Truvalıların Türkler’in atası olup olmadığı geyik tartışmasının cevabı kabak çiçeği gibi açık. Evet Truvalılar Türkler’in atasıydı. Kanıtlar gün gibi ortada...
Truva’nın tarihi günümüze kadar Truvalı bir tarihçi değil, sadece Yunanlı bir tarihçi tarafından aktarılmış. Eğer Truva Türk olmasaydı, tarihini günümüze aktaran bir tarihçi mutlaka çıkartmış olurdu. Truva Türk şehri olmasaydı coğrafi konumu bugün dünya çapında daha fazla tanınırdı. Truvalı kahraman Hektor’un Türkler tarafından tanınmayan biri olması, Hektor’un Türk olduğunun bir başka kanıtı. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen şehrin adının ‘Truva’ mı, ‘Troy’ mu, ‘Troia’ mı olduğunun tartışılması şehrin bir Türk şehri olduğunu gösterir. Ayrıca Truva’nın fethinin, şehrin surlarının yıkılmasına yol açan bir deprem sayesinde mümkün olduğu teorisini de unutmamak gerekir. (Dr. Amos Nur’un teorisi için: search.csmonitor.com/ durable/1998/01/06/feat/scitech.2.html). Depreme teslim olmak 21. yüzyıl Türklerinin bile genlerinde yazılı değil mi? Hálá ikna olmadıysanız ve deprem teorisi filan tanımam Truva Atı efsanesine bakarım diyorsanız, kusura bakmayın ama siz kaşındınız... Truva’nın içten fethedilmiş olması, has be has Türk olduğunun mutlak kanıtıdır. Lise tarih kitaplarında tekrarlanıp duran ‘Türk devletlerini dışardan fethedemeyen düşmanlar, hep içerden yıkmıştır’ teranesinin kaynağı Truva Atı efsanesinden başka bir şey olabilir mi?
bAKkal heSABI tüRK tELEKom
Mümtaz Soysal, Cumhuriyet’teki yazısında Türk Telekom’un değerinin 1990’larda ancak 15 milyar dolar ettiğini iddia ediyor ve ekliyor, ‘Satılmadı da ne oldu? Yalnız 1996-2000 arasında 22 milyar dolar gelir elde etti; 11 milyar doları Hazine’ye devretti, 4 milyar dolarlık yatırım yaptı’... Bakkal hesabıyla makro ekonomiyi yalnız Tayyip Erdoğan’ın bir tuttuğunu sanırdık. Meğer Mümtaz Soysal da esnaftanmış. Uzmanların 1996’da 30 milyar dolar değer biçtiği Telekom’un değerinde yaptığı tenzilatı hadi bir yana bırakalım. Peki ama, TT’nin zamanında satılmamış olmasının Türkiye’ye verdiği zararı hiç hesaba katmamasını görmezden gelmek mümkün mü? Özelleştirilmemiş TT’nin klasik ekonomiye verdiği zararları da, göz ardı hanesinde tutuyorum.
Ama özelleşmemiş TT’nin, tekelinde tuttuğu İnternet altyapısına, 10 yıl boyunca, sadece bir F-16 savaş uçağı parası olan 40 milyon dolar yatırım yapmış olmasının ne anlama geldiğini, ne eski tip solcu Mümtaz Soysal’a ne de ak yolcu Tayyip Erdoğan’a soracağım. Bakkal hesabıyla anlaşılabilecek bir konu değil çünkü bu. Kaybedilenleri parayla ölçmek mümkün değil, kaybedilen koca bir çağ... Eğer TT 1996 yılında özelleştirilmiş ve telekom piyasası da 2000’e gelindiğinde serbestleşmiş olsa bugün çok daha farklı bir İnternet altyapısına sahip olurduk. Hükümet ve TT, İnternet kulanıcılarını bir ADSL masalıyla uyutmaya çalışıyor. Özelleştirme ve serbestleşme zamanında bitirilmiş olsaydı, Atatürk Barajı’ndan bahçe hortumuyla İstanbul’a getirilen suyu, künklerle evlere bağlamaya benzeyen Türk usulü ADSL ile uğraşmıyor olurduk. En azından rakibimiz ülkelerden çok da geri kalmamış bir altyapıya sahip olur, yarıştan kopmazdık.
Kebap Türk müdür
Geçen hafta Hürriyet’te Emre Özpeynirci imzalı bir haber vardı. Metin Fadıllıoğlu, Güler Sabancı ve Cem Boyner Londra’da Chintamani isimli lüks bir Türk restoranı açmışlar. Ancak Avrupa’da her köşebaşına neredeyse iki adet düşen ayaküstü döner, kebap salonlarının yarattığı ‘Türk yemeği ucuzdur’ imajına yenik düşüp, restoranı kapatmak zorunda kalmışlar.
İki hafta önce, programımda olmamasına rağmen fırtına yüzünden bir gece konaklamak zorunda kaldığım Allah’ın Cincinnati’sinde ‘Cafe İstanbul’ diye bir tabela görünce şaşırmıştım. Cincinnati dediğime bakmayın aslında iki eyaleti birbirinden ayıran nehrin öte yakasında, Kentucky eyaletinin Newport şehrindeydi. Yurtdışında kebap yemek hiç adetim değildir ama doğru düzgün bir restoran gözümüze çarpmayınca, Kentucky’de kebap yemek de ilginç bir deneyim olmalı deyip, attık kendimizi Cafe İstanbul’un kapısından içeri. İyi ki de atmışız. Hiç abartmıyorum, hayatımda yediğim en nefis kebapları burada yedim.
Chintamani Cinncinati’yi çağrıştırınca daldan dala atlamış gibi oldum ama demem o ki, Londra’daki restoranın patronları haklı olabilir. Cafe İstanbul’un her gün dolup taşmasının nedeni yemeklerinin nefasetine ek olarak, Kentucky’de ucuz yemek olarak kebabın değil ‘Kentucky Fried Chicken’ın algılanıyor olması olabilir.
Peki ama kebabı Türk yemeği olarak sofraya sürmekteki ısrarımızda hiç mi kabahat yok. Bu mudur yani Türk yemeği? Gerçi kebap, Chintamani restoranın mönüsündeki 27 çeşit yemekten sadece birisiymiş ama şart mıdır yani kebabı lüks bir restoranın mönüsüne sokmak?
Şart mıdır Türkiye’de ağırladığımız yabancı konuklarımızı Türk yemeği diye kebapçılara, ocak başılara, ya da rakı-balık sofralarına taşımak? Türk mutfağını tanıtacak restoranların sayısı İstanbul’da bile bir elin parmaklarını geçmiyorsa; Londra, Paris, New York, San Fransisko neyimize gerek...
cafeistanbul.com
www.sofralondon.com
www.london-eating.co.uk/3304.htm
Exim’in başarısı
Philip Morris International’ın faaliyet gösterdiği ülkelerdeki saha satış operasyonunda kullanacağı mobil el terminali yazılımı için açtığı uluslararası ihaleyi, Teknoloji Holding şirketlerinden Exim A.Ş. kazanmış. 160 ülkede 40 bin çalışanı ve 50 fabrikası olan şirketin ihalesine değişik ülkelerden pek çok şirket katılmış. Proje kapsamında Exim, saha satış ekiplerinin kullanacağı cep bilgisayarlarında çalışacak yazılım ve bu yazılımın şirketin ana yazılımına entegrasyonunu geliştirecekmiş. Bırakın Hint modelini, Çin modelini dememiz boşuna değil. İşte size Türk modeli...
exim.com.tr
Dünya markası Mavi
Yıllar önce New York, SoHo’da dolaşırken karşıma çıkan Mavi mağazasıyla önce gururlanıp, sonra da gururlanmaktan utanmamı unutamam. Gururlanmaktan utanmıştım çünkü, gururlanmamın nedeni bir Türk markasıyla yurtdışında karşılaşmanın ender rastlanan bir durum olmasıydı. Ve bu da takdir edersiniz ki, Mavi özelinde gurur duyulacak bir durum olmasına rağmen Türkiye genelinde bir utanç kaynağıydı.
Aradan geçen yıllar boyunca, Mavi’yle yurtdışında giderek daha sık karşılaşır olduk. Nordstorm gibi dev alışveriş merkezlerinde ve Urban Outfitters gibi mağaza zincirlerinde, ya da köşebaşındaki herhangi bir dükkanda... Mavi son günlerde yabancı dergilerin moda sayfalarını da zorlamaya başladı. Son olarak modanın basılı tapınağı In Style’a girmeyi de başardı. Derginin haziran sayısında Mavi’nin de yer alması, Mavi’nin uluslararası bir marka olduğunun tartışmasız kanıtıdır.
Mavi bunu başarıyorsa, üstelik öyle özenti, kompleksli isimlerle değil, ‘mavi’ gibi bir isimle başarıyorsa, gözümüz artık alemin fason üreticiliğinde değil, kendi markalarımızı yaratmakta olmalıdır.
Bilişimde Hint modeli, Çin modeli diye Türkiye’yi yazılım endüstrisinin fason üreticisi yapmak isteyenlere duyurulur.
mavi.com
Ya yazıları Mağden’e çekerse
Hürriyet Kelebek’te perşembe günü yayınlanan habere göre Radikal’de yazılar yazan Perihan Mağden, yazar Orhan Pamuk’a anlaşmalı çocuk yapma önerisinde bulunmuş. Orhan Pamuk’a ‘Sen zeki bir adamsın, ben de öyle. Zeki erkekle kadın biraraya geliyor ve çocuk sahibi oluyor’, demiş. Haberi okuyunca George Bernard Shaw’a atfedilen (AlbertEinstein versiyonları da olan) bir anekdotu anımsadım. Ünlü dansçı Isadora Duncan, Bernard Shaw’a bir mektup yazmış ve birlikte çocuk yapmayı teklif etmiş. ‘Düşünsenize’, demiş, ‘Bende bu güzellik, sizde bu zeka varken ne muhteşem bir çocuğumuz olur’. ‘Evet’, diye yanıtlamış Shaw, ‘Ama ya güzelliği bana, zekası sana çekerse?’... Anekdotu anımsayınca, aman dedim. Ya yazıları Perihan Mağden’e çekerse? Güzelliğinin kime çekeceğini hiç karıştırmayalım...
Laf Bernard Shaw’dan açılmışken, hayatımda duyduğum en güzel anekdotu anmadan edemeyeceğim. Bernard Shaw bir gün sosyetik bir ev davetine katılmış. Bir ara genç bir kız, piyanonun başına oturmuş ve çalmaya başlamış. İlk parçasını bitirdiğinde, ev sahibesi Shaw’u çekerek piyanonun yanına götürmüş ve sizi kızımla tanıştırayım demiş. Tanışma faslından sonra da kızından Bernard Shaw için bir parça çalmasını istemiş. ‘Beethoven sever misiniz?’ diye sormuş kız. Shaw ‘Severim’, demiş, ‘severim ama siz yine de çalın’.