımlı İslam peşindeki Amerikalılar bir yana, asıl şaşırtıcı olan "Avrupa Birliği dağılıyor" söyleminin ülkemizde gördüğü kabul. Bunu söyleyenlerin hangi somut veriye dayandıklarını bir bilsek, en azından karşı argüman üretecek bir zeminimiz olurdu...

Yeni Amerikan yönetiminin Türkiye’nin Avrupa entegrasyonunu destekleyen bakışının önümüzdeki günlerde daha fazla hissedileceğini söylemek kehanet olmaz. Özellikle de hükümet üzerinde...
Yazının Devamını Oku

Fethullah Gülen’e kitap hediye ediyorum

7 Mart 2009
GELECEKLE ilgili tahminlerde bulunan bir Amerikalı, "AB dağılacak" dediğinde bu kadar çok aklı başında insan nasıl olup da ona inanabiliyor? Evet soyadı Friedman, ama ön adı dünyaca ünlü iktisatçı gibi Milton değil! Ve aradaki bu fark, Şişli Belediyesi için ikisi de aday olan DSP’li Mustafa Sarıgül ile CHP’li Muharrem Sarıgül’ün oy pusulasında yan yana yer almasından daha fazla kafa karışıklığına yol açabilir. itekim öyle de oldu. Prestijli Friedman soyadı bir Amerikan düşünce kuruluşunun başındaki bu zatın söylediklerini inanılır kıldı.

Türkiye, AB’yi bırakıp Ortadoğu’da lider olmalıymış! Ardından Fethullah Gülen, Sabah’taki demecinde Davos’tan sonra Başbakan’ın Yavuz Sultan Selim gibi karşılandığını belirttikten sonra "Türkiyesiz bu bölge düşünülemez, çünkü her yerde Osmanlı’dan kalma müthiş bir kredimiz var" dedi.

Osmanlı’dan kalma kredi mi dediniz? Yoksa artık Fethullah Gülen’i de mi yanıltan dalkavuklar var? Maşrıktan mağribe Arap coğrafyasında Osmanlı sempatizanı olan bir kimseye henüz rastlamadım. Tam tersine hemen her Arap, 500 yıl Osmanlı boyunduruğunda yaşamış olmanın verdiği olumsuz duyguları genetik olarak taşır. Üstelik geri kalmışlıklarını da buna bağlarlar. Unutmadan, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan Erkan Tufan dostumdan rica edeyim, konuya farklı bir bakış açısı kazandıracak olan Falih Rıfkı’nın Zeytindağı kitabını Sayın Gülen’e benden küçük bir armağan olarak göndersin.

* * *

George Friedman öyle buyurdu diye biz şimdi, "Zaten son padişahımızı da bulduk, bir de halifeliği aldık mı Ortadoğu liderliğimiz için engel kalmadı. Boşver AB’yi, zaten bizi Müslümanız diye itip kakıyorlar, koşalım din kardeşlerimizin yanına" mı diyeceğiz?

Bu kadar basit mi?

Türki cumhuriyetler coğrafyasını gezdim. Orada Türkiye’ye en büyük itibarı getiren artı değer, Avrupa Birliği’ne aday bir ülke olmamız. Bunu da ilk keşfedenlerden biri MHP Lideri Bahçeli olmuştu ve 2002 seçim söyleminin içinde AB’ye karşı çıkmayarak bu unsura yer vermişti.

Aynı şekilde Arap álemi, Türkiye’ye bölgenin Avrupa’ya açılan kapısı olduğu için değer vermektedir, Osmanlı geçmişi yüzünden değil. Türkiye bu ülkelerin gözünde Avrupa’ya entegre olduğu ölçüde değer kazanmaktadır. Bunun son örneğini THY’nin Bağdat seferi açılışında yaşadık. Bağdat Havaalanı’nda Iraklı Ulaştırma Bakanı, üç cümlede bir Türkiye’nin Avrupalılığından dem vurdu.

* * *

İspanya, AB üyesi olarak bütün Latin coğrafyası üzerinde daha fazla itibar elde etti. Benzer şekilde Fransa, Akdeniz Birliği ile AB içindeki gücünü artırma gayreti içerisinde. Türkiye de AB üyesi olmak koşuluyla Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasında liderlik konumunu üstlenebilir. AB dışında kalarak bunu yapamaz.

27 üyeli AB’nin dağıldığı yok, ama kriz yüzünden yeni üyelerin alınması uzayabilir. "AB dağılıyor, siz kendinizi farklı konumlayın" diyen tatlı dilli Amerikan tilkilerine kanmayalım.
Yazının Devamını Oku

Panter başörtüsü

28 Şubat 2009
ÖNÜMDE panter başörtülü bir genç kadın oturuyordu. Onu sadece arkadan gördüm. Sanırım bir meslektaşımızdı; Kadın Girişimciler Derneği’nin toplantısında Avrupa Parlamentosu üyesi Karin Riis Jorgensen’i dinleyip haber yapmaya gelmişti. Panter hayli iddialı bir desen. Bu desen cinsellik çağrıştıran kışkırtıcı bir algıyla zihinlere yerleşmiş durumda. Bazı kentli erkeklerin buna "avcı" deseni dediklerini bile duydum. Elbette ki kadınlar bu erkeksi algıların esiri olmak zorunda değil, ama aldırmayıp panter desenli giysi taşımak yine de cesaret ister.

Sorum şu: Panter başörtülü genç kadın "muhafazakár" olabilir mi? Yoksa o "modern" midir?

* * *

Burberry ile başlandı, panter desenine geçildi. Sosyologlar türbandaki değişimi iyi yorumlarlarsa değişimin ipuçları hakkında fikir sahibi olabilirler. Şehirli türbanlılar durduk yerde neden önce en bilinen ekose desenini kullanan İngiliz Burberry markasını seçtiler?

Ekose her şeyiyle Batılı bir desen. Kökü İskoçya’dan geliyor. Gel de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Türk ruhu üzerinde düşünürken sarf ettiği "Asıl tarihi mukadderimiz bizim Garb’e iltihakımızdır" sözünü hatırlama! Dallı güllü etnik vurgulu eşarplar atılıp yerini ekose aldıysa, bunun altındaki "Köylü değil kentliyim ve modernleşmek istiyorum" mesajını okumak gerekirdi.

Ve işte şimdi de panter, ekosenin yerini alıyor. Bunu da doğru tercüme etmek gerek.

Buradan hemen KONDA’nın çok önemli bulduğum "Biz Kimiz 2008" araştırmasının sonuçlarına geçmek istiyorum, zira panter başörtüsü üzerinde de düşünmeme yol açtı. Bu araştırma, Türkleri 9 gruba ayırmış. En çarpıcı tarafı Türkiye’de tümüyle laiklik ekseni altına düşen hiçbir grubun olmaması. Araştırmanın babası Tarhan Erdem’e sordum: "Bu tabloya bakarak Türk toplumu sekülerleşmiştir" diyebilir miyiz? Dikkat ettinizse laikleşmiş midir diye sormadım, çünkü sosyolojik olarak tam aynı şey değil.

"Hayır diyemeyiz, ama sekülerleşme yolunda hızla ilerlemektedir" yanıtını aldım.

Eğer öyleyse, ki bunun sağlaması için birkaç yıl sonra aynı araştırmanın tekrarlanmasını beklemek zorundayız, sevinilecek bir tespittir.

Türkiye zenginleştikçe modernleşme de hız kazanacak. Daha önce de yazdım, tekrarlıyorum. Kişi başına milli gelir ortalaması yılda 15 bin doları aştığında farklı bir düzlemde olacağız. Ancak bu değişim, muhafazakárlık yok olacak anlamına gelmeyecek. Kabul edelim ki her yerde olduğu gibi bizde de modernite içinde muhafazakárlık da var. Belki de o gün geldiğinde, kafasına panter desenli toka bile takmaya çekinen bu satırların yazarı, şimdi bulunduğu varsayılan endişeli modernler kümesinden mazbut modernler kümesine geçmiş olacak. Hatta belki daha şimdiden oradadır.

THY kazası için not: THY’yi Amsterdam kazası ardından yaptığı mükemmel kriz yönetimi için kutlamak gerek. İletişimciler, örnek kriz yönetimi vakası olarak bu konudaki haberleri kesip saklamalılar. Aksaklıklar Hollanda’dan gelen eksik bilgilerden kaynaklandı. Bunu önlemenin yolu, THY’nin bundan sonra uluslararası ilişkilere daha fazla önem vermesi.
Yazının Devamını Oku

Öfke ile baş etmek

21 Şubat 2009
İLKOKUL dördüncü sınıfa giden on yaşındaki oğlumun çantasında dün akşam bir yazı buldum. <br><br>Yazının başlığı "Öfke ile baş etmek" idi ve altında 15 madde halinde çözüm önerileri sunuluyordu. Oğlum hafta başında kimsenin yönlendirmesi olmaksızın kendi başına okulun psikoloğuna başvurmuş ve öfke kontrolü için yardım istemiş. Kendisine sözlü saldırı ve eleştiride bulunanlara karşı kendini tutamadığını, onlara bağırmak ve vurmak istediğini anlatmış.

On yaşındaki çocuk bile öfkesini kontrol etmek ihtiyacını hissediyor ama büyükler bunun çok uzağında. Türkiye’yi yönetenler başta olmak üzere giderek daha öfkeli bir ortamda yaşıyoruz. Mizahın bile şiddet içereni makbulümüz. Etrafından hıncını zorbalıkla alan Recep İvedik’e gişe rekoru kırdırtan kim?

* * *

Başta yönetenler olmak üzere okul psikoloğunun oğluma verdiği listeye hepimizin en azından bir göz atması gerekiyor. Bu maddeler içinde uygulayabileceklerimizi seçebiliriz:

Öfkeleneceğimi hissettiğim ortamdan uzaklaşırım; Aklıma güzel, olumlu şeyler getirmeye çalışırım; 1’den başlayarak rahatlayana kadar sayabilirim; Kendimi rahatlatmak için beni dinleyen ve anlayan biri ile konuşurum; Öfkemi dindirmek için karşımdaki kişiye vurmak yerine yastık yumruklayabilirim; İşe yaramayan, eski gazete ya da káğıtları yırtabilirim; İşe yaramayan káğıtları karalayabilirim; Stres topumu yanımda taşıyarak, onunla rahatlayabilirim; Beni rahatlatacak bir müzik dinleyebilirim; Evde ortam uygunsa müziğin sesini açıp dans edebilirim; Uygun bir yerde boşluğa doğru çığlık atarak rahatlayabilirim; Varsa kedimle ya da köpeğimle vakit geçirerek rahatlayabilirim; Spor yaparak rahatlayabilirim; Evde güzel, ılık bir banyo yaparak rahatlayabilirim; Öfkem yatıştıktan sonra da beni kızdıran kişi ile sakin bir dille yaşadığım duyguları konuşurum.

Kendisi de öfkesini zor denetleyenlerden olduğu için gelin Sayın Başbakan’la empati kurmayı deneyelim. Birinci maddede önerilen "ortamdan kaçma" imkánı yok. Böyle olması, o konumdaki biri için gerçekten zorlayıcı bir durum. Ne var ki Sayın Başbakan, geriye kalan maddeleri uygulayabilir.

Böyle dedim ama şu anda Bekir Coşkun’un "Köpek sevmek maddesini çıkart çabuk" diye seslendiğini duyar gibiyim, ama bakın kedileri cidden öneririm, Peygamberimizin uyuyan kediyi uyandırmamak için hırkasını feda ettiği hikáyesini herkes bilir zaten.

Dans ederek rahatlamak konusunda da mesela Ahmet Hakan’dan "o olmaz" diye itiraz gelecektir eminim. Bir de tabii yastık meselesi var. Şu anda yastık yerine Başbakan’ın medya yumrukladığını hatırlatmak ise mesela Yılmaz Özdil’e yakışabilir.

Şaka bir yana, öfke kontrolünde galiba en zoru öfke yatıştıktan sonraki aşama: Ne diyordu okul psikoloğunun listesinde? "Beni kızdıran kişi ile sakin bir dille yaşadığım duyguları konuşmak..."

Neyse ki artık 10 yaşındaki çocuklar bile bu işleri konuşuyor, düşünüyor. Darısı büyüklerimizin başına.
Yazının Devamını Oku

AB kıymete bindi

14 Şubat 2009
<b>BRÜKSEL</b><br>ON ülkede yayın yapan bir haber ağının Türkiye bacağı olan EurActiv.com.tr, Deniz Baykal ve Egemen Bağış’ın aynı anda Brüksel’de bulunacakları haberini "Avrupa Birliği kıymete bindi" başlığıyla duyurdu. Anamuhalefet lideri ile AB başmüzakerecisi, 10 Şubat Salı günü aynı saatlerde Brüksel’in iki ayrı düşünce kurumunda konuşma yaptılar. AB yöneticileriyle görüştüler. Ve o akşam için AB yöneticilerinin önüne her ikisinin de yemek davetiyeleri gitti.

Bu rekabetin tatlı mı yoksa haksız mı olduğuna ilişkin rivayet muhtelif. Baykal’ın CHP Brüksel temsilciliğinin resmi açılışı için geleceğinden daha Bağış başmüzakereci atanmadan önce haberimiz olmuştu. Bağış’ın seyahati sonradan çıktı.

Neden ille de aynı tarih seçildi? Brüksel’de daha önce de örneği görüldüğü üzere rol çalmak için mi? Eğer öyleyse bu tür olaylar insana cehennemdeki zebani fıkrasını hatırlatıyor.

Aslında Bağış’ın da katılacağı toplantı 9’undaydı ve TEPAV tarafından düzenlenmişti. Ancak Bakanlar Kurulu toplantısı nedeniyle Bağış katılamayacağını bildirince bir gün sonraya kaydırıldı. Keşke hazır tarih değişmişken birkaç gün daha ileriye atılsaydı, ama bu yapılmadı.

Deniz Baykal’ın konuşması saat 4’te bitince koşarak diğer toplantıya gittim. Açılış konuşmalarını yapan Bakan ve TOBB Başkanı gitmişlerdi. Türkiye’nin İletişim Stratejisi gibi önemli bir konu konuşulurken, salonda 7-8 dinleyici kalması "ironik"ti. Akşamki yemek de katılım azlığından iptal edilmişti.

Baykal’ı ise önceden iyi hazırlanıldığı için Residence Palace’ın büyük toplantı salonunu dolduran kalabalık bir AB aktörü kitlesi izledi.

* * *

Türkiye’nin Brüksel’de iktidar, muhalefet, iş dünyası, medya ve sivil toplum başta olmak üzere tüm kurumlarıyla en etkin şekilde var olması gerekir. Bundan Türkiye hiçbir zarar görmez. Aynı tarihe ziyaret ya da başka faaliyetler koymak sadece yemek iptal ettirtmez, AB kurumları nezdinde itibar kaybettirir. Oradaki büyükelçilerimizi zor duruma sokar.

Brüksel’deki Türk kurumlarının birbirini baltalamaya değil dayanışmaya ihtiyacı var. Rekabetse bunun daha kaliteli etkinlik, iç kamuoyuna değil dışa dönük daha iyi temsil düzeyinde yapılması şart.

* * *

Türkiye eğer bir gün AB’ye girecekse bunun Avrupalı sosyal demokratlar ve yeşiller gibi diğer sol partiler sayesinde olacağı kesin. Hıristiyan Demokratlar ve Avrupa sağı, hazirandaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye karşıtlığını seçim kampanyasında kullanacaklar.

Hal böyle iken CHP’nin son dört yıldır sanki AB’ye küsmüş gibi davranıp Brüksel sahnesinden çekilmesi, Avrupa Birliği sürecinde işimizi zorlaştıran bir faktördü.

Nihayet CHP de bunu anlaşmış olmalı ki Brüksel temsilciliğini açtı ve Baykal, AB Komisyonu Başkanı Barroso ile görüşerek temaslara en üst düzeyden başladı. Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Martin Schultz tarafından tekrar Brüksel’e davet edildi. İngiliz İşçi Partisi Türkiye Dostları Grubu tarafından onuruna davet verildi.

CHP’nin reform sürecine destek vermesi koşuluyla bunlar Türkiye’nin AB sürecinde ilerlemesi için olumlu gelişmeler.
Yazının Devamını Oku

Barbaros’un torunları

7 Şubat 2009
TÜM dünyayı meşgul eden Somalili korsanlar vakası, Türk donanmasının savaş yeteneklerini artırması ve "bayrak göstermesi" için iyi bir fırsat. Türk gemileri, korsanların peşine düşmek için Hint Okyanusu’na açılacaklar. Türkiye daha önce NATO kuvvetleri kapsamında oraya Gökova gemisini göndermişti. Şimdi ise Meclis’ten geçen tezkereyle hükümet doğrudan Türk donanmasını görevlendirdi.

Somali’de bayrak gösterme ne anlama geliyor?

Somali açıklarında Türk gemileri de saldırıya uğruyor. Gemiler hangi ülkenin bayrağını taşıyorlarsa o ülkenin kara parçası sayılır. O nedenle de koruma hakkı doğuyor. Ancak hepsi bu değil.

En geniş açıdan bakarsak, küreselleşme olgusu, devletlerin gücünü giderek zayıflatıyor. Korsanlık ve benzeri faaliyetler bu sayede yayılıyor. Tanıdık bir deyişle modern "eşkıyalık" artacak. Somali başlangıç noktası. Küresel ekonomik kriz bu resmin tamamlayıcısı.

Yakında dünyamız bu tür başıbozukluk olaylarının daha fazla yaşandığı, daha "kaotik" bir yer haline gelecek.

Bu kaos sonrasında dünya kendine çekidüzen verme ihtiyacını hissedip uluslararası kuruluşlara yetki devriyle toparlanmaya çalışacak ve muhtemelen dersini alarak daha yaşanılır bir yere dönüşecek.

Ama arada çok bocalayacağımız bir dönem bizi bekliyor. Somali korsanlığı da bunun başlangıç noktalarından biri. Somali’de insanlar aç, hükümet yok.

* * *

Türk donanmasının barış zamanında Hint Okyanusu’na açılmasının simgesel bir önemi var.

Denizcilik tarihimizle ilgili değerli kitaplar yayınlayan Amiral Çetinkaya Apatay, "Osmanlı’nın en büyük hatası, Hint Okyanusu’ndan çekilmiş olmamızdır. Eğer İnebahtı yenilgisinden sonra (1571) Hint Okyanusu’nda kalabilseydik Osmanlı da Batı imparatorlukları gibi açık denizlere çıkacak ve oralardaki zenginlikleri kendi ülkesine taşıyarak sanayi toplumuna dönüşecekti. Bugün biz de Fransa, İngiltere kadar zengin olabilecektik" diyor.

İnebahtı’da Osmanlı donanmasının yakılması büyük dönüm noktası.

* * *

90’ların başında Sovyetler’in dağılma döneminde rahmetli Amiral Sezai Orkunt’la yeni Rusya’nın gücünü konuşmuştum. "Donanması yerinde durduğuna göre Rusya’nın süper güç olma konumu değişmez" yanıtını almıştım.

Türkiye, NATO üyesi olup da "hard power", yani etrafındaki çatışmalarda savaşma yeteneği olan birkaç ülkeden biri. Avrupa Birliği "soft power-yumuşak güç" olarak bu yeteneğe sahip değil.

Bu noktadaki ayrım bizim AB ile iletişimimizi zorlayan görünmeyen nedenlerden biri, ama uluslararası güç olma anlamında düşünüldüğünde artısı var. Bu açıdan da dengeyi kurmak şart.

Şurası gerçek: Korsanların ve benzerlerinin giderek daha fazla terör estirdiği bir dünyaya doğru hızla ilerliyoruz. Birleşmiş Milletler’de Somali’de Korsanlıkla Mücadele Grubu kurulması, OECD’nin Yolsuzlukla Mücadele sözleşmesi, küresel ekonomik kriz, işsizlik, açlık... Bunlar birbirlerine paralel gelişmeler.

Uzun lafın kısası, gün ezberlerin bozulduğu, tepkileri hop oturup hop kalkmalarla vermeme günüdür.
Yazının Devamını Oku

Özel durumlar

31 Ocak 2009
YARI yıl tatilinde çoluk çocuk eski arkadaşlar Brüksel’de buluştuk. Kiralık minibüsle Brüksel’in çevre yoluna çıkar çıkmaz yeni gelenler için bir Belçika klasiği yaşandı. Niyazi’ye "Luik’e sapacaksın" dedim. Melis arkadan sordu: Liege yazıyordu levhada, ne zaman Luik oldu? Ülkede üç bölge var. Brüksel, Flaman Bölgesi ve Fransızca Bölgesi. Brüksel’i çevreleyen belediyeler ise özel statüde ama buralardaki tüm levhalar Flamanca’ya çevrilince Liege de Luik oluvermiş. Flamanlar bu özel belediyeleri külliyen kendi bölgelerine bağlayıp Brüksel’i Fransızca konuşulan Valonya’dan izole etmek istiyorlar. İşler o raddeye gelmiş ki bu belediyelerin birinde ev satın almak isteyen Belçika vatandaşı Flamanca bilmezse ret cevabı alıyor.

Ya Flamanca konuşacaksın ya da kendi ülkendeki bu belediyede ev sahibi olamazsın!

Bu yüzden Avrupa Birliği’nden uyarı gelince Flamanlar demişler ki, AB bizim özel durumumuzu anlamaz.

Jacqueline’in anlattığına inanmak zor, ama çocuk parklarının kapısına bekçi dikmişler, Fransızca konuşan çocukları içeri sokmuyorlarmış.

Brüksel’i çevreleyen bu belediyelerin birinde nüfusun yüzde 70’i Fransızca konuşuyor, haliyle Fransızca konuşan bir başkan seçmişler, ama seçimler iptal. Neden? Çünkü seçmen kağıtları Flamanca olmalıymış, ama değilmiş.

Herkesin kendi anadilini konuştuğu, ana dilinde eğitildiği ve yönetildiği bu ülkede Brüksel’i ve Kraliyet ailesini nasıl paylaşacaklarını bilmediklerinden bölünemiyorlar. Ülkede dil dengesi yüzde 52 ile Flamanlar lehine. Dildeki oran devletin işe alımlarına aynen yansımak zorunda. Diyelim ki devlet bir yol tanzimi yaptırtacak. İşler uzadıkça uzuyor, çünkü yüzde 52 Flaman ya da yüzde 48 Fransızca konuşan işçi kotasını dolduramıyorlar. O zaman da iş durabiliyor.

* * *

Perşembe günü üç yerde birden Türkiye ile ilgili etkinlik vardı Brüksel’de. Avrupa Parlamentosu’nda TOBB’un katıldığı Türk AR-GE’si konferansı ile eşzamanlı Kürt toplantısı, bir de Laiklik Merkezi’ndeki konferans. Laiklik konferansını seçtim, Belçika’da hálá süren laiklik mücadelesinden çıkaracak dersler var. Arden Dağları’ndaki devlet okullarında sınıflarda haç asılı. Laiklik Eylem Merkezi Başkanı Pierre Galant’a göre küreselleşme olgusu beraberinde dinlerin yükselişini de getirdi, küreselleşmecilerle dinler işbirliği içine girdi. Gallant ülkesinde anayasaya laikliği koyacak güç dengesi olmamasından yakınıyor. Toplantıda Gülsün Bilgehan ve Ural Manço Türkiye’deki laikliğin özel durumunu anlattılar. Laiklik uygulamaları ülkeden ülkeye değişiyor, ama tüm laikliklerin birleştiği nokta dinlerin sadece kişinin özelinde kalması gereği. Bunun için verilen mücadele bırakıldığı anda gerileme başlıyor. Sarkozy çıkıyor, "Papazın rolü öğretmenden önce gelir" diyebiliyor.

* * *

1972’de Erbakan Meclis kürsüsüne çıkıp Anayasa’dan laiklik çıksın dediği için o zamanki milletvekilleri üzerine yürümüştü. Şimdi medyatik akademisyenlerimiz "Cumhuriyet’in başında laik kelimesinin durmasının ne gereği var?" diyebiliyorlar. Bu da "laik cumhuriyet" denilmesinden rahatsız olan bizim kimi aydınımızın özel durumu.
Yazının Devamını Oku