26 Eylül 2004
İsim hakkı Beatles’a ait Apple markasıyla müzik alanına girmeyeceğine söz veren ünlü bilgisayar şirketi sözünde durmayınca tekrar davalık oldu. Ünlü bilgisayar markası Apple yeni ekonomi şirketinin ne olduğuna çok iyi bir örnek. Bilgisayar markası olduğu için değil, bilgisayar markası olmasına rağmen teknoloji dışında başka bir sektörde gösterdiği başarılı çıkıştan dolayı. Tabii daha da önemlisi farklı bir sektördeki çıkışını yaparken, bilgi teknolojilerinden en iyi şekilde yararlanmayı bildiği, teknolojiyi rekabet avantajı sağlama yolunda yaratıcı bir şekilde kullanabildiği için... Apple’ı başarılı bir yeni ekonomi şirketi yapan atılımı ne şık tasarımlı bilgisayarları, ne iPod isimli MP3çaları, ne de Windows’a ilham veren Macintosh işletim sistemi... Apple’ın yeni ekonomi başarısı İnternet üzerinden şarkı satan iTunes Müzik Dükkanı...
Ancak yeni ekonomideki bu başarılı çıkış Apple’ın başına eski ekonomide aklına gelmeyen yepyeni bir dert açmış durumda. Apple paşa paşa teknolojik ürünler geliştirip, üretmeye ve pazarlamaya devam etse, yani eski ekonomi şirketi olarak kalıp yeni ekonomiye burnunu sokmaya kalkışmasa yıllar önce kapattığı bir davayla yeniden uğraşmak zorunda kalmayacaktı.
Apple Computer 1976 yılında kurulduktan hemen sonra dünyanın en ünlü Rock grubu Beatles’ın üyeleri tarafından dava edilmişti. Davanın nedeni Apple markasının isim haklarının Beatles’ın 1968 yılında kurduğu plak şirketi Apple Corps’a ait olmasıydı. Apple Computer bu davadan, müzik endüstrisine girmeyeceğine dair söz vererek kurtulmuştu. O tarihte bilgisayar üreticisi bir şirketin müzik endüstrisinde ya da başka herhangi bir endüstride işinin olabileceği kimsenin aklına gelmiyordu doğal olarak. Ancak yeni ekonominin ilk dalgası olan yazılım endüstrisinin şaha kalkmaya başladığı 1980’li yılların sonunda, tam olarak 1989 yılında Apple Computer 13 yıl önce verdiği sözü unutarak müzik yazılımlarıyla piyasaya girdi. Beatles üyeleri Apple’ı tekrar dava etmekte gecikmedi ve bu dava Apple Computer’a dönemin parasıyla 26,5 milyon dolara patladı. Apple Computer paçayı daha da kötü kaptırabilirdi ancak Beatles’ın tescilli markası Apple’ı müzik endüstrisinde kullanmayacağına dair ikinci defa söz vererek ucuz kurtuldu.
Şimdi, aradan bir 15 yıl daha geçtikten sonra taraflar bir kez daha kapıştı. Kapışmanın nedeni Apple Computer’ın iTunes isimli İnternet müzik mağazası. Sitenin adresinin applemusic.com olması, Apple Corp’un şikayetlerini iyice alevlendiriyor. Ve bu kez Apple Computer’ın işin içinden öyle ucuza sıyrılamayacağı bekleniyor.
ERKEK ERKEĞE
Köpüksüz tıraşMedyanın köşebaşlarını tutan kadınlardan uzak erkek erkeğe muhabbet edebileceğimiz küçük bir köşecik açma fikri ne zamandır aklımdaydı. Geçen hafta yazdığım ‘Vibratörlü jilet’ başlıklı yazıya gelen yoğun ilgiden sonra bu alandaki boşluğun sandığımdan da büyük olduğunu görüp, kolları sıvadım. Yazımda ‘İki bıçaklı, üç bıçaklı derken karşımıza dört bıçaklı makinelerle çıkacak halleri yoktur diye endişelenmiyor da değildim hani’, demiştim. Dört bıçaklı tıraş makinelerinin çıktığını müjdeleyen okur mektubu sayısı da enteresan sayılabilecek çokluktaydı hani. Özellikle Almanya’dan yazan okurlar, Wilkinson’un dört bıçaklı modellerinin Almanya’da bir süredir raflarda olduğunu aktarıyorlardı. Gerçi yazı yayınlandıktan sonra, dört bıçaklı Schick marka tıraş makinelerine rastlamış olduğum benim de aklıma gelmişti ama geçmiş ola tabii ki.
Neyse bıçak sayısının sonu yok, biz yine erkek milletinin ortak sorunu tıraşa gelelim. Tıraş malzemeleriyle ilgili tüm reklamların ortak teması olan ıslık çalarak tıraş olma gibi gerçeküstü bir beklentimiz yok Allah’a şükür. Ama tıraşı işkence olmaktan çıkartıp, en azından eziyet mertebesine düşürecek ipuçlarını da es geçmemek gerek. Geçen hafta müjdesini verdiğim Gilette’in titreşimli yeni tıraş aleti Mach 3 Power, bu cinsten bir tüyoydu. Sakalımı atarsanız, bu haftaki tüyonuz da hazır. İngiliz King of Shaves firmasının K-Series köpüksüz tıraş jelleri, sakal tıraşında gerçek bir devrim. Sakalı köpürmeden yumuşatan silikon bazlı bu jeller, çok daha kaygan ve çok daha az tahriş eden bir tıraş sağlamalarına ek olarak keseceğiniz yeri köpük altında gizlemeden, görerek kesmenize olanak tanıyor.
İngiltere’den sonra bir süredir ABD pazarında da satılmaya başlanan King of Shaves ürünleri Türkiye’ye gelir mi bilinmez ama Gilette’in de benzer özellikere sahip bir jel çıkartığını müjdeleyeyim. Belki bize kıyamazlar da, hem Mach 3 Power’ı hem de Multiglide Shave Gel’i fazla bekletmeden Türkiye’de de piyasaya sunarlar.
www.shave.comwww.gillettem3power.comYazının Devamını Oku 24 Eylül 2004
Bilgi toplumu olmanın bilgi teknolojileri geliştirmek ve üretmekle bir ilgisi yok. Bilgi toplumu olabilmenin yolu en başta bilgiyi doğru kullanabilmekten geçiyor. Türkiye'nin bilgi toplumu olmaktan ne kadar uzak olduğunu görebilmek için şu basit karşılaşmayı yapmak yeterli... SENARYO 1
Herhangi bir çağdaş batılı ülkenin, herhangi bir batılı vatandaşı... Basit bir işlem için, işi devlet dairesine düşüyor. Hadi işi biraz zorlaştıralım. Diyelim vatandaş, sürekli ikamet ettiği şehirde değil de, o sırada hiç tanımadığı bir başka şehirde olsun. Yani bırakın gideceği devlet dairesinin yerini, şehrin caddelerini, sokaklarını bile tanımıyor olsun. Ama o da ne? Vatandaşın umrunda değil. Kaldığı otelin danışmasına uğruyor, devlet dairesinin adresini soruyor ve sorusunun cevabına ek olarak eline bir de harita tutuşturuluyor. Vatandaş X semtinde ve işi düştüğü devlet dairesi ise Z semtinde.
Vatandaş kiraladığı otomobile biniyor, yola çıkıyor. Haritaya bakarak yol almaya başlıyor. Yol boyunca sık sık karşısına çıkan yön tabelaları işini iyice kolaylaştırıyor. Devlet dairesine yaklaştığında, tabelalar sıklaşıyor. Bu tabelalar arasında devlet dairesinin ücretsiz otoparkını gösterenler dahi var. Otoparka park ediyor, yürümeye başlıyor. Her on metrede bir tekrarlanan yön tabelalarını takip ederek, devlet dairesini eliyle koymuş gibi buluyor. Kapıyı açıyor, içeri giriyor. Büyük salonda, çeşitli veznelerin önünde birkaç kuyruk var. Solundaki kuyruğun hemen başında, kolayca görülecek bir yere asılı tabelada, "BURADAN BAŞLAYIN" yazıyor. Vatandaş hemen oradaki kuyruğa giriyor, on dakika bekledikten sonra vezneye varıyor. Güler yüzlü memura almak istediği belgeyi söylüyor. Memur kendisine bir form uzatıyor, formu doldurmasını, şu ve şu belgeleri hazır etmesini söylüyor. Vatandaş yola çıkmadan önce devlet dairesinin İnternet sitesine girip öğrendiği için, gerekli belgeleri önceden biliyor ve yanında getirmiş zaten. Formla birlikte kedisine uzatılan sıra numarasını alıp, salonun bir köşesine konulmuş geniş masanın başına geçiyor. Formu doldurduktan sonra bekleme koltuğuna oturuyor. Yarım saat sonra sıra numarası veznelerden birinin üzerindeki elektronik tabelada beliryor ve aynı zamanda anons da ediliyor. Vatandaş vezneye gidiyor. Doldurduğu formu ve istenen belgeleri uzatıyor. Memur gerekli harcı nasıl ödeyeceğini soruyor. Kredi kartı diyor, vatandaş. Sabah çıktığı oteline öğleden sonra, işlemlerini tamamlamış olarak geri dönüyor.
SENARYO 2
Herhangi bir Türk şehrinde, herhangi bir Türk vatandaşı. Basit bir işlem için, devlet dairelerinden birine işi düşüyor. Hadi işi biraz kolaylaştıralım. Diyelim vatandaşın işinin düştüğü devlet dairesi, otuz yıldır ikamet ettiği şehirde olsun. Vatandaş yine de endişeli. Tanıdıkları ve tanıdıklarının tanıdıklarını araştırıp soruşturuyor. Acaba bu devlet dairesi, hâlâ bildiği eski yerinde mi? Değil tabii ki... 30 yıl içinde beş kez yer değiştiren devlet dairesinin adresi bir ay kadar önce yine değişmiş. Tanıdıklarından ve tanıdıklarının tanıdıklarından yeni adresi alıyor. Adresin yeterli olmayacağını bildiğinden, tarif de alıyor. Ertesi gün yola çıkıyor ve dört kişiden ayrı ayrı doğrulattığı tarife göre yol almaya başlıyor. Dört kişiden ayrı ayrı doğrulattığı bilgiye göre saptığı caddeden, kendini gerisin geri zor atıyor. Meğer cadde, üç gün önce tek yönlü olmuş. Bu tek yön de ne yazık ki, vatandaşın gideceği yönün tersine belirlenmiş.
Vatandaş ters yönden girdiği caddeden kurtulup, gelişi güzel birkaç sokağa girdikten sonra karşısına çıkan yön tabelasıyla rahatlıyor. Z semtini gösteren tabelaları izleyerek, yoluna devam ediyor. Bir yol ayrımında iki ayrı tabelanın da, farklı sokakları işaret ederek "Z" semtini gösteriyor olmasından yılmayan vatandaş, başka bir yol ayrımında tek bir tabela bile göremeyince yılacak gibi oluyor ama birkaç kilometre gittikten sonra karşısına çıkan yeni bir tabelayı görünce, doğru yola sapmış olduğunu anlayıp, rahatlıyor.
Neyse lafı, adamcağızın yolu kadar uzatmayayım ve otopark bulma konusunda başından geçenlere değinmeyeyim. Arabasını park ettiği semtte, devlet dairesinin yolunu bulmak için çeşitli sohbetlere girişmek zorunda kaldığı üç bakkalı, iki kuruyemişçiyi, dört hanım teyze ile iki çocuğu da pas geçeyim.
Vatandaş adımını nihayet devlet dairesinin kapısından içeri atmayı başarıyor. Karşısında kuyruğa benzeyen ama daha çok arap saçını andıran insan kümeleri buluyor. Bu insan kalabalıklarının her biri, vezneye benzer bir takım pencerelerin önünde kümelenmiş. Birkaç kişiye danıştıktan sonra, aralarına katılması gerektiği küme olduğuna karar verdiği insan kalabalığının içine karışıp, hafif omuz darbeleriyle önlere doğru ilerlemeye çalışıyor. Bir saatlik bir uğraşın sonunda önüne geldiği pencerenin arkasındaki memur, yanlış sırada olduğunu söylüyor. İki, üç insan kümesini daha aştıktan sonra hangi belgelerinin eksik olduğunu öğreniyor. Ertesi gün ve daha ertesi gün her gelişinde diğer eksikliklerini de öğrenmeyi başarıyor ve sonunda hikayeme mutlu bir son olması uğruna işlemlerini birkaç gün içinde tamamlıyor.
Bilgi toplumu olmanın yolu teknoloji üretmekten değil, birinci senaryodaki toplumsallaşma bilgisinden geçiyor.
Bilgiyi tasnif etmeyi, işlemeyi, aktarmayı ve paylaşmayı bilemeyen toplumların bilgi çağında yer bulmasını beklemenin, külhanbeylik taslayarak Avrupa'ya girilebileceğini sanmaktan farkı yok.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2004
Kafelere, ‘cafe’lere inat kahve tamlamasıyla tanınan <B>Bebek Kahve</B>, dünyanın en ünlü kahve zinciri <B>Starbucks</B>’ı bile atlatarak Türkiye’nin kablosuz İnternet’li ilk kahvehanelerinden biri oldu. Hatta bildiğim kadarıyla, belki de ilki... Bebek Kahve müşterileri demli çaylarını, köpüklü kahvelerini yudumlarken bir yandan da İnternet’e bağlanabiliyorlar.
Radikal yazarı Hakkı Devrim’in manzaralı köşesine konuk olan okuru Mete Neptun, ‘kahve’ kelimesinin ‘cafe’ kelimesini yeterince karşılayamamasından şikayetçi: ‘Kahve de ne kadar dejenere edildi, değil mi? ‘Kahve, kahvehane’ sadece erkeklere hitap eder. Bizim yaşımızdakiler zaten gelişmeyi engelleyemeyeceğiz. Çocuklarımız, torunlarımız ‘cafe’lerde bilmediğimiz içkileri yudumlayıp, hesabı ‘euro’ ile ödeyecekler’...
Hakkı Devrim’in cevabı turnayı gözünden vuran isabetlilikte: ‘Yabancı bir kelime dayatılmasa, çalgılı kahve, sabahçı kahvesi demeyi bilen halk dehası, çoluklu çocuklu, gençli ihtiyarlı, kadınlı erkekli müşterisi olan, çeşitli yiyecek ve içeceklerin bulunduğu kahvelere de bir ad bulamazdı mı, diyorsunuz?’ diye soruyor Devrim. Ve bu tür kahvelerin ilk örneğini hatırlatmayı da unutmuyor; ‘Taksim, İnönü Gezisi yanında ilk açılanının adı Bulgar Kahvesi değil miydi?’
Yaşım müsait olmadığı için Bulgar Kahvesi’ni hatırlayamayacağım ama yeni kahvehane çağını bizim nesle açan Bebek Kahve olmuştur. Eski bir balıkçı kahvehanesi olan Bebek Kahve, 1970’li yılların ortasından itibaren Robet Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini çekmeye başlayarak adım atmıştı kahvehane metamorfozuna. Sahipleri Abdullah ve Mehmet Ali Atakan kardeşlerdi. Soyadımız aynı olduğundan, bana ismimle değil de hep soyadımla hitap ettiler. Mehmet Ali Abi genç yaşta vefat etti. Bebek Kahve’nin sembolü emektar garson Şükrü (Kaptan) Abi de bugünleri göremedi. Abdullah Abi de kendini emekli edip, köşesine çekildi. Kahveyi Mehmet Ali Abi’nin oğlu Affan ile Abdullah Abi’nin oğlu Selahattin yönetiyorlar şimdi. Bebek Kahve’ye kablosuz İnternet ağı kurmak da, daha pekçok yenilik gibi onların marifeti.
Hakkı Devrim halk dehasının ad bulma marifetine güvenmekte çok haklı. Bebek Kahve’nin adı da halk dehasının bir ürünü. Kahvehanenin asıl, resmi adı Sahil Kıraathanesi. Ama müşterilerin, doğaçlama taktığı adla, Bebek Kahve adıyla anılıyor.
Kafe, ‘cafe’ furyasına rağmen ‘kahve’ rütbesiyle ödüllendirilmesinin nedenlerinden biri, ona Bebek Kahve adını yakıştıran ilk müşterilerinin çok iyi İngilizce eğitimi gören Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olması. Yabancı kelime kullanma züppeliğine, yabancı dil kompleksi olanlar başvuruyor ne de olsa.
Bebek Kahve’nin kablosuz İnternet ağı Teknotel (teknotel.com.tr) tarafından kurulmuş. Siteler arasında sörf yapmak, e.posta mesajı alıp göndermek, ofisteki bilgisayara bağlanmak isteyen müşterilerin İnternet’e bağlanmak için yanlarında taşıdıkları dizüstü ya da avuçiçi bilgisayarı açmaları yetiyor. Müşterilerine kablosuz İnternet servisi veren kahvehaneleri, müşterilerine İnternet bağlantılı bilgisayarları saat ücretiyle kullandıran İnternet kafelerle karıştırmamak gerekiyor.
Bebek Kahve’de kablosuz İnternet servisinden yararlanmak ücretsiz. Müşterinin bu servisten yararlanabilmesi için kablosuz ağ özelliği olan bir cihaza sahip olması yeterli. Bir süre önce Beyoğlu Belediyesi ve KoçNet İstiklal Caddesi’nin tümünde böyle bir kablosuz ağ kurmuşlardı. Muhteşem bir girişimdi. Sonra Superonline, hangi akla hizmet bilinmez, kıskandı şikayetçi oldu. Telekomünikasyon Kurumu da, basiretsiz bir kararla bu hizmeti durdurdu. Türkiye’de, Bilgi Toplumu’na geçişin ufak da olsa bir adımı bir kez daha engellenmiş oldu. Umarım yine aklı evvel birileri çıkıp, işgüzarlık etmeye kalkmaz da Bebek Kahve örnekleri hızla çoğalır.
Cep telefonu fare oldu
İngiliz High Energy Magic firması tarafından geliştirilen yeni bir yazılım, kameralı cep telefonlarıyla afiş, reklam panosu, bilgi ekranı gibi mecraları birer bilgisayarmış gibi kullanma olanağı sağlıyor.
Kullanıcı örneğin bir reklam panosunun önüne geldiğinde, cep telefonunu çıkartıp kamerasını pano üzerindeki işaretlere tutuyor. Cep telefonu panodaki işaretten aldığı bilgilerle, yakındaki bir bilgisayarla kablosuz haberleşerek ekrana ayrıntılı bilgiler getiriyor.
Teknolojinin daha da gelişkin bir kullanım şekli, bilgi ekranları aracılığıyla oluyor. Kullanıcı örneğin bilgi ekranının önüne gelip, cep telefonunu bir fare ve klavye gibi kullanarak, rezervasyon yaptırabiliyor, bilet alabiliyor, ‘chek-in’ işlemlerini gerçekleştirebiliyor. Sistemin sağladığı avantaj pahalı ve kırılabilir dokunmatik ekranlara gerek bırakmamasından kaynaklanıyor. Ayrıca yeni teknoloji sayesinde cep telefonları, kişisel kimlik ve elektronik cüzdan vazifesi de görebiliyor. Cep telefonuyla bozuk para derdi yaşamadan otomatlardan alışveriş, parkmetre ödemesi yapılabiliyor.
Intel’in Cambridge Laboratuvarları’yla işbirliği içinde geliştirilen yazılım cep telefonu kamerasının bir tarayıcı gibi kullanılması prensibiyle çalışıyor. Reklam panosu, afiş gibi baskılı yüzeylere konulan ya da ekran gibi yüzeylere yansıtılan barkod benzeri yuvarlak işaretler, ceptelin kamerasıyla okunuyor ve MaviDiş (Bluetooth) bağlantısıyla yakındaki bir bilgisayara aktarılarak bağlantı kuruyor.
Vibratörlü jilet
Tıraş bıçağı teknolojisinin karşımıza hangi yenilikle çıkacağını bir süredir merakla bekliyordum. İki bıçaklı, üç bıçaklı derken karşımıza dört bıçaklı makinelerle çıkacak halleri yoktur diye endişelenmiyor da değildim hani. Neyse ki çıkmadılar. Ama ABD’de süpermarket raflarında öyle bir yenilikle karşılaştım ki, olsa takkem uçacaktı kafamdan. Permatik tipi, oynar başlıklı, plastik saplı tıraş aletlerinde teknolojinin vardığı son nokta pilli, titreşimli aletler. Gilette markalı yeni ürün yine üç bıçaklı. Ancak bu üç bıçak, iki yana doğru hızla titreşme özelliğine sahip. Yenilikleri denemeye bayılırım, hemen aldım tabii ki. İki haftadır kullanıyorum. Gerçekten çok iyi. Cildin üzerinde kaymak gibi kayıyor. Tıraş aletine ne zaman yeni bir başlık taksam, ilk iki tıraşta yüzümü birkaç yerinden banko doğrarım. Gilette Mach 3 Power ile tek bir kesik vukuatı olmadı. Türkiye’de de satışa sunulucak mı diye Gilette Türkiye’den bilgi almaya çalıştım, basınla ilgili sorumlusu ne telefonlarıma çıktı ne de bıraktığım notlara cevaben aradı. Gilette Türkiye’nin İnternet sitesini de bulamadım. Olduğunu da sanmıyorum... Kısacası Türkiye’de ne zaman çıkacak bilgisine ulaşamadım ama umarım uzamaz...
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2004
Bu yılki Bilişim Bayramı, Hükümet’in başbakanı Tayyip Erdoğan teşrif etmediği için Sanayi Bakanı Ali Coşkun’un konuşmasıyla açıldı. Bilişim Zirvesi’nin düzenleyicilerinden olsam, Sanayi Bakanı’nın konuşmasına asla izin vermezdim. Bilişim’i Türkiye’nin geleceğinin en temel belirleyicisi gören birinin, bilişimin yıl içindeki en büyük etkinliğinde hükümetin en üst seviyede temsil edilmemesine göstermesi gereken tepki bu olmalıydı.
Ama bilişimin sivil toplum temsilcileri, bilişimi Bilgi Toplumu’na ulaşmanın aracı değil de palazlandırılması gereken bir sanayi kolu olarak gördüklerinden olsa gerek umduklarını değil, bulduklarını yemeğe boyun eğdiler. Açılış kürsüsünde işi olmaması gereken Sanayi Bakanı’nı, dinleyici koltuklarından birine nazikçe buyur edemediler. Bilişimcilerinki yerine paşaların davetine koşan Başbakan niyetine, paşa paşa Sanayi Bakanı’nın azarlarını dinlediler.
Sanayi Bakanı, karşısında süt dökmüş kedi gibi pısan bilişim sektörünün sivil toplum temsilcilerine kalayı basıyordu... ‘Kutu satışından, yazılım ve hizmet satışına yönelin. Kársız işleri yapmayın, önce kendi içinizdeki e.dönüşümü gerçekleştirin. Hükümete sadece sorunlarınızı iletmeyin ve çözüm önerilerinizle birlikte gelin. Ekonomik Sorunları Değerlendirme Kurulu’na, sorunlarınız ve çözüm önerilerinizle birlikte, bir güç olarak başvurursanız size daha fazla yardımcı olabiliriz.’
Buna karşılık bilişim sektörünün sivil toplum temsilcileri ‘59. hükümet bizi dinliyor, biz de onlara anlatıyoruz, iyiye doğru gidiyor’, diyorlardı. Ne dinlemeyse bu? Hükümet iş başına geleli neredeyse iki yıl oldu. Hálá dinliyorlar demek. Bizim bilişimcilerdeki de sabır hani? İki yıldır anlatıyorlar, karşılarındaki de dinliyor. Aklıma Shubuo’nun ilk televizyon reklamında Erol Büyükburç’un, karşısındaki heyecanlı gençleri şekerleme yaparak dinleme sahnesi geliyor.
Bilişim sektörünün sivil toplum temsilcileri Başbakan’ın karşısında sebilhane bardağı gibi sıralanmış, el pençe divan mırıldanıyorlar... Başbakan da koltuğuna kurulmuş, şöyle bir yanına kaykılmış, işaret parmağını şakağına dayamış, gözleri kaymış, dinliyor. Tam iki yıl... İki yıl sonra, şakağı elinden kayıyor, başı düşer gibi oluyor, irkilip gözlerini açıyor. Bizimkileri tanıyamıyor tabii. İçinden bunlar da kim diyor, ne anlatıyorlar böyle. Uyanmasının sebebi sık sık gördüğü bir rüya. Ayağa fırlıyor, ‘paşalar çağırıyor, ben oraya gidiyorum size Ali baksın’...
ABD’de her yerde onlarla karşılaştım: Mavi, Orhan Pamuk ve yazılım geliştirici Mimar Sinan
İşte dünya markalarımız
ABD’yi her ziyaretimde dev alışveriş merkezlerinde ve mağaza zincirlerinde Mavi Jeans ile karşılaşmak, dünya çapında bir marka yaratmamızın hiç de olanaksız olmadığını hatırlatır bana. Bu kez de öyle oldu. Arizona eyaletinin Chandler şehrindeki, kentin en şık alışveriş merkezinde ünlü dünya markalarının satıldığı Nordstorm’a girip, hangi kot markalarını sattıklarını sorduğumda, satıcı kız aynen şu sıralamayı yaptı: ‘Diesel, Hugo Boss, Mavi, Lucky Brand, Polo’. Daha sonra mağazayı gezdiğimde, mağazada satılıyor olmalarına rağmen Levi’s, Tommy Bahama ve 7 for All gibi ünlü markaları saymamış olduğunu fark ettim. Mavi, deneyimli satıcının gözünde pekçok ünlü markayı sollamıştı bile...
ABD’de her köşede karşıma çıkan isimlerden biri de Orhan Pamuk oldu. Borders ve Barnes&Noble gibi dev kitapçıların ön raflarında gerçekleşen olağan karşılaşmalarımıza ek olarak hangi gazeteyi, hangi dergiyi, hangi İnternet sitesini açsam zırt pırt karşımda ‘Snow’ (Kar)... Ama asıl sürpriz Snowy Mountain Inn isimli dağ motelinde bekliyor beni. Girişteki küçük dükkanda rafın üzerindeki az sayıdaki kitap arasında duruyor Snow. Çekik gözlü tezgahtar kız, kitabı incelediğimi görünce, çok güzel bir kitap, mutlaka okumanızı tavsiye ederim diyor. Gözüm kızın yaka kimlik kartına takılıyor; ‘Sno Co Wa’. Kitabın Türkçesini okuduğumu, Orhan Pamuk’la vatandaş olduğumuzu söylüyorum. ‘Yazarı tanıyor musunuz?’, diye soruyor Sno. ‘No’, diyorum, ama onun tüm kitaplarını okudum...
Bu seferki ABD ziyaretimin gerçek sürprizi ise Mimar Sinan’la karşılaşmam oldu. Kurgu değil, gerçek! Mimar Sinan, Ankara merkezli bir girişim. Sıkıştırma ve otomatik program kurma yazılımı gibi ürünleri var. Yurtdışı ziyaretlerimde yaptığım alışverişlerde yazılım da önemli bir yer tutar. Öyle büyük yazılımlar değil de, enteresan işlere yarayan ufak tefek yazılımlar ve oyunlar... Satın aldığım yazılımları dizüstü bilgisayarıma yüklerken bir baktım üç, dört tanesinde yükleme yazılımı olarak Mimar Sinan kullanılıyor. Hemen mimarsinan.com adresindeki İnternet sitesine girdim. 1996 yılında Sinan Karaca tarafından kurulmuş. Dünyanın dört bir yanından irili, ufaklı müşterileri var. PerfectZip isimli ürünü ABD’de kutu olarak satılıyor. Henüz bir dünya markası değil. Ama pazarlama için İnternet’in gücünden yararlanmayı çok iyi bilen girişimcisi sayesinde her an olabilir. Yeni ekonominin yarattığı ilk Türk dünya markası olmaması için hiçbir neden yok.
Başbakanlık Konutu’ndan Yahudi şamdanlı yayın
Okurlardan Canok Abisel’in gözünden kaçmamış. ATV’de yayınlanan Ali Kırca, Tayyip Erdoğan sohbetinde ekrana gelen şamdan, Başbakan’ın konuşmasıyla tezat yaratıyordu. Başbakanlık Konutu’ndaki bu şamdan, ekrana getiriliş açısından Yahudilerin yedi kollu kutsal ‘menorah’ı gibi görünüyordu. Başbakan Tayyip Erdoğan da, kutsal Yahudi şamdanı dekoruyla süslediği konutunda İsrail’i eleştiriyordu. Doğrusu ben fazla şaşmadım. Perhiz ve lahana turşusu Türkiye’de klasik bir ikili oldu artık. Hükümetin Avrupa’ya uyum amacıyla çıkartığı yasalara, hiçbir Avrupa ülkesinin hukukunda olmayan, dini kaynaklı zina cezasını sokması da tezat değil mi? Peki şantajcıyı boşverip, başarılı bir tiyatro sanatçısını suç olmayan zinadan yargılayıp mahkum eden medyanın, şimdi zinanın cezalandırılmasına şiddetle karşı çıkmasına ne demeli?
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2004
Bir bilişim bayramında ilk kez İstanbul’da değilim. Mutlu bir aile olayı için çalışma hayatım boyunca çıktığım ilk izin Bilişim Bayramı’na rastladı.
Ama insanın bu çağda işinin başında olması için illa iş yerinde olması gerekmiyor. Teknoloji, Hürriyet e.yaşam'ın bu ayki Bilişim Özel Sayısı'nın son rötuşlarını uzaktan da olsa takip edebilmemi sağlıyor. Daha da önemlisi teknoloji sayesinde teknolojiyi izleyebiliyorum. İzindeyken bile teknoloji dünyasındaki gelişmeleri yine teknolojideki gelişmeler sayesinde takip edebiliyorum. Üstelik iş stresinden de uzak olmamdan olacak, çok daha fazla ayrıntıyı çok daha net görebiliyorum. İşte size izin dönemimin ilk üç gününden süzdüklerim:
Teknolojiyi izindeyken daha hızlı ve daha yakından izleyebilmemin tek nedeni stressiz bir ortama kavuşmuş olmam değil kuşkusuz. Aslına bakarsanız işin stres kısmı latifeden başka bir şey değildi. Teknolojiyi daha hızlı ve daha yakından takip edebilmemin tek nedeni İnternet erişiminde Türk Telekom'un tekelinden kurtulmuş olmam. Türk Telekom imzalı komedi şaheseri İnternet altyapısı son aylarda iyice evlere şenlik. İster çevirmeli, ister kablo üzerinden, ister ADSL ile kurulan bağlantılar Türk Telekom'un sansür uygulamayı kolaylaştırıcı özelliğe sahip proksi yatırımları yüzünden sık sık kesintiye uğruyor. Yavaş bağlantı hızlarını mumla arıyoruz, çünkü artık zaman zaman hiçbir yere bağlanmak mümkün değil.
ADSL dinozor olduTürkiye'den uzak izin günlerimde, Türk Telekom'dan uzak düşmenin keyfini çatıyorum. Çağdaş dünya artık ADSL'i filan da geride bırakmış çok daha hızlı İnternet altyapılarını yaygınlaştırmakla meşgul. Tayyip Erdoğan'ın geçen yılki Bilişim Zirvesi'ni video konferans konuşmasıyla açışının üzerinden bir yıl geçti. Türk Telekom'un ADSL'le matah birşeymiş gibi övünmeye başladığı günlerin üzerinden ise yıllar. Alcatel'in Türkiye'ye ittirdiği bu teknolojinin yaygınlaşması yılan hikayesine döndü.
Geçen yıl Tayyip Erdoğan ADSL projesi için 'Bu projeyi telekomünikasyondaki GAP projemiz olarak görüyoruz', demişti. GAP böyle kurulsa Harran susuz kalır, tüm Türkiye'yi sel basardı. Tayyip Başbakan ADSL'in İnternet'in hızını 40 kat artıran bir teknoloji olmasıyla övünmüştü. Aradan neredeyse bir yıla yakın bir zaman geçti ve ADSL'in İnternet'in hızını 40 kat artırmaktan çok Tayyip Başbakan'ın üfürmesinden başka birşey olmadığı ortaya çıktı.
Bu arada iznimin keyfini sürdüğüm Allah'ın Arizona çölünde İnternet'e, Türk Telekom'un yıllardır övündüğü ama övünmekten bir türlü yaygınlaştırmaya vakit bulamadığı ADSL'den en az 10 kat hızlı teknolojilerle bağlanıyorum. En az diyorum çünkü hızlı İnternet (genişbant) olarak kabul edilebilecek en düşük bağlantı hızı saniyede 256 KB olmasına rağmen Türk Telekom uyguladığı ücret tarifesiyle 128 KB'lık bağlantıları teşvik ediyor. 10 kat hızlı derken, medeni ülkelerin 512 KB'lık hızlarını kastediyorum. Biraz önce bahsettiğim sayısal kablo teknolojisinde ise bağlantı hızı saniyede 5 MB'a kadar çıkıyor (www.cox.com).
Türk Telekom ADSL tarifesinin ucuzluğu ile övünüyor. Türk Telekom'un 128 KB'lık abonelik ücreti ile COX'un 20 kat hızlı fiber optik aboneliğinin fiyatı neredeyse aynı: 55 dolar...
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2004
Bilgi Çağı’nın temel değeri etik mi yoksa teknoloji mi olacak, bilginin hükmettiği çağda medya etiği mi yoksa bilişim teknolojileri mi daha önemli olacak? Teknolojiyi çoğunlukla bir amaç gibi görüyor, medeniyete erişme aracı olmaktan çok medeniyetin kendisiymiş gibi görme yanılgısına düşüyoruz. Geçen haftaki ‘Taş Fırın’a cazgır linci’ başlıklı yazımı, magazin yazısı gibi algılayıp, ‘Bilgi Çağı Yorumları’ başlıklı köşemde ne yeri olduğunu sorgulayanlar oldu? Yazı medya etiğini sorgulayan bir yazıydı. Şantaj mağdurunun fotoğraflarının çarşaf çarşaf, şantaj yapanın fotoğraflarının hep yüzü gizlenir şekilde yayınlanmasının yarattığı çarpık durumu eleştiriyordu. Şantaja uğrayan kişinin kimliğinin, suç teşkil eden bir eylemi olmadıkça teşhir edilmemesi gerektiğini savunuyordu. Şantaj mağdurlarının teşhir edilmesi durumunda, şantaja uğrayanların polise başvurmaya cesaret edemeyeceğini vurguluyordu.
Bilgi Çağı’nı bilgi teknolojilerinden ibaret sananlar, ‘Bilgi Çağı Yorumları’ başlıklı köşemde sadece ve sadece bilişim sektörünün sorunlarını yazmam gerektiği düşüncesinde. Onlara göre Hürriyet’te böylesi bir köşeye sahip olma şansını yakalamış biri olarak, elime geçen fırsatı kötüye kullanıyorum. Köşemde sadece ve sadece bilişim sektörünün sorunlarına eğilmeliyim.
Bu sayfanın temelleri, İnternet’in Türkiye’nin geleceğinde çok önemli bir araç olacağının bilinciyle yaklaşık on yıl önce atıldı. Amaç Türkiye’yi Bilgi Çağı’na taşıyacak en önemli araç olan İnternet’in popülerleştirilmesi, yaygın kullanımının teşvik edilmesiydi.
Başlangıçta işimiz gerçekten çok zordu. İnternet kullanıcılarının Türkiye’deki sayısı, o dönemde birkaç bini geçmiyordu. Basında belki de ilk kez, müşterisi olmayan bir konuda düzenli sayfa açılıyordu.
Bu zorluğu yenebilmek için İnternet ve bilişimi popüler yönleriyle ele aldım. Müzikle, sporla, magazinle, siyasetle bağdaştırdım. Sayfa bu yayın politikasıyla kendi müşterisini kendi yarattı. Önce azar azar, damla damla... Sonra moda olacak kadar bir patlamayla...
Eğer İnternet ve bilişimi bu sayfada kuru kuru, salt sektörün sorunları olarak işlemiş olsaydım bugün size hálá buradan hitap ediyor olabileceğimi hiç sanmıyorum. Bu köşeyi salt sektöre yönelik yazılarla doldursam ne okunurluğumu artırabilir, ne sektöre bir faydam olabilir ne de yazılarım hükümetlerin gündemine girebilirdi?
Tamamen sektöre yönelik yazıp sadece beş, on bin kişiye okutmak yetmiyor. Gazetede var olabilmek, daha da önemlisi bilişim sektörüne gerçekten katkıda bulanabilmek için yazdıklarınızı yüzbinlere okutmayı başarmanız gerekiyor.
İnternet ve bilişimi gündemde tutabilmek için bu konuları farklı alanlarla, magazinle, sporla vs ile harmanlamak gerekiyor. Bilgi Çağı teknolojiden ibaret değil. Bilgi Çağı, bilgi teknolojilerinin hayatın her alanına girdiği anda başlıyor. Bilgi Çağı Yorumları da bilginin egemenliğinin yaşamın her alanına gireceği günlerin özlemiyle yazılıyor.
Kısa bir ara notu: Sevgili okurlar. Kısa bir başka gazetede yazma arası ve sağlık nedeniyle verdiğim kısa bir zorunlu ara dışında, on yıla yakın bir zamandır bu köşeyi hiç boş bırakmadım. Bu haftadan itibaren mutlu bir aile olayı için ilk kez izne ayrılıyorum. Üç hafta sonra tekrar buluşmak umuduyla...
İşte şantaj zanlısı
Asıl zanlı olmasına rağmen hep yüzü kapalı fotoğrafı yayınlanan Burcu Mercan’ın yüzünü nihayet Vatan’da görebildik.
İnternet çilesi devam ediyor
Türkiye’nin dökülen İnternet altyapısına yatırımdan kaçınan Türk Telekom (TT), sessiz sedasız bir şekilde İnternet’te sansür yapmasını kolaylaştıracak yatırımlara başladı. TT, bazı cihazların test çalışmalarını yaptığını daha önce itiraf etmişti. Gerçi TT’ye göre bu cihazlar sitelere erişimi hızlandırmak amacıyla test ediliyordu ancak aynı cihazların sansürlemeyi kolaylaştırıcı ve gizleyici özellikleri olduğu da biliniyordu.
TT, bilgi edinme kanununun her vatandaşa verdiği haktan yararlanarak TT’ye soru soran Cyber Rights & Liberties Başkanı Yaman Akdeniz’e verdiği cevapta şöyle diyordu, ‘Türk Telekom Türkiye’nin İnternet çıkışını ‘Proxy Server’lar üzerinden vermemektedir. İnternet bant genişliğini verimli kullanmak ve web sitelerine hızlı erişimi sağlamak için Cache cihazlarının kurulumu esnasında test çalışmaları yapılmış olup, gerçekleştirilen çalışma bundan ibarettir. Dolayısıyla bu yöntemle ulaşımı engellenen bir site de yoktur’.
ADSL ASLINDA BİR MASAL
Ancak Türk Telekom’un kaşe cihazı olarak tanımladığı cihazlar aslında prensip olarak proksi sunucuları gibi çalışan cihazlardan başka bir şey değil. TT bu cihazları, haziran ayı içinde test amaçlı kullandığını söylüyor. Ancak şu anda örneğin cjb.net sunucularına Türkiye’deki bağlantıların pekçoğundan erişilemediği gözleniyor. Cjb.net’e Türkiye’ye yönelik bir blokaj uygulayıp uygulamadıklarını sorduğumuzda uygulamadıkları yönünde bir cevap aldık. Bu da geriye tek olasılık olarak cjb.net sitesine TT tarafından bir engelleme yapıldığını gösteriyor. Bu engellemenin keyfi mi, teknik bir beceriksizlik sonucunda mı, mahkeme kararıyla mı olduğu; mahkeme kararıylaysa cjb.net’in altındaki tüm sayfaların bloklanmasının yasal olup olmadığı şimdilik belli değil.
Öte yandan İnternet kullanıcıları son aylarda İnternet bağlantılarında ciddi aksaklıklarla karşılaşıyor. İster çevirmeli, ister ADSL, ister kablo ile bağlansınlar sık kesintilerle karşılaşıyorlar. Bu kesintiler daha çok DNS sunucularının çalışmaması ve/veya erişilemez olmasından kaynaklanıyor.
Kısacası ADSL masalıyla uyutulan İnternet kullanıcıları, düşük hızlara bile hasret kalıyor.
Numarama karışma
Birkaç hafta önce Türk Telekom’un (TT) annem ve kardeşime ait telefon numaralarını, kedilerinden izin almadan, oldu bittiye getirerek değiştirmesini eleştiren bir yazı yazmıştım. Amacım annem ve kardeşimin telefon numaralarının neden değiştirildiğini sorgulamak değildi elbette. TT’nin bu uygulaması Etiler bölgesinde ikamet eden pekçok abonesini mağdur etmişti. Üstelik TT bunu dönem dönem, farklı abonelerine hep yapıyordu. TT’den bir açıklama mesajı geldi. Mesajda ‘Bebek santralinden çalışan telefonların bir kısmının teknik nedenlerden dolayı Etiler santraline aktarıldığı’ belirtiliyor ve numara değişikliğinin yapılacağının abonelere mektupla bildirildiği açıklanıyordu.
Yazımda eleştirdiğim konu telefon numaralarının haber verilmeden değiştirilmesi değil, telefon numaralarının abonenin izni alınmadan değiştirilmesiydi. Türk Telekom’un abonelerinin telefonlarını haber vererek de olsa, abonenin iznini almadan değiştirmesi hangi sebeple olursa olsun aboneyi mağdur eden bir durumdur ve abone açısından kabul edilemez.
Teknik olarak yapılması gereken işlemlerin, aboneleri mağdur etmeden yapılması gerekir. Şu ya da bu nedenden bugün Turkcell ya da Telsim abonelerinin numaralarını değiştirebilir mi? Hayır. Türk Telekom neden değiştiriyor? Çünkü tekel ve abonesinin itiraz etme hakkı yok. Abonenin önünde alternatif olsa, TT bu aboneye böylesine saygısızca bir muamele yapabilir mi? Yapamaz.
Teknik neden haklı gerekçelere sahip olabilir. Bunu sorgulamıyorum. Ama neden ne olursa olsun müşterilerine saygı gösteren bir şirket, müşterisini mağdur etmemenin bir yolunu mutlaka bulur. Örneğin söz konusu durumda telefon numarasının, santral değişimine rağmen değişmemesi için mutlaka teknik bir yol vardır. Belki maliyetli ve zor bir yoldur ama vardır. Telekom’un ben yaptım oldu demek yerine bu yolu seçmesi doğru olurdu. Hadi bunu yapamadı diyelim. O zaman en azından telefonu değişecek aboneyi aylar önceden haberdar etmeli, eski numarasına gelen telefonları en az bir yıl boyunca yeni telefon numarasına yönlendirmeliydi. Niyet iyi olduktan sonra mutlaka bir yol bulunur. Yeter ki TT müşterisini adam yerine koysun...
ODTÜ’lü grup kime çalışıyor
Türkiye’deki İnternet adreslerini yasal dayanağı olmaksızın, yıllardır gayri meşru olarak yürüten ODTÜ kaynaklı ahbap çavuşlar yine sahnede. Son günlerde ortaya çıkan bir zat ne kadar ‘jenerik’ (ODTÜ’lü ahbap çavuşların muğlak tanımı olduğundan ne anlama geldiğini sormayın) isim varsa toplamaya başladı. ODTÜ’lü ahbap çavuşların nic.tr sitesindeki makineden yapılan sorgulamalar sonucunda, hakkında posta kutusu numarasından başka bilgi edinilemeyen Murat Yıkılmaz isimli şahıs habire adres tescil ettiriyor. Bu adresler otomobil, seks, bahis, erotik, arama, gazete, spor, sinema, turizm, ticaret, kitap, reklam, casino, sohbet gibi çok fazla kullanılan kelimelerden oluşuyor. Tescil edilen adresler, ziyaretçi getiren kişilere ziyaretçi başına ödeme yapan bir siteye yönlendiriliyor. ODTÜ’den bu kişinin kimliği ve adres tescili esnasında kullandığı marka tescil başvuru belgeleri hakkında çok acil bilgi bekliyorum. Tabii sadece ben değil, tüm İnternet sektörü bekliyor bu cevabı.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2004
<b>Gregg</B> ve <B>Evan Spiridellis </B>isimli iki genç, <B>JibJab</B> isimli animasyon sitelerinde yayınladıkları seçim kampanyası taşlamasıyla şöhreti yakaladılar.
Gregg ve
Evan Spiridellis isimli iki genç,
JibJab isimli animasyon sitelerinde yayınladıkları seçim kampanyası taşlamasıyla şöhreti yakaladılar.
ABC News, CNN, Fox gibi belli başlı TV kanallarında söyleşilere katılan iki kardeşin animasyonu
New York Times, Los Angeles Times gibi ciddi gazetelere,
The Hollywood Reporter, Variety, Entertainment Weekly ve
Rolling Stones gibi önemli dergilere konu oldu. Ünlü arama makinesi
Google’da ‘jib jab’ yazıp arattığınızda, iki gencin sitesinin 10 bin 400 farklı sitede adının geçtiğini görüyorsunuz.
Spiridellis kardeşler JibJab’i 1999 yılında kurmuşlar. Tabii pekçok İnternet çağı şirketi gibi bir garajda... Ama Kaliforniya’da değil Brooklyn’de.
Animasyonlardan oluşan bir site kurmak fikri 1998’de, İnternet’te seyrettikleri danseden bir çizgi kahraman filmiyle doğmuş.
Sitede yayınlanan
‘This Land’ isimli politik taşlama gerçekten çok komik. Çizgi filme İngilizce sözlü çok komik bir şarkı da eşlik ediyor. Ancak animasyonlar o kadar komik ki, İngilizce bilmeyenler bile animasyonu kahkahalarla izleyebilir.
Animasyonun bu denli popüler olmasının nedeni her iki adaya da eşit uzaklıkta durması ve her iki adayın da zayıf yanlarıyla çok başarılı bir şekilde alay etmesinden kaynaklanıyor. Animasyon boyunca iki aday birbirleriyle ‘bu topraklar kesinlikle bana oy verir’ diyerek atışıyorlar ve kendilerini diğeriyle kıyaslıyorlar.
Animasyonu, daha pek çok animasyona erişebileceğiniz orijinal sitesinden seyretmek için tıklayınOrijinal siteye erişimde hız sorunu yaşarsanız alternatif olarak Hürriyetim sunucularından seyretmek için tıklayınAnimasyonu bilgisayarınıza yüklemek ve kaydetmek için tıklayınTaş Fırın’a cazgır linciTamer Karadağlı’ya şantaj yapmakla suçlanan
Burcu Mercan en fazla üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanırken, şantaj mağduru Karadağlı müebbet ahlaksız etiketine mahkum edilmek isteniyor. Şöhret düşmanlığı iliklerimize kadar işlediğinden işin şantaj boyutu unutuldu, herkes Tamer Karadağlı’ya hücum ediyor.
31 Temmuz’da neredeyse tüm yazarlar konuyu kadın- erkek ayrımcılığı yönünden aldılar. Medya tek bir ağızdan bağırıyordu cumartesi günü; ‘Pınar Altuğ’u kadın olduğu için diziden uzaklaştırdınız, Tamer Karadağlı’ya erkek olduğu için sahip çıkıyorsunuz’.
Aslında kimsenin kimseye sahip çıktığı yoktu. Şantaj olayının duyulmasının ardından dizinin yapımcısı
Birol Güven, konunun ayrıntılarına vakıf olmadığını, durum değerlendirmesi yaptıktan sonra karar vereceğini söylemişti. Ama
sözde feminist, özde cinsiyet ayrımcısı bazı yazarlar hep bir ağızdan ‘Tamer Karadağlı erkek olduğu için korunuyor’, diye yaygara yapmaya başlamıştı.
Tamer Karadağlı’ya yönelik saldırılar hafta boyu sürdü. Sonuçta görüldü ki, cinsiyet ayrımcısı cazgırların iddiasının aksine,
Tamer Karadağlı erkek olduğu için linç edildi.
Geçen hafta da yazdığım gibi Birol Güven, Tamer Karadağlı’ya sahip çıkıp, diziden uzaklaştırmasa bile çifte standartlı bir tutum izlememiş olacaktı. Cazgırlar Birol Güven, Pınar Altuğ’u evliyken başka bir erkekle ilişkiye girdiği için diziden uzaklaştırdığını ama karısını aldatan Tamer Karadağlı’yı diziden uzaklaştırmayarak çifte standart uyguladığını çığırıyorlardı. İşin aslı Güven, Pınar’ı evliyken başka bir erkekle ilişkiye girdiği için değil, bu durum dizideki mazbut anne rolüyle çeliştiği için diziden çıkartmıştı. Tamer Karadağlı ise dizide lakabı üzerinde Taş Fırın Erkeği’ni, yani maço bir karakteri canlandırıyordu. Dolayısıyla eşini aldatmış olması rolüyle çelişmiyordu. Bu nedenle de diziden uzaklaştırılmasa ortada çifte standartlık bir durum olmayacaktı. Ama uzaklaştırıldı.
Önce işte dedim kendi kendime, asıl çifte standart bu. Biraz düşününce ortada yine çifte standart olmadığına karar verdim. Çünkü Tamer Karadağlı, olayın kamuoyuna yansımasının hemen ardından maço bir erkek gibi değil gerçek bir erkek gibi davranmış, çıkıp karısı dahil herkesten çok samimi bir özür dilemişti. Çok üzgün ve pişman olduğu her halinden belliydi. İşte bu gerçek erkek tutumu, dizideki maço rolüyle çelişiyordu. Diziden uzaklaştırılması doğaldı.
Bir aktörü, özel yaşantısı rolüyle bağdaşmıyor diye diziden uzaklaştıran mantığa hak veriyor değilim. Ama Birol Güven’in prensibini uygularken kadına, erkeğe farklı davranmadığını söylüyorum, hepsi bu.
Ayrıca Tamer Karadağlı’nın kesinlikle mağdur durumda olduğunu düşünüyorum. Karadağlı’nın başına gelenlerden sonra şantaja uğrayan biri bundan sonra polise başvurmaya nasıl cesaret edecek? Medyada yayınlanan fotoğraflara bakıyorum,
sanki suçlu şantaja uğrayan, mağdur şantaj yapan. Şantaja uğrayanın fotoğrafları çarşaf çarşaf, şantajcınınki hep yüzü gizlenir şekilde yayınlanıyor. İnsanın
Nasreddin Hoca gibi sorası geliyor: ‘Peki hırsızın hiç mi suçu yok!’
Bu olayda Tamer Karadağlı’nın kimliği kesinlikle açığa vurulmamalıydı. Nasıl ki tecavüze uğrayanların kimlikleri gizlenip, fotoğrafları yüzleri mozaiklenerek yayınlanıyorsa, şantaj mağduruna da aynı prensip uygulanmalı. Çünkü adam bir suç işlememiş. Zinanın suç olması için eşin şikayeti gerekiyor. Eşi şikayet etmedikçe, şantaja uğrayanı teşhir etmeyi haklı gösterecek bir suç da yok. İşte asıl çifte standart burada uygulandı. Mağdur erkek olduğu, üstelik ünlü bir erkek olduğu, daha da kötüsü cinsiyet ayrımcısı yazarları maço rolüyle gıcık eden biri olduğu için teşhir edildi, linç edildi.
Zammın resmidirSerbest Telekomünikasyon İşletmecileri Derneği’nin (
TELKODER) İnternet sitesinde açtığı
‘Yeni fiyat tarifelerine göre fatura hesap modülü’ TT’den gelen eski tarifelerdeki kontür bilgilerini girenlere, yeni tarifelerden hangisinde nasıl bir faturayla karşılaşacaklarını gösteriyor. Tanıdık pek çok kişinin eski faturalarındaki bilgileri girerek denedik. Türk Telekom’un yeni tarifelerinden hangisini seçersek seçelim, yeni uygulamada hep daha yüksek tutarlı bir faturayla karşılaşacağımızı gördük. TT’nin yeni tarifesi sadece çok konuşanlarla, şehirlerarası ve milletlerarası görüşme yapanlara yarıyor. Tipik kullanıcılar yeni uygulamada hangi tarifeyi seçerlerse seçsinler genellikle zamlı faturalarla karşılaşacaklar. Telkoder’in sitesine girip denemek bedava. Alın eski faturalarınızı geçin bilgisayarınızın başına. Geçen aylardaki konuşma alışkanlıklarınızı aynen devam ettirdiğiniz takdirde, hangi tarifede nasıl bir faturayla karşılaşacağınızı görün...
telkoder.org.trYazının Devamını Oku 1 Ağustos 2004
Size bir soru soracağım ama elinizi vicdanınıza koyup, tüm dürüstlüğünüzle yanıtlamanızı isteyeceğim. Bir şirketiniz olsa ya da varsa, şirketinizin başına <B>Tayyip Erdoğan</B>’ı ya da onunla aynı yönetim zihniyetindeki birini getirir miydiniz? Hızlandırılmış tren faciasından sonra bu soruyu çevremdeki, farklı kesimlerden insanlara soruyorum. Tren faciasından önce Tayyip Erdoğan hükümetine methiye düzenler bile, artık bu soruya ‘bırak allasen’ diyen başı yana eğmeli bir tebessümle karşılık veriyorlar.
Peki ne değişti de, hükümetin icraatını yere göğe sığdıramayanlar, yönetiminden birdenbire şüphe duymaya başladılar? Aslında bir şey değişmedi. Sorudaki anahtar kelimeler ‘icraat’ ve ‘yönetim’...
Neticeye değil Hatice’ye bak
İcraatın başarısı izlenebilir, yönetiminki ise izlenemez. Sonuçlarıyla değerlendirilir. İcraat içinde yolculuk ettiğiniz trenin hızıdır. Yönetim ise makinistin, demiryolları genel müdürünün, bağlı olduğu bakanlığın ve hükümetin gözlerden uzak, kapalı kapılar ardındaki kararları ve becerileridir. Bindiğiniz trenin, sizi gitmek istediğiniz yere, beklentiniz olan ya da daha kısa sürede götürecek hızda gittiğini gözlemlemeniz, icraati başarılı bulmanız için yeterlidir. Yönetimi sorgulamazsınız. Ama varış saatiniz gecikirse, üstelik örneğin yetişmeniz gereken bir toplantıyı kaçırmanıza yol açacak kadar gecikirse icraatı beğenmez, yönetimi suçlamaya başlarsınız.
Hele bir de istasyona varmak hiç nasip olmamışsa, yönetimin başı iyice dertte demektir. Çünkü o trenin yolda devrilmesine neden olan şey her ne olursa olsun; ister gevşemiş bir cıvata, ister bükülmüş bir ray, ister makinist hatası, ister trene yapılan bir sabotaj; sorumluluk yönetimindir. Hatanın kaynağının ne olduğu, yönetimin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Hükümetin icraatını alkışlayanların, aynı hükümetin yönetimini birdenbire sorgulamaya başlamasının nedeni de yönetimin yeterliliği hakkında doğan şüphelerdir. Hızlandırılmış tren faciası işbaşına geldiği günden itibaren hükümetinin dümen suyuna güle oynaya girenlerin, durup düşünmesine yol açtı. Çünkü bu facia hükümetin yönetim zihniyetinin gölgede kalan yanlarını kabak gibi ortaya çıkardı.
Bilim çoğunluğa göre karar vermez
Peki, diyelim ki soruşturmalar tam bir bağımsızlık içinde yapıldı, tamamlandı ve kazanın tek suçlusunun makinist olduğu saptandı. Bu hızlandırılmış tren projesinin aklanması için yeterli midir? Bu kazanın tek suçlusu makinist olsa bile TCDD Genel Müdürü, Ulaştırma Bakanı ve AKP hükümetinin yönetim zihniyeti aklanmış olur mu?
25 Temmuz tarihli Radikal’in kapağında Başbakan Erdoğan’ın kazanın hemen ardından, ‘Teknik konuda olumlu bakanlar çoğunluktaydı, biz de çoğunluğa göre karar verdik ’ dediği yazıyordu. Bilim ve teknoloji çoğunluğa göre karar vermez. Erdoğan’ın ‘çoğunluğa göre karar verdik’ cümlesinin anlamı ‘çoğunluğa inandıktır’. Kazanın tek nedeni gökten düşen bir taş bile olsa, hızlandırılmış tren projesinin teknolojinin gereklerine sırt çeviren, bilimin sesine kulaklarını kapatan bir yönetimin eseri olduğu gerçeğini değiştirmez. Ve aslında keşke sözünü dinleyeceği birileri çıkıp Tayyip Erdoğan’a, demokrasinin bile çoğunluğa göre karar vermek anlamına gelmediğini bir zahmet anlatsa.
Başlık notu: Yazının başlığının esin kaynağı Başar Başarır’ın ‘Getirin o günleri, yakalım bu öyküleri’ isimli nefis öykü kitabıdır. Sırf ismiyle bile sanat tarihine geçmeyi hak eden kitaptaki öykülere bayılacaksınız.
Galatasaray Adası’na ultrAslan desteği
Taraftarlar ismi BuzAda’ya çevrilen yılların Galatasaray Adası’na İnternet’te sahip çıktı
Galatasaray Adası’nın adının işletmeci marifetiyle değiştirilmesine üç hafta önce değinmiş, geçen hafta da Galatasaray camiasından tepki gelmemesini eleştirmiştim. Hafta içinde okurlardan Tolga Gökşin’den aldığım bir mesaj yüreğime su serpti. Galatasaraylı ünlü taraftar grubu ultrAslan’ın İnternet sitesi, açılış sayfasına koyduğu ‘Burası BuzAda değil Galatasaray adası’ sloganlı afişle, Galatasaray Adası’nın ismine sahip çıkma çağrımı kampanyalaştırmış.
Tartışma sitenin forum alanına da taşınarak, taraftarların gündemine getirilmiş. Örneğin site üyelerinden magisterial, ‘Adamızın isminin değişmesine seyirci kalan tüm gelmiş geçmiş yöneticileri şiddetle kınıyorum ve derhal bu hatanın düzeltilmesini bekliyorum’, diyor. iNViSiBLe, ‘Kulübün de adını değiştirtmeseler iyi valla’ diyerek göstermiş tepkisini. Diğer tepkilerden bazıları ise şöyle sıralanıyor...
ultratolga: ‘El salla el salla büyük başkan el salla!!!! Burası Buz Ada değil! GALATASARAY ADASI!’
akıngülgün: ‘Bu pazar Kuruçeşme’ye formalarımızla balık tutmaya gidelim’.
ERSAY: ‘O adanın GALATASARAY ADASI adı altındaki varlığı insana içten içten bir gurur veriyordu’.
sibasar: ‘Vallahi İstanbul«da olsam her gece bir tekne kiralayıp adanın yanına demirleyip sabaha kadar Galatasaray marşı çalardım. Yani şimdi para verecekler diye Ali Sami Yen stadını da değiştirip BUZ STAD mı yapalım?’
]{ eReM: ‘Buz erir ADA kalır!..’
tribuns: ‘Bence bir ultrAslan partisi verelim cümle alem görsün duysun. Sahip çıkalım yani’.
ultraslan.com, ultraslan.org
Divan üyesi de isyanda
‘Ruhsuz Galatasaray ve buz tutmuş adası’ ve ‘Galatasaray Adası’na Fener bayrağı’ başlıklı yazılarıma gelen mesajlar arasında Galatasaray Divan üyesi Özer Berkay’ın mektubu da vardı. Mektupta, aile içinde ‘Melek’ diye andığımız rahmetli eniştem Muzaffer Taray’ın ismine de rastlayınca içim iyice bir tuhaf oldu. Berkay’ın mektubundan bazı bölümleri aktarıyorum:
‘Son yıllara kadar yüzme okulu olarak da faaliyet gösteren ve başarılı gençlere olanak tanıyan adamızda daha önceleri kürek, yelken, yüzme müsabakaları yapılırdı. Engin Ünal, Murat Özüak, Güngör Toygarlı gibi Türkiye şampiyonu sporcular hep Galatasaray Adası’ndan çıkmışlardır.
Galatasaray Adası bir kültür ve eğitim ocağımızdı. Özellikle duayenler Muzaffer Taray, Cihad Telgeren organizasyonuyla her hafta toplanır, yüzlerce kişi bir araya gelip toplum siyasetçileri Vahit Halefoğlu, Fethi Çelikbaş, Metin Toker gibi hatiplerin konferanslarını zevkle izlerdik. (...)
Biz Galatasaraylıların değişmez bir geleneği de, tesislerimize kurucumuz Ali Sami Yen ve kralımız Metin Oktay’dan başka isimler takmaya tahammül gösterememizdir.
BuzAda tabiri mutlaka, hemen silinmelidir. Yahut daha doğrusu oradaki ‘GS’ amblemi kaldırılmalıdır. Doğrusu budur çünkü Adamız artık bizim değildir’...
Ava giden avlanır
Hürriyet e.yaşam’ın geçen cuma günü çıkan Temmuz sayısında, sayısal fotoğrafçılık yazarı Ersan Atakan, Pierre Cardin’in evinde yapılan Canon fotoğraf yazıcılarının tanıtım toplantısından izlenimlerini yazmıştı. e.yaşam’ın bu sayısını kaçırdıysanız, yazıların tümüne hurriyetim.com.tr’den ulaşabilirsiniz. Canon tanıtım partisinde yeni fotoğraf yazıcılarının yanı sıra çok fonksiyonlu Pixma MP780’i de tanıtmış. MP780, fotoğraf kalitesindeki baskısının yanı sıra faks, tarayıcı ve fotokopi makinesi işlevlerine de sahip. Ama benim asıl değinmek istediğim konu başka. Partiye bir dönemin ünlü mankeni Helena Christensen fotoğrafçı olarak katılmış. Ünlü fotoğrafçı Andreas Neumann ile birlikte, podyumların parlayan yıldızı Senegalli manken Khadija Gueye’i fotoğraflıyorlarmış. Neumann, Gueye’i fotoğraflarken, Ersan Atakan’ın objektifine yakalanmış. Hürriyet e.yaşam’ın editörlerinin, yazdıkları alandaki ustalıklarına tanık olmanız için yanda yayınlıyorum. Her ayın son cuma günü çıkan e.yaşam’ları bundan sonra kaçırmayın diye...
hurriyetim.com.tr
Birol Güven haklı
Gazetemin Birol Güven’in, şantaj mağduru Tamer Karadağlı’ya sahip çıkmasını ‘Erkek olunca arka çıktı’ taraflı ve yorumlu başlığıyla vermesini doğru bulmadım. Çünkü Birol Güven’in tavrı mesleki açıdan hiç de çifte standartlı bir tavır değildi. Birol Güven daha önce, özel ilişkilerindeki çalkantılar dizideki domestik anne rolüyle bağdaşmadığı ve rolünün gerektirdiği imajı zedelediği gerekçesiyle Pınar Altuğ’u diziden uzaklaştırmıştı. Hürriyet ‘Erkek olunca arka çıktı’ başlığıyla, ilişki kurduğu kadınlar tarafından gizli kameraya çekilen Tamer Karadağlı’ya, Birol Güven’in sahip çıkmasını çifte standartmış gibi sunuyor. Halbuki ortada çifte standart filan yok. Tamer Karadağlı’nın dizideki rolü, maço babaydı. Otel odasında kadınlarla ilişki kurmuş olması, dizideki maço rolünün gerektirdiği imajı zedelemez. Bir yapımcının, oyuncularının özel hayatlarına karışması doğru mudur, yanlış mıdır o ayrı bir tartışma. Ya da Çocuklar Duymasın dizisinin senaryosunun maço aile yapısına dayanması ne kadar doğrudur, o da ayrı bir konu. Ama Birol Güven’in iki davranışı arasında çifte standart yok.
Restoranlarda moda Chateau Kalecik içmek
Geçen akşam Sunset restorandaydım. Baktım çoğu masada ilk kez birkaç hafta önce tattığım Chateau Kalecik şişeleri. Şarap bardağını bile doğru seçemeyen, yanlış ısıda servis eden sosyetik kalabalık mekanlarından geçilmeyen İstanbul’da klasikleşmeyi başarmış ender restorandan biri Sunset. Bunun anlamı, buranın müşterilerinin beğendiği bir şarabın dikkate alınması gerektiğidir. Sunset müşterisi gelip geçici modalarla değil, kalıcı tatlara meraklıdır. Şato Kalecik lise arkadaşım Rıza Işık’ın girişiminin eseri. Türkiye’nin ilk ve tek Fransız, Türk ortaklı bağı. 1998 yılından itibaren dikilmeye başlanan asma fideleri, kaliteli ürünlerini vermeye başlamış. Şu anda Kalecik Karası ve Fransız Kupaj olmak üzere iki farklı ürünü var. Monosepaj olan Kalecik Karası, bu üzüm türüne bir türlü alışamadığım için bana hitap etmiyor. Yine kendi bağlarından gelen Cabernet Sauvignon, Merlot, Carignan Syrah ve Tannat üzümlerinden yapılan Fransız Kupajı ise kelimenin tam anlamıyla heyecan verici. Unutamayacağınız bir tat ve aroma senfonisine tanık olmak istiyorsanız, mutlaka deneyin.
satokalecik.com.tr
Yazının Devamını Oku