13 Haziran 2004
Truvalıların Türkler’in atası olup olmadığı geyik tartışmasının cevabı kabak çiçeği gibi açık. Evet Truvalılar Türkler’in atasıydı. Kanıtlar gün gibi ortada... Truva’nın tarihi günümüze kadar Truvalı bir tarihçi değil, sadece Yunanlı bir tarihçi tarafından aktarılmış. Eğer Truva Türk olmasaydı, tarihini günümüze aktaran bir tarihçi mutlaka çıkartmış olurdu. Truva Türk şehri olmasaydı coğrafi konumu bugün dünya çapında daha fazla tanınırdı. Truvalı kahraman Hektor’un Türkler tarafından tanınmayan biri olması, Hektor’un Türk olduğunun bir başka kanıtı. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen şehrin adının ‘Truva’ mı, ‘Troy’ mu, ‘Troia’ mı olduğunun tartışılması şehrin bir Türk şehri olduğunu gösterir. Ayrıca Truva’nın fethinin, şehrin surlarının yıkılmasına yol açan bir deprem sayesinde mümkün olduğu teorisini de unutmamak gerekir. (Dr. Amos Nur’un teorisi için: search.csmonitor.com/ durable/1998/01/06/feat/scitech.2.html). Depreme teslim olmak 21. yüzyıl Türklerinin bile genlerinde yazılı değil mi? Hálá ikna olmadıysanız ve deprem teorisi filan tanımam Truva Atı efsanesine bakarım diyorsanız, kusura bakmayın ama siz kaşındınız... Truva’nın içten fethedilmiş olması, has be has Türk olduğunun mutlak kanıtıdır. Lise tarih kitaplarında tekrarlanıp duran ‘Türk devletlerini dışardan fethedemeyen düşmanlar, hep içerden yıkmıştır’ teranesinin kaynağı Truva Atı efsanesinden başka bir şey olabilir mi?
bAKkal heSABI tüRK tELEKom
Mümtaz Soysal, Cumhuriyet’teki yazısında Türk Telekom’un değerinin 1990’larda ancak 15 milyar dolar ettiğini iddia ediyor ve ekliyor, ‘Satılmadı da ne oldu? Yalnız 1996-2000 arasında 22 milyar dolar gelir elde etti; 11 milyar doları Hazine’ye devretti, 4 milyar dolarlık yatırım yaptı’... Bakkal hesabıyla makro ekonomiyi yalnız Tayyip Erdoğan’ın bir tuttuğunu sanırdık. Meğer Mümtaz Soysal da esnaftanmış. Uzmanların 1996’da 30 milyar dolar değer biçtiği Telekom’un değerinde yaptığı tenzilatı hadi bir yana bırakalım. Peki ama, TT’nin zamanında satılmamış olmasının Türkiye’ye verdiği zararı hiç hesaba katmamasını görmezden gelmek mümkün mü? Özelleştirilmemiş TT’nin klasik ekonomiye verdiği zararları da, göz ardı hanesinde tutuyorum.
Ama özelleşmemiş TT’nin, tekelinde tuttuğu İnternet altyapısına, 10 yıl boyunca, sadece bir F-16 savaş uçağı parası olan 40 milyon dolar yatırım yapmış olmasının ne anlama geldiğini, ne eski tip solcu Mümtaz Soysal’a ne de ak yolcu Tayyip Erdoğan’a soracağım. Bakkal hesabıyla anlaşılabilecek bir konu değil çünkü bu. Kaybedilenleri parayla ölçmek mümkün değil, kaybedilen koca bir çağ... Eğer TT 1996 yılında özelleştirilmiş ve telekom piyasası da 2000’e gelindiğinde serbestleşmiş olsa bugün çok daha farklı bir İnternet altyapısına sahip olurduk. Hükümet ve TT, İnternet kulanıcılarını bir ADSL masalıyla uyutmaya çalışıyor. Özelleştirme ve serbestleşme zamanında bitirilmiş olsaydı, Atatürk Barajı’ndan bahçe hortumuyla İstanbul’a getirilen suyu, künklerle evlere bağlamaya benzeyen Türk usulü ADSL ile uğraşmıyor olurduk. En azından rakibimiz ülkelerden çok da geri kalmamış bir altyapıya sahip olur, yarıştan kopmazdık.
Kebap Türk müdür
Geçen hafta Hürriyet’te Emre Özpeynirci imzalı bir haber vardı. Metin Fadıllıoğlu, Güler Sabancı ve Cem Boyner Londra’da Chintamani isimli lüks bir Türk restoranı açmışlar. Ancak Avrupa’da her köşebaşına neredeyse iki adet düşen ayaküstü döner, kebap salonlarının yarattığı ‘Türk yemeği ucuzdur’ imajına yenik düşüp, restoranı kapatmak zorunda kalmışlar.
İki hafta önce, programımda olmamasına rağmen fırtına yüzünden bir gece konaklamak zorunda kaldığım Allah’ın Cincinnati’sinde ‘Cafe İstanbul’ diye bir tabela görünce şaşırmıştım. Cincinnati dediğime bakmayın aslında iki eyaleti birbirinden ayıran nehrin öte yakasında, Kentucky eyaletinin Newport şehrindeydi. Yurtdışında kebap yemek hiç adetim değildir ama doğru düzgün bir restoran gözümüze çarpmayınca, Kentucky’de kebap yemek de ilginç bir deneyim olmalı deyip, attık kendimizi Cafe İstanbul’un kapısından içeri. İyi ki de atmışız. Hiç abartmıyorum, hayatımda yediğim en nefis kebapları burada yedim.
Chintamani Cinncinati’yi çağrıştırınca daldan dala atlamış gibi oldum ama demem o ki, Londra’daki restoranın patronları haklı olabilir. Cafe İstanbul’un her gün dolup taşmasının nedeni yemeklerinin nefasetine ek olarak, Kentucky’de ucuz yemek olarak kebabın değil ‘Kentucky Fried Chicken’ın algılanıyor olması olabilir.
Peki ama kebabı Türk yemeği olarak sofraya sürmekteki ısrarımızda hiç mi kabahat yok. Bu mudur yani Türk yemeği? Gerçi kebap, Chintamani restoranın mönüsündeki 27 çeşit yemekten sadece birisiymiş ama şart mıdır yani kebabı lüks bir restoranın mönüsüne sokmak?
Şart mıdır Türkiye’de ağırladığımız yabancı konuklarımızı Türk yemeği diye kebapçılara, ocak başılara, ya da rakı-balık sofralarına taşımak? Türk mutfağını tanıtacak restoranların sayısı İstanbul’da bile bir elin parmaklarını geçmiyorsa; Londra, Paris, New York, San Fransisko neyimize gerek...
cafeistanbul.com
www.sofralondon.com
www.london-eating.co.uk/3304.htm
Exim’in başarısı
Philip Morris International’ın faaliyet gösterdiği ülkelerdeki saha satış operasyonunda kullanacağı mobil el terminali yazılımı için açtığı uluslararası ihaleyi, Teknoloji Holding şirketlerinden Exim A.Ş. kazanmış. 160 ülkede 40 bin çalışanı ve 50 fabrikası olan şirketin ihalesine değişik ülkelerden pek çok şirket katılmış. Proje kapsamında Exim, saha satış ekiplerinin kullanacağı cep bilgisayarlarında çalışacak yazılım ve bu yazılımın şirketin ana yazılımına entegrasyonunu geliştirecekmiş. Bırakın Hint modelini, Çin modelini dememiz boşuna değil. İşte size Türk modeli...
exim.com.tr
Dünya markası Mavi
Yıllar önce New York, SoHo’da dolaşırken karşıma çıkan Mavi mağazasıyla önce gururlanıp, sonra da gururlanmaktan utanmamı unutamam. Gururlanmaktan utanmıştım çünkü, gururlanmamın nedeni bir Türk markasıyla yurtdışında karşılaşmanın ender rastlanan bir durum olmasıydı. Ve bu da takdir edersiniz ki, Mavi özelinde gurur duyulacak bir durum olmasına rağmen Türkiye genelinde bir utanç kaynağıydı.
Aradan geçen yıllar boyunca, Mavi’yle yurtdışında giderek daha sık karşılaşır olduk. Nordstorm gibi dev alışveriş merkezlerinde ve Urban Outfitters gibi mağaza zincirlerinde, ya da köşebaşındaki herhangi bir dükkanda... Mavi son günlerde yabancı dergilerin moda sayfalarını da zorlamaya başladı. Son olarak modanın basılı tapınağı In Style’a girmeyi de başardı. Derginin haziran sayısında Mavi’nin de yer alması, Mavi’nin uluslararası bir marka olduğunun tartışmasız kanıtıdır.
Mavi bunu başarıyorsa, üstelik öyle özenti, kompleksli isimlerle değil, ‘mavi’ gibi bir isimle başarıyorsa, gözümüz artık alemin fason üreticiliğinde değil, kendi markalarımızı yaratmakta olmalıdır.
Bilişimde Hint modeli, Çin modeli diye Türkiye’yi yazılım endüstrisinin fason üreticisi yapmak isteyenlere duyurulur.
mavi.com
Ya yazıları Mağden’e çekerse
Hürriyet Kelebek’te perşembe günü yayınlanan habere göre Radikal’de yazılar yazan Perihan Mağden, yazar Orhan Pamuk’a anlaşmalı çocuk yapma önerisinde bulunmuş. Orhan Pamuk’a ‘Sen zeki bir adamsın, ben de öyle. Zeki erkekle kadın biraraya geliyor ve çocuk sahibi oluyor’, demiş. Haberi okuyunca George Bernard Shaw’a atfedilen (Albert Einstein versiyonları da olan) bir anekdotu anımsadım. Ünlü dansçı Isadora Duncan, Bernard Shaw’a bir mektup yazmış ve birlikte çocuk yapmayı teklif etmiş. ‘Düşünsenize’, demiş, ‘Bende bu güzellik, sizde bu zeka varken ne muhteşem bir çocuğumuz olur’. ‘Evet’, diye yanıtlamış Shaw, ‘Ama ya güzelliği bana, zekası sana çekerse?’... Anekdotu anımsayınca, aman dedim. Ya yazıları Perihan Mağden’e çekerse? Güzelliğinin kime çekeceğini hiç karıştırmayalım...
Laf Bernard Shaw’dan açılmışken, hayatımda duyduğum en güzel anekdotu anmadan edemeyeceğim. Bernard Shaw bir gün sosyetik bir ev davetine katılmış. Bir ara genç bir kız, piyanonun başına oturmuş ve çalmaya başlamış. İlk parçasını bitirdiğinde, ev sahibesi Shaw’u çekerek piyanonun yanına götürmüş ve sizi kızımla tanıştırayım demiş. Tanışma faslından sonra da kızından Bernard Shaw için bir parça çalmasını istemiş. ‘Beethoven sever misiniz?’ diye sormuş kız. Shaw ‘Severim’, demiş, ‘severim ama siz yine de çalın’.
www.anecdotage.com
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2004
<B>Veri girişi:</B> ‘Penisinin içinde kemik olan tek canlı, ayı. Kemiğin topuzu gümüş kaplanarak içki karıştırıcısı yapılıyor. Ellerimle penisini açıp kemiğini çıkarıyorum. Bir karış uzunluğunda kalem gibi bir kemik’ diye yazarak anlatıyor Ufuk Güldemir, bir ayı penisi kemiğine sahip olma macerasını.
Zeka sorusu: Penis kemiğine sahip tek canlı ayı olduğuna göre, ayının penis kemiğine sahip avcıya ne denir?
Bilgi: Zeka sorusu basit mi geldi? Siz öyle sanın... Elinizdeki bilgi Ufuk Güldemir’in sahip olduğu kadarıyla sınırlıysa soruyu da basit sanmanız doğaldır. Zekanın sağladığı yarar kullandığı bilgiyle sınırlıdır. Ufuk Güldemir yazısında penis kemiğine sahip tek canlının ayı olduğunu yazıyor. Peki gerçekten öyle mi? Güldemir ayı penisi kemiği peşinde koşmaya ayırdığı zamanının yüz binde birini bilgi edinmeye ayırsa, örneğin İnternet’i kullansa... Ama öyle sansasyonel habercilik yaptığı sitesinde kullandığı gibi değil, bilgiye erişim için kullansa, işkembe-i kübradan atmasına gerek kalmazdı. Sadece birkaç saniyelik bir araştırma sonucunda görürdü ki, ayıya ek olarak rakun, mors, fok, kurt, tilki de dahil olmak üzere 122 farklı memeli hayvanın penisinin içinde kemik vardır. Ve bu kemiğe ‘baculum’ denir. Soğuk iklimlerde yaşayan hayvanların penis kemiği, sıcak iklimlerde yaşayanlarınkine göre daha büyük olur.
Cevap: Ufuk Güldemir’in bilgisiyle yetinecek olsaydık, sorunun cevabı ayı olurdu. Ama yetinmeyip, zekamızı daha fazla bilgiye dayanarak işlettiğimizde sorunun cevabı şu oluyor: ‘Penis kemiğine sahip memeliler ayılardan ibaret olmadığına göre penis kemiği sahibi avcıya, söz konusu durumda olsa olsa Ufuk Güldemir denir.’ Bize de; topuzunu gümüş kaplatıp içki karıştırıcısı olarak kullanıldığını söylediği ayı penisi kemiğini, gönlünce kullanmış olmasını dilemek kalır...
Hıncal Uluç çok haklı
Hıncal Uluç bir yazısında RTÜK’ü eleştirip, bazı sorular sorunca RTÜK’ten münasebetsiz bir cevap aldı. Cevapta ‘Üst Kurul bilgi almaktan çok hesap soran bir üslupla yöneltilen soruların muhatabı değildir’, deniliyordu. Hıncal Uluç verilebilecek tek cevabı verdi bu haddini bilmez mantığa; ‘Basın hesap sorar.. Cumhurbaşkanından, başbakandan, Meclis başkanından hesap sorar.. Yasamadan, yürütmeden, yargıdan hesap sorar.. Basın millet adına hesap sorar’... Sadece Hıncal Uluç’un değil tüm basının ve sözcüsü olduğu milletin de yüzlerine çarpması gerekiyor bu cevabı. Siz orada millete hizmet vermek için bulunuyorsunuz. Bizim efendimiz değilsiniz, bizden üstün değilsiniz. Cebinize giren paraları biz koyuyoruz. Bize hizmet edin diye size para veriyoruz, bize üstünlük taslayın diye değil. Ve hizmette kusur ederseniz, hatta kusur etmeseniz bile hizmette kusur ettiğinize dair kuşku uyandırırsanız hesap sorarız. Ve siz de bu hesabı vermek zorundasınız.
Japonya’dan Hint desteği
Hindistan’ın Bilgi Toplumu olma yolunda Türkiye’ye model olamayacağı yönündeki yazılarıma, Tunç Medeni gönderdiği mesajla Japonya’dan destek vermiş. Yorumsuz aktarıyorum:
‘Demokrasi ile yönetilen en büyük toplum olduğu söylenen Hindistan’da, ülkenin yakın zamanda bilişim sektöründe gösterdiği ilerlemeler ile bağlantılı olarak, son seçimlerde ‘sandık’ yerine ‘bilgisayar’ kullanılıyor. Ancak, bu son derece çarpıcı teknolojik gelişmeye rağmen, çeşitli güvenlik gerekçeleri yüzünden ülke genelinde seçimlerin üç haftadan daha kısa bir süreye indirilmesi yine de mümkün olmuyor.’
Bilgisayarlara bilgisayar müdür
Bilişim teknolojilerindeki gelişme hızı artık öylesi boyutlara vardı ki, bu alandaki gelişmeleri aktarmakta haftalık köşem yetersiz kalıyor. Her gün en az bir yeni önemli ürün duyurusu yapılıyor, bir yeni virüs çıkıyor, bir yeni yazılım yaması yayınlanıyor, bir basın toplantısı düzenleniyor, onlarca basın bülteni, yüzlerce haber yağıyor. Bu hızlı gelişmeden şirketlerin bilgi işlem yöneticileri de paylarını alıyor. Artık tek bir platforma bağlı, sadece tek bir üreticinin ürünlerini kullanan şirket kalmadı gibi. Teknolojideki gelişmelerin sağladığı avantajlardan yararlanmak isteyen şirketlerin tek bir platforma, tek bir üreticinin yazılımlarına bağlı kalması mümkün de değil zaten. Piyasadaki amansız rekabet sonucunda, her biri farklı üstünlüğe sahip öylesi ürünler çıkıyor ki, şirketlerin özel ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayacak çözümler ancak karma sistemlerle sağlanabiliyor.
Computer Associates (CA), işte bu noktada devreye giriyor ve şirketlere sahip oldukları farklı sistemleri merkezi ve kolay bir şekilde idare etmelerini sağlayacak Yönetim Yazılımı çözümleri sunuyor. Las Vegas’ta yapılan ve 80 ülkeden 10 bin katılımcıyı ağırlayan CA World’de konuşan şirketin Geçici Başkanı Ken Cron, bilişimde yeni bir çağa girdiğimizi iddia ediyordu; ‘Bilişimde bugüne kadar üç çağdan geçtik. Birincisi anabilgisayar çağıydı; ikincisi dağınık bilgiişlem; üçüncüsü ise İnternet bilgiişlemiydi. Şimdi dördüncü aşamaya adım atıyoruz: Yönetim Yazılımı Çağı’na... Ve CA bu devrimin öncülüğünü üstleniyor.’
CA’in sunduğu Yönetim Yazılımı çözümleri çoklu platform, uygulama ve standartlarla ayrı ayrı boğuşmak zorunda kalan bilgi teknolojileri yöneticilerinin işlerini kolaylaştırmayı hedefliyor. CA yönetim teknolojisi ağ, depolama ve güvenlik gibi altyapı katmanlarına hitap ediyor.
Birden bire birden çoğa
CA World etkinliği sırasında CA’in Dünya Başkanlığı’nın gelecekteki olası adaylarından biri olan Başkan Yardımcısı Tarkan Maner ile görüşme olanağı buldum. Bilişim devinin dünya çapındaki iş ortaklarından sorumlu Tarkan Maner, dikkatlerini büyük şirketlerden orta ve küçük şirketlere, hatta evlere kaydırmaya başladıklarını söyledi. Dev şirketlerin oluşturduğu pazar zaten yüzde 80 oranında doymuş durumda. Pazarın büyümesi ancak orta ve küçük işletmelerin teknoloji yatırımlarını artırmalarıyla mümkün. Bunun için de bilişim teknolojilerine yatırım yapmakla ne gibi avantajlar elde edeceklerinin etkin bir şekilde anlatılması gerekiyor. Bu hedefe yönelik pazarlama iletişimi olarak CA’in kullandığı yöntem birden bire, birden çoğa (1 to 1 to many)... Yani CA, stratejik pazarlama mesajlarını son kullanıcılara hitap eden ürünler pazarlayan iş ortaklarına veriyor. Bu mesajların büyük bir kitleden oluşan orta ve küçük işletmelerle ev kullanıcılarına ulaştırılmasını bu iş ortaklarına bırakıyor.
Turkmac.com’dan F klavye desteği
Geçen haftalarda F klavyeli dizüstü modellerine 50 Euro fark uyguladığı için eleştirdiğim Apple Bilkom’dan cevap geldi. Cevapta ‘Bilkom Türkiye’de taşınabilir bilgisayarları kendi olanakları ile F klavye düzenine dönüştürmektedir. Bu durum maliyetlerimize yansıdığından F klavyeye dönüşüm bedeli olarak 50 Euro müşterilerimizden talep edilmektedir’, deniliyor. Apple’ı eleştirmemin nedeni bu maliyeti sadece F klavye kullanıcılarına yansıtmasındandı. Yapılması gereken ortaya çıkan maliyetin Q veya F klavye olmasına bakılmaksızın tüm bilgisayarların satış fiyatının içerisine yedirilmesi ve fiyat farkının ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü Türk standardı olan F klavyedir. Türk standardı olan bir ürünü Türkiye’de, Türk standardı olmayan bir üründen daha pahalıya satmak ayıptır.
Türkiye’de piyasaya girdiği ilk günden beri Türk standardı F klavyeyi destekleyen Apple Bilkom’a teşekkür ettiğim yazımda değindiğim bu küçük eleştiriye, Apple Macintosh kullanıcılarının popüler sitesi Turkmac.com’dan da destek geldi. Turkmac.com sitesinde yayınlanan yazıda, ‘Biz de turkmac.com ekibi olarak, Bilkom’un sattığı Macintosh’lar ile standart olarak F Klavye vermesinin Türkiye’de Macintosh kullanımı adına önemli bir adım olacağına inanıyor ve kendilerinden bu desteği vermelerini bekliyoruz. Türkiye’de Macintosh kullanmanın bir kültür olduğuna inanan bizler, Bilkom’un hálá doğru seçimi yapabileceğine inanıyoruz’ denildi.
turkmac.com
Bill Cosby’den karı koca hikayesi
CA World’ün bu yılki konuk konuşmacısı Bill Cosby, seyircileri gülmekten çatlama noktasına getirdi. Cosby tek kişilik şovun finalinde gece yarısı otomobili bozulduğunda başına gelebilecek iki senaryo çizdi. Birinci senaryoda cep telefonuyla karısını arar:
- Bill sen misin? Saatin kaç olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum gecenin ikisi ama acil bir durum...
- Şu anda saat gecenin ikisi, beni neden uyandırıyorsun?
- Otomobilim arızalandı da...
- Ben sana şu arabayı bakıma götür diye söylemedim mi? Hem de kaç defa söyledim. Karını neden hiç dinlemiyorsun? Her seferinde böyle yapıyorsun...
- Karıcığım tamam söyledin ama oldu bir kere. Yapacak bir şey yok, gelip beni alır mısın?
- Neee? Senin akılsız kafanın cezasını ben mi çekeceğim? Üstelik seni kaç defa uyarmıştım da. Madem benim sözümü dinlemedin, başına gelenlerin cezasını çek bakalım. Hem beni dinlemiyorsun, hem de başın sıkışınca benden medet umuyorsun. Oh olmuş sana. Çek cezanı...
İkinci senaryoda ise cep telefonuyla erkek arkadaşını arar ve yardımına koşan arkadaşı sayesinde kısa sürede evine varır. Bill Cosby ekliyor; ‘Tabii aradığım erkek arkadaşımın bekar olduğunu da bilmem söylememe gerek var mı? Evli olsa yardımıma koşabileceğini mi sanıyorsunuz; ‘kim o bu saatte bizi uyandıran, salak arkadaşın Bill mi, bırak akılsız başının cezasını çeksin, sen otur oturduğun yerde, hiçbir yere gidemezsin.’
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2004
Kadınların iltifattan aldığı zevki artık daha iyi anlıyorum. Şarap siparişim üzerine garsonun benden kimlik istemesiyle hissettiğime benzer bir haz yaşıyorlar herhalde.Infomag dergisinin Genel Koordinatörü Serkan Ünal ile birlikte Cincinnati havalimanında bir restorandayız. Ünlü şef Wolfgang Puck’ın (www.wolfgangpuck.com), havalimanlarında da lezzetli yemek yenilebileceğini kanıtlamak için açtığı ‘Express’ restoranlar zincirinin bir halkası burası. Wolfgang Puck’ın bu hızlı yemek restoranı zincirine ek olarak, çeşitli birinci sınıf yemek restoranı zincirleri de var. Rastlantı eseri, iki gece önce, bu zincirlerden biri olan Spago’nun Las Vegas halkasındaydık.
Tüm bunları ne yiyip, içtiğimi anlatmak için yazmıyorum. Bu ara standartlara takığım ve üç gün arka arkaya ziyaret ettiğim restoranlar standartlarla ilgili ilginç çağrışımlar yapıyor bende.
Las Vegas-Cincinati-New York-İstanbul yolculuğunun Cincinnati durağında yemek yiyecek kadar zamanımızın olmasının nedeni yolculuğumuzun fırtına yüzünden aksamış olması. Fırtına yüzünden bir gece konaklamak zorunda kaldığımız Cincinnati’de akşam da bir Türk restoranına gitmiştik. Cafe İstanbul (cafeistanbul.com) isimli bu ziyafethaneye haftaya tekrar değineceğim. Şimdilik sadece standartlarla ilgili çağrıştırdıklarından bahsetmekle yetineceğim.
Cafe İstanbul’da yemekler nefis, masalar dolu. Sahibi Doğan Kuruçay. İlk Cafe İstanbul’u Columbus’ta açmış. Bu ikinci restoranı. Kuruçay’a, ‘İki şubeyle yakaladığınız başarıyı, Cafe İstanbul’u bir restoran zinciri haline getirerek büyütmeyi düşünüyor musunuz’ diye soruyorum. Hayır diyor. Yakaladığı başarıyı, restoranların başında durup yakından ilgilenmesine bağlıyor. Şubeler çoğalırsa, her şubeyi emanet edecek birini bulamayacak olmaktan çekiniyor.
Ünlü şef Wolfgang Puck’ın ise yedi farklı restoran zinciri ve her bir zincirde onlarca restoranı var. Ünlü şefin yüzü aşkın restoranının her birinin başında durup, yakından ilgilenmesine olanak yok tabii ki. Ama bu restoranlarda işler, o başında durmasa bile tıkır tıkır işliyor.
İşin sırrı standartlarda. Havalimanı restoranındaki garsonun, 40 yaşına girmiş olmama rağmen 21 yaşından büyük olduğumu kanıtlamam için kimlik sorması bile bu standartların bir parçası (gerçi dikkat ettim yan masalardakilere sormadı). Liberal ekonomilerde girişimcilerin önünü açan, büyümesini sağlayan en önemli faktör standartlaşma. Uzmanlar geliyor, girişimci bireyin bir ya da birkaç şubede yakaladığı başarının etkenlerini araştırıyor ve bu etkenleri standartlaştırıyor.
Zengin ülkelerle aramızdaki uçurumun en önemli nedenlerinden biri standartları anlayamamış olmamız. Ne kadar başarılı olursak olalım, bireysel ya da yerel başarılarımızı yaygınlaştırıp, çığ gibi büyütememizin nedeni de bu. Lafım kesinlikle Cafe İstanbul’un başarılı işletmecisi Doğan Kuruçay’a değil. O halinden memnundur ve kanaatkarlığın verdiği dinginlikle yaşamayı seçiyordur. Tercihine saygım var. Ama şu da bir gerçek ki, büyümek isteyen Türk girişimciler de var ve önlerindeki en büyük engel standartlaşmadaki yetersizlikleri.
Bilgisayar Türkçesi İstemiyoruz
hurriyetim.com.tr/harflerimiz adresinde başlattığımız kampanya sürüyor. Bugüne kadar 87 bin kişinin desteklediği kampanya sayfasındaki forum alanına okurlardan mesaj gelmeye devam ediyor.
Özden Aytekin: ‘Öncelikle böyle bir duyarlılığı ön planda tuttuğu için Hürriyet Gazetesi’ne teşekkürlerimi bir borç biliyorum. Bence Türkçemize sahip çıkmak için sadece bilgisayarlardaki problemleri ön planda tutmamalıyız. Örneğin İstanbul’un trafiğinde araç plakalarına şöyle bir bakmak yeterli. İ-Ç-Ö-Ü-Ğ gibi harflerin hiçbiri araç plaklarında bulunmuyor. Ama Alman plakalarına baktığımızda alfabelerindeki Ü harfi plakalarında da kullanılıyor? Biz kendi kişiliğimizden neden bu kadar kolay ödün veriyoruz anlamıyorum.
Sihirli kalemin Ğ noktası
Amerikan Technology Review dergisinin mayıs sayısında tanıtılan birbirinden ilginç teknolojik gelişmeleri, her ay olduğu gibi bu ay da büyük bir heyecanla okudum. Tanıtılan yeni teknolojiler arasında Microsoft’un sihirli kalemi heyecanımı iki katına çıkardı. Microsoft Pekin Araştırma Merkezi’nde Jian Wang tarafından geliştirilen kalem el yazısını, bilgisayara aktarmaya yarıyor. Kalem, kağıt üzerine yazılan yazıyı, daha yazılırken okuyup dijitalleştiriyor. Bu özelliğiyle analogdan sayısala, mekanikten elektroniğe geçiş sürecinde çok önemli bir basamağı temsil ediyor.
Sihirli kalemin fikir babası Jian Wang da, zaten iflah olmaz bir bilgisayar fanatiği. Elinde olsa yediğimiz yemeği bile dijitalleştirecek. ‘Bilgisayar yazıcılarından nefret ediyorum’, diyor, ‘dijital bilgiyi kağıda döküp analoğa çeviriyorlar’...
Sihirli kalem, klavyelerin yerini almayı hedefliyor. Mekanik hareketlerimizi sayısala çevirmek için bugüne kadar klavye ve fare ikilisinden yararlanıyorduk. Sihirli kalem, yazıyı bilgisayara aktarmak için bir takım tuşlara ardı ardına basmamıza gerek bırakmayacak. Gerçi tablet bilgisayarlar da benzer bir işleve sahipti. Dokunmatik ekranına yazılan yazıları okuyup, sayısallaştırıyor ve belleğine geçiriyordu. Sihirli kalemin farkı, ekrana değil kağıda yazılan yazıları algılayabilmesi.
Ancak tüm bu gelişmeler, Türkiye gibi standartlara önem vermeyen geri kalmış ülkeler için endişe verici bir geleceğe de işaret ediyor. Sallapati iş görme anlayışları sonucu, kendi alfabelerini uluslararası standartlara sokamayan Türkiye gibi ülkelerin yazı kültürleri büyük bir tehdit altında. Çünkü tablet bilgisayar, sihirli kalem gibi el yazısı tanıyan aletler standartlaşmayı başaramamış Türkiye gibi ülkelerin yazı dillerini tanımıyorlar.
Eğer Sanayi Bakanlığı Türkçe karakterler için tek bir standart belirlemez ve bu standardı ithal edilen bilgi teknolojisi ürünleri için zorunlu standart haline getirmekte biraz daha oyalanırsa Türkçe harflere ilelebet veda etmeye hazır olalım.
Bilgisayarda kalem oynatmak
Sihirli kalem sayısal kamera, basınç algılayıcı, Mavidiş radyo ve bellek yongasından oluşuyor. Kullanıcı kağıda yazdıkça, kamera kağıt üzerindeki mürekkebi okuyor.
Üzerine gözle fark edilemeyen desenler basılmış özel bir kağıt kullanılıyor. Bilgisayar kamera aracılığıyla aktarılan mürekkep izinin, kağıdın tam hangi noktasında olduğunu bu desen sayesinde hesaplıyor.
Kağıt üzerine yazılan yazılar kalem tarafından bilgisayara Mavidiş radyo dalgaları aracılığıyla, kablosuz olarak aktarılıyor. Bilgisayarın belleğine aktarılan veriler, sayısal dokümanlara dönüşüyor.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2004
Gerçi siz bu yazıyı okurken dönmüş olacağım ama bu satırları yazarken Las Vegas’taydım. Günahlar Şehri olarak da anılan dünyanın kumarhane cenneti Las Vegas, Computer Associates’in (CA) iş yönetimindeki son teknolojik trendleri tanıttığı CA World’e ev sahipliği yapıyor. Buradan izlenimlerimi, pazar günleri yayınlanan Bilgi Çağı Yorumları köşemde ayrıca yazacağım. Şimdi değineceğim konu standartlar.
Türkçe F klavye, uyduruk Türkçe Q klavye tartışmasını izleyenler, standart konusunun tartışmadaki öneminin de farkındadırlar. F klavyenin önemi bir Türk standardı olmasından ve bu standardın devlet-ithalatçı işbirliğiyle uyduruk bir klavye dizilişi olan Türkçe harf destekli Q klavyenin istilasına kurban edilmiş olmasından kaynaklanıyor. F klavyeye karşı çıkan Hıncal Uluç da dahil bir grup, uyduruk Türkçe Q klavyeyi standartlaştırmamız gerektiğini savunuyorlar. Gerekçeleri ise Q klavye dizilişinin dünyada yaygın kullanılan bir diziliş olması. Tezin savunucularına göre Türk standardı F klavye yerine, dünyada (aslında ABD’de ve bazı batı Avrupa ülkelerinde) yaygın olarak kullanılan Q klavyeyi kullanırsak, yurtdışına çıkınca rahat edermişiz.
Bu yazıyı CA World’u ziyaret eden gazeteciler için kurulan uluslararası basın merkezinden yazıyorum. Dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin çoğu yanlarında getirdikleri taşınır dizüstü bilgisayarlarını kullanıyorlar. Basın odasına gelme nedenleri, taşınır bilgisayarlarını buradaki kablosuz ve kablolu İnternet bağlantı olanağından yararlandırmak. Kendi bilgisayarlarını kullandıkları için, klavye sıkıntısı da çekmiyorlar doğal olarak. Ben bu gibi toplantılarda genelde yaptığım gibi, CA World’de de basın merkezinde bulunan bilgisayarları kullanmayı yeğledim. Buradaki tüm bilgisayarlar İngilizce Q klavye olduğundan ve ben de Türkçe F klavyeye alışık olduğumdan bir miktar zorluk çekiyorum tabii. Ama buradaki yöneticilerle konuşurken de İngilizce konuşmak zorunda kalıyorum. İngilizcem iyi ama insan hiçbir yabancı dili kendi anadili kadar rahat kullanamaz. Yabancı ülkelerde iş yapabilmek için nasıl İngilizce öğrenmek zorundaysak, yabancı ülkelerde bilgisayar kullanmak istiyorsak da İngilizce Q klavye kullanmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ama ikinci klavye olarak, anadilimizin klavyesi olarak değil. Ben de öyle yaptım ve İngilizce Q klavye ile de yazabiliyorum. Anadilimin standart klavyesi Türkçe F klavye ile yazdığım kadar hızlı yazamıyorum ama idare ediyorum.
Geçenlerde İstanbul’da yapılan Erovizyon Şarkı Yarışması için kurulan basın merkezine yerleştirilen bilgisayarların tümü İngilizce Q klavyeydi. Yurtdışında sayısız etkinliğe katıldım ve sayısız basın merkezinde çalıştım. Bazıları tıpkı bizim gibi İngilizce Q klavye yerine kendi ulusal klavyelerine sahip ülkelerdi. Hepsi kendi ulusal klavyelerine sahip bilgisayarlarla donatmışlardı basın merkezlerini. Madem uluslararası basın merkezi kuruyoruz, bilgisayarları da İngilizce Q klavyelerle donatalım dememişlerdi. Bizde ise tam tersi yapılmıştı. Yabancı gazetecilere yalakalık yapılmak uğruna Türk gazeteciler, Türkçe ve Türk standartları eşek yerine konulmuştu. Basın odalarına tek bir İngilizce Q klavye koymayan Almanlar ya da Fransızlar gibi yapalım demiyorum. İngilizce Q klavye kullananlara da saygı duyalım ama önce kendi dilimize, kendi standartlarımıza gerekli saygıyı gösterdikten sonra...
Standartlara uymak ve uyulmasını istemek, bazılarının kafası basmasa da çok önemli. Türkler standardın ne demek olduğunu bilmiyor, standartlara uymanın getireceği avantajları anlamıyor diye, standartları savunmaktan vazgeçme gibi bir lüksümüz yok. Yarı cahiller ordusu yaygın kullanım ile standardı birbirine karıştırıyor diye, her yaygın kullanımı standart kabul edecek halimiz de yok. Q klavye yaygın kullanılıyor diye bu klavyenin standart olduğunu sananların kafasına kalmamızı sonuçlarını yaşanan deprem felaketlerinde görüyoruz. Bunların kafasına kalmak, İstanbul’da yaygın inşaat biçimi depreme dayanıksız inşaatlar olduğu için inşaat standardını depreme dayanıksızlık olarak ilan etmek demektir.
Batılılaşmak istiyorsak standartların önemini anlamak ve kullanmak zorundayız. Standartlar sadece sanatçıları bağlamaz...
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2004
Erkek adamın seksüeli teknoseksüel olur. Her Allah’ın günü yeni bir seksüel tip çıkıyor başımıza ama hepsi birbirine karıştı diyorsanız, alın size kuponsuz sertifikasız bir Bilgi Çağı hizmeti... Metroya binen erkeğe metroseksüel, tekneye binenine tekneseksüel, teknolojik ‘Şey’e binenine teknoseksüel denir. Teknoseksüel ‘Şey’inden belli olur. Piyasaya çıkan ‘Şey’e ‘Segway’, piyasaya çıkmak üzere olan ‘Şey’e ‘Zencefil’, denir.
Şimdi tüm bu yazdıklarımdan bir tek ‘Şey’i anlamadıysanız, üzülmeyin. Ama Teknoseksüel olamayacağınızı da bilin. Her gün cırt cırt tıraş olur, fıs fıs koku sıkarsanız belki metroseksüel olabilirsiniz, ama ‘Şey’ denince aklına sadece ‘şeyinin şeyinin şeyi’ gelenlerdenseniz, nur yüzünüzle olsa olsa pakseksüel olabilirsiniz. Sizden teknoseksüel çıkmaz.
Bu teknoseksüel dedikleri nane, nur yüzlü metroseksüellerin transistörlü aletlerden hoşlananlarına deniyor. Transistörlü aletlerden hoşlandıkları için aklınıza hemen transseksüeller gelmesin. Onlar transistörlü değil transformatörlü aletlerden hoşlananlarıdır ki, tamamen konumuz dışındadırlar.
Teknoseksüellik yeni bir kavram. Henüz altı aylık. Bu yüzden Türkiye’de moda olmaya fırsat bulamadı. Türkiye’deki ilk örnekleri yüzde yüz hakiki teknoseksüeller. Türk teknoseksüellere özellikle gençler arasında rastlanıyor. Genç dediysem ‘tin tin’ çağı anlaşılmasın. Biraz cüzdan gücü gerektirdiğinden, teknoseksüellik gençliğin ancak sonbaharında olanlarının harcı.
Hálá tanımını yapmadım şu meredin biliyorum ama önce listeyi vereyim, tanıma sonra geçeriz. İşte en büyük Türk teknoseksüelleri:
Mustafa Altındağ (TeknoSA Genel. Müdürü), Yavuz Baydar, Ali Bayramoğlu (yazar olanı değil eskiden MÜSİAD başkanı olanı), Enis Berberoğlu, Murat Birsel, Cem Boyner, Ümit Davala, Murat Ersan, Aksel Goldenberg (ismi Tuba Ünsal’la anılan iş adamı), Orhan Göksal (Çukurova Telekom Y.K.), Alphan Manas (Teknoloji Holding Bşk. Yrd.), Gani Müjde, Abdullah Oğuz, Ali Talip Özdemir, buRAK özDEMİR, Rüştü Rençber, Ali Sabancı, Cem Soysal (Teknoloji Holding Grup Başkanı), Şahin Tulga (HP Türkiye Genel Müdürü), Metin Uca...
Artık teknoseksüel denilince kafanızda daha net bir imaj beliriyordur sanırım. Ama görev icabı biz yine bir tanım yapalım.
Teknoseksüel kelimesinin kökenleri 1970’lere kadar gidiyor. Bu dönemde yazılan bilimkurgu romanlarında entelektüel ağzıyla, cinsel tercihlerini robatlardan ve makinelerden yana koyanları tanımlamak için kullanılmış. İşin Türkçesini istiyorsanız; robotlarla ve makinelerle sevişmekten hoşlanan insanlara teknoseksüel adını yakıştırmışlar.
Tabii teknoseksüel bu, kitapta durduğu gibi durmuyor. Zamanla evrim geçirmiş ve günümüzde yepyeni bir anlam kazanmış. www.technosexual.org sitesinin yaratıcısı Ricky Montalvo’ya sorarsanız ‘teknoseksüel’in güncel, resmi tanımı, ‘kendine olduğu kadar şehirli yaşam biçimine ve teknolojik aletlerine de aşık bir narsist; sapına kadar erkek olmasına üstelik bilgisayar, yazılım, İnternet ve cep telefonu gibi elektronik aletlerle de vazgeçilmez bir sevgi ilişkisi kurmasına rağmen, içindeki dişi yanıyla da barışık bir karakter’.
Bana sorarsanız -ki sormazsanız darılır sizi seksüel manyağı yaparım- teknoseksüel, metroseksüel gibi bakımlı ama bu bakım işini onun kadar abartmayan, stil sahibi, teknolojinin nimetlerinden yararlanmasını bilen adam gibi adama denir. Yani metroseksüelden çok harbiseksüelin teknoloji görmüşü demek daha doğru olur.
Şimdi yalvarmanız için size süre tanıyorum. Bakarsınız ısrarınıza dayanamaz önümüzdeki haftalarda ‘En büyük Türk analogseksüelleri’ listesini de yayınlarım.
Eurovision’la kaçan tanıtım fırsatı
20 yüzyıldan kalma zihniyet üç saatlik yayında Türkiye’yi tanıtan tek bir İnternet adresi yayınlayamadı
Yine kendimizi kandırıyoruz. Geçen hafta yapılan Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkiye’ye sunduğu tanıtım fırsatını iyi kullandığımız iddiası tam bir palavradan ibaret. Puanlama sırasında bağlanılan diğer ülkelerin jüri üyelerinin Türkiye’yi öven cümleler sarf etmesinin nedenini geçen gün Meltem Cumbul, mutfaktan kulak misafiri olduğum bir TV programında çok güzel açıkladı. Adamların bu tip cümleler kurmasının tek nedeni, yayında birkaç saniye daha fazla kalmak. Muhabbeti uzatmak için orada havalar nasıl diyecek değiller ya, veriyorlar gazı uzatıyorlar lafı. Geçen yıllardan da hatırlamıyor musunuz? Her yıl aynı muhabbet tekrarlanıyor...
Tamam sahnede her ülke için farklı bir konseptle gerçekleştirilen ışık ziyafeti gerçekten muhteşemdi, bir diyeceğim yok. Seyircinin coşkusu da ekranlara iyi yansıtılmıştı, ona da aferin. Athena’nın şarkısı da, Sertab Erener’in geçen yılki ‘İngilizce sözlü hafif göbek havası’na göre birinciliği çok daha fazla hak ediyordu, onların da hakkını teslim edeyim. Meltem Cumbul ve Korhan Abay’a tebriklerin kralı... Ama kimse kalkıp Türkiye’nin tanıtımını muhteşem yaptık diye masturbasyon yapmaya kalkışmasın, ayıp oluyor...
Türkiye her çağda, bir önceki çağa saplanıp kalmış zihniyetlerden çekti. Dünya İnternet çağını yaşarken, televizyon çağında saplanıp kalanlar yüzünden, ayağımıza kadar gelen ve belki bir daha asla yakalayamayacağımız bir tanıtım fırsatını teptik. Daha önce de yazmıştım Türkiye’yi tanıtan doğru düzgün bir İnternet sitesine sahip değiliz. Turizm Bakanlığı bu işi yıllardır bir türlü beceremiyor. Yıllar önce yapılmış, dönemin şartlarına göre vasatın biraz üzerindeki bir siteyle idare edilmeye çalışılıyor. Ve milyonlarca dolar akıtılarak Türkiye’nin tanıtımı için yurtdışında yayınlatılan reklam filmlerinde, basın ilanlarında İnternet sitesi adresi kulanılmıyor. İçinde bulunduğumuz çağda İnternet bacağı olmayan bir reklam kampanyası kaynakların boşa akıtılmasından başka bir şey değildir. İnternet; TV’deki kısıtlı sürede, basındaki kısıtlı yerde veremediklerinizi çok düşük maliyetle sunma fırsatı verir. Eloğlunun konvansiyonel medyaya verdiği her reklamda bir de İnternet adresi vermesinin nedeni budur.
Ve biz koca üç saatlik yayın sırasında Türkiye’nin tanıtımına yönelik tek bir İnternet adresi veremiyoruz. ‘Söz uçar yazı kalır’ın, ‘TV tanıtımı uçar, basın tanıtımı kalır, İnternet tanıtımı dibine kadar çakar’ şeklinde ifade edildiği bir dönemde, üç saatlik tanıtım fırsatına tek bir İnternet adresi koyamamanın adı fiyaskodur. Kimse kusura bakmasın ama herkes alınsın...
Manasız bir yarışma
Ne yazık ki geç aklıma geldi. Yabancı kanallar nasıl veriyor diye merak edip hopladığım ilk kanal BBC Prime’da takılıp kaldığımda yarışma bitmiş, Anadolu Ateşi’nin gösterisi sürüyordu. Yıllarca alemi Broadway’de sahne alacağız diye uyutan dansın eski sultanları, ilkokul müsameresine benzeyen gösterileriyle Eurovision’u fırsat bilip milli olmuşlardı sonunda. ‘Uy’ diye attıkları çığlıklar hariç dünyaca meşhur İrlandalı Riverdance’i aşırı andıran gösterileri sunarken, İrlanda asıllı spiker de alaycı bir üslupla bu benzerlikten söz edince, BBC Prime’dan ayrılamadım.
İyi ki ayrılmamışım. Deneyimli programcı Terry Wogan’ın esprili yorumlarıyla gülmekten göbeğim çatladı. Wogan’ın yarışmaya, özellikle de politik oylamaya yönelttiği alaylı eleştiriler, titreyip kendime gelmeme ve Eurovision’un kompleksli ülkeler hariç kimsenin takmadığı bir müsamereden ibaret olduğu gerçeğini yeniden görmeme yaradı. Oylama sırasında Yunanistan ve Ukrayna’nın bir ara kapışmaya başlaması üzerine Wogan bu kapışmayı ‘striptizcilerle vahşi dansçıların yarışı’ olarak adlandırdı. Sertab’ın muhteşem İngilizcesini sergilediği salon röportajlarıyla, taklidini yaparak kafa buldu. Kıbrıs’ın Yunanistan’a, Yunanistan’ın Kıbrıs’a 12 puan vermesini, ‘yine yaptılar, bunu her yıl yapıyorlar’, diyerek eleştirdi. Almanya jürisi ekrana ay yıldızlı bir mikrofonla gelince, ‘12 puanın kime gideceği belli’, dedi. Eurovision yarışmalarındaki oylamaların saçmalığıyla sürekli dalga geçti. Programı da şu cümleyle kapattı; ‘Çok güzel bir gece, manasız bir oylama ve manasız bir müzik olayına tanık olduk’...
Eurovision düzenleyen her ülkenin ezeli kabusu Terry Wogan’ın, geçen sene Estonya’ya yaşattığı korkuyu merak ederseniz www.balticsww.com/eurovision_terry_wogan.htm adresine başvurabilirsiniz. Terry Wogan’ı dinlemek ve çok daha fazlası için www.bbc.co.uk/radio2/eurovision/2004/ adresine de mutlaka uğrayın. Efsanevi Riverdance’ın doğurduğu başarılı gruplardan biri olan Magic of the Dance’in Türkiye’deki gösterilerine bilet almak için ise ticketturk.com’a göz atın.
Troy da fırsat tepti
Sinemalarda estirdiği fırtınayla tüm dünyada yankı uyandıran Troy, Türk Tuborg’un Türkiye’de ürettiği iki markadan birinin de adı (diğeri Venüs). Ancak Troy çok az markanın ayağına gelen böylesi ender bulunan bir fırsattan yararlanmayı bilemedi. Bırakın bu fırsatı dünya pazarlarına açılmak için kullanabilmeyi, Türk pazarında da kullanamadı. Ancak troy.com.tr adresinin bile promosyon malzemesi satan bir firmaya ait olduğunu görünce, Türk Tuborg pazarlamacılardan bu konuda fazla bir şey beklememek gerektiğine de kani oldum. Bu arada İnternet adreslerinin Türkiye’de tescil işlemine kendi kafasına göre kurallar koyan ODTÜ kaynaklı ahbap çavuşların troy.com.tr’yi hangi akla hizmet bilinen markaya değil de, fazla tanınmamış, kendi halinde bir promosyon şirketine vermiş anlamak mümkün değil. Tabii bu şirketin Ankaralı bir şirket olması bazı ipuçları vermiyor değil. Akla kötü şeyler getirmeye gerek yok. ODTÜ kaynaklı ahbap çavuşlar dünyaya ancak egosentrik gözlüklerinden bakabildiklerinden olacak dunya.com.tr adresini de tanınmış Dünya gazetesine değil, coğrafi olarak kendilerine yakın gördükleri Ankara kaynaklı bir radyoya; eti.com.tr adresini ise tanınmış bisküvi markası Eti’ye değil faaliyet alanı itibarıyla kendilerine yakın hissettikleri Eti Bilgisayar’a hediye etmişlerdi ne de olsa...
Gösterimdeki muhteşem filmin çok başarılı sitesine troymovie.warnerbros.com adresinden, Troy biralarının her nedense kendi adresinde yayınlanmayan sitesine reklamevi. gen.tr/ troy/troy.htm adresinden, efsaneyle ilgili ayrıntılı bilgilere www.perseus.tufts.edu/cgi-bin/siteindex?entry=Troy adresinden, Truva’nın efsanedeki gibi tahta atın içinde saklanan askerlere değil depreme kurban gittiğiyle ilgili iddialar içinse search.csmonitor.com/durable/1998/01/06/feat/scitech.2.html adresine başvurabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2004
Ortalık yine kaynıyor, dedikodular gırla, her kafadan bir başka ses çıkıyor. <B>Microsoft</B> Başkanı <B>Steve Ballmer </B>İktisat Kongresi’ne katılmak üzere Türkiye’ye gelecek oldu, adamın arkasından yapılmadık dedikodu kalmadı. Hele bir de bir vesileyle Vestel’in patronu Ahmet Nazif Zorlu ile el sıkışıp, bir başka vesileyle Milli Eğitim Bakanlığı’yla protokol imzalayıp, Başbakan Tayyip Erdoğan’la da temaslarda bulununca, sapla saman iyice birbirine karıştı.
Gazeteler ve dergilerde çıkan haberlerde neler denilmedi ki? Yok efendim Vestel dünya devi Microsoft’la ucuz bilgisayar üretecekmiş, yok Milli Eğitim Bakanlığı’na 650 bin bilgisayar satacaklarmış, yok Vestel ve Microsoft Milli Eğitim Bakanlığı ile söz kesmiş, falan da filan...
Hele Sabah’ta çıkan imzasız bir haber vardı ki, tam evlere şenlik. Eğer haber kuyruklu bir palavradan ibaret değilse, daha da kötü. Sabah’ın haberine göre eğitim sistemimiz sadece Microsoft’a emanet edilmiş. Türkiye eğitimde sadece Microsoft teknolojilerini kullanan ilk ülke olmuş. Böylece Microsoft; Avrupa, Çin, İsrail gibi ülkelerde Windows platformuna tehdit olarak çıkan Linux gibi açık kaynak kodlu yazılımların kullanılmasını tamamen önlemiş olacakmış.
Tam iki ucu kokulu değnek. İnansan bir türlü, inanmasan bir türlü... Haber doğruysa tam bir skandal. Ama bakanlığın ve hükümetin ihaleye çıkmadan koca eğitim sistemini tek bir şirketin tekeline vermesine ihtimal dahi vermiyorum. Bırakın ihalesiz tekel kurmayı, devletin ihaleye çıkarak bile tekel kurdurmaya hakkı olamaz.
Dolayısıyla bu haberin doğruluğuna inanmanın olanağı yok. Ama haber üfürük bir haberse de işler çetrefilli. Böyle bir haber uydurma ihtiyacı ancak altında bir çapanoğlu varsa doğabilir. Neyse, bekleyip göreceğiz. Umarım değneğin az kokulu ucu doğru çıkar. Asılsız bir haberle başa çıkmak, devlet eliyle kurulacak özel sektör tekeliyle başa çıkmaktan daha kolay ne de olsa.
Peki bunca dedikoduya rağmen işin gerçeği nedir? Yardımcı editörüm Hüseyin Gönüllü, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yetkili bir ağızdan bilgi almak için bir haftadır çırpınıp duruyor. Ulaşabildiği kaynaklardan alabildiği tek bilgi bilgisayar alımı için ihaleye çıkılacak olması ve ihalenin şartnamesinin önümüzdeki hafta belirlenecek olması.
Microsoft Başkanı’nın Türkiye’de yaptığı temaslara ve imzaladığı protokole gelince. Bilindiği gibi Microsoft eylül ayında 250 milyon dolarlık bir proje başlatmıştı. Eğitim Ortaklığı (Partners in Learning) isimli bu proje kapsamında, Microsoft’un eğitime destek vermesi için çeşitli ülkelerde protokoller imzalandı. Türkiye, Ballmer’ın ziyareti sırasında bu protokolü imzalayan 54. ülke oldu. Protokolün içeriği henüz açıklanmadı ama diğer ülkelerle yapılan protokoller yeterince ipucu veriyor. Benzer protokollere bakarsak Microsoft, Türkiye’de öğretmenlerin eğitimine yönelik etkinliklerde bulunacak, kullanılmış bilgisayarları bakımdan geçirerek ve gerekli yazılım güncellemelerini yaparak eğitime kazandıracak. Belki okullarda halen kullanılmakta olan mevcut bilgisayarlara da bazı yazılım güncellemeleri sağlayacak. Tüm bunlar Türk eğitimine önemli katkılar sağlayacak, sevindirici gelişmeler. Hem Microsoft’u, hem Bakanlığı bu hayırlı protokol için kutlarız.
Bu arada ortalıklarda uçuşan 650 bin bilgisayar rakamı da biraz uçuk gibi. Ancak bakanlıktan ulaştığımız yetkilinin ifadesine göre bu rakam doğru. Bana yine de kuşkulu bir rakam gibi geliyor ama neyse... Aldığımız bir başka bilgi ise okullara bundan önceki ihalelerle alınan bilgisayarların, Türk standardı olmayan klavyelere sahip olduğu. Bu yanlışın yeni ihale şartnamesinde düzeltileceğini ve Milli Eğitim Bakanı’nın geçen seneki genelgesine uygun olarak bilgisayarların F klavyeli olması şartının, şartnameye konulacağını ümit ediyoruz.
HP uzaya çıkıyor
Biz daha Türkçe harf standardını oturtamadık, alem bilgisayarları uzaya gönderiyor. Türkiye’ye Türkçe’yi destekleyip desteklemedikleri test edilmeden elini kolunu sallayarak giren bilgisayarlar uzaya gitmek için ciddi testlerden geçiriliyor. Örneğin HP’nin iPAQ h5550 cep bilgisayarları ve aksesuvarları, Soyuz Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki astronot ve kozmonotlar tarafından kullanılmadan önce NASA’nın zorlu testlerine tabi tutulmuşlar. Bu testlerden başarıyla geçen HP iPAQ’ler sayesinde, uzay istasyonu ekibi günlük çalışmalarını kaydedebilecek, kişisel notlar alabilecek, e.postalarını ve takvimlerini kontrol edebileceklermiş. Bir sonraki uçuşta istasyona iki iPAQ daha götürülecekmiş. HP Türkiye Kişisel Sistemler Grubu Ülke Direktörü Serdar Urçar, ‘HP, mobil bilgiişlemi yeni bir boyuta taşıyarak, astronotların dünyadaki yaşamla ilişki kurabilmesini sağlıyor’, diyor. hp.com.tr
Kişiye özel baskı devri
Sayısal bilgisayar yazıcıları, bildiğimiz klasik matbaanın tahtına göz dikti. Almanya’nın Düsseldorf şehrinde dört yılda bir yapılan, dünyanın en büyük matbaa teknolojileri fuarı Drupa’ya bu yıl sayısal bilgisayar yazıcıları damgasını vurdu. Ofset baskıdan sayısal baskıya doğru olan bu trendin ilk sinyalleri aslında dört yıl önceki Drupa fuarında verilmişti. Drupa’da sayısal yazıcılar bu yıl daha da ön plana çıktı. Sektörün önünde koşma vizyonuyla hareket eden Xerox ise bu yılki Drupa’yı ‘iş akışı fuarı’ olarak tanımladı.
Xerox, Drupa 2004’te yeni model sayısal yazıcılarının yanı sıra, baskı sürecinin her aşamasında iletişimi kolaylaştıran, iş akışını pratikleştiren yazılım ve servis çözümlerinin tanıtımına da büyük önem verdi.
Yazılım ve servislere her geçen yıl daha da fazla önem veren Xerox’un fuarda sergilediği ürünlerin en görkemlisi yine de iGen3 isimli sayısal yazıcıydı. Drupa 2000’de duyurusu yapılan, İngiltere’de gerçekleştirilen Ipex fuarında ise piyasaya sürüldüğü açıklanan iGen3 yeni özelliklerle donatılmış en son modeliyle Drupa’da sergilenen sayısal yazıcılar arasında tüm ihtişamıyla dikkat çekiyordu. Birbiri ardına eklenip, çıkartılabilen modülleriyle, dev matbaa makinelerini andıran Xerox DocuColor iGen3, 364X571 mm’ye kadar çeşitli boyutlarda kağıda baskı yapabiliyor. iGen3 görüntüsüne uygun olarak tam bir matbaa makinesi gibi çalışıyor. Bir ucundan giren kağıt blokları diğer uçtan ciltlenmiş dergi ya da kitap halinde çıkabiliyor.
Sayısal baskı, klasik ofset baskıya göre pekçok avantaj sunuyor. Bu avantajlardan en önemlisi film çıkışı, kalıp gibi ara işlemlere gerek bırakmadan, bilgisayardan direkt çıkış alınabilmesi. Bu sayede özellikle kısıtlı baskı sayılarında önemli maliyet düşüşleri sağlanabiliyor. Yine aynı özellik sayesinde grafik tasarım yapılan yerle, baskı alınan yerin birbirine uzaklıklarının önemi kalmıyor. Örneğin ABD’de tasarımı yapılan bir derginin ya da afişin, birkaç dakika içerisinde İstanbul’da çıkışı alınabiliyor.
Sayısal baskı, aynı dergi ya da broşürün kişiye özel baskısına da izin veriyor. Yani sayısal baskı sayesinde örneğin herkese kendi kişisel zevklerine göre yaratılmış kişisel gazetesini basıp, vermek mümkün. Bu gazete ya da derginin içine yine kullanıcının kişisel özelliklerine göre farklı ilanlar da basılabiliyor. Çocuk bekleyen anne adayının gazetesinde bebeklere yönelik ilanlara ağırlık verilirken, öğrenci okurun gazetesi tamamen farklı ilanlarla basılabiliyor.
Önce sat sonra bas
Drupa 2004’te Xerox Başkanı Anne Mulcahy’le, özel bir sabah kahvaltısı toplantısında sohbet etme olanağı da buldum. Mulcahy’ye, yenilikçi ürünleri ve servisleriyle dokümanlardaki hızlı elektronikleşme trendini takip eden Xerox’un gün gelip donanım şirketi olmaktan çıkıp, yazılım ve servis şirketi olup olmayacağını, sordum. Xerox’un servis ve yazılıma çok önem verdiğini söyledi. Şirketin yazılım ve servis gelirlerinin toplam gelir içindeki oranı dört yıl önce dörtte birken, şu anda üçte bire çıkmış. Ve bu oran artmaya devam ediyormuş. Mulcahy, toplantıda baskı sektöründeki yeni geçişlere de dikkat çekti. Xerox’un vizyonuna göre sektör ‘önce bas sonra sat’tan ‘önce sat sonra bas’a, ‘kitlesel pazarlama’dan ‘kitlesel kişiselleştirmeye’, ‘kağıt odaklı olmaktan İnternet odaklı’ olmaya doğru hızlı bir evrim geçiriyor. Ve Xerox ürünlerine bu üç değişime uyum sağlayacak özellikler katmaya büyük özen gösteriyor.
Seyahatlik F klavye
Türk standartlarına gösterdiği saygıdan dolayı tebrik edilecekler sırasında bu hafta İnfronic ve BenQ var. Şık klavyeleriyle ün yapan BenQ, Türkiye’de piyasaya sürdüğü her modelinde F seçeneği de sunuyor. Ancak bu modeller içinde bir tanesi var ki, özellikle bahsetmek gerekiyor. BenQ 52ME ultra küçük ebatları ve hafifliğiyle yurtdışına sık seyahat edip yanında dizüstü bilgisayar taşımak istemeyenler için ideal. Uzunluğu 27, genişliği ise 13 cm olan klavye, 1.5 cm kalınlığında ve sadece 200 gr ağırlığında. infronic.com
Eurovision’da Q klavye skandalı
Arzu Akbaş’ın Kelebek’te yayınlanan haberine göre Eurovision yarışmasını izleyecek basın mensupları için kurulan merkeze konulan 125 bilgisayar da Q klavyeliymiş. Tıpkı bizim gibi kendi ülkelerine özgü klavye standardı olan Almanya ve Fransa’da girip çalıştığım basın odasının haddi hesabı yoktur. Hepsinde kendi ülkelerinin standardı klavye kullanılıyordu. Uluslararası basının da gelip kullanacak olmasına aldırmamış, tek bir İngilizce Q klavye bile koymamışlardı basın odalarına. Kendi standartlarına saygı duymama aşağılık kompleksi bir tek bize has anlaşılan. www.eurovision.tv
F klavye Mobil Hayat’ta
Yeniden gündeme oturan Türk standardı F klavyeye sahip çıkma tartışmasına televizyon yıldızı Metin Uca’dan da destek geldi. Turkcell’in sponsorluğunda Show TV’de yayınlanan Mobil Hayat programına 8 Mayıs’ta konuk olan Metin Uca, İpek Değer’in bir sorusunu, ‘Ben F klavye kullanabiliyorum ve bu savaşı da sonuna kadar destekliyorum. Belki bazılarına Türkiye ’nin binlerce sorunu varken F klavyeden Q klavyeden söz etmek tuhaf geliyordur ama Türkçe’yi bazı saldırganlıklara karşı korumak için F klavyenin desteklenmesi gerektiğinden yanayım. Q Türkçe diye bir uydurmanın da yanında değilim’, diyerek cevapladı. Teşekkürler Metin Uca...
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2004
Herifçioğlu ‘chat’ odasında koyuvermiş sakalı/ Neylesin bizim Türkçe harfleri, nitsin Emre Kongar’ı ve de Doğan Hızlan’ı/ Beta baby’si, newbie’si, grrrl’i, mouse potato’su/ Notebook’unda dört avatarın ICQ numarası/ Bir elinde klavye, bir elinde faresi/ Uyyy!.. yesun oni nenesi/ Yesun oni nenesi* hurriyetim.com.tr/harflerimiz adresinden başlattığımız ‘Bilgisayar Türkçesi istemiyoruz’ kampanyasına İnternet kullanıcılarının yoğun desteğine ek olarak, cinnettaşların** başını çektiği cılız bir eleştiri de var.
Bu eleştirilerin büyük bir kısmı sanki kampanyada Q klavyenin yasaklanmasına yönelik bir talebimiz varmış gibi göstermeye çalışıp, kampanyanın saçmalığını vurgulamaya çalışan saldırılardan oluşuyor. Ancak kampanyada talep edilenler arasında böyle saçma bir istek tabii ki yok. Kampanya talepleri arasında, zaten bir Türk standardı olan F klavyenin zorunlu standart haline getirilmesi var. F klavyenin zorunlu standart olması, Q klavyenin yasaklanması anlamına gelmiyor.
Eleştirilerden bir kısmı ise Q klavyenin bir dünya standardı olduğunu, dolayısıyla dünyadan kopmamak için bu standarda uymamız gerektiğini dile getiriyor. Bu gruptakilerin ortak yanılgısı, yaygın kullanım ile standart kavramlarını birbirine karıştırmaları. Yaygın kullanım ile standardın aynı şey olduğunu sanıyorlar. Aradaki farkı deprem bölgesi İstanbul’da uygulanması gereken yapı standardı ile depreme dayanıksız yaygın yapılaşmayı karşılaştırarak görebilirler. Üstelik Q klavye bir dünya standardı değil ama F klavye bir Türk standardı.
Bir başka grup ise kampanyanın Türkçe harflerin bilgisayar ortamında sorunsuzca kullanılmasına yönelik taleplerine katıldıklarını ancak F klavye tartışmasının ön plana çıkartılmasını doğru bulmadıklarını söylüyor. Kampanyada F klavye zaten ön planda değil. F klavyeyi ön plana çıkartanlar, kampanyanın diğer taleplerine fazla eleştiri getiremeyeceklerini bildikleri için faullü vuruşa müsait F klavye yumuşak karnına vuruş yapmayı seçenlerden oluşuyor. Daha önce de belirttiğim gibi F klavyenin önemi bir ibret öyküsü olmasından kaynaklanıyor. Bir zamanlar yaygın kullanım alanı da bulmuş bir Türk standardı olan F klavyenin tüketici bilinçsizliği, ithalatçı sorumsuzluğu ve hükümet vurdumduymazlığı sonucunda uyduruk Türkçe Q klavyenin istilasına teslim edilmiş olması, gelecek için de önemli bir ders. Çünkü aynı tüketici bilinçsizliği, aynı ithalatçı sorumsuzluğu, aynı hükümet vurdumduymazlığı Türkçe harflerin uluslararası bilişim standartlarına girmesini engelliyor.
Kampanya sitesine gelen bu gibi eleştiri ve bu eleştirilerin kat kat fazlası destek mesajları arasında çok ilginç fikirlere de rastlamak mümkün. Örneğin geçen gün Aktüel’den Özsel Tortop aradı. Bilgisayar Türkçesi İstemiyoruz kampanyasıyla ilgili bir haber hazırlıyorlarmış. Kampanyaya gelen mesajlar arasında bir tanesi özellikle dikkatlerini çekmiş. Mesajda insanların çocuklarına isim seçerken, ileride İnternet’te sorun yaratmaması için içinde Türkçe karakter geçmeyen isimlere yöneldiği yazılıymış. Özsel Tortop, bu konuda ne düşündüğümü soruyordu. Bunun insanların kendi seçimi olduğunu, eleştiremeyeceğimi, haklılık paylarının da olduğunu söyledim. Asıl önemli olan insanları böyle seçimler yapmaya zorlayacak ortamın oluşmasını engellemek. Eğer Türkçe harflerin dünya standartlarına girmesini sağlarsak, insanlar da bu tip yollara başvurmak zorunda kalmaz.
* Sakal Makal Yahut (Bedri Rahmi Eyüboğlu) Herifçioğlu Sen Mişel’de koyuvermiş sakalı/ Neylesin bizim köyü, nitsin Mahmut Makal’ı/ Esmeri, sarışını, kumralı, kuzguni karası/ Cebinde dört dilberin telefon numarası/ Bir elinde telefon, bir elinde kesesi/ Uyyy!.. yesun oni nenesi/ Yesun oni nenesi
** cinnettaş (denizen): nettaş anlamına gelen İngilizce ‘netizen’ kelimesinden türetilmiş, uygunsuz davranışlarıyla nettaşlara yaka silktirten İnternet acemisi anlamına gelen Net jargonu.
Apple’dan Türkçe’ye kusurlu destek
Geçen haftalarda orijinal fabrika çıkışlı F klavye dizüstü bilgisayar ürettiği için HP ve Acer’ı alkışlamıştık. Türk standartlarına gösterdiği saygıdan dolayı tebrik edilecekler sırasında bu hafta Apple var. Apple Türkiye pazarına girdiğinden bu yana F klavyeyi destekleyen bir marka. Ancak Apple, Türkiye temsilcisi Bilkom’un Koç grubuna geçmesinden sonra dizüstü ürünlerinde Q klavyeyi ön plana çıkartmaya başladı. Hatta F klavyeli satın almak isteyenlerden 50 dolar fark istemek gibi bir ayıba da imza attı. Bu yüzden Bilkom’u Türk standartlarına başından beri verdiği destek için alkışlarken, Türk standartlarını tercih eden tüketiciyi cezalandıran yeni uygulamasını ayıplıyoruz.
Ulaştırma Bakanlığı’nda hokus pokus gösterisi
Ulaştırma Bakanlığı bünyesinde danışmanlık vermesi amacıyla kurulan İnternet Kurulu, boyundan büyük işlere kalkışıyor. Danışma kurulu statüsünde olması nedeniyle hiçbir yetkisi olmayan İnternet Kurulu, bünyesinde kurduğu DNS Çalışma Grubu isimli yasal yetkisi olmayan bir alt kurulla korsan faaliyetlerde bulunuyor. Yasal yetkisi olmamasına rağmen yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinde bulunan DNS Çalışma Grubu’nun son marifeti ise kurayla hak dağıtmak.
Ulaştırma Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren çalışma grubu uzun bir süredir, .tr uzantılı İnternet adreslerinin ODTÜ kaynaklı bir grup tarafından para karşılığı tescil edilmesi işlemlerine, resmi bir süs verme amacıyla kullanılıyordu. Bir danışma kurulu bünyesinde olması nedeniyle hiçbir yetkiye sahip olması hukuken mümkün olmayan grup, İnternet adreslerinin Türkiye’de tesciline yönelik kurallar koyuyor, anlaşmazlıkları yargılıyor ve karara bağlıyordu. Böylece, ODTÜ kaynaklı bir grup ahbap çavuş tarafından yasal bir dayanak olmaksızın yapılan İnternet adres tescil işlemlerine sanki resmiymiş gibi bir süs verilmiş oluyordu. Ulaştırma Bakanlığı da oynanan bu komediye, tüm eleştirilere rağmen ses çıkartmayarak seyirci kalıyordu.
İşte bu grup, daha önce kendi koyduğu bir kuralla ‘jenerik’ olarak adlandırdığı ancak açık bir tanımını yapamadığı ve bugüne kadar İnternet adresi olarak tescil etmediği bazı kelimeleri kurayla dağıtacağını açıkladı. Kura geçen Cuma günü yapılacaktı. Bu yazıyı yazarken henüz yapılmamıştı, herhalde siz okurken yapılmış olur.
Bu İnternet Kurulu DNS Çalışma Grubu kendini ne sanıyor, gerçekten çok merak ediyorum. Kimdir bunlar, yetkilerini nereden ve kimden alıyorlar? Bunlar sihirbaz mı ki, sahibi olmadıkları bir değeri, başkaları adına tescil ederek yoktan var ediyorlar? Ulaştırma Bakanlığı kendisine bağlı bir danışma kurulunun bünyesinde kurulan bir grubun gayrimeşru yetki kullanmasına ve birtakım insanlara, şirketlere kurayla bazı ayrıcalıklar dağıtmak gibi bir sihirbazlık gösterisi yapmasına nasıl seyirci kalıyor? Yok mu bu komediye dur diyebilecek bir makam?
?Zampok eyin pi
JVC’den mini fuar
Yardımcı editörüm Hüseyin Gönüllü, JVC’nin Dubai’de gerçekleştirdiği mini fuara katıldı. Gönüllü’nün, 30 yeni ürünün tanıtıldığı fuar öncesi yapılan uluslararası basın tanıtımından izlenimleri şöyle:
Açılış konuşmasını yapan JVC Körfez bölgesi Başkanı Yoshikazu Yamamoto, JVC’nin iyi bilinen bir marka olduğunu , tüketici elektroniği alanında bir yükseliş zamanının geldiğini söyledi. Pazarlamadan da sorumlu olan Genel Müdür Yoshiki Matsushima, toplantıda JVC’nin bölgesel satışları hakkında bilgiler verdi. JVC’nin Akdeniz, Afrika, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya’yı kapsayan bölgede 2001 yılında 100 milyon dolar olan gelirinin, iki yıl içinde yüzde ellişer oranında büyüyerek 2003 yılında 200 milyon dolara ulaştığını söyleyen Matsushima, ‘Bölgemizde marka algılanırlığını doğru konumlandırarak ses sistemleri, düz ekran televizyonlar ve video oyunları alanında bu bilinci artırmayı hedefliyoruz’ dedi. JVC Körfez bölgesi başkanı Yoshikazu Yamamoto ’ya 2025 dünyasını nasıl tahmin ettiğini ve JVC’nin kendisini nasıl konumlandırdığını sordum. ‘5 yıl sonrasını dahi tahmin edemiyorum’ dedi, ‘Ama yaşadığımız sürece JVC tabii ki son teknoloji ürünler imal ediyor olacaktır. 25 yıl sonra dünya, barışın sefasını sürüyor olabilir ama bundan tam emin değilim.’
Otomobilde DVD keyfi
KD-AV7001, otomobilde DVD izlemek isteyenler için harika bir çözüm. LCD panel oto teybin içinde yer alıyor. Film izlemek istendiğinde dışarı çıkıp, çalışır duruma geçiyor. Akşamları eve götürmek için de yerinden ayrılabiliyor.
JVC Mega Power Ev Sineması
Evinde sinema keyfi yaşamak isteyenler için tasarlanan bu set, ellerini bir kez çırpan izleyicinin salondaki oturma konumunu hesaplıyor ve tüm kolonları izleyicinin sesi en iyi şekilde duyabileceği şekilde ayarlıyor.
Eurovision oyları naklen sayılacak
Bir rivayete göre politik nedenler, diğer bir rivayete göre şarkımızın İngilizce olması, bir başka rivayete göre bileğimizin hakkı, daha da farklı bir rivayete göre gurbetçilerin telefon ve kısa mesajla yağdırdıkları oylar sayesinde hasret kaldığımız Eurovision Şarkı Yarışması birinciliğine, yıllar sonra nihayet geçen yıl kavuşmuştuk. Ve şimdi de Türkiye’de yapılacak olan 2004 finalinin eşiğindeyiz. Final gecesinin heyecanına bir hafta sonra şahit olacaksınız ama yarışma için hazırlanan sitedeki çok başarılı içeriğe şimdiden ulaşmanız mümkün. Şarkılar için hazırlanan tanıtım videolarının seyredilebildiği, şarkıların dinlenebildiği sitede, şarkı melodilerini zil sesi olarak cep telefonlarına gönderme olanağı da sunuluyor. Bu yılki yarışmanın bir başka özelliği ise oylama için teknolojinin olanaklarından sonuna kadar yararlanılmış olması. Digame.de tarafından kurulan sistemle, 36 ülkeden seyirciler sabit ve mobil telefonlarından oy kullanabilecekler. Oylar daha oylama sürerken canlı olarak sayılıp, ekranlara getirilebilecek ve yarışma heyecanının artmasını sağlayacak. 2004 Eurovision Şarkı yarışması dünyanın ilk uluslararası senkronize kitle etkileşimli etkinliği olacak.
www.eurovision.tv Biletler: biletix.com
Eurovision sahnesi ‘Aynı gök kubbede’ teması işlenerek hazırlandı
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2004
<B>Microsoft</B>’un Seattle’daki merkezinde kurduğu akıllı evi bu aslında üçüncü ziyaretimdi. <B>Microsoft Evi</B>’nin amacı teknolojinin, sekiz yıl sonrasının ev yaşantısını nasıl değiştireceğini çalışır örneklerle, canlı olarak göstermek. Evi ilk kez 1995 yılında ziyaret etmiştim. İkinci ziyaretim ise 1997 yılındaydı. Birinci ziyaretimden bu yana dokuz yıl geçmiş. Dokuz yıl önce sergilenen teknolojileri, bugün yaşantımıza giren ev teknolojileriyle kıyaslıyorum. Bazıları gerçekleşti, bazıları gerçekleşmedi. Ama temel beklentiler, örneğin İnternet’in evin her odasına gireceği beklentisi gerçekleştiğine göre, bugün sergilenen 2012 kehanetlerini dikkate almakta fayda var.
Sahibini tanıyan ev
2012’nin evinde teknoloji sizi daha kapıdan karşılıyor. İçinde oturanlardan biriyseniz, ev sizi hemen tanıyor. Bunu üzerinizde taşıdığınız çeşitli elektronik etiketlerden gönderilen radyo sinyallerini değerlendirerek beceriyor. Eğer üzerinizde bu etiketlerden biri eksikse, evin kapısındaki tarayıcı, göz retinanızı kontrol ediyor.
Bu işlemin tek avantajı sizi anahtar arama zahmetinden kurtarmak değil. Ev sizi tanır tanımaz, kişisel rahatınızı sağlamak için farklı odalardaki aletlere çeşitli komutlar gönderiyor. Örneğin ışıklar, en rahat ettiğiniz parlaklıkta açılıyor, sevdiğiniz bir müzik çalmaya başlıyor, telesekretere gelen mesajlar okunuyor, evde yokken ziyaretçiniz olmuşsa kapıya bıraktığı video mesajı oynatılıyor.
Kişiye özel servis
Yemekten sonra oturma odasına geçip televizyonu açabilirsiniz. Ev televizyonun karşısına geçen kişinin kimliğini bildiği için, TV ekranına size özel bir seçenek mönüsü getiriyor. En sevdiğiniz programlar, yarıda bıraktığınız bir film, arkadaşlarınızla bağlantılar ya da yalnız yaşayan annenizin günlük raporu ekranda sizi bekliyor. Annenizin evinin de akıllı olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Fazla özel ayrıntıya girmeden, annenizin gün içinde herhangi beklenmedik bir davranışta bulunup bulunmadığını izliyor. Eğer yataktan kalkmamak, tuvalete çok sık gitmek, sürekli aynı yerde hareketsiz kalmak gibi beklenmedik bir durum varsa alarm sinyali veriyor.
Ayrılsak da beraberiz
Maç seyretmek isterseniz, maçı kendi evlerinde seyreden arkadaşlarınızla birlikte seyretmeniz mümkün. Yapmanız gereken bağlantı ekrandaki bağlantılarını tıklamak. Genişbant İnternet bağlantısı sayesinde herkes kendi evinde olmasına rağmen, maçı birlikte seyretmek, maç sırasında sohbet etmek, birbirine takılmak işten bile değil. Üstelik birbirinizin canlı video görüntülerini ekranlarınızın köşesinde seyrederek.
Konuşan mutfak tezgahı
Fırın paketlerdeki barkodu okuyup, aldığı bilgilere göre ısısını ve pişirme süresini ayarlama özelliğine sahip. Özel bir yemek için de, akıllı tezgahtan yardım alabilirsiniz. Malzemeleri ambalajlarıyla birlikte tezgaha koymanız yeterli. Malzemelerin ne olduğunu algılayan bilgisayar, bu malzemelerle pişirilebilecek yemek tariflerini İnternet’ten alıyor. Yemek tarifi yazılı olarak tezgahın üzerinde belirirken, bilgisayar sizinle konuşmaya da başlıyor. Sesli komutlarınızı algılayıp, dilediğiniz yemeği pişirmenize yardımcı oluyor.
Linux’u seçenlerin ensesindeyiz
İki günlük Microsoft kampusu gezisinde görüştüğüm yüksek rütbeli Microsoft generalleri arasında en ilginç simalardan biri de Martin Taylor’dı kuşkusuz. Anti-Linux Generali olarak da anılan Platform Stratejileri Genel Müdürü Taylor, yazılım devinin bugüne kadar karşılaştığım üst düzey yöneticileri arasında Linux hakkında en açık sözlü olanıydı. Taylor, Windows’un tüm kodunu gün gelip tamamıyla açıp açmayacakları konusunda açık bir yorumda bulunmadı tabii ki. Bu anlaşılır bir tutumdu ama Linux’u çok sıkı takibe aldıklarını söyleyerek ciddi bir rakip olarak gördüklerini açığa vurmaktan da kaçınmadı. Taylor müşteriler arasında seçimini Linux’tan yana koyanların neden bu seçimi yaptıklarını sorgulayıp, anlamaya çalıştıklarını aktardı. Görünen o ki, Microsoft’un Linux’un karşısına Taylor’ın komutasında geliştirilen yeni savaş taktikleriyle çıkması an meselesi.
Sanayi Bakanlığı standart düşmanı
Türk Dil Kurumu, F klavyenin zorunlu standart olması için Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na bağlı Türk Standartları Enstitüsü’ne görüş bildirmişti. hurriyetim.com.tr’de başlattığımız ‘Bilgisayar Türkçesi İstemiyoruz’ kampanyasında 33 bin kişi (kampanya devam ediyor) Sanayi Bakanlığı Türkiye’de satılacak ürünlere Türkçe desteğine yönelik zorunlu standart koysun talebinde bulunuyor.
Kısacası Türk standardı olan F klavyenin üvey evlat muamelesi görmekten kurtarılması için Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na mükemmel bir pas atılmıştı. Bakanlık da bu pası aldı ve golü attı. Ama kendi kalemize. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın akıl almaz uygulaması ile Türkçe F klavye, kendi sahasında kendi oyuncusundan unutamayacağı bir gol yedi.
Bu gol Sanayi Bakanlığı’nın bilgisayarlarının yenilenmesi aşamasında geldi. Sanayi Bakanlığı bilgisayarların yenilenmesi projesi kapsamında 300’ün üzerinde masaüstü, 30 kadar dizüstü bilgisayar ve 60 yazıcı satın aldı. Alınan bilgisayarların klavyesi ne tipti, tahmin edin. Görevlerinden biri de Türk standartlarının belirlenmesi ve korunması olan Sanayi Bakanlığı’nca satın alınan 330’un üstünde bilgisayardan sadece 22’si Türk standardı klavyeye sahipti. Diğerleri yani yüzde 90’dan fazlası Türk standardı olmayan, uyduruk klavyelere sahipti.
Bu bir skandaldır. Sanayi Bakanlığı’nın bu skandala getireceği açıklamayı merak ediyorum. Aslında verecekleri cevabı tahmin ediyorum. Diyecekler ki personelimizin taleplerine uyduk. F klavye kullanan sadece 22 kişi çıktı. Ne yapalım yani?
Yapmanız gereken belli. Sanayi Bakanlığı olarak Türk standartlarına uygun ürün alma sorumluluğunuz var. Madem ki klavyede Türk standardı F klavye, o halde ihaleye F klavye şartı koyacaksınız. Bunun aksi düşünülemez bile. Personeliniz içinde Türk standartlarına uymayan klavyelere alışık olanlar varsa, onlar da bir zahmet Türk standardına uygun olanını kullanmayı öğrenecek. Ne yani A klavyeye, DVORAK klavyeye ya da QWERTZ klavyeye alışmış personel olsa, bakanlık onların paşa gönlüne göre de mi klavye alacaktı? Ya da bakanlık personelinde sağdan direksiyonlu otomobil kullanmaya alışık şoför olsa, adama sağdan direksiyonlu otomobil mi alacaklardı? Tabii ki hayır, değil mi? Öyleyse uyduruk Türkçe Q klavyeye yapılan torpilin nedeni nedir?
Acer’dan da Türkçe’ye destek
Geçen hafta orijinal fabrika çıkışlı F klavye dizüstü bilgisayar ürettiği için HP’yi alkışlamıştık. Türk standartlarına gösterdiği saygıdan dolayı tebrik edilecekler sırasında bu hafta Acer var. Anlı şanlı Türk bilgisayar üreticilerinden ses çıkmazken, Türk standartlarına saygı gösteren şirketlerin HP ve Acer gibi dev dünya markaları olması da bizim ayıbımız. Bu arada başından beri Türk standardı F klavyeyi destekleyen Apple’ı unuttuğum sanılmasın. Apple’a da özel bir teşekkür sırada ama bu hafta Acer’a odaklanalım. Acer’ın orijinal Türkçe F klavyeli ürünü TravelMate 291, Intel Centrino 1.4 GHz işlemciye sahip. 38 cm likit TFT likit kristal ekranlı model 256 MB bellek, 30 GB sabit disk, CD yazıcı ve DVD-ROM sürücü, 56 K faks/modem’e sahip. Teşekkürler Acer...
Bilgisayar Türkçesi İstemiyoruz
hurriyetim.com.tr/harflerimiz adresinde başlattığımız kampanya sürüyor. Kampanya sayfasındaki forum alanına Özlem Fatma Çelik şöyle yazmış, ‘Ben şu an Q klavye kullanıyorum. Ancak Türkçe’den yanayım, beni zorlasa da ilk başta yavaşlatsa da kendi standart klavyeme alışıp kültürüme sahip çıkmak bunlardan daha önemlidir. e.postalarda Türkçe harf kullanmayalım diyenleri de kınıyorum.’sh’, ‘ch’ gibi garabetler yanında ‘ş’ yerine ‘$’ yazan çocuklarımızı da bu zavallılıktan kurtarmamız gerektiğini düşünüyorum’.
Yazının Devamını Oku