Public Diplomacy’i Türkçeye “diplomasinin hakla ilişkileri” diye çevirebiliriz, “kamu diplomasisi” diye direkt çeviriden daha iyi anlaşılır.
Türk diplomasi sinin güçlü ve zayıf yönlerini çıkarırsak bana göre zayıf yönlerin başını bu konu çekiyor.
Bu kanıya bir günde varmadım, ama kafamdaki resim İlerleme Raporu’nun ana taşlarından biri olan Kıbrıs konusu üzerine çalışırken netleşti. Umarım söyleyeceklerim hem Dışişleri’nin, hem AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanlığımızın, hem de yabancı think tank’lere bağış yapan sanayimizin dikkatini çeker.
* * *
Konumuz Kıbrıs. 1’inci yılını dolduran müzakerelerde adadaki iki tarafın liderleri, Talat ve Hristofyas her şeyi çok kapsamlı konuş tular. Bir yıl boyunca 40 kez görüştüler. Türkiye bu kez boğayı boynuzlarından tuttu. İki taraf arasındaki yoğun çalışmalarda bir çok konuda ya anlaşmaya varıldı, ya da görüşler yakınlaştı.
Mutabakata varılmayan dört konu kaldı; mülkiyet, garantiler (Hristofyas artık garantilere ihtiyaç duyulmadığını söylüyor), güvenlik ve toprak konuları. Ancak diğer konularda ortak metinler oluşması çok önemli, geri adım mümkün değil.
Türkiye bu görüşmeler sürerken “politically correct” davranıyor, yani siyaseten etik bir duruş sergiliyor. Müzakereler kapalı kapılar ardında gerçekleşiyor.
* * *
Günün birinde bir büyücü çıkmış, rivayete göre her derde bir çaresi varmış. Adamı alıp büyücüye götürmüşler. “Öyle bir büyü yaparım ki, sorunun tamamen ortadan kalkar” demiş büyücü, “ama tutması için bir şartım var!..”
Büyücü şöyle açıklamış şartını: “Sana bir şey söyleyeceğim, ancak bunu bir daha hiçbir zaman aklına getirmeyeceksin. Getirirsen büyü bozulur.” Adam kabul etmiş, “Söyle bakalım neymiş?” diye sormuş.
Büyücü “Dişi tavşan” demiş.
Adam gerçekçiymiş, “Amma da yaptın, dişi tavşan...” şimdi ben bunu nasıl unuturum diye hayıflanmış... Büyünün tutmayacağı o an anlaşılmış...
Nereden mi çıktı bu dişi tavşan hikâyesi?
Demirel’in şapkasından...
Konumuz ne derseniz, “Kürt açılımı”...
Herkesin dişi tavşanı ayrı.
Bu arada Kayseri zekâsının altında yatan sosyal dokuyu da bir nebze anlamış oldum. Bu dokunun tarihi arka planına bakarsak, günümüzün küresel iyi yönetişim ilkelerini barındıran Ahilik sisteminin yüzyıllar önceki başkenti burası.
Araştırmalar başarı faktöründe büyük payın zekâda değil sosyal akılda olduğunu gösteriyor. Sosyal akıl yoksa tek başına zekâ beş para etmiyor. Uçakta tesadüfen yanına düştüğüm Kayserili Boydak ailesinden Türkan Hanım ve oğlu sayesinde sosyal dayanışma sistemlerine sözel bir giriş yaptıktan sonra akşam da Sanayi Odası Başkanı Mustafa Boydak’ın bir fabrikasında ağırlandık. Kayseri’nin sosyal dokusu çok güçlü. Ev sahiplerinin kardeş dayanışması, babalarına saygılı çocuklar hemen fark ediliyor. Ertesi sabah bu kez TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun bağ evinde annesi Solmaz Hanım’ın hazırlattığı lezzet sofrasındaydık.
Bu kadar sıcak ağırlanma ve ziyafet sofraları neden derseniz, “Ortak Geleceğimiz Avrupa Birliği” için... TOBB, Kayseri Sanayi Odası, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı TEPAV katkılarıyla bu başlık altında bir toplantı düzenlenmişti Kayseri’de, basından Rüştü Bozkurt’la beraber konuşmacı olarak katıldık.
Kayseri’de bir âdet varmış, misafirler önceden bağ bahçe gezdirilip sonra sofraya alınırmış. Dolaşırken de bahçedeki ağaçtan meyveler, bağda da ne varsa tüketip mideler dolduğu için yemek yiyecek hal kalmazmış. Kayserililer misafire önceden bu ağaçtan karın doyurtma işine esprili biçimde “erikleme” diyorlar.
İşte Kayseri’deki bu erikleme faslı sırasındaki sohbette AB Genel Sekreterliği’nde AB Hukuku Başkanlığı diye yeni bir birim kurulduğunu öğrendim. AB hukuku uluslararası hukuktan farklı, kendine özgü bir alan. Bu yapılanma hükümetin Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde hukukun önemini kavradığını gösterdiği için de sevindim. Zira Avrupa birleşmesinin temeli hukuktur. Avrupa hukukçusu yetiştirmek zorundayız.
Gelgelelim AB haber ve politikaları üzerine yayın yapan www.euractiv.com.tr haber sitesinde geçtiğimiz hafta yer alan habere göre YÖK, 2003’ten itibaren Hukuk Fakülteleri’nde açılan Avrupa Birliği Anabilim Dalları’nı kaldırmak istiyor. Bu durumda YÖK’ün AB Hukuku Anabilim Dalları’na karşı tutumu hükümetin yaklaşımı ile çelişiyor. Nitekim Egemen Bağış’tan da bu konuda YÖK’e bir görüş sunduğunu öğrendim.
Sormak gerek, bütün dünya Avrupa hukuku alanında yeni enstitüler, anabilim dalları, kürsüler ve merkezler açarken biz hangi akla hizmet tersine gidelim?
Gümrük Birliği’nde olsun, müzakere sürecinde olsun bu konulara hâkim uzman hukukçulara olan ihtiyaç her geçen gün artacak. Aksi halde vize sorunumuzu Avrupa mahkemelerinde kim savunacak?
Yabancı basın hemen o anda ateş püskürür, ortalık derhal ayağa kalkar. Avrupa Parlamentosu devreye girer, manşetler birbirini izler. Orada çıkan haberler de bizim basında büyük puntolarla yer alır.
Yerin dibine gireriz.
Bu sefer tersine oldu. Geçtiğimiz cumartesi günü Belçika’daki bir hapishanede bir Türk’ün işkence sonucu öldüğü öğrenildi. 31 yaşındaki Mikail Tekin adındaki vatandaş park yeri sorunu nedeniyle polisle ağız dalaşına girdiği için tutuklanmıştı. Belçika polisinin elinden kaçırdığı Sabancı suikastının tutuklusu Fehriye Erdal gibi vahim bir suç işlememişti Mikail Çetin. Ölen vatandaşımıza yapılan işkencenin izleri hemşire olan kuzeninin çektiği fotoğraflarla da kanıtlandı. Ağzına cop sokulmuştu. Belçikalı savcı, Tekin’in ölüm raporuna “Fiziksel şiddete uğramıştır” diye yazdı.
Tersi oldu derken bir düzeltme yapmak gerekir. Bugüne dek Türk hapishanesinde işkence görüp ölen Türkleri biliyorum da, bir yabancının başına bunun geldiğini hatırlamıyorum.
Gelgelelim olayın ilk üç günü bizim gösterdiğimiz tepkiler son derece cılız kaldı. Nerede yabancı basının kopardığı cayırtı, nerede bizimki. Meclis İnsan Hakları Komisyonu’nun soruşturma açılma isteği de sıradan bir haber muamelesi gördü.
İlk akla gelen, biz işkenceye tepkisiz bir toplum muyuz? Öyleysek bunun sebebi nedir?
İkinci soru, onların vatandaşları neden bizimkilerden daha kıymetli?
Bana öyle geliyor ki bizim hâlâ millet olmakla ilgili sorunumuz var. Sorunun kaynağında bu ülkeye aidiyet duymamak yatıyor.
Türkiye’nin 21. yüzyıl kentli fotoğrafına artık “örtülü başlar galerisi” diyebileceğimiz bir olgu yerleşti. Bu galerinin içinde örtünmenin her türlüsü var. Bu da yorum yapmayı zorlaştırıyor.
Anneannem gibi örtünen çok az kimse kaldı. Anneannem nasıl örtünürdü anlatayım. Düz kesim ve dizkapağının 15-20 santim altına inen pardösüsüyle eş renkte bir fularla alnının ve yanaklarının yarısını kapayacak şekilde başını örterdi. Bunlar mutlaka düz, desensiz kumaştan olurdu. Ayağındaki çorap da pardösüyle aynı renk ya da ten rengi olurdu ama saydam değildi. Düz ya da çok alçak topuklu ayakkabı giyerdi. Gümüş yüzüğünün dışında hiçbir takı takmaz, oje sürmez, makyaj kesinlikle yapmazdı.
Anneannem içki servis edilen yerlerde yapıldığı için çok sevdiği torunlarının hiçbirinin düğününe gelmedi.
“Göztepe’nin hacıannesi” diye bilinen anneannem 19’uncu yüzyılda doğmuş, çocukluğu Rumeli’de mutaassıp bir kasabada geçmiş, iki tarikata birden üye olmuş, gençliğinde dedeme rakı servisi yaparken her seferinde bir damla gözyaşı akıtmış, hoşgörü sahibi nur yüzlü bir insandı. Onu 70’lerin ortasında 85 yaşında iken kaybettik.
¡ ¡ ¡
Şimdikilere gelince... Kesinlikle kimseye anneannem gibi olun demiyorum, ama örtünmedeki değişikliği anlamak ve anlatmak istiyorum. Bugün sokakta gördüğüm genç başörtülülerin bir bölümü bana 70’li yılların “punk”larını hatırlatıyor.
Avrupa’da 70’lerde başlayan punk akımı topluma karşı “görsel” olarak saldırıya geçmişti. İsyankâr bir tarafı vardı punkçuluğun. İngiltere’de başlangıçta ekonomik bunalımdan büyük zarar gören işçi sınıfı gençleri arasında revaçtaydı. Asıl hedef bir şeyleri protesto etmekti. Punklar köle kıyafeti giydilerse, amaçları içinde bulundukları durumu kınamak ve dayatılan modaya karşı çıkmaktı. Rengârenk ve dikleştirilmiş saç biçimlerini bu yüzden seçtiler, başta çengelli iğne, çeşitli sembolleri bu amaçla kullandılar.
Giderek bir punk estetiği de oluştu. Bu estetiğin yaratıcısı olarak kabul edilen Londralı modacı Vivienne Westwood’un felsefesi “tepkileri davet eden bir güç gösterisi” sunmaktı. Buna göre punk giyinenler cesurdu, sokakta yürürken tüm dikkatleri üzerlerine çekeceklerini biliyorlardı çünkü. Bu giyim tarzı için “Sundukları görsellik bir kitap, bir poster ya da broşür kadar yıkıcı bir silah olabilirdi” yorumları yapıldı. Sonuçta müziğiyle, giyimiyle, sanatıyla kategorize edilmesi zor bir alt kültür oluştu.
Zamandan soyutlanmış, kumsalda oturuyorduk. Ufuk çizgimize baktığımızda sadece adalar vardı, hiçbir engel yoktu. Cem’in ablası hepimizi susturdu. Amerika’dan naklen yayın yapan spiker komik bir aksanla “Ay’daaaayız sayın dinleyiciler” diye heyecanla bağırıyordu.
Benim açımdan insanoğlu Ay’a ilk kez ayak basmıyordu, çünkü daha önce çizgi roman kahramanım Tenten’in kırmızı-beyaz roketiyle defalarca Ay’a inmiştim. Tenten’in yanında Neil Armstrong’un esamisi mi okunurdu? Tenten ondan 16 yıl önce yıl Hedefimiz Ay adlı öyküde Ay’a gitmişti zaten.
* * *
Benim Tenten’i keşfettiğim yaşta olan oğluma geçen gün “Seni Tenten’in şatosuna götüreceğim” dediğimde haklı olarak şu soruyu sordu: “Tenten gerçekten yaşayan bir insan mı anne?”
Acar gazeteci Tenten’i Belçikalı çizer Herge yarattı. Arkasından Herge’ye çamur attılar, yok ırkçıymış, yok faşistmiş diye. Bugünün değerleriyle geçmişi yargılama hatası! Biz de 80 yıl önceki devrimci lideri alıp “Ama demokrat değildi...” demiyor muyuz, bayılıyorum. Adı üstünde, adam “devrim” yapıyor. O günden kalkıp, bugün hangi noktaya vardığımıza bakacaksınız. İlerleme mi var, gerileme mi?
40 yıl önce insanın Ay’a ayak basışını radyodan naklen izlediğim Süreyya Paşa Plajı’nı sorarsanız yerinde yeller esiyor. Hasır şapkalı anneler ve kızlarının banliyö treninde mayo üzerine askılı elbise giyip seyahat etmeleri ise hak getire...
* * *
Biz yine Tenten’in şatosuna dönelim. Çizgi romanda Moulinsart Şatosu diye geçiyor, Herge bunu Fransa’daki Cheverny Şatosu’ndan kopyalamış. Bugün o şatonun müştemilatında bir Tenten Müzesi var. Cheverny’yi gezdiğimiz gün 14 Temmuz, Fransız Ulusal Bayramı, yani Bastille’in basılışının 210’uncu yıldönümü. O gece Loire Vadisi’nde bir köyde kaldık, köylülerin fener alayı vardı, 30 yıldır buralı ama aslen Amasyalı İhsan Topal ailesi de bayramı havai fişeklerin altında gururla kutlayanlar arasındaydı.
İngiliz Başbakanı Churchill, Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’e iltifat etmek için “265 çeşit peyniri olan bir ülke savaşta yenilemez” der. De Gaulle ise esprili bir şekilde “Yönetilemez de...” yanıtını verir.
Peynir uzmanı değilim, ancak Fransızların yüz çeşit keçi peynirinden aşağı kalmayacak bir otlu peynir skalamızın olduğunun farkındayım. Durduk yerde bu konunun aklıma gelme nedenine gelince, Fransa’nın orta yerinden geçen Loire Irmağı’nı kıyılayan şatolardan Valençay’ın mutfağını gezdim.
Dünya tarihini etkileyen pek çok karar bugün hâlâ sofrada alınıyor. Avrupa tarihinin en önemli diplomasi sofralarını kuran kişi ise 18’inci yüzyılda Bonaparte’ın dışişleri bakanı olan Talleyrand. Ne alaka derseniz Valençay Şatosu diplomasi tarihdeki bu en ünlü kişinin yaşadığı yer. Talleyrand aynı zamanda ünlü bir gurme, şu benim gezdiğim mutfakta her sabah bir saatini geçiren bir devlet adamı.
* * *
Bir gün önce pek çok kraliçenin yaşadığı Chenonceau Şatosu’nun ormanında yaşadığım kene macerasından sonra vaktimi daha çok şatoların içinde geçiriyordum. Kene parantezini de burada açayım. Bu yaratıklar öyle gazetelerde ayrıntılı resmi çıkan şeye pek benzemiyor. Mercimek tanesinden pek az büyük ve rengi koyu kızıl kahve. Gazete ve internet bilgisiyle kenenin kene olduğunu anlamanız mümkün değil. Bacağınızın bir noktasına kan oturmuş sanıyorsunuz ve tabii ilk işiniz oraya dokunmak ve hatta benim yaptığım gibi tırnağınızla kaldırmak. O sıra elinizde hareket halinde bir nesne olduğunun, ancak o da gözünüz iyi görüyorsa, farkına varabilirsiniz. Daha önce hayatınızda kene maceranız olmadıysa keneyi derinize yapışık bırakıp gidip sabunla çıkarmak gibi bir lüksünüz yok, çünkü insan refleksi denilen bir şey var. Sonuç olarak Chenonceau Şatosu’nun soylu kenesinin başı içerde kalmadan ondan kurtulmuştum, benden o kadar da hoşlanmamıştı, şanslıydım.
Kene maceram beni enformasyon ve bilgi arasındaki fark üzerinde düşünmeye de sevk etti. Kene hakkında her türlü enformasyona sahiptim, ama gerçek bilgim sıfırdı. O küçük kene, internet üzerinden edinilen enformasyonun bilgiye dönüşmesi için yaşamla bütünleşmesi gerektiğini gösterdi bana.
* * *
Şimdi yine Valençay Şatosu’na ve Talleyrand’ın sofrasına döneceğim. Yemek ve sofra bilgisi sadece diplomatlarda ve dışişleri bakanlarında değil, tüm devlet adamlarında olması gereken bir özellik. Devlet adamları ülkelerinin büyüklüğünü ve gücünü sofra üzerinden kanıtlayabilirler. Ülkemiz yemek kültürünün zenginliği açısından bunu yapmak için en uygun yerlerden biri. Türkiye’yi yönetenlerin yemek kültürü ve sofra bilgisi üzerinde uzmanlaşmaları çok iyi olur.